AYNAMA YANSIYANLAR
Afganistan’da Gördüklerim ..

Prof. Dr. Mehmet Halil Çiçek Bey Yzdı

Afganistan’da Gördüklerim (1)

Bir program nedeniyle Afganistan’ın Herat Şehrine altı günlük bir ziyarette bulundum. İki gün Kabil’de geçirdim. Dört gün de Herat’ta kaldım. Hem Kabul’de hem Herat’ta üst düzey bazı yetkilileri ziyaret etme imkanı buldum. Tabii giderken hazırlıklı gittim. Buralarda Taliban yönetimiyle ilgili duyduğum olumsuz hususlar hakkın Arapça hazırladığım 9 sayfalık bir öneri paketiyle gittim. Burada duyduklarımı münasip bir dille sözlü olarak da anlatmaya çalıştım. Yazılı olarak da sundum. Anlattıklarımdan son derece memnun olduklarını gördüm. Bunu daha üst düzeylerde olanlara ileteceklerini de söylediler.

Afganistan’da Kadın Eğitimi

Birinci gündemim kadın eğitimi konusuydu. Şunu peşinen ifade etmem gerekir ki, buralarda Taliban yönetimiyle ilgili anlatılan olumsuzlukların doğru olmadığını gördüm. Örneğin çarşıya kadın sokmayan, kadına yüzü açık olarak evinden çıkma iznini vermeyen bir yapı asla yoktur. Kadınların isteyen yüzü peçeli isteyen de saçlarının bir kısmı görülecek şekilde yüzü açık olarak serbestçe dolaştıklarını ve alışveriş yaptıklarını Kabul Hava limanında birçok kadının çalıştığını da bizzat gördüm. Taliban asker ve polislerinin kimseyi incittiklerini veya bağırdıklarını -bir defa hariç- bile görmedim.

Afganistan’da Hayatın Normal Akışı ve Güvenlik

Hayatın, ticaretin, idarenin normal akışında devam ettiğini gördüm. Taliban yönetimi Batının/Amerikan’ın İslam karşıtlığı üzerine kurgulanmış bakış açısıyla vahşî bir yönetim olarak kabul edilip bütün dünyaya başarısız, acımasız ve vahşi bir yönetim olarak lans edilmek istendiğini müşahede ettim. Yani Taliban yönetimine karşı hem içerde hem dışarıda ideolojik bir bakış açısının olduğunu ve dolayısıyla bütün iyiliklerinin görmezlikten gelindiği ve hatalı bazı durumları cımbızlanarak dünya medyasına kasıtlı bir şekilde servis edildiğini gördüm. Oysa Taliban hükümetinin belki dillere destan birçok başarıya imza attığını kimse görmek istememektedir. Evet bazı hataları vardır ve bu gayet normaldir. Çünkü 44 yıllık bir savaş geçmişi olan ve Amerikan’ın bütün pisliklerini, insan artıklarını bıraktığı, hırsızlık, rüşvet ve insan ticareti dahil her türlü rezaletin olduğu bir Afgan toplumundan bahsediyoruz. Bütün bunlara rağmen idareyi ele alan Taliban hükümeti elinde fazla kalifiye eleman olmamasına rağmen iç emniyeti çok güçlü bir şekilde sağlamışsa, insanlar rahat bir şekilde ticaretini yapıyor, işine güvenli bir şekilde gelip gidebiliyorsa, toplumdan tüm pislikleri atabilmişse, işbaşına gelince bir Amerikan doları 115 Afgan lirası iken bu gün bir dolar 67 Afgan lirası olmuşsa bu başarı değil nedir? Herat’ta bana rehberlik eden Afgan bir mühendis ki iyi Türkçe konuşuyordu bana şunları anlattı: Taliban hükümeti gelmeden önce hırsızlık, kapkaççılık, insan ticareti, çocuk kaçırma dahil her şey yapılıyordu. Hatta Taliban gelmeden iki gün önce yolda telefonla konuşurken telefonumu biri elimden kapıp motosikletle uzaklaştı. Taliban, hükümet olduktan sonra bunların hepsi yok oldu ve iç güvenlik çok güçlü bir şekilde sağlanmış oldu dedi.
Ayrıca görüştüğüm hükümetin önemli adamları son derece mütevazi, kibar, diplomatik usul ve adabı bilen, İslam’ın izzetini korumaya çalışan ve bununla iftihar eden samimi insanlar olarak gördüm. Toplumda çok fakirlik var; ama bu, dün yönetime gelmiş Taliban’ın suçu değil eseri de değil; her halde Taliban’ın elinde sabahtan akşama her şeyi düzeltecek sihirli bir değnek yok.

Afganistan’da Eğitim, İşsizlik ve Fakirlik

Eğitim kurumlarını de zayıf gördüm. Buna acilen çözüm bulunması gerekir. İşsizlik ve dolayısıyla fakirlik da fazla var. Zira nüfusun çok arttığı modern zamanlarda işsizliğin en büyük çözümü sanayidir. Afganistan’da da sanayi yok. Onların eğitimde, sanayileşmede, ticarette, idarî yapılanmada ve bazı yapıların kurumsallaşmasında Türkiye gibi Müslüman ülkelerin tecrübelerinden istifade etmeye ihtiyaçları vardır. Müslüman ülkelerin hem halk olarak hem yönetim olarak onlara lojistik destek sağlamaları İslamî ve de insanî bir vecibedir. Taliban’ın bu sade yaşamları devam ederse çok şeyler başarabileceklerini düşünüyorum. İktidarın bol imkanları, lüksü ve şatafatı ilerde onları bozmazsa şimdilik durumları iyi. Ne var ki, İslam dünyasının herhangi bir ülkesinde siyasî, iktisadî, ahlakî, ilmî veya teknoloji alanlarının birisinde bir başarı kaydedildiğinde hemen lanetli gizli bir el devreye girer ve onu bir şekilde bozar ve hedefinden saptırır. Bu lanetli el kimindir nasıldır ve ne biçimde çalışır fazla kimse bilmez. İşte böyle mel’un bir elin tehlikesi her zaman Taliban için de pusudadır.

Afganistan’da Kadın Eğitimi ve Ticari Piyasalar

Kadın eğitimi konusunda vasat bir çözüm üzerinde çalıştıklarını anladım. Eğitim kurumları zayıftır, sanayi yok denecek kadar azdır ama üzerinde çalıştıklarını da ifade ettiler. Et pirinç ve ekmek gibi temel gıda maddeleri boldur ve hayat çok ucuzdur. Trafik çok yoğun ve düzensizdir. Ancak insanlar birbirlerine karşı hoşgörülüdür. Ayrıca birilerinin burun kıvırdığı ve bir şey beceremeyeceklerini düşündüğü o mollalar kendilerini nasıl bir dünyanın izlediğini ve siyaseten karşılarında kimlerin, hangi güçlerin olduğunu, onlara karşı ne tür manevralar peşinde olduklarını iyi biliyorlar.

Afganistan’da Türk Konsolosluğu ve TİKA

Son olarak şununla bu notlarımı bitireyim: Bizim Afganistan’da üç tane TİKA ofisimiz aktiftir. Herat’ta birkaç gün kaldığım için Herat TİKA ofisinin maşallah çok iyi çalıştığını gözlemledim. Yaptığı güzel ve kalıcı hizmetlerle toplumun gönlünde adeta taht kurduğunu gördüm. Hem Herat başkonslosu Sinan İlhan bey mütevazi ve sevecen kişiliği ile hem de Herat TİKA koordinatörü Arafat Deniz bey çalışkanlığıyla Herat’ta çok olumlu izler bırakmışlar. Özellikle TİKA koordinatörü Arafat bey zeki, cesur, cömert, özgüveni yüksek, nerde ne yapacağını bilen, izzet nefsini koruyan, insiyatifini kullanan ve iki ülke halkları arasında köprü olma görevini bilinçli bir şekilde yerine getiren bir diplomat olarak gördüm. Hem kendisini hem de başkonslosu buradan tebrik ve takdir ettiğimi ifade etmek isterim. Bu tür diplomatlar Türkiye’nin yüz akıdır. TİKA’nın çalışmalar sonucunda nasıl bir Türkiye sevgisinin oluştuğunu gördüm. Bu da koordinatörün uygun bir şekilde insiyatif kullanmasıyla başarıldı. idarecinin en büyük başarı sırlarından biri kuşkusuz insiyatif kullanabilmesidir.

Afganistan’da Gördüklerim (2)

Afganistan’la ilgili sosyal medyada paylaştığım ilk yazım güzel ma’kes bulunca ve bazı dostlar Taliban hükümetiyle ilgili başka soruları yöneltince ikinci bir yazıyı yazma zarureti hissettim. Birinci yazı da özellikle kısa olmasına özen gösterince yaşadıklarımın ve gördüklerimin önemli bir kısmını atlamıştım. Bu yazıda gördüklerimi ve gözlemlerimi daha detaylı yazmaya çalışacağım.

Müşahade ve Gözlemlerimin Dayanağı

Benim daha analitik bir şekilde yazmama vesile olan ve üst düzey yetkililerle görüşmeme vesile olan iki arkadaşı anmadan geçemeyeceğim. Birisi birinci yazıda da belirttiğim TİKA Herat koordinatörü Arafat Deniz. Arafat bey çalışkanlığı, ufku, kendi ülkesini iyi temsil etme isteği, herkese faydalı olma arzusu, Afgan halkıyla samimi ilişkileri ona çok farklı bir prestij kazandırmıştır. Kâbil’de ilk görüştüğüm üst düzey yetkili Türkiye’ye olan sevgisini dile getirirken hemen Arafat beye atıfta bulundu ve samimi çalışmalarını dile getirdi. İkinci şahısta Türkiye’de lisan, yüksek lisans ve doktorasını yapan, şu anda Pervan üniversitesinde doçent olarak görev yapan ve Türkiye’yi seven akıllı ve zeki gördüğüm birkaç yıl kendi üniversitesinde rektör yardımcılığı yapan (onlarda doçent rektör yardımcısı olabiliyor) Mübin el- Haşimi’dir. Toplum üzerindeki gözlemlerimin bir kısmını ona bir kısmını da Herat TİKA ofisinde çalışan Türkiye mezunu mimar mühendis Hamdullah beye borçluyum.

Afganistan Ziyaretime Vesile Olan Sebep

2020’da Mısır’da basılan bir kitabım Herat üniversitesi hocalarının eline geçmiş ve onların bervechi adeti olduğu üzere kitabın tanıtımı için Üniversite davet etti. Biz de bunu bahane ederek yola çıktık. Zaten Afganistan’ı ve Taliban hükümetini çok merak ediyordum ve yerinde görmek istiyordum. Çünkü Batı güdümünde çalışan bir medyaya İslam’la ilişkilendirilen bir hükümet hakkında ne kadar güvene bilirdik?

Afganistan Ziyaretim Esnasında Amacımı Gerçekleştirdim

Bütün derdim Taliban Hükümeti üzerinden İslam’a yapılan saldırıların gerçekliğini bilmekti. Cenab-ı Allah da böyle bir fırsat ihsan etti. Afganistan’ın çarşısına, pazarına camisine, lokantasına gittiğimizde her şeyi normal gördüm olağan üstü bir durumla karşılaşmadım.

Çarşı Pazar ve Kadınların Durumu

Kadınları serbest, isteyen makyajlı, isteyen peçeli hatta ayağında daracık pantolon giyeni bile gördüm. Ama bunun ötesinde açık saçıklığa izin vermiyorlar. Dükkanlar çok, ihtiyaç maddeleriyle dopdolu olduğunu ve herkesin gücüne göre alışveriş yaptığını, şehirlerinin çok güzel bir şekilde ışıklandırıldığını gördüm. Şu var ki, Amerikan yönetiminin ve 44 yıllık savaşın bıraktığı enkazı hemen kaldırmak kolay değildir.

Afganistan’da Siyasi Birlik ve Toplum Ahlakı

Her şeye rağmen Taliban hükümeti ülkenin siyasi birliğini sağlamış muhaliflerin farklı davranmalarına izin vermiyor. Bu da önemli bir başarıdır. Mübin bey bizzat bana şunu anlattı: Bizim toplumumuz muhafazakar bir toplumdu. Amerika toplumumuzu bozdu. Devamla şunları anlattı: Mesela ben küçüklüğümde bizim çevrede tek bir boşama olayını duymadım; boşama bizde çok ayıp karşılanıyordu. Bizde intihar yoktu. Amerika buraya girdikten sonra toplum çok bozuldu, toplumda boşanmalar çoğaldı ve intiharlar görülmeye başladı. Hatta bizim mahallerimiz ahlak, edep, irfan açısından birer mektep gibiydi mahallelerden çok şey öğreniyorduk. Amerika buralara geldikten sonra mahallelerin yapısı bozuldu şimdi çocuklarımızı mahallenin içine bırakmak istemiyoruz.

Taliban İdaresinin En Önemli Özelliği ve Emniyet

Taliban hükümetinin en büyük özelliği nedir diye sorarsanız bana göre onun güvenliği sağlamak için sıkı emniyet tedbirlerini ve vergileri sıkı bir şekilde almış olmasıdır. Onun için kontrol noktaları fazladır ve sıkı denetimler yapılıyor. O noktalarda bizim Türkiye’den geldiğimizi öğrenince en azında bir selamla bize bir jest yaparlardı. Görebildiğim kadarıyla Afgan toplumu muhalefet çetelerinin çokça sindiği bir toplumdur. Özellikle Amerikalıların ekmiş olduğu nifak ve sekülerleşme/İslamî yönetim karşıtlığı tohumlarının toplumdan tasfiyesi zaman ister. Ancak Taliban hükümeti bunun farkında olduğu için emniyet tedbirlerini sıkı tutmaktadır. Bu da bir başarıdır. Şu anda ne şianın ne de diğer muhalif grupların sesi çıkmıyor, hükümet buna izin de vermiyor. Ancak yerlilerden aldığım bilgilere göre Ahmet Şah Mesud’un oğluna bağlı direniş grupları Taliban askerlerine karşı zaman zaman bazı saldırılar düzenlemektedirler. Bunlar bizim buradaki terör eylemleri gibidir. Yani Taliban şu anda bütün ülkede duruma hakimdir. Ülkenin siyasî birliğini bozmaya yönelik kimsenin sesinin çıkmasına izin vermiyor. Böyle de olması gerekir. İstisnaî bazı terör eylemlerinin dışında bir şey görülmüyor. Taliban’ın bu konuda ufak bir taviz vermesi durumunda hemen tüm nifak çeteleri boy göstermeye geçecekler.

ABD’nin Nifak Tohumlarını Temizlemek

Zaten Amerikan’ın nifak siyaseti gereği orada hayli zehirli tohumlar ekmiştir ve elbette orada da ülkeyi karıştıracak bazı odaklar bırakmıştır. Ama toplum tarafından hissedilir bir düzeyde bir şey hissetmedik. Ziyaret ettiğimiz bir yetkili yapmakta oldukları sanayileşme hamleleri bağlamında masasında duran bir içeceği göstererek bunu biz burada imal ediyoruz. Amerika’ya dahi veriyoruz. Onlar ise karşılığında bize bomba veriyorlar demişti. Şunu demek istemişti biz onlara hayat suyu veriyoruz; onlar ise bize ölüm veriyorlar.

Kâbil’den Herat’a, Bürokrasi Tasavvuf ve İlim

Kâbil’den sonra Herat’a geçtik. Herat geçmişte İslam medeniyetinin ilim ve irfanıyla teşekkül ettiği önemli ilim merkezlerinden biridir. Razi, Havrzimi, Aliyulkari, Mevlana Cami, Şah-i Nekşibend ve Ali Şirnevaî gibi onlarca büyük alim ve mütasvvifin uğrak yeri ve yetiştiği bir yerdir. Şahi Nakşibend gibi büyük mütasvviflerin Helvethanesi Herat Ulu Camiinde hala canlı duruyor.
Herat’ta yoğun ve farklı temaslara başladık. Bizim kitap tanıtım programımıza Herat valisi, Üniversite rektörü ve Baş konslosumuz olmak üzere yaklaşık 250 kadar akademisyen katılmıştı. Program çok olumlu bir yankı bıraktı. Hatta Türkiye’ye döndükten birkaç gün sonra bile Herat’tan bir arkadaş arayarak bize kitabınızın yankısı hala sürüyor demişti.
Herat Valisi Program’da öğretim üyelerine yönelik öğüt ve ders dolu bir konuşma yaptı. Vali Taliban öncesinde Herat’ta bir medresede müderristi. Sevilen ve idaresi beğenilen biridir. Bizi konutuna akşam yemeğine davet etti. Yemekte baş konslosumuz, TİKA koordinatörümüz de vardı. Taliban hükümetine yönelik önerilerimizi hem sözlü hem yazılı olarak verdik. Hazır olan bazı bürokratlar önerilerimizi beğenmiş olacak ki bunu Peştunce’ye çevirip yayacaklarını söylediler. Vali bey çok ilgiliydi ve makul bir insandı dünya siyasetini bildiği de belliydi.

Güvenlik Sağlanırken Eziyete Fırsat Verilmiyor

Afganistan’ın genelinde görülen sıkı güvenlik tedbirlerinde insanlara eziyet verilmediğini sadece sıkı kontrollerin yapıldığını gördüm. Mübin beyin anlattığına göre Taliban işbaşına geldiği ilk günlerde askerleri sert davranıyor ve insanlara bazen eziyet veriyorlardı. Şimdi ise iyi kimseye eziyet vermiyorlar. Buralarda aleyhlerinde bir kara propaganda olarak yapıldığı gibi kimsenin bıyığına sakalına da karışmıyorlar. Ben de görüştüğüm üst düzey bir yetkiliye halka eziyet verilmemesi gerekir dediğimde bana şunu söyledi: Bir polisin bir vatandaşa eziyet verdiğini bakanımız duyunca bizzat mağduru aradı ve hemen polisin görevine de son verildi. Şunu da anlattılar: Önce polis ve Taliban askerleri sivil kıyafetle iş yapıyorlardı; şimdi ise polis forması giyiyorlar. Yani daha nizami bir duruma geldiler. Bu da olumlu bir gelişme.

Türkiye İyi Temsil Ediliyor; Her Yerde Eser Var

Herat’ta TİKA’nın restore ettiği ve toplumda çokça beğeni aldığı Mevlana Cami, ve Fahreddin Razi’nin mezarlarını ziyaret ettik. Ayrıca TİKA 800 yıllık Herat Ulu cami abdest hane ve tuvaletlerini yapmış bu da hayli takdir aldı. Bunları görünce hükümetimizin bu faaliyetlerini çok takdir ettim. Ayrıca Afganistan hükümetiyle yürüttüğü sessiz diplomasisini de takdir ettim.

Medrese Ziyaretimiz ve Eğitimin Durumu

Herat’ta medreseleri gezdik. Ziyaret ettiğim medreselerin hepsinde erkek öğrenciler ve kız öğrenciler yer alıyordu. Kız öğrenciler yüksek seviyelere kadar okuyabiliyorlardı. Hocaları da bayanlardı. Dolayısıyla Afgan toplumunda çok makbul olan İslamî eğitim hususunda kadınlara yönelik hiçbir kısıtlama yoktur. Ama üniversitelerde fen ilimleri konusunda henüz izin vermiyorlar. Ancak hükümet kendi birliğini bozmamak için vasat bir çözüm üzerinde çalışıyor. Gördüğüm medreselerin maddi imkanları çok kısıtlıdır. Zor ve kıt imkanlarla eğitimlerini sürdürüyorlar. Genellikle medreseler nüfus yönünden çok kalabalık; hepsi halkın yardımlarıyla çalışıyor ve hükümetin medreselere yardımı yok. Hem üniversitelerde hem de medreselerde eğitimin hayli zayıf olduğunu gördüm. Bunun için Türkiye’den hem eğitim, hem ticaret, hem de sanayileşmede destek beklediklerini bazılarından duydum. Mezhebî taassubun halk arasında da olduğu hissedilebilir. Ancak Hükümet yetkilileri karşılaştıkları ilim insanlarına Hanefî olduklarını söyleseler bile mezhebi ve ırkî taassubun zararlı olduklarının farkındadırlar.

Şehirlerde Düzen ve Temizlik

Şehirleri Mısır gibi çok kirli değil; ama çok daha temiz de olabilir.
Olumlu ve samimi telkinlere açık olduklarını her karşılaştığım üst düzey yetkililerde gördüm. Örneğin İçişleri bakanlığında önemli bir konumda olan bir yetkiliyle görüştüğümüzde halkın güvenini sağlamalarının gerekliliği, kadın eğitimi ve Taliban hükümetinin başarı dışında şanslarının olmadığı yönünde bazı telkinlerde bulununca adamın gözünde yaşlar aktığını gördüm ve bana hocam keşke bu önerilerinizi yazılı olarak verseydiniz deyince hemen yazılı olanı takdim ettiğimde çok çok memnun oldu ve ben bu notları önümüzdeki on beş gün içerisinde Emirülmüminin’le görüşeceğim ve bizzat ona takdim edeceğim ve içişleri bakanımız yurtdışıdaydı dönmüşse bu gün sizi onunla da görüştüreceğim dedi. Kalktığımda da beni öptü.

Taliban’ın İdari Başarısı

Hülasa Müslümanların Taliban hükümetini değerlendirirken Batının/Amerika’nın seküler, pozitivist, sömürgeci ve İslam’ı ve Müslümanları dışlayan zihniyetiyle değerlendirmemeleri gerekir. İslam’ın/Hakkın ve adaletin yanında ve tarafında olmaları gerekir. Amerikan’ın/Batının sahte ve münafıkça olan demokrasi ve insan hakları söylemlerine asla güvenmemeleri ve bununla değerlendirmelerde bulunmamaları gerekir. Daha evvel Bosna-Hersek, Mısır ve şimdi de Gazze barbarlıkları bunların insan hakları ve demokrasi konularında ne kadar samimiyetsiz, münafık ve sahtekar olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. 22.11.2024

Prof. Dr. Mehmet Halil Çiçek

ABD’de Siyonizm ve Masonluk Hâkimiyeti Nasıl Oluştu?

Önemli Tarihi Bir Gerçek: Okunmayı Hak Eden Uzun Bir Makale!

Birçok kişi şu soruyu sorabilir: Neden dünya genelinde herkes siyonist İsrail devletini destekliyor? Bu yapının böylesine güçlü olup etkisini özellikle Amerika Birleşik Devletleri üzerinde şaşırtıcı hâkimiyetinin sebebi nedir?

Bu meselenin ana sebebi nedir? Gelin birlikte anlamaya çalışalım…

1290 yılı, Avrupa’daki Hristiyan-Yahudi çatışmasının en yoğun dönemiydi. İngiltere Kralı I. Edward, Yahudilerin ya Hristiyanlığı kabul etmesini ya da krallık topraklarını tamamen terk etmesini emreden bir ferman yayınladı. Aynı şekilde, 1306 yılında Fransa Kralı IV. Philippe de benzer bir karar aldı. Bu durum, Avrupalı Hristiyanların Yahudilere duyduğu nefreti açıkça gösteriyordu. Bunun sonucunda, Yahudiler dışarıdan Hristiyanlığı kabul etmiş gibi görünüp içeride Yahudiliklerini korudular. Bu durum, Yahudilerin, toplumun kontrolünü sınırlamak ve kiliseyi reforme etmek isteyen, dış görünüşte Hristiyan ancak aslında Yahudi olan bir hareket kurmasına yol açtı. Bu hareket, Protestanlar olarak biliniyordu ve lideri Martin Luther’di (1483-1546).

Protestanlar, Avrupa’da yeterli hayat alanı bulamadıkları ve Katolikler tarafından reddedildikleri için yeni keşfedilen Amerika kıtasına yöneldiler. Amerika, 1492 yılında keşfedilmişti ve Protestanlar bu bölgeye göç etmeye başladılar. Günümüzde, Protestanlar Amerika’daki Hristiyanların çoğunluğunu oluşturmaktadır.

Protestanlığın Fikri Muhtevası

Protestanlığı, yeni bir din olarak nitelendirmek doğru olur; Hristiyanlık ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu yeni din, sahte Yahudilik ile sahte Hristiyanlığın bir karışımıdır. Yahudilik ve Hristiyanlığı, birbirini tamamlayan iki aşamalı bir din olarak görürler: Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit (İncil). Bu iki kitabı, “Eski ve Yeni Ahit” adı altında bir kitapta toplarlar. Protestanlar, Hristiyanlık ile Yahudiliği uzlaştırmaya çalışır; Yahudileri, İsa’nın kanından sorumlu tutmazlar. Hatta kiliselerde İsrail için dualar edilir, bağışlar toplanır ve İsrail’in desteklenmesi Amerikan hükümetine dayatılır. Çünkü bu, İsa’nın dönüşü için bir hazırlık olarak görülür.

Yahudi din adamları tarafından uydurulan bu yeni din (Protestanlık), İsa’nın dönüşünün bazı şartlara bağlı olduğunu iddia eder: Yahudilerin Filistin’de bir devlete sahip olması, Kudüs’te bir tapınağın bulunması gibi. Bu şartlar gerçekleşmeden İsa’nın geri dönmeyeceği inancı, Protestanlar arasında yaygındır. Amerika’daki bu akım, aşırı sağ ve Hristiyan Siyonizmi olarak bilinir ve yaklaşık 150 milyon Amerikalıyı etkisi altına almıştır. Bu grubun siyasi temsilcisi ise, başta Ronald Reagan, George Bush ve George W. Bush olmak üzere birçok liderin yönetimde olduğu Cumhuriyetçi Partidir. George W. Bush, Irak’a yönelik işgalde Haçlı Seferleri’nin Orta Doğu’ya geri döndüğünü duyurmuştu. Donald Trump da Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyarak hayali tapınağın inşası için bir adım atmıştı.

Masonik Demokrat Parti

Amerika’daki diğer bir önemli yapı Demokrat Partidir. 1828 yılında, 1776’daki bağımsızlık ilanından sonra kurulan Cumhuriyetçi Parti’den ayrılarak oluşmuştur. Bu ayrılıkla birlikte, masonlar Hristiyan Siyonistlerden ayrılmıştır. Demokrat Parti, 1616’da Avrupa’da ortaya çıkan mason hareketinin bir ürünüdür. Bu hareket, dünyayı yeniden şekillendirme ve kendi çıkarlarına uygun hale getirme iddiasındadır. Sembolü, gönye ve pergel olan bu hareketin adı “masonluk”, yani “Mimarlık” anlamına gelir. Bu hareket, din karşıtı ve sömürgeci bir ideolojiye sahiptir.

Protestan Hristiyan Siyonistler, masonlarla birlikte Amerika’nın 1776’da İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasında önemli bir rol oynadılar. Bu süreçte, sömürgeci bir anlayışa dayanan laik bir anayasa hazırlandı. Amerika, 13 eyaletle başlamış ancak 50 eyalete kadar genişlemiştir. Aynı zamanda, devrim ihracını benimseyen bir politika izlemiştir. Bu kapsamda Amerika, düşünürlerinden biri olan Franklin’i 1789 yılında Fransa’ya göndererek Fransız Devrimi’ne destek olmuş ve monarşinin devrilmesine katkı sağlamıştır.

Fransız Devrimi ve Sömürgeci Yüzü

Fransız Devrimi, masonlar tarafından başlatılmış ve Kral XVI. Louis’nin devrilmesiyle sonuçlanmıştır. Fransız düşünürler (Jean-Jacques Rousseau, Montesquieu ve Voltaire gibi) devrime öncülük etmiştir. Ancak, devrimden yalnızca 9 yıl sonra, devrimin sömürgeci yüzü açığa çıkmış ve Napolyon Bonapart öne çıkarak 1798’de Doğu’ya (Mısır ve Filistin) doğru ilk sömürgeci seferini başlatmıştır. Gazze ve Yafa’da katliamlar gerçekleştirmiş, ancak Akka surları önünde yenilmiştir. Napolyon, Yahudiler için Filistin’de bir devlet kurulması fikrini ortaya atan ilk kişidir; bu fikir, Siyonist Kongre’den 100 yıl önce dile getirilmiştir.

Napolyon, 1814 yılında 630.000 kişilik ordusuyla Rusya’ya saldırsa da, yalnızca 30.000 askerle geri dönebilmiştir. Fransa’nın 1830 yılında Cezayir’i işgal etmesi ve 132 yıl boyunca milyonlarca şehit vermesi de masonik yapının doğasını yansıtır.

Masonik Demokrat Parti ve Küreselleşme

Demokrat Parti, masonik bir düşünceye sahiptir ve dünyayı Amerikan modeliyle yeniden şekillendirmek ister. Bireyi toplumun merkezine koyar, milletleri, dilleri, dinleri ve halkların özgünlüklerini silmeyi amaçlar. İnsanları “ilk insan” seviyesine, yani doğadaki ilkel yaşam biçimine döndürmeyi hedefler. Bu anlayış, kürtajın yasallaştırılması, eşcinsel evliliklerin kabul edilmesi ve uyuşturucunun yasal hale getirilmesi gibi uygulamaları ihtiva eder.

Demokrat Parti, İsrail’i sömürgeci projesinin bir parçası ve Doğu’daki ileri bir askeri üs olarak görür.

Biz Müslüman Araplar ve Filistinliler Bu İki Partiye Karşı Nerede Duruyoruz?
Cumhuriyetçi Parti: İsrail’in varlığını, desteklenmesini ve üstünlüğünü İsa’nın dönüşü için dini bir şart olarak görür.
Demokrat Parti: İsrail’in varlığını, desteklenmesini ve üstünlüğünü Amerika’nın küresel hegemonyası ve sömürgeci projelerinin bir uzantısı olarak değerlendirir.

Her iki parti de Arap ve İslam dünyasının birliğine karşıdır, siyonist projeyi destekler ve bu yüzden onlarla temel ve tarihi bir düşmanlık ilişkimiz vardır. Bu iki partiden birine bel bağlayanlar, siyaseti anlamaktan çok uzaktır.

Çelişen Çıkarlar ve Müslümanların Acıları
Günümüzde, büyük güçler birbirini suçlarken asıl bedeli Müslümanlar ödüyor:
1. Rusya, Amerika’yı Irak’ı işgal edip halkını yok etmekle suçluyor.
2. Amerika, Rusya’yı Suriye’yi işgal etmekle suçluyor.
3. Çin, Amerika’yı Irak’ın altın rezervlerini çalmakla suçluyor.
4. Amerika, Çin’i Müslümanlara baskı yapmak ve onları tutuklamakla suçluyor.
5. Ek olarak, gizli kalmış bir Yahudi devletinin ortaya çıkışıyla ilgili skandallar patlak verdi:

Bu ifade, Birobidjan’ın varlığını ve İsrail’in bu gerçeği gizleme çabalarını vurguluyor. İsrail’in, bu cumhuriyetin varlığını örtbas ederek dünya Yahudilerini Filistin’e yönlendirme stratejisini tenkit eden bir noktadır.

Sonuç: Her durumda mağdur olanlar yalnızca Müslümanlardır!

Yahudilerin Unutulmuş Bir Cumhuriyeti: “ BİROBİDZHAN” (1)

Birobidzhan, Güneydoğu Rusya’da bulunan, Yahudilere özerklik tanınmış bir cumhuriyettir. Dünya genelinde pek az kişi bu yerin varlığından haberdardır, çünkü İsrail bu gerçeği gizlemeye çalışmakta ve medyanın burayı ziyaret etmesini engellemektedir.

Bu cumhuriyet, Filistin’den önce Yahudilerin ilk vatanı olarak kurulmuştur. Yahudiler buraya göç etmiş ve tamamen Yahudilerden oluşan bir nüfusa sahip olmuştur. Ancak siyonist hareket, Yahudilerin Filistin’de toplanması fikrini benimsemiş ve bu bölgeyi unutturmuştur.

Birobidzhan’ın Önemi

• Yüzölçümü: 41,277 km² (İsviçre’nin büyüklüğüne eşit).
• Nüfus Yoğunluğu: 14 kişi/mil² (İsrail’in 945 kişi/mil² yoğunluğuna kıyasla oldukça düşük).
• Bu bölge, tüm dünya Yahudilerini barındırabilecek kapasiteye sahiptir. Eğer Yahudiler buraya taşınırsa, Filistinliler yurtlarına dönebilir ve acıları sona erebilir.

İsrail ve Batı’nın Kaygıları
Birobidzhan’ın varlığı, İsrail’in ve Batı’nın çıkarlarına ters düşer. Çünkü İsrail, Batı’nın Orta Doğu’daki çıkarlarını koruyan bir karakol olarak hizmet etmektedir. Yahudilerin Birobidjan’a taşınması, İsrail’in bölgedeki stratejik önemini azaltabilir.

Birobidzhan’ın Tarihi

• Kuruluş: 1928’de, Amerikan Yahudilerinin de desteğiyle kuruldu.
• Ünlü Yahudi bilim insanı Albert Einstein ve yazar Goldberg bu projeyi destekledi.
• İkinci Dünya Savaşı sırasında, siyonistler Filistin’i Yahudiler için bir vatan olarak pazarlarken bu bölgenin varlığını gizlediler.

Bağımsızlık Fırsatının Engellenmesi
Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında Birobidzhan, Çeçenistan gibi bağımsızlık ilan edebilirdi. Ancak siyonist hareket, bu fırsatı engelledi. Yahudilerin dikkatini Filistin dışındaki bir alternatife çekmek istemediler. İlginç bir şekilde, Batı, Çeçenistan’ın bağımsızlığı için Arapları ve Müslümanları harekete geçirirken Birobidzhan’ın bağımsızlığını desteklemeyi reddetti.

Neden Bu Gerçek Gizleniyor?

• Arap dünyası ve Müslümanlar, Birobidzhan hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyor.
• Bu gerçek, Filistinlilerin haklarının savunulması ve Yahudilerin Birobidjan’a dönmesi için güçlü bir argüman olabilir.
• Ancak İsrail ve Batı, bu gerçeği susturmakta ve yayılmasını engellemektedir.

Sonuç

Birobidzhan’ın varlığı, Filistinlilerin yurtlarına dönmesine imkan sağlayabilecek önemli bir alternatiftir. Ancak bu gerçek, bilinçli bir şekilde gizlenmekte ve Müslümanlar arasında yeterince tartışılmamaktadır. Bu durumun sorgulanması ve gündeme taşınması gerekmektedir.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
22.11.2024 Üsküdar

Birobidzhan Hakkında Bilgi Edinmek İçin:👇
https://en-m-wikipedia-org.translate.goog/wiki/Birobidzhan?_x_tr_sl=en&_x_tr_tl=tr&_x_tr_hl=tr&_x_tr_pto=tc

مقال طويل ولكن تاريخ مهم يستحق قرائته‼️

قد يتسأل الكثير لماذا العالم كله يدعم دولة الكيان الصهويني وما هذة القوة التي يتمتع فيها هذا الكيان ليبسط هيمنته بهذة الطريقة العجيبة وخصوصاً على الولايات المتحدة الأمريكية

إليكم السبب الرئيسي لهذا التساؤل…
تعال وافهم…

كان العام ١٢٩٠م ذروة التأجيج في الصراع المسيحي اليهودي في أوروبا، اذ أصدر ملك إنجلترا (إدوارد الأول) مرسوماً يفرض بموجبه على يهود إنجلترا الدخول في الدين المسيحي أو الرحيل النهائي عن أراضي المملكة. وتبعه في ذلك ملك فرنسا (فيليب الأول) في العام ١٣٠٦ م. وهذا يعكس كره الأوروبيين المسيحيين لليهود، مما أدى باليهود إلى اعتناق المسيحية ظاهرياً والبقاء على يهوديتهم باطنياً. واستمر هذا الوضع إلى أن تمكن اليهود من تأسيس حركة دينية ظاهرها مسيحي وباطنها يهودي تطالب بإصلاح الكنيسة والحد من سيطرتها على مفاصل المجتمع وعرفت هذه الحركة بحركة (البروتستانت) وتعني المحتجين (باللاتينية) وكانت بقيادة (مارتن لوثر ١٤٨٣- ١٥٤٦)
لم يجد البروتستانت مجالاً حيوياً لهم في أوروبا بسبب قلة عددهم ورفض الكاثوليك لهم، فوجدوا مهرباً لهم الى الأرض المكتشفة حديثاً والتي سميت أمريكا والتي اكتشفت عام ١٤٩٢ م، فبدأوا بالهجرة اليها. ويشكل البروتستانت الآن الغالبية من مسيحيي أمريكا.
أما المحتوى الفكري
(للبروتستانت) والذي أسميه الدين الجديد وليس له أية علاقة بالمسيحية، فهو مزيج من اليهودية المزورة والمسيحيه المزورة ويعتبرون اليهودية والمسيحية دين واحد نزل على مرحلتين العهد القديم والعهد الجديد ويكملان بعضهما البعض ويطبعون الكتابين في كتاب واحد تحت مسمى (العهد القديم والعهد الجديد). ويظهر البروتستانت التصالح اليهودي المسيحي، فقد أعفي اليهود من دم المسيح والآن في الكنائس يدعون لإسرائيل ويجمعون التبرعات لدولة الكيان ويفرضون على الحكومة الأمريكية مساندة إسرائيل لتبقى تمهيداً لعودة المسيح. فقد تم تزوير هذا الدين الجديد (البروتستانت) من أحبار اليهود بأن المسيح سيعود وهناك شروط لعودته وهي وجود دولة لليهود في فلسطين ووجود الهيكل فيها وبدون تحقيق هذه الشروط لن يعود المسيح. وهذا التيار في أمريكا يسمى باليمين المتطرف وكذلك بالصهيونية المسيحية. ويشكل أكثر من ١٥٠ مليون أمريكي منخرطون في هذا التيار والمعبر السياسي عنهم هو الحزب الجمهوري كمكون سياسي أول، إذ وصل من أقطاب هذا التيار إلى سدة الحكم (رونالد ريغان) و (جورج بوش) و(جورج بوش الإبن) الذي بشر في غزوة للعراق بعودة الحروب الصليبية الى الشرق من جديد، وكذلك (رونالد ترامب) والذي اعترف بالقدس كعاصمة للكيان تمهيداً لإنشاء الهيكل المزعوم.
أما المكون الثاني وهو الحزب الديمقراطي والذي انشق عام ١٨٢٨ م عن الحزب الجمهوري الديمقراطي الذي أنشأ بعد الاستقلال في العام ١٧٧٦م وبهذا انفصل الماسونيون عن المسيحيين الصهاينة. ويعتبر الحزب الديمقراطي أحد افرازات الحركة الماسونية والتي تشكلت في أوروبا عام ١٦١٦ م، وهذه الحركة تعتبر نفسها قائدة للعالم وتدعو الى إعادة هندسة العالم على قياسها وتتخذ شعاراً لها المنقلة والزاوية وكلمة ماسونية تعني البناؤون أي إعادة بناء العالم وقيادته وتطويعه لمصالحهم. هذه الحركة علمانية لا تؤمن بدين وذات عقيدة إستعماريه.
قاد المسيحيون الصهاينة (البروتستانت) مع الحركة الماسونية مخاض الإستقلال الأمريكي عن بريطانيا عام ١٧٧٦ م وتم تأسيس دستور علماني ينتهج مبدأ التوسع الإستعماري فبدأ بخمسة عشر ولاية وانتهى بخمسين، وكذلك منهج تصدير الثورة للخارج، ومن هذا المنطلق أرسلت أمريكا أحد منظريها وهو (فرانكلن) إلى فرنسا ليساعد الثورة الفرنسية بالإطاحة بالملكية في عام ١٧٨٩ أي بعد ١٣ عام من الثورة الأمريكية.

نجحت الثورة الفرنسية والتي قادها واشعلها الماسونيون بالإطاحة ب (لويس السادس عشر) وتأسيس الجمهورية الفرنسية والتي كان لها من الفلاسفة والمنظرين المرموقين مثل (جون جاك روسو ومونتسكيو وفولتير) وبعد تسع سنوات بالضبط أماطت هذه الثورة اللثام عن وجهها الإستعماري القذر لتفرز نابليون بونابارت و لبدء أولى غزواته الاستعمارية في العام ١٧٩٨ م نحو الشرق لمصر وفلسطين حيث ارتكب المجازر في غزة ويافا وهزم أمام أسوار عكا وهو أول من طرح فكرة إقامة دولة لليهود في فلسطين وذلك قبل مائة عام على المؤتمر الصهيوني الأول. ولم يكتفي نابليون بهذا الفشل بل قاد الجيش الفرنسي عام ١٨١٤ م لاستعمار روسيا بحملة قوامها ٦٣٠ ألف جندي ليعود مهزوماً بثلاثين ألف جندي فقط.
لم يكن نابليون حاله شاذه في مشهد الثورة الفرنسية، بل هذه هي طبيعة التنظيم الماسوني، فقد قامت فرنسا عام ١٨٣٠ م باحتلال الجزائر ولمدة ١٣٢ عام دفعت الجزائر الملايين من خيرة أبنائها شهداء من اجل الاستقلال.
الحزب الديمقراطي الأمريكي هو حزب ماسوني بامتياز وهو الأكثر تشدداً في نشر العولمة وتنميط العالم حسب النموذج الأمريكي، وقيادة العالم وإعادة تشكيله وبنائه حسب الفلسفة الماسونية، وتفضيل الفرد كمحور للمجتمع، وإلغاء القوميات واللغات والثقافات والديانات وخصوصيات الشعوب وإعادة الإنسان في سلوكه إلى الإنسان الأول (انسان الغابات) تحت ما يسمى الديمقراطية وحقوق الإنسان، ويندرج تحت هذا المفهوم إجازة الإجهاض وتشريع زواج المثليين (الشواذ) والسماح بتعاطي المخدرات قانونياً.
هذا الحزب الديمقراطي ماسوني الفكر إستعماري التطبيق يرى في وجود الكيان الصهيوني إمتداداً استعمارياً له وقاعدة عسكرية متقدمة لمشروعه الإستعماري في الشرق.
أين نحن العرب عامة والفلسطينيون خاصة من هذين الحزبين. الحزب الجمهوري يرى وجود إسرائيل ودعمها وتفوقهما وبقائها شرطاً دينياً لعودة المسيح.
والحزب الديمقراطي يرى وجود إسرئيل ودعمها وبقاءها وتفوقها شرطاً إستعمارياً للتمدد والهيمنة الأمريكية وفرض العولمة على شعوب العالم والسيطرة على منابع النفط وثروات المنطقة وطرق التجارة الدولية.
لذلك فنحن على عداء مبدئي وتاريخي مع هذين الحزبين بالرغم من الخلاف الظاهر بينهما. وكل منهما عدو للامة العربية والإسلامية ومناهض لوحدتها وداعم رئيسي للمشروع الصهيوني ومن يعول على أحد الحزبين لا يفقه في علم السياسة بشىء. الآن تعاير المجرمون ونطقوا بالفضائح:
1- روسيا تعير أمريكا بغزو العراق وإبادة أهله!

2- وأمريكا تعير روسيا بغزو سوريا وإبادة أهلها!

3- والصين تعير أمريكا بسرقة خزائن ذهب العراق!

4- أمريكا تعير الصين باضطهاد المسلمين واعتقالهم!

  • وفي كل الحالات: ((المسلمون فقط هم الضحايا))!!!

5- أضافة لفضح ظهور دولة يهودية كانت طي الكتمان!
♻️ جمهورية اليهود المنسية
👈 “((بيروبيجان))” 👉
~~

✳️ جمهورية اليهود الأولى بيروبيجان تقع في جنوب شرق روسيا لا يعلم بوجودها الأغلبية من العالم لأن اسرائيل تسعى جاهدة إلى كتم هذه الحقيقة ومنع الإعلام من زيارتها، وهذه الجمهورية هي الوطن الأول لليهود في العالم كانت هجرتهم اليه قبل فلسطين إلى أن ظهرت الصهيونية وفكرة توطين اليهود في فلسطين، وقد نجح الصهاينة في إبعاد الأعلام عن جمهورية اليهود الاولى التي تأسست بدون حاجة لاغتصاب أراضي من السكان ألاصليين، ويعتبر سكانها بالكامل من اليهود.

❇️ ما تخافه إسرائيل والدول الغربية الداعمة لها هو الترويج لفكرة عودة اليهود إلى موطنهم الاول في هذه الجمهورية واقناع العالم بعودة آمنة لليهود المقيمين في فلسطين الى جمهورية بيروبيجان ليعيشوا بأمان وسلام ينعموا بأجواء الثقافة اليهودية السائدة فيها ويتحدثوا لغة ال “يديش” لغة يهود أوروبا من دون اَي معاداة للسامية كما تروج له الصهيونية العالمية حاليا.
✅ جمهورية بيروبيجان ذات الحكم الذاتي في روسيا الاتحادية تصل مساحتها إلى 41,277 كم تماثل مساحة بلد أوروبي مثل سويسرا بكثافة سكانية ضئيلة تصل ال ١٤ نسمة/ميل مربع مقابل ٩٤٥ نسمة/ميل مربع في الكيان الصهيوني وقادرة على توطين كل اليهود بالعالم بمن فيهم اليهود المغتصبين لأرض فلسطين، وفي حال حدوث ذلك يمكن إنهاء مأساة تهجير العرب الفلسطينيين المشردين في اصقاع الارض وتسهيل عودتهم إلى فلسطين.

❇️ هذه الفكرة تتعارض مع أهداف الصهيونية العالمية والدول الغربية المستفيدة من وجود دولة إسرائيل في الوطن العربي والشرق الأوسط بسبب وجود اسرائيل القائم على تبادل المنافع في حماية المصالح الغربية والاعتماد عليها للقيام بحروب الوكالة في بعض الأحيان ضد من يهددون مصالح الغرب وأولهم العرب.

✳️ الشيء الذي يجهله العرب أن جمهورية اليهود هذه تأسست عام ١٩٢٨ بدعم وتشجيع من يهود امريكا أنفسهم ممثلين في هيئة كانت تضم في عضويتها عالم الفيزياء اليهودي أينشتاين والكاتب الامريكي المعروف غولدبرغ، وهكذا خدعت الصهيونية العالمية العالم اجمع عندما زعموا إبان الحرب العالمية الثانية أنهم في أمسً الحاجة الى أرض فلسطين كوطن قومي لهم وانهم مشردون بالارض ولا يوجد لهم وطن قومي ياويهم وتذرعوا بذلك لتشريد الفلسطينيين والاستيلاء على أراضيهم.

✅ اثناء تفكك الإتحاد السوفياتي كانت هذه الجمهورية مؤهلة لإعلان إلاستقلال عن روسيا الاتحادية مثلها مثل الشيشان، ولكن الصهيونية منعت حدوث ذلك بسبب حساسية ظهور جمهورية خاصة باليهود في مكان غير فلسطين وخطورة رفع الوعي لدى يهود العالم بوجود تلك الدولة وتحويل هجرتهم اليها بدلا من فلسطين، والشيء الغريب أن الغرب دفع بالعرب والمسلمين للجهاد لتحرير الشيشان وفك ارتباطها من روسيا وكان بإمكانهم فعل الشيء نفسه ودعم جمهورية بيروبيجان للاستقلال عن روسيا وجعلها وطن بديل لليهود عن فلسطين.

❇️ الغريب بالأمر أن العرب لا يتحدثون عن هذه الحقيقة ولا يعرف المواطن العربي شيئا عن هذه الحقيقة بالرغم من زيارة وفد مجلة العربي الكويتية بالثمانينات على ما أذكر وعمل استطلاع كامل عن هذه الجمهورية … حقيقة يمكن الترويج لها كوطن يمكن إعادة ترحيل يهود فلسطين اليها وإعادة الفلسطينيين إلى بلدهم فلسطين …

لماذا التعتيم ولماذا يسكت العرب والمسلمين عن هذه الحقيقة … !!.

Araştırmak, İncelemek, Bilenlerden Sorup Öğrenmek Güzeldir ..

Yeterli vakti olanlar sosyal medya ile ilgilenebiliyor; yazılan ve sorulanları takip edebiliyor; gördüklerinden zikre değer bulduklarını bize de aktaranlar sayesinde bazı hususlardan bizim de haberimiz olabiliyor. Bu satırların yazarı vakit fukarası olması sebebi ile whatsap dışında sosyal medyayı takip edemeyenlerden olup aşağıdaki sorular Dursun Öztürk Bey kardeşim tarafından bana whatsap üzerinden ulaştırıldı. Belki de sizler, sosyal medya mecralarında benzerlerini sık sık görüyor ve okuyorsunuzdur ama ben ilk defa gördüm. Faydası olabilir umudu ile bana ulaştırılan bu sorulara, aklımın erdiği, bilgimin yettiği kadar cevap vermeye çalışacağım. Eksiğim ve hatam olursa bendendir; daha iyi bilen kardeşlerim eksiklerimi tamamlarsa duacıları olurum.
Dursun Öztürk Bey kardeşimizin naklettiğine göre bir vatandaşımız şöyle bir not paylaşmış: 👇

FİL SURESİNE FARKLI BİR BAKIŞ

Eğer Allah’ın amacı Kabe’yi korumak olsaydı, bu hadiseden sonra da korumaya devam etmesi gerekirdi. Oysa çok iyi biliyoruz ki, Emeviler döneminden başlamak üzere Kabe defalarca saldırıya uğramış, yıkılmış ve yakılmıştır. Birçok kere de tekrar inşa edilmek zorunda kalınmıştır. Allah nedense Cahiliye Dönemi’nde koruduğu (!) Kabe’yi İslami dönemde korumamıştır.
Daha da öte Allah’ın -eğer koruması gerekseydi- Kabe’yi
Hıristiyan Fil Ordusu’ndan değil, putperest Araplardan koruması ve Ebabil Kuşlarını evini bir puthaneye çeviren müşriklere göndererek onları helak etmesi gerekirdi. Çünkü onlar bunu daha çok hak ediyorlardı.
Sonuç olarak, Allah Fil Suresi’nde Araplara bir mucizeyi
dile getirmemiş, onlann anladıklan dilden, Fil Hadisesi’ne
dair birbirlerine söyleye geldikleri şiirsel, mitolojik ifadeleri
ayetlerinde onlara çevirerek “Bu Kabe’nin Rabbine ortaksız
kulluk edin” şeklinde, asıl vermek istediği, mesajı iletmiştir.
Gerisi lafı güzaf …
Hamdi Tayfur

Hamdi Tayfur Beyi tanımam bilmem, onun sorduğu sorunun benzerlerini başkaları da sormuş. Onlara verilen cevapları arayıp buldum; bir kısmı Arapça olduğu için Türkçeye tercüme ettim; bir kısmı da Türkçe olduğu için sadece linkini paylaşmakla iktifa ettim ki yazı uzayıp kitap hacmine ulaşmasın. İşte bu sorunun cevabına ışık tutacak bilgilerden bazıları:

Hamd Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, âline, ashabına ve onun yolundan gidenlere olsun. Bundan sonra:

Ey değerli kardeşim,

Allah’ın hikmetlerinden uzak kalmış bir konuda soru sorman, güzel bir davranıştır. Allah Teâlâ, tam ilim, hikmet ve lütuf sahibidir. O’nun her işinde muhteşem bir hikmet vardır. Allah, yaptığını yalnızca hikmetli bir sebeple, övgüye layık bir amaç ve güzel sonuçlar için yapar. Allah’ın fiilleri, hikmetine tabidir. Yüce Allah şöyle buyurur: “De ki: En mükemmel ispat Allah’ın ispatıdır.” (En’âm, 149). Yine Allah, tam ilmi, hikmeti ve her şeyi yerli yerinde yapması nedeniyle, “O, yaptığından dolayı sorguya çekilmez, onlar ise sorguya çekilirler.” (Enbiyâ, 23) buyurmuştur. Allah’ın fiillerinde abeslik, kötülük ya da sorgulanmayı gerektiren bir durum yoktur. O, dilediğini yapan bir fiil sahibidir ve yalnızca hayır, fayda, rahmet ve hikmetle işler yapar. Allah kötülük, fesat ya da adaletsizlik yapmaz; zira O’nun isimleri ve sıfatları en mükemmel seviyededir. O, zengin ve her türlü övgüye layık olan, her şeyi bilen ve hikmet sahibidir.

Fil Olayı ve Allah’ın Beytini Korumadaki Hikmeti
Fil vakası ve Allah’ın Beytini (Kâbe’yi) koruması, Peygamber Efendimiz’in (sav) peygamberlik mucizelerindendir. Bu olay, Peygamberimiz’in doğumundan önce gerçekleşmiş ve şirkle dolu bir dönemin sona ereceğine, iyilik ve adaletin başlayacağına bir işaret olmuştur. Bu hadise, İslam’ın doğduğu ortamda oldukça yaygın bir şekilde bilinmektedir. Allah, seçtiği evini (Kâbe’yi), İslam’ın merkezi ve kutsal yürüyüşlerin mekânı yapmak üzere korumuştur.

Allah, Ebrehe ve ordusuna karşı üzerlerine pişirilmiş taşlar atan kuş sürüleri göndermiştir. Bu taşlar, onları Kur’an-ı Kerim’de geçtiği üzere kuru, parçalanmış yapraklar haline getirmiştir. Bu olay, Allah’ın müşrik olan Mekke halkına bile, Beytini koruma hikmeti gereği bahşettiği bir nimettir. Daha sonra Allah, dininin gücüyle Kâbe’yi koruyacak olan Peygamberini göndermiştir.

Ebrehe ve Haccâc’ın Eylemleri Arasındaki Fark
Ebrehe, Kâbe’yi yıkmayı hedeflerken, Haccâc bin Yusuf’un amacı farklıydı. Haccâc, Abdullah bin Zübeyr’e karşı savaşırken mancınık kullanarak Kâbe’yi vurmuştu. Ancak niyeti, Ebrehe’nin niyeti gibi Kâbe’yi yıkmak değildi. Aksine, Abdullah bin Zübeyr ve onun destekçilerine karşı bir savaş stratejisi uyguluyordu. Haccâc ve askerleri Kâbe’ye saygı göstermiş, sadece rakiplerine karşı üstünlük sağlamak istemişlerdir.

İbn Teymiyye, bu farkı açıklarken şöyle demiştir: “Hiç kimse, Kâbe’ye kasten zarar verme niyeti taşımamıştır. Ebrehe’nin ve Karmatilere benzer düşmanların eylemleri bile doğrudan Kâbe’ye saygısızlık amacı taşımamıştır.”

Allah’ın Hikmeti ve Kaderin Farklı Şekilleri
Kâbe’nin korunması, İslam’ın henüz ortaya çıkmadığı dönemde Allah’ın hikmetinin bir işaretiydi. Ancak İslam’ın yerleşmesinden sonra bu tür koruma, Allah’ın şeriatındaki emirlerle Müslümanlara bir sorumluluk olarak yüklenmiştir. Misal olarak, Karmatilere karşı Kâbe’yi koruma görevi Müslümanların omuzlarına bırakılmıştır.

Sonuç olarak, Allah’ın fiilleri hikmetine ve belirlediği düzene uygun olarak gerçekleşir. Müminlere düşen, O’nun hikmetini kavramaya çalışmaktır. Allah’tan bizi faydalı ilimle donatmasını, öğrendiklerimizden bizi faydalandırmasını ve ilmimizi artırmasını niyaz ederiz.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Görüldüğü gibi, Ebrehe ordusu saldırısından sonra Kâbeye zarar veren 1-2 saldırı olmuştur; bunlar da mahiyet ve niyet itibarı ile Ebrehe ordusu saldırısından farklıdır. Önce doğru bilgi sahibi olmak sonra yorum yapmak gerekiyor.

Ayrıca aşağıdaki linklerini verdiğim yazıların okunmasında da fayda gördüm: 👇
https://sorularlaislamiyet.com/allah-ebrehenin-kabeye-saldirmasini-engelledigi-halde-haccacin-saldirisini-neden-engellemedi?amp
Bu yazı da okuyanlar için ufuk açıcı olabilir👇
https://sorularlaislamiyet.com/allah-kabeyi-ebrehenin-saldirisina-karsi-korudugu-halde-neden-putlarin-kabe-icine-konmasina-izin?amp

Tercüme Edilen Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://www.alukah.net/fatawa_counsels/0/114277/الفرق-بين-محاولة-أبرهة-هدم-الكعبة-وبين-المحاولات-التي-بعده/

TANRI’YA 6 SORU

Adem DoğanTemur isimli bir başka vatandaşımız şöyle yazmış:

Takdir edersiniz ki “sormak” ile “sorgulamak” farklı şeylerdir. Bunu baştan söyleyim ki teolojik bir linçe maruz kalmayım. Allah’ı sorgulamak gibi bir densizliği aklımın ucundan bile geçirmem ama eğer O’na soru sormak gibi bir hakkım olsaydı kutsal metinlerin verdiği bilgilerden hareketle en azından şu soruları kendisine yöneltmek isterdim;

Adem Beyin sıraladığı 6 soruyu kendi yazdığı sıraya göre teker teker ele alacağız; Allah (cc), yarattığı kulları ile peygamberleri kanalıyla iletişim ve irtibat kurmuştur; günümüzde yaşayan peygamber olmadığına göre, peygamberlerin varisleri kabül edilen samimi ve ihlaslı alimler, Kur’an’ı Kerim ve Peygamberinin sünneti ışığında sorulara cevap verebilirler. İşte sorular ve cevapları:

S1- Hz. İbrahim’den İsa’ya kadar 2000 yıl boyunca neden tüm elçilerini dünyanın tek bir coğrafyasından ve bir ailesinden, yani Yahudilerden seçtin. Diğer toplum, kültür ve medeniyetleri yok saymandaki yüce hikmet nedir?

C1- Sorudan anladığımız kadarı ile bu vatandaşımızın bilgi eksikliği var. Önce bu bilgi eksikliğini gidermek gerekir. Allah bir rivayette yarattığı kulları için değişik zamanlarda ve değişik kavimlere olmak üzere 124 bin elçi göndermiştir. Bunların içerisinde isimleri Kur’anı Kerim’de zikredilenlerin sayısı sadece 24 dür. İsimleri K.Kerimde zikredilen bu 24 elçinin bölgeleri hakkında bile bilgimiz sınırlıdır. Allah bütün kavimlere kendi dillerinde elçiler göndermiş ve onlara gerekli eğitim süreceni (vetiresini) yaşatmıştır. Bu sebeple bütün bilgi ve görgümüzün kaynağında Allah’ın (cc) elçilerinin eğitim ve öğretim faaliyetini görebiliriz. Aşağıda bu sorunuza ışık tutacak, ufuk açıcı şu yazıları okuyup incelemenize sunuyorum:

Hamd, Allah’a mahsustur.

Birinci olarak:
Şeriatımızda yerleşik bir kuraldır ki Allah Teâlâ, kullarına peygamberler göndererek ve kitaplar indirerek delil getirmiştir. Bu gönderme, sadece bir ümmete, bir kıtaya veya belirli bir bölgeye mahsus olmamış, aksine tüm milletlere, farklı zaman ve mekanlarda yapılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Hiçbir ümmet yoktur ki, içlerinden bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.” (Fâtır, 24)

Ve yine şöyle buyurur:

“Biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 36)

Bundan dolayı Allah Teâlâ’nın adaletine uygun olarak, peygamberlerin ve elçilerin daveti kendisine ulaşmayan hiç kimseyi cezalandırmadığı sabittir. Nitekim Allah şöyle buyurur:

“Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.” (İsrâ, 15)

Ve yine:

“Rabbin, halkı habersiz iken, memleketleri zulümle helak edecek değildir.” (En‘âm, 131)

Ancak Allah Teâlâ, bize bütün peygamberlerin haberini bildirmemiş, yalnızca bazılarını anlatmıştır. Çoğunun haberini ise bildirmemiştir. Bu durum, şu ayette belirtilir:

“Senden önce gönderdiğimiz bazı peygamberleri sana anlattık, bazılarını ise anlatmadık.” (Mü’min, 78)

Buna göre, peygamberlerin yalnızca bir bölgede gönderildiğini söylemek doğru değildir. Aksine Allah, yeryüzündeki bütün kavimlere peygamber göndermiştir.

İkinci olarak:
Tarih boyunca kurulmuş olan çoğu medeniyet, bugün “Akdeniz Havzası” olarak adlandırılan bölgede ve çevresinde yaşamıştır. Bu bölgeler; Şam, Mısır, Irak ve Arap Yarımadası’dır. Dolayısıyla nüfus yoğunluğu çoğunlukla bu bölgelerde olmuştur. Bu durum, peygamberlerin çoğunun bu bölge halklarına gönderilmiş olmasıyla uyumludur.

Allah Teâlâ’nın, neden bu bölgelerdeki peygamberlerin kıssalarını anlattığına dair hikmetlerden bazıları şunlardır:
1. Bu kıssalardaki ibretler ve dersler diğerlerinden daha büyüktür.
İmam Tahir bin Aşur bu konuda şöyle der:

“Allah, peygamberimiz Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) birçok peygamberin ismini anlatmayarak, sadece bazılarını anlatmakla yetinmiştir. Çünkü adı geçenler, peygamberlerin en büyükleridir ve onların kıssaları daha büyük ibretler taşır.” (et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 6/35)

2. Bu peygamberlerin kıssaları, Araplar ve çevrelerinde bulunan Ehli Kitap tarafından zaten biliniyordu.

Bu durum, Araplara ve bölgedeki diğer milletlere karşı delilin daha güçlü olmasını ve kıssalardan alınacak ibretlerin daha etkili olmasını sağlamıştır.

Sonuç:
Allah Teâlâ’nın hikmeti gereği, bu bölgelere dair peygamberlerin kıssaları anlatılmış, bu kıssalar ibret ve ders kaynağı olmuştur.
Doğrusunu en iyi sadece Allah bilir.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://islamqa.info/amp/ar/answers/138770

Ayrıca sorunuza cevap olarak aşağıda linkini verdiğim videoyu dinleyebilirsiniz:👇
https://youtube.com/watch?v=LySM7scc1PU&si=UNODWkNihKIXov6b

Benzer mahiyette cevapların yer aldığı şu yazıyı da okuyabilirsiniz:👇

Hamd, Allah’a mahsustur.

Birincisi:
Allah Teâlâ her ümmete peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler birbirini takip etmiştir. Allah Azze ve Celle şöyle buyurur:

“Sonra, ardı ardına peygamberlerimizi gönderdik. Her ne zaman bir ümmete peygamberi geldiyse, onu yalanladılar. Biz de birini diğerinin ardından gönderdik ve onları helak ettik. İnanmayan kavimler rahmetimizden uzak olsun.” (Müminun, 23:44)

Yine Allah Teâlâ buyurur:

“Biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Her ümmetin içinde mutlaka bir uyarıcı gelip geçmiştir.” (Fatır, 35:24)

Allah Teâlâ, bu peygamberlerden bazılarının isimlerini Kur’an’da zikretmiş, kıssalarını anlatmış, ama çoğunu zikretmemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebur verdik. Daha önce sana kıssalarını anlattığımız peygamberler ve sana anlatmadığımız peygamberler gönderdik. Allah Musa ile doğrudan konuştu.” (Nisa, 4:163-164)

İbn Kesir (rahimehullah) bu ayetlerle ilgili şöyle demiştir:

“Kur’an’da ismi açıkça belirtilen peygamberler şunlardır: Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Yunus, Davud, Süleyman, İlyas, Elyesa, Zekeriya, Yahya ve İsa (aleyhimüsselam). Ayrıca birçok müfessire göre Zülkifl de peygamberler arasındadır. Bunların en yücesi ise Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir.”

“(Ve peygamberler ki, onların kıssalarını sana anlatmadık) ifadesi, Kur’an’da isimleri geçmeyen diğer peygamberlere işaret eder.” (İbn Kesir Tefsiri, 2/469)

İkincisi:
Âlimler, peygamberlerin ve resullerin sayısı konusunda farklı görüşlere sahiptir. Bu farklılık, bu konuyla ilgili rivayet edilen hadislerin sahihlik derecesine dayanmaktadır. Hadisleri sahih veya hasen kabul edenler, bu rakamları esas almış; zayıf bulanlar ise bu konuda bilgiye yalnızca vahiy yoluyla ulaşılabileceğini ifade etmiş ve bu rakamları kesin bir şekilde kabul etmemiştir.

Hadislerde geçen peygamber ve resul sayıları:
1. Ebu Zer’den rivayet edilen bir hadis:
Ebu Zer (radıyallahu anh) dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Peygamberlerin sayısı kaçtır?” Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu: “Yüz yirmi bin.” Ebu Zer dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Bunların kaç tanesi resuldür?” Buyurdu ki: “Üç yüz on üç.” (İbn Hibban, 361)

•Bu hadis çok zayıftır. Ravilerden İbrahim bin Hişam el-Gassani hakkında, Zehebi “terk edilmiş” derken, Ebu Hatim “yalancı” demiştir. Bu sebeple İbn Cevzi bu hadisi uydurma olarak nitelemiştir.

İbn Kesir (rahimehullah) şöyle demiştir:

“Bu uzun hadisi muhaddis Ebu Hatim İbn Hibban sahih kabul etmiştir. Ancak İbn Cevzi, bu hadisi uydurma olarak değerlendirmiş ve ravilerden İbrahim bin Hişam’ı suçlamıştır. Bu hadis nedeniyle birçok cerh ve tadil âlimi bu raviyi eleştirmiştir.” (İbn Kesir Tefsiri, 2/470)

2. Ebu Ümame’den rivayet edilen bir hadis:

Ebu Ümame (radıyallahu anh) dedi ki: “Ey Allah’ın Nebisi! Peygamberlerin sayısı kaçtır?” Buyurdu ki: “Yüz yirmi dört bin, bunlardan üç yüz on beşi resuldür.” (İbn Hatim Tefsiri, 963)

•Bu hadis de zayıftır.

3. Ahmed bin Hanbel’in rivayeti:

Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu: “Resullerin sayısı üç yüz on küsurdur.” (Ahmed, 35/431)

•Şuayb el-Arnavut bu hadisin isnadını “çok zayıf” olarak değerlendirmiştir.

4. Enes bin Malik’ten rivayet edilen bir hadis:

Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu: “Allah sekiz bin peygamber gönderdi; dört bini İsrailoğullarına, dört bini ise diğer insanlara.” (Ebu Ya’la, 7/160)

•Hadis çok zayıftır.

Sonuç:
Yukarıdaki hadislerin tamamı zayıftır. Dolayısıyla peygamberlerin ve resullerin kesin sayısını yalnızca Allah bilir.

Üçüncüsü:
Bazı âlimlerin görüşleri:

1. İbn Teymiyye (rahimehullah):

“Peygamberlerin ve resullerin sayısını belirten hadisler, Ahmed bin Hanbel ve diğer âlimlere göre sabit değildir.” (Mecmu Fetava, 7/409)

2. İbn Atıyye (Allah ona rahmet eylesin):

“(Ve peygamberler ki, onların kıssalarını sana anlatmadık) ifadesi, peygamberlerin çokluğunu belirtir ancak kesin bir sayı vermez.”

Sonuç:
Peygamberlerin sayısı Allah’ın ilminde saklıdır. Müslümanların, Kur’an’da ve sahih hadislerde adı geçen peygamberlere iman etmesi ve diğerlerini genel olarak kabul etmesi gereklidir.
Mutlak doğruyu sadece Allah bilir.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://islamqa.info/ar/answers/95747/هل-صح-في-عدد-الانبياء-والرسل-شيء

S2- İbrahim Peygamber ölüleri nasıl dirilteceğini merak ettiği için ölü kuşu dirilterek ona somut bir kanıt sundun. İsa’yı beşikte iken konuşturdun, çamurdan yaptığı kuş heykelinin canlanmasını, körü ve alaca hastasının iyileştirmesini, ölüleri diriltmesini sağladın. Musa için Kızıl Deniz’i yardın, hatta asasını yılan yaparak sihirbazların sihirlerini yutturdun. Hz. Süleyman’a verdiğin adeta fantastik film sahnelerini andıran olağanüstülükleri saymıyorum bile! Hal böyle olunca; günümüz insanından da o hiç şüphe duymadığım varlığını somutlaştıracak, ateistlerin argümanlarını Musa’nın asası gibi yutacak en azından birkaç tane mucizeyi esirgemekteki hikmetin nedir?

C2- İlk insan itibaren günümüze kadar bütün insanlar öğretilip eğitilerek gelişme ve olgunlaşma süreci (vetiresi) yaşamışlardır. Peygamberimiz döneminde Miracı inkar eden müşrikler, peygamberimizi cevap vermekten aciz bırakmak ve yalanlamak için kendisine bir çok sorular sormuşlardır. Bunlardan biri de, madem M.Aksa’ya gidip oradan göğe yükseldin; söyle bakalım M.Aksa’nın kaç penceresi vardı? Böyle önemli ve olağanüstü bir yolculuk esnasında M.Aksa’nın penceresini saymak kimin aklına gelebilir? Bu anlamsız ve mantıksız soru karşısında sevgili Peygamberimiz duraklayınca, Allah canlı yayın yaparak M.Aksayı elçisinin önüne taşıyıp pencerelerini sayma fırsatı verdi ve soruyu doğru cevaplamasını sağladı. O günkü insanlığın algılama seviyesine göre bu bir mucize olsa bile çağımızda yaşayan insanların bilgi ve tecrübe seviyesi bu olayı normal kabül eder ve kolaylıkla inanmayı mümkün kılar. Demekki mucizeler zamanın şartları ve algılama imkanlarına göre mahiyet farklılığı arzedebilir. Peygamberimizin en büyük mucizesi Kur’anı Kerimdir. 15 asır önce Allah’ın son elçisi kanalı ile gönderilmiş, hayatın bütününü kapsayan bir kitap içerisinde, bu güne kadar ilmen hatalı olduğu sabit olup kat’iyyet ifade eden bir hususun olmaması çağımız insanı için yeterli bir mucize sayılmaz mı? Bilindiği gibi Kur’anı Kerimin 1/3 e yakın bir bölümünü geçmiş peygamber ve kavimleri ile ilgili kıssalar oluşturur. Diğer 1/3 e yakın bölümünü de Dini hükümlerin oluşturduğunu farz edersek geri kalan bölümü de hayatın ve ilimlerin tamamına şamil hususlar oluşturur. İlim ve teknolojideki gelişme ve terakkinin, Kur’anı Kerimi anlamayı kolaylaştıran ve doğrulayan bir mahiyet arzetmesi, kainatın yaratılışındaki harikalık ve inceliklere bakıp görmeyi becerenler için yeterli mucizelerle doludur. Akledip düşünmek, araştırmak ve incelemek bu mucizeleri görebilmek için gerekli ve şarttır.

Sorunuzun cevabı ile ilgili aşağıdaki yazıları da okumanızı tavsiye ediyorum: 👇

Hamd, yalnız Allah’a mahsustur.

Cevaba başlamadan önce sorunuz ve benzerleri hakkında önemli bir uyarı yapmalıyız: Kadere dair hikmetlerin sırlarını sürekli araştırmak ve olayların gerçekleştiği hikmetleri anlamaya çalışmak, Müslüman için en büyük sıkıntılardan biridir. Bu sıkıntının nedeni açıktır: Bu meseleler, yüce ve büyük olan Allah’a aittir. Allah, gözlerin ihanetini ve kalplerin gizlediklerini bilir; O, yaptıklarından sorguya çekilmez, ancak insanlar sorguya çekilir. İnsanlar ise kendi başlarına ne bir faydaya ne de bir zarara malik, ne ölümü ne hayatı ne de yeniden dirilmeyi kontrol edebilirler.

Bu ifadelerle, aklı Allah’ın mülkünde düşünmekten alıkoymayı veya çevresini anlamaktan uzaklaştırmayı kastetmiyoruz. Kur’an, bizi Allah’ın yaratışını tefekkür etmeye çağırır. Elbette ki çağdaş olaylar da Allah’ın yaratışındandır. Ancak burada okuyucunun zihnine şunu yerleştirmek istiyoruz: İnsan aklının ulaşabileceği en yüksek bir sınır vardır. Bu sınırdan ötesini düşünmek, akıl için zarardan başka bir şey getirmez ve zamanını boşa harcatır.

Bu bağlamda şunu kabul etmeliyiz: İnsan, inansın ya da inanmasın, doğulu ya da batılı olsun, kadere dair sırları yalnızca aklıyla anlamada tamamen acizdir. Hiç kimse, evrenin sırlarına ve olayların sebeplerine dair mutlak bilgiye sahip olduğunu iddia edemez. Daha ötesi, bir insan heyecanla veya gafletle ya da cesaretle, dağların bile dayanamayacağı şu korkunç ifadeyi dile getirebilir: “Allah hiçbir şeyi değiştirmez” ya da “Hiçbir cevap veren yoktur!”

Ey Allah’ın kulu, sana yazıklar olsun! Eğer Allah değiştirmiyorsa, kim değiştiriyor? Kim yaratıyor, kim rızık veriyor, kim diriltiyor, kim öldürüyor, kim verir ve kim alır?

Bu tür ifadeler sadece çirkin ve kabul edilemez olmakla kalmaz, aynı zamanda tarihin gösterdiği Allah’ın takdirine karşı nankörlüktür. Ayrıca, dünya üzerinde gerçekleşen ibret dolu olaylara karşı aceleci bir yaklaşımdır.

İbnü’l-Cevzî (rahimehullah) şöyle der:
“Devlet büyükleri ve önemli makamlarda olanların içki içtiklerini, zina ettiklerini, zulmettiklerini ve cezayı gerektiren fiiller işlediklerini duyardım. Onlara cezaların uygulanmasının imkansız olduğunu düşünürdüm. Ancak zamanla onların başına gelen felaketleri gördüm. Zalimliklerinin karşılığı olarak malları ellerinden alındı, cezaları fazlasıyla çektiler. Kimisi uzun süre hapislerde kaldı, kimisi ağır zincirlerle bağlandı ve büyük bir zillete düştü. Kimisi ise büyük sıkıntılar çekerek öldürüldü. Böylece anladım ki hiçbir şey ihmal edilmiyor! Dikkat edin, ceza sizi bekliyor.” (Sıydü’l-Hatır, s. 165).

Ancak insan çabucak unutur. İbret almaya karşı ihmalkar davranır ve Allah’ın hikmetine karşı itiraz eder.

Allah şöyle buyurur:
“Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra da onu geri alırsak, mutlaka o, ümitsiz ve nankör olur. Eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırırsak, mutlaka, ‘Kötülükler benden gitti.’ der ve mutlaka şımarık, kibirli biri olur. Ancak sabredenler ve salih ameller işleyenler müstesnadır. İşte onlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükafat vardır.” (Hud, 8-11).

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Gerçekten insan huysuz (sabırsız ve açgözlü) olarak yaratılmıştır. Kendisine bir kötülük dokunduğunda sızlanır, kendisine bir iyilik dokunduğunda cimrileşir. Ancak namaz kılanlar hariç.” (Meâric, 19-22).

Yine şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür. Ve şüphesiz buna kendisi de şahittir. O, mal sevgisine aşırı derecede düşkündür. Peki, kabirlerde olanlar dışarı çıkarıldığı zaman bunu bilmez mi?” (Adiyat, 6-9).

İnsan, kendi zayıflığını, acizliğini ve yokluktan yaratılışını unutursa – nitekim Allah şöyle buyurur: “İnsan, kendisinin sadece bir nutfeden (meni damlasından) yaratıldığını görmez mi? Buna rağmen apaçık bir düşman kesiliyor. Bize bir örnek getirdi ve kendi yaratılışını unutarak, ‘Çürüyüp dağılmış kemikleri kim diriltecek?’ dedi. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. O, her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir.” (Yâsin, 77-79) – işte o zaman, insan, Allah’ın kâinattaki ve tarihteki ayetlerini de unutur. Kur’an’da geçen zalimlerin ve zorbalık yapanların durumlarını anlatan hikâyelerden ibret almaz. Allah şöyle buyurur: “Biz bu Kur’an’da insanlara her türlü misali verdik. Ama insan, tartışmaya en çok düşkün olan varlıktır.” (Kehf, 54).

Geçmişte ümmetin başına gelen büyük musibetleri ve tarih boyunca yaşanan önemli olayları hatırlamamız gerekir. Böylece bugün televizyon ekranlarından gördüklerimizin tarihte yaşananlardan daha az korkunç olmadığını anlayabiliriz. Misal olarak, Moğolların 656 (Hicri) yılında Bağdat’ı işgali sırasında, tarihçilerin çoğunlukla kabul ettiği görüşe göre, yaklaşık bir milyon insan hayatını kaybetmiştir. O dönem için bu sayı, halkın çoğunluğunu ifade eder. Yaşananlar, ancak hayal ürünü hikâyelerde tasvir edilebilecek derecede korkunçtur. Bu konuda İbn Kesir (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir: “Bağdat, tüm şehirlerin en canlısı iken harabeye dönmüştü. İçinde sadece az sayıda insan kalmıştı ve onlar da korku, açlık, zillet ve çaresizlik içindeydi. Tıpkı Allah’ın Kitabında İsrailoğulları’nın başına gelen felaketi anlattığı gibi.” Allah şöyle buyurur: “Biz İsrailoğulları’na Kitap’ta şu hükmü verdik: Yeryüzünde iki kez fesat çıkaracaksınız ve büyük bir azgınlık göstereceksiniz. İlk söz yerine geldiğinde, üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik ve onlar, yurdu baştan başa istila ettiler. Bu, gerçekleşmesi gereken bir vaatti.” (İsrâ, 4-5).

Moğolların Bağdat’ı işgali sırasında kaç Müslümanın öldüğü konusunda farklı görüşler vardır: Sekiz yüz bin, bir milyon sekiz yüz bin veya iki milyon kişinin öldüğü söylenmiştir. Allah’a sığınırız. Onlar Bağdat’a Muharrem ayının sonlarında girdi ve kırk gün boyunca halkı katlettiler. Halife’nin sarayından yaklaşık bin bakire kızın esir alındığı belirtilmiştir. Ayrıca, Halife’nin ailesinden erkekler çocukları ve kadınlarıyla birlikte mezarlıklara götürülüp koyun gibi boğazlanmıştır. Seçtikleri kızlar ve cariyeler esir alınmıştır.

İmamlar, hatipler ve Kur’an hafızları öldürülmüş; camiler, cemaatler ve cuma namazları aylarca terk edilmiştir. Kırk gün süren bu olaylardan sonra Bağdat, harabeye dönmüş; cesetler yollarda yığınlar halinde kalmış ve üzerlerine yağan yağmur yüzlerinden bozulmalarına neden olmuştur. Bu cesetlerin kokusu şehri kaplamış, hava değişmiş ve bu nedenle şiddetli bir veba salgını başlamıştır. Bu salgın Şam’a kadar yayılmış ve birçok kişi bu değişen hava nedeniyle ölmüştür. Halk aynı anda hem pahalılık, hem hastalık, hem ölüm hem de veba gibi musibetlerle karşılaşmıştır. Allah’a sığınırız.

Bağdat’ta güvenlik ilan edildiğinde, insanlar yeraltından, sığınaklardan ve mezarlardan çıkmış; birçoğu birbirini tanıyamamış, baba oğlunu, kardeş kardeşini bile tanımaz hale gelmiştir. Ancak çıkanlar da vebadan etkilenmiş ve ölenlere katılmışlardır. Böylece hepsi toprağın altında bir araya gelmiştir. Her şeyi bilen Allah’ın iradesiyle bu durum gerçekleşmiştir. Allah, O’ndan başka ilah yoktur. O’na güzel isimler aittir.”* (Bu metin, İbn Kesir’in el-Bidâye ve’n-Nihâye eserinden özetlenmiştir; cilt 13, sayfa 235).

İbnü’l-Esîr (rahimehullah) şöyle der:
“Bu olayı anlatmaktan yıllarca uzak durdum. Çünkü büyüklüğü karşısında bu olayı yazmayı istemedim. Bu durumu anmaya dahi gönlüm razı olmadı. Yazmaya bir adım atıyor, sonra geri çekiliyordum. Kim İslam ve Müslümanların ölüm ilanını yazmayı kolay bulabilir? Kim böyle bir acıyı dile getirmeye dayanabilir? Keşke annem beni doğurmasaydı, keşke bu olaylar olmadan önce ölüp unutulmuş biri olsaydım… Eğer biri, Allah Teâlâ’nın Âdem’i yaratmasından bu yana dünyanın böyle bir belaya maruz kalmadığını söylese, doğru söylemiş olur. Çünkü tarih kitaplarında bu olaya benzer ya da yaklaşan bir başka olaydan bahsedilmez.

Tarih boyunca en büyük olaylardan biri olarak anlatılanlar arasında Buhtunnasr’ın (Nebukadnezar) İsrailoğulları’na yaptığı zulüm, öldürmeler ve Beytü’l-Makdis’i harap etmesi yer alır. Ancak bu olay, bu lanetli saldırganların harap ettiği şehirlerle kıyaslandığında küçük kalır. Çünkü onların tahrip ettiği her bir şehir, Beytü’l-Makdis’in kat kat büyüklüğündeydi. Öldürülen insanların sayısı ise İsrailoğulları’nın sayısını çoktan aşmıştır. Bu olayın büyüklüğünü kavramak zordur ve insanlık böyle bir olayı belki de bir daha kıyamete kadar görmeyecektir; ta ki Ye’cüc ve Me’cüc gelene dek. Deccal bile ona tabi olanları hayatta bırakır ve sadece karşı çıkanları yok eder. Fakat bu insanlar kimseyi hayatta bırakmadı; kadınları, erkekleri, çocukları öldürdüler. Hamile kadınların karınlarını yardılar ve rahimlerdeki ceninleri bile katlettiler. “Şüphesiz biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz. Güç ve kuvvet ancak Allah’tandır.”

Bu olaydan tarihteki tek bir olayı hatırlatmakla elde edilen netice şudur: “Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Onları, gözlerin dehşetle donup kalacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 42). Ve yine sana şunu söylemeliyiz: Dünyada olanların, Allah’ın düzeni ve takdiri dışında gerçekleştiğini asla düşünme. Örneğin, 656 yılında harap olan Bağdat, daha sonra İslam dünyasının büyük başkentlerinden biri haline geldi. Osmanlı İmparatorluğu’nun güç kazandığı dönemde İslam ve Müslümanların izzetini dünyaya yüzyıllar boyunca gösterdi. İşte böylece dünya, zamanla değişip dönüşür.

Ancak önemli olan, Müslümanın mucizeleri beklememesidir. Çünkü mucizeler sadece peygamberlere tahsis edilmiştir. Tarihin kanunları, bireylerin hayallerinden ve kuruntularından daha güçlüdür. Dünya, sebepler üzerine kuruludur. İnsanların gayreti ile şartlar iyileştiğinde ya da bozulduğunda, insanlar ne ekmişlerse onu biçerler. Milletler ve toplumlar, toplu kaderlerini ya mutlulukla ya da sıkıntıyla karşılar.

Şeyh İbn Useymîn (rahimehullah), Buruc Suresi’ndeki Ashab-ı Uhdûd kıssasından alınacak dersler hakkında şöyle der:
“Bu ayetlerde ibret vardır. Allah Teâlâ, düşmanlarını dostları üzerine musallat edebilir. Bu yüzden Allah’ın kâfirleri Müslümanların üzerine saldığını, onları öldürdüğünü, yaktığını ve namuslarını çiğnediğini duyunca şaşırmayın. Allah’ın bunda bir hikmeti vardır. Müminler bu olaydan büyük bir ecir kazanır. Bu zalim kâfirler ise Allah’ın mühlet verdiği, fakat farkına varmadıkları bir aldanış içindedirler. Geriye kalan Müslümanlar ise, bu olaydan ibret almalıdır. Bosna-Hersek’te Müslümanların maruz kaldığı büyük felaketleri duyduğumuzda, bu bize ibret olmalıdır. Müslümanlara yönelik bu saldırılar, onların derecelerini yükseltir, günahlarını siler ve geriye kalanlar için bir nasihat olur. Bu aynı zamanda, Allah’ın kâfirleri tuzağa düşürüp onları helak etmek için kullandığı bir vesiledir.” (Kaynak: “Lika’ül-Bâb’il-Meftuh”, 37. ders).

Bu olayları, Uhud Gazvesi sonrasında müminlere Allah’ın nasıl teselli verdiğini ve bu musibetteki şehitlerin nasıl ödüllendirildiğini hatırlayarak düşünün. Allah, kullarına yönelik imtihan ve arınmanın kendi sünneti olduğunu açıkça belirtmiştir: “Sizden önce nice ibret verici olaylar yaşandı. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün. Bu, insanlar için bir açıklama, sakınanlar için bir rehber ve bir öğüttür. Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız, üstün olan sizsiniz. Eğer bir yara aldıysanız, o kavim de benzer bir yara almıştır. Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviririz ki Allah, iman edenleri ayırsın ve sizden şehitler seçsin. Allah zalimleri sevmez.” (Âl-i İmran, 137-142).

Bilmelisin ki, dünya bir ceza yurdu değildir. İyilik edenler için iyiliklerin, kötülük edenler için azapların hemen gerçekleştiği bir yer değildir. Dünya, bir imtihan ve amel yurdudur. Allah, istediği zaman azabını indirir ve dilediği zaman erteler. Ancak unutma ki, Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir:
“Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Onları, gözlerin dehşetle donup kalacağı bir güne erteliyor…” (İbrahim, 42-52).

Allah en iyisini bilendir.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://islamqa.info/amp/ar/answers/209756

Aynı soruya Farklı Bir Zaviyeden Bakan:👇

Kim demiş ki mucizeler bilimsel gelişmelerin varlığıyla veya ilerlemesiyle sona erdi?

Tam tersine, teleskoplar ve mikroskoplar sayesinde, daha önce hiçbir insan topluluğunun göremediği mucizeleri görme imkanına kavuştuk. Beynin kıvrımlarına, insan vücudundaki milyarlarca hücrenin uyum içinde çalışmasına bakın. Her bir hücrenin kendi başına bir aklı mı var? Hayal edin, bin kişi bir dansı uyum içinde gerçekleştirmek istese, bunu başarmak için ne kadar zaman ve çaba harcarlar? Peki ya milyarlarca hücre? Bunlardan biri ölse, yerine geçen hücre hemen görevini yerine getirir; ne bir eğitimden geçer ne de bir yöneticiye ihtiyaç duyar.

Parmakların nasıl büyüdüğünü ve doğru uzunluğa ulaştığında nasıl durduğunu düşünün. Neden büyümeye devam etmiyorlar? Üç boyutlu bir ölçümü vücudun dışında nasıl yapabiliyorlar? “DNA” dersiniz belki… Ne kadar da müthiş bir dâhi bu DNA! Ama neden belli bir zamanda çözülmeye başlar, uçları kıvrılarak ölümün yaklaştığını işaret eder?

Nuh kavminden Ad ve Semud halkına, oradan Kureyş’e kadar bu kavimler bu tür mucizeleri gördüler mi? Asla!

Şunu bilin ki, biz öyle bir çağda yaşıyoruz ki, bu çağda mucizeler, önceki bütün kavimlerin gördüğü mucizelerden yüzlerce kat daha büyük. Geçmişte Allah, bir peygamber aracılığıyla bir mucize gösterirdi. O mucizeyi yalnızca görenler görür, kaçıranlar kaçırır, inkâr edenler ise inkâr ederdi. Ama şimdi, tüm bu mucizeleri kendi bedeninizde görebilir ve inkâr edemezsiniz. Ağaçların kökleri aracılığıyla iletişimi, Hubble teleskobunun evrenin ihtişamını gösteren görüntülerini ve yeni bilimsel teorilerin, bu evrenin karmaşıklığı karşısında ne kadar küçük olduğumuzu ortaya koyduğunu düşünün.

Mucizeler devam ediyor ve her geçen gün artıyor.

“Biz onlara hem ufuklarda hem de kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 53)

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://ar.quora.com/لماذا-توقف-الله-عن-فعل-المعجزات-في-هذا

Ayrıca aşağıdaki linklere de bakabilirsiniz:👇

Kur’anda Neden Kimsenin Reddedemeyeceği Bilimsel Mucizeler Yok👇
https://www.bilimveyaratilisagaci.com/f/s/kuranda-neden-kimsenin-reddedemeyecegi-bilimsel-mucizeler-yok/paged/6/

Mucize, Peygamberlerin Mucizeler konusunda en çok merak edilenler 👇
https://sorularlaislamiyet.com/mucize-peygamberlerin-mucizeler-konusunda-en-cok-merak-edilenler

İnanmayanlara Allah’ın varlığını nasıl anlatırız?👇
https://sorularlaislamiyet.com/inanmayanlara-allahin-varligini-nasil-anlatabiliriz?amp

S3- Madem insanlarla iletişimini seçtiğin insan elçiler aracılığı ile sağlamak gibi bir yöntemin varsa; neden dünyanın bir ucundaki insan, dünyanın diğer köşesindeki, mesela Mekke’deki bir elçiyi tanımak zorunda kalsın? Seni her ülkeye ve her topluma elçi göndermekten engelleyen şey nedir?

C3- Her topluma elçi gönderilmiş olduğu ile ilgili yukarıdaki sorulara cevap verme esnasında bilgi aktardığımı hatırlatmakla yetinip tekrara yer vermeyeceğim. Sadece bir hususa işaret edip konu ile ilgili bilgiler paylaşarak ufuk açıcı yazı linkleri de vereceğim. İşaret etmek istediğim hususa gelince, İnsanlığın yaşadığı eğitim ve öğretim süreci, zirveye yaklaşmış olduğunda hiç şüphe yok. Bu durum aynı zamanda dünyanın ömrününün de sonuna doğru yaklaştığımıza işaret ediyor. Teknoloji ve İletişim imkanları dünyayı bir köy haline dönüştürmüş durumda olduğunu hepimiz kabül ediyoruz. İnsanoğlunun ürettiği proğram ve cihazlar dil ve mesafe sıkıntısı yaşatmayacak seviyeye geldi. İnsanoğlunu ortak noktalarda buluşturacak evrensel bir rehber ve kitaba her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu da muhakkaktır. İşte bunun için Hz. Muhammed son peygamber ve Kur’anı Kerim de son kitaptır. Bu konuda ufuk açıcı bir kaç yazı ve bilgi linki de paylaşayım:

Soruda geçen ifade, eğer söyleyen kişi, insanların sonraları peygamberlik ve vahiy ihtiyacının olmadığı anlamına geliyorsa -yani peygamberin insanlar arasında bulunmasının, onları doğru yola iletmek için gerekli olmadığı düşüncesindeyse- bu ifade doğru değildir. İnsanlar, kıyamete kadar, peygamberliğe ve mesajlara ihtiyaç duymaktadırlar. Hatta sonraları, insanların bu mesaja ihtiyaçları, daha önce yaşayanlarınkinden daha büyük olabilir, çünkü önceki insanlar daha basit bir hayat sürüyorlardı. Bu konuda, fetva numarası 295546’da, İslam mesajının son peygamberlik olarak gönderilmesinin hikmeti üzerinde durmuştuk. O fetvada, ilk peygamberlerin gönderildiği toplulukların birbirlerinden uzak, temasın az olduğu ve iletişimin çok sınırlı olduğu bir dönemde yaşadıklarını, fakat Hz. Muhammed’in (sav) mesajı ile birlikte dünyanın daha yakın hale geldiğini ve uluslararası iletişimin arttığını belirtmiştik. Bu gelişmeler, mesajın tüm dünyaya ulaşmasını mümkün kıldı. İşte bu nedenle, Allah’ın hikmetiyle peygamberlik silsilesi son buldu.

Eğer bu sözü söyleyen kişi, dinin ve delilin insanların üzerinde var olmasının, peygamberin hayatta olmasına bağlı olmadığını, ve son vahyin korunmuş olmasıyla insanların hala doğru yolda olduğunu kast ediyorsa, o zaman bu doğrudur. Zira peygamberimizin (sav) vefatı, ümmetin başına gelen en büyük musibettir, ancak dini, vahyi -Kur’an ve Sünnet- hâlâ muhafaza edilmiştir, ve delil devam etmektedir. Yani, vahyin devamı ve mesajın ulaştırılması, peygamberin fiziksel olarak hayatta olmasına bağlı değildir. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler geldi, geçti. Eğer o ölür ya da öldürülürse, geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar vermez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân, 144).

Şeyh es-Sa’di, tefsirinde şöyle demektedir: “Allah Teala buyuruyor: ‘Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti.’ Yani, o, önceki elçilerden bir farkı yoktur. Onların görevi, Rablerinin mesajlarını tebliğ etmek ve emirlerini yerine getirmektir. Onlar ölümlüdür ve onların hayatta olması, Allah’ın emirlerine uyulması için bir şart değildir. Her zaman ve her durumda insanların görevleri, Rablerine ibadet etmektir. Bunun için Allah, ‘Eğer o ölür ya da öldürülürse, geriye mi döneceksiniz?’ buyurmuştur. Yani, iman ve cihad gibi şeyleri terk etmek, Allah’ın emirlerine karşı gelmek anlamına gelir.”

Ve Allah en iyi bilendir.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Yazının Arapça Aslı İçin: 👇
https://www.islamweb.net/amp/ar/fatwa/323182/

Konuya bir başka zaviyeden yaklaşıp Neden günümüzde peygamberler yok, halbuki hayat 1400 yıl önceki halinden çok farklı ve gelişmiş? diyenlere:👇

Alimler, peygamberlerin varisleridir ve dinin yayılmasından sorumludurlar. Onlar çoktur ve dikkat edin, son ilahi kitaba ekleyecek yeni bir yöntem yoktur, bu yüzden yeni bir peygambere gerek yoktur. Ayrıca, peygamberler ve resuller, bir devletin düzenini korumak için geliyorlardı. Fakat şimdi dünyada küresel bir sistem ve küresel yasalar vardır ki, bu sistem her devleti ve düzeni korumaktadır. Ve Allah en iyi bilendir.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://ar.quora.com/لماذا-لا-يوجد-أنبياء-في-عصرنا-الحالي

Neden Hz. Muhammed Son Peygamber seçildi?
https://sorularlaislamiyet.com/neden-muhammed-sav-son-peygamber-olarak-secildi-0?amp

Aynı konuda şu bilgiler de bilinmeli👇
https://sorularlarisale.com/peygamber-efendimiz-neden-son-peygamberdir-hikmeti-nedir?amp

Neden peygamberlerin çoğu Orta Doğu’da gelmiştir? Her topluma peygamber gönderilmiş midir?👇
https://sorularlaislamiyet.com/neden-peygamberlerin-cogu-orta-doguda-gelmistir-her-topluma-peygamber-gonderilmis-midir?amp

Her topluma, her kıtaya peygamber gönderilmiş midir?👇
https://sorularlaislamiyet.com/her-topluma-her-kitaya-peygamber-gonderilmis-midir?amp

S4- O da bir tarafa, son elçi olarak gönderdiğin Hz. Muhammed’den sonra neden bu sisteme son verdin?

C4- Yukarıdaki soruların cevabı esnasında bu konuya da temas etmiş olsak da, ek olarak şu bilgileri de öğrenmemizde fayda görüyorum.

Âlimler, peygamber ile elçi arasındaki fark konusunda farklı görüşler ifade etmişlerdir. Çoğunluk âlimlere göre, peygamber, Allah tarafından kendisine vahiy gönderilen ancak tebliğ etmesi emredilmeyen kişidir. Elçi ise, Allah tarafından vahiy gönderilen ve tebliğ etmekle görevlendirilen kişidir.

Fakat bu farklı görüşlere rağmen, âlimler ortak olarak elçinin, peygamberden daha üstün olduğu konusunda hemfikirdirler. Çünkü elçi, peygamberlik şerefini ve fazlasını kazanmış olur. Bu nedenle demişlerdir ki: “Her elçi peygamberdir, fakat her peygamber elçi değildir.”

Bundan dolayı, Peygamber Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in “o, peygamberlerin sonuncusudur ve ondan sonra peygamber gelmeyecektir” şeklindeki ifadeleri, aynı zamanda “onun ardından elçi de gelmeyecektir” anlamına gelir. Çünkü O bir elçi ve aynı zamanda bir peygamberdir.

Eğer metin, “Muhammed (s.a.v.) son elçidir” diye belirtilmiş olsaydı, bu durum, onun ardından bir peygamberin olabileceğini ima edebilirdi. Ancak metinde, “Muhammed (s.a.v.) son peygamberdir ve ondan sonra peygamber gelmeyecektir” denildiği için bu, hem peygamberin hem de elçinin gelmeyeceğini açıkça ifade eder.

İbn Kesir (rahimehullah) şöyle demektedir:
“‘Ve Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusu’… Bu ayet, ondan sonra peygamber gelmeyeceğine dair açık bir delildir. Eğer peygamber gelmeyecekse, ondan sonra elçi de gelmeyecektir, çünkü elçilik makamı peygamberlik makamından daha özeldir. Her elçi peygamberdir, ancak her peygamber elçi değildir.”
(Tefsir İbn Kesir, 3/645)

Şeyh İbn Üseymin (Allah ondan razı olsun) ise şöyle demiştir:
“Ve o son peygamber olduğunda, kesinlikle son elçidir. Çünkü peygamberlik olmadan elçilik olmaz. Bu yüzden deriz ki: Her elçi peygamberdir, fakat her peygamber elçi değildir.”
(Mecmu‘ Fetâvâ İbn Üseymin, 1/250)

Ve Allah en iyiyi ve doğruyu bilendir.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://islamqa.info/amp/ar/answers/113393

S5- Ya da bizim dışımızdaki hiçbir canlı varlık kendi görevini hakkıyla yapabilmek üzere ellerinde senin gönderdiğin ilahi bir kılavuz metinle dolaşma gereği duymazken, en akıllı ve üstün olarak yarattığını söylediğin biz insanlar neden böyle bir zorunluluk içerisindeyiz?

C5- Canlılar arasında aklı olan tek canlı insandır. Onun dışındaki hiç bir canlının aklı yoktur; hisleri vardır ve hislerinin gereğini de yaparlar. Hislerinin gereğini yapmaları sebebi ile de sevilirler. Madem ki aklı olan tek canlı insanoğludur; onun dışındaki bütün canlılar da onun tasarrufu ve istifadesi için yaratılmıştır. Bunun da bir sorumluluğu olması normal kabül edilmesi gerekmez mi? İşte bu sorumlulukları bildiren bir kılavuzun olması bundan dolayı gerekli ve zaruridir. Bu sebeple insanoğlu cinsinden olup akıl nimetine sahip olmayanların böyle bir sorumluluğu olmadığı gibi böyle bir kılavuz metne de ihtiyaçları yoktur. Bu konuda okunmasında fayda gördüğüm şu yazıları okuyup incelemenizi tavsiye ediyorum:

İnsan (bilimsel adı: Homo sapiens), insanî cinsinin (Hominidae) günümüze kadar kalan tek türüdür ve diğer tüm hayvanlardan farklı olarak yüksek derecede gelişmiş bir beyne sahip, soyut düşünme, dil kullanımı, konuşma ve deruni düşünme kabiliyeti ile karşılaştığı problemlere çözümler üretme kapasitesine sahiptir. Bununla birlikte, insanın dik duruşu, eklemli üst ve alt uzuvları, bunların beynin işleyişiyle mükemmel uyum içerisinde hareket etmesi, insanı yeryüzünde zihni ve fiziki yeteneklerini bir arada kullanabilen tek canlı yapar. Bu özellik, insanın el becerisiyle ince ve kaba aletler yapabilmesine imkan tanır. Ayrıca, konuşmayı mümkün kılan karmaşık bir gırtlak yapısına da sahiptir.

Yaklaşık 14.000 yıl önce Güney Batı Asya’da (ve diğer bazı yerlerde bağımsız olarak) başlayan “Neolitik Devrim”, tarımın ve insan yerleşiminin başlamasını simgeler. Nüfusun artması ve yoğunluğunun yükselmesiyle birlikte, toplum içindeki ve toplumlar arasındaki yönetim şekilleri gelişti, bazı uygarlıklar yükseldi, bazı krallıklar ise yok oldu. Homo sapiens, dünya nüfusu 2022 itibarıyla 8 milyardan fazla olana kadar genişlemeye devam etti.

Fosil çalışmaları ve mitokondriyal DNA analizleri, insanların yaklaşık 300.000 yıl önce Afrika’da var olduklarını göstermektedir. Şu an insan, 2021 verilerine göre 7.8 milyar kişiyle tüm kıtalarda ve alçak yörüngelerde yaşamaktadır.

İnsan, çoğu yüksek primat gibi doğası gereği sosyal bir canlıdır. Ancak, kendini ifade etme, fikir alışverişi yapma ve organizasyon konularında benzersiz bir kabiliyet gösterir. Ayrıca insan, ailelerden uluslara kadar karmaşık sosyal yapılar kurarak işbirliği yapan ve rekabet eden gruplar arasında organizasyonlar üretir. Modern insan arasındaki sosyal etkileşim, çok çeşitli etik normlar, sosyal değerler ve dini ritüellerin ortaya çıkmasına yol açmış ve bunlar, insan toplumlarının temellerini şekillendirmiştir. Ayrıca insan, estetik duyusuyla güzelliği takdir eder ve kültürel yaratım yoluyla kendini ifade etme ihtiyacı duyar; bu, sanatlardaki ve bilimlerdeki üretici süreçlerin temelidir. Modern insanın çevresel dünyasını anlama ve etkileyebilme arzusu da tabiat olaylarını anlamaya yönelik sorulara ve arayışlara yol açmıştır. Bu süreçte dinler, mitolojiler, felsefe ve bilimler ortaya çıkmıştır. İnsan, olaylara merak ve anlayışla yaklaşarak ince araçlar yapmış ve becerilerini kültürel alışveriş yoluyla başkalarına aktarmıştır. Ayrıca, insan, ateşi yakabilen, yemeklerini pişirebilen ve giyinme kabiliyetine sahip tek canlıdır; aynı zamanda hayatını daha verimli hale getirebilmek için çeşitli teknolojiler geliştirmiştir. İnsan, ayrıca bazı hayvanları, misal olarak köpekler ve kediler gibi, evcilleştirebilme kabiliyetine sahip tek canlıdır.

Şeyh Abdul Subur Şahin’in “Ebû Âdem” adlı kitabında, Âdem’in insanın atası olduğu ve insanlardan önce var olan hayvani yaratıklardan insanı seçerek Âdem’i insanın atası olarak belirlediği anlatılmaktadır.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://ar.m.wikipedia.org/wiki/إنسان

S6- Geçmişte birçok kavmi; peygamberlerini yalanlamaları, putlara tapmaları, zulüm ve sapkınlıkta ileri gitmeleri ve Allah’a isyan etmeleri vb. sebeplerle helâk ettiysen; dünyanın diğer bir bölgelerinde zulüm altında inim inim inleyen milyonlarca mazlum bir yana, en azından bir yıldan kısa bir sürede 50 bine yakın Filistinliyi öldüren Tanrı Yehova’nın şımarık çocuklarına neden bu müsamahayı gösteriyorsun?

C6- Allah’ın sisteminde her şeyin bir usülü ve kuralı vardır. İnsanoğlu yaşarken hakedişinin ortaya çıkıp görülmesine kadar Allah kullarına mühlet verir. Bu mühlet vermesi ihmal anlamına gelmez. Aksine bu mühlet esnasında her ferdin iradesini kullanmasına göre hak edişi ortaya çıkar; sonuca göre herkes ceza veya mükâfatını görür. İsrail zulmüne Allah’ın mühlet vermesi bütün insanlığa bir tecrübe ve şahitlik süreci yaşattığı gibi cennetini hak eden mü’min kullarına da bu imkan ve fırsatı vererek diğer kullarından farkını ortaya koyup göstermesini sağlar. Kadar hükmünün tecelli etmesinden sonra resmin bütünü ortaya çıkar; biz sürecin başında ve seyri esnasında resmin bütününü göremediğimiz için zihnimizde oluşan eksiklikler bazı tereddütlere yol açabilir. Allah adildir; herkese hak ettiğini bulma imkan ve fırsatını verir; kullarının bir kısmının hak edişine, diğer kullarını da şahit kılar. Çok yakında siyonist ve terörist İsrail’in akıbet ve hak edişini bütün insanlık ile birlikte biz de göreceğiz. O zaman Terörist İsrail’e acıyan da olmayacak; Allahın adaletinin hikmetlerini de görmüş, öğrenmiş olacağız inş.
Aşağıdaki yazıyı da sizler için seçip tercüme ettim:👇

İlk olarak:

Allah dilediğini yapar, nasıl dilediyse öyle yapar ve ne zaman dilerse yapar, O, yaptığı şeyler hakkında sorguya çekilmez. Bizler ise O’nun kulları olarak, hikmetini düşünebilir ve üzerinde tefekkür edebiliriz ama hepimiz O’nun adaletine ve rahmetine güveniyoruz.

İkinci olarak:

Bahsedilen kavimler ve diğerleri, hepsinin karşısında bir elçi vardı; elçi, onlara delil ve açık işaretlerle tebliğde bulundu, ancak onlar açık delilleri reddettiler ve inkâr ettiler. Bu yüzden azap hak ettiler. Şu an yaşayanlara gelince, Allah’ın onlara olan rahmeti, sürekli olarak tövbe etme ve Allah’a yönelme fırsatına sahip olmalarıdır. Biz de onların tövbe etmelerini umuyoruz ve Müslümanların doğru dini insanlara ulaştırmalarına yardımcı olmalarını temenni ediyoruz.

Ayrıca unutmamalıyız ki herkes, hastalık, kayıp, fakirlik gibi dünyalık imtihanlardan geçiyor. Bunlar, Allah’a yönelip tövbe etmemiz için birer imtihandır.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Yazının Arapça Aslı İçin:👇
https://ar.quora.com/لماذا-لا-يهلك-الله-الناس-مثلما-أهلك-قوم

Başka bir zaviyeden değerlendiren bir yazı:👇

Allah Teâlâ’nın, dünyada her peygamberini reddedenleri cezalandırması, ne şeriat ne de akıl gereği bir zorunluluk değildir. Allah’ın peygamberlerine ve rasullerine yardım etmesi de, düşmanlarına dünyada ceza vermek şartına bağlı değildir. Bu nedenle İslam âlimlerinden İbn Teymiyye, “El-Nubüvvât” adlı eserinde peygamberlerin zaferini iki şekilde açıklamıştır:
1. Kavimlerin helak edilmesi ve peygamberlerin ve onların takipçilerinin kurtarılması.
2. Peygamberin delil ve ilimle zafer kazanması, yani hakikatini ortaya koyması.

İbn Teymiyye (rahimehullah) bu konuda İbrahim peygamberle ilgili olarak şunu söylemiştir:

Allah, İbrahim’in kavminin helak edilmesinden bahsetmemiştir. Hatta onlar onu ateşe atmışlardır, ama Allah onu ateşi ona soğuk ve selamet yapmıştır. Onlar ona zarar vermek istemişlerdi fakat Allah, onları en aşağı seviyeye indirmiştir. Burada, İbrahim’in delilinin ve ayetinin ortaya çıkışı, yani onun ilmi ve kudretiyle galip gelmesi görülmektedir. Bu durum, bir mücahidin düşmanını yeneceği şekilde bir zaferdir. Ancak İbrahim, bu zaferin ardından kavminden ayrılarak onları terk etmiştir. Peygamberler ise kendi kavimlerinde kalmışlardır. İbrahim’in kavminin helak nedeni, onun kavminde kalması ve azap beklemesi değildi.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de kendi kavminden ayrıldı. Sonrasında Allah ona zafer verdi. İbrahim ve Muhammed (sav) en üstün peygamberlerdir; onlar, davetlerini yerine getirdiler ve amaçlarına ulaştılar. Hatta bazılarından, örneğin Kureyş’ten, tevbe edenler olmuştur. İbrahim’in tavrı ise daha çok merhamet yönündeydi; o, kavmini helak etmeye çalışmamış, ne dua etmiş ne de onların azap çekmesini beklemiştir. Bu da onun merhametli bir yaklaşım sergilediğini gösterir.

Allah Teâlâ, peygamberlerine ve onlara inananlara yardım etmekte, onların düşmanlarına karşı zafer kazandırmaktadır. Bu durum, Muhammed (sav) ile İbrahim’in arasındaki benzerliği ortaya koyar. Eğer Allah, ona zarar vermek isteyen düşmanlarından korumuş, onları hezimete uğratmışsa, bu, İbrahim’in durumuna benzer bir olaydır.

İsa (as) kavmine genel bir azap gönderilmemiştir. Çünkü Tevrat’ın inzalinden sonra, Allah hiçbir kavmi bir genel azapla helak etmemiştir. Şeyhülislam İbn Teymiyye, “Cevap al-Sahih limen Beddele Din al-Masih” adlı eserinde şunu ifade etmiştir: Tevrat’tan önce, Allah peygamberlerini yalanlayan kavimleri helak etmişti, fakat Tevrat’tan sonra bu tür helaklara yer verilmemiştir. O dönemden sonra, peygamberler ve kavimleri arasında ceza, ferdi olarak verilmiştir.

Bundan sonra İbn Teymiyye, “Tevrat’tan önce Allah kavimleri bir genel azapla helak ediyordu, fakat Tevrat’tan sonra bu azap gelmemiştir. Bu dönemde, inananlar, Allah’ın düşmanları olan kafirlere karşı cihad etmeleriyle yükümlü kılındılar” demiştir.

İbn Kesir’in tefsirinde de şöyle bir açıklama yapılmıştır: “Biz, Musa’ya Tevrat’ı verdikten sonra hiçbir kavmi bir genel azapla helak etmedik, aksine Allah müminlere kafirlerle savaşmalarını emretmiştir.”

Son olarak, İbn Cerir şöyle demiştir: “Tevrat’ın indirilmesinden önce Allah, yalanlayan kavimleri azapla helak ediyordu. Ama Tevrat’tan sonra bu şekilde helak edilen bir kavim olmamıştır.”
İbn Cerir şöyle demiştir: “Bize bildirildiğine göre, Tevrat’ın indirilmesinden önce Allah, yalanlayan kavimleri, gökten veya yerden gelen azaplarla helak ediyordu, fakat Tevrat’ın indirilmesinden sonra bu şekilde hiçbir kavim helak edilmemiştir, sadece maymunlara dönüştürülen bir kavim hariç. Allah, Musa’ya Tevrat’ı verdikten sonra, o zamana kadar helak edilmiş ilk kavimleri hatırlatarak şöyle buyurmuştur: ‘Ve biz Musa’ya kitabı, önceki nesilleri helak ettikten sonra verdik.’” Bu rivayet, Bazarî’nin kitabında, Amr bin Ali’nin rivayetiyle de aktarılmıştır.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Yazının Arapça Aslı İçin: 👇
https://www.islamweb.net/amp/ar/fatwa/426904/

Başka bir yazıda:👇

Zulüm ne zaman şiddetlenir ve karanlık gecesi mazlumlar üzerinde uzarsa, ve onlar zalimlerinin güç ve saltanat içinde süzüldüklerini, mazlumların çığlıklarının ve yaralarının hiçbir derman bulamadığını gördüklerinde, o zaman eski ve yeni sorular yeniden sorulur: Neden Allah zalimlerden intikam almaz?

Semavi Müdahaleler:

Gökyüzü birçok kez müdahale etmiş ve zalimleri helak etmiştir. Allah, şöyle buyurur: “Görmediler mi, biz onlardan önce kaç kuşağı yeryüzünde kendilerine emanet ettiğimiz halde, onlara size vermediğimiz nimetleri verdik, üzerlerine yağmur yağdırdık ve altlarından ırmaklar akıttık, ama onları yaptıkları kötülüklerden dolayı helak ettik ve onlardan sonra başka bir kavim halk ettik.” (En’am: 6)

Allah başka bir ayette şöyle buyurur: “Ve ne kadar kavim helak ettik, akşam vakti ya da öğle vakti onları sıkıştırarak.” (A’raf: 4) Ayrıca şöyle buyurur: “Ve ne kadar zulmeden kavmi parçalayarak helak ettik ve onların ardından başka bir kavim halk ettik.” (Enbiya: 11)

Ve yine buyurur: “Ve ne kadar kavim, senin kavminin bulunduğu şehirlerden çok daha güçlüydü, biz onları helak ettik ve onlara yardımcı olmadı.” (Muhammed: 13)

Ve yine şöyle buyurur: “Birçok kavim Rablerinin ve resullerinin emirlerine karşı geldiler, biz de onları büyük bir hesapla hesaba çektik ve onları korkunç bir azapla cezalandırdık. Sonuçta yaptıkları işlerin kötü sonuçlarını tattılar ve sonunda kaybedenler oldular.” (Talak: 8-10)

Allah’ın Zalimlere Yaptığı Azap Türleri:

Tarihte zalimlere Allah’ın uyguladığı azaplardan bazıları şunlardır:
1. Doğal afetlerden kaynaklanan azaplar: Gök gürültüsü, yıldırımlar, göktaşları, kasırgalar ve felaket rüzgarları gibi olaylar.
2. Yeryüzünde gerçekleşen azaplar: Depremler, volkanlar, toprak kaymaları ve büyük çöküşler.
3. Deniz felaketleri: Firavun’un başına gelen gibi denizin açılması.
4. Haşereler ve hayvanların musallat olması: Sinekler ve mikroplar gibi.
5. İklim felaketleri ve kuraklık.
6. Tarımsal kayıplar, ekonomik çöküşler ve kıtlıklar.

Zalimlerin Helak Olma Yasasının Durması:

Ancak zalimlerin helak olma yasası, Hz. Musa’nın peygamberlik dönemi ortasında durdu. Şeyh Rüşdü Rıza şöyle der: “Bu tür helak, özel bir davetle kavimlerini çağıran peygamberlerin kavimlerine özgüydü, ve bu, son peygamber Hz. Muhammed’in evrensel daveti ile sona erdi. Allah, onu (Muhammed’i) tüm insanlara rahmet olarak gönderdi.”

İbn Kesir, şu ayetin tefsirinde şöyle der: “Ve biz Musa’ya, kendisinden önceki nesillerin helakından sonra kitabı verdik, insanlara doğru yolu ve bir rahmet olarak.” (Kasas: 43)

İbn Kesir, bu ayeti tefsir ederken şöyle ifade eder: “Bundan sonra, Tevrat’ın indirildiği andan itibaren, hiçbir kavim genel olarak helak edilmedi. Ancak Müslümanlar, Allah’ın düşmanlarına karşı mücadele etmeleri için gönderildi.”

Zalimlere Karşı İntikamın Durdurulması ve Değişimi:

İbn Teymiyye de şöyle der:

“Allah, Tevrat’tan önce, her peygamberi yalanlayan kavimlerin Allah tarafından helak edilmesini sağlardı. Ancak Tevrat’ın indirilmesinden sonra, Tevrat halkına mücadele etmeleri emredildi. Yani, peygamberlerin görevleri, kavimleri helak etmek değil, onları eğitmek ve Allah’ın hükümlerini sunmaktı.”

Şeyh Şaravi, bu ayetle ilgili olarak şöyle açıklama yapar: “Musa, diğer peygamberlerin kavimleri helak edilirken, kendisi bir geçiş dönemi olan bir misyon üstlendi. Bundan önceki peygamberler, yalnızca mesajlarını iletmekle görevliydiler, ancak Musa zamanında Allah, ona kavimleri helak etmeden önce savaşmayı emretti.”

Zalimlerin Kısmi İntikamı ve Allah’ın Müdahalesi:

Ancak zalimlerin kısmi helakı durmamıştır. Allah, hala insanlık tarihi boyunca kendi müdahalelerini gerçekleştirmektedir. Bu müdahaleler bazen mazlumların mücadelesine destek olarak, bazen de doğrudan Allah’ın müdahalesiyle gerçekleşir.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
20.11.2024 Üsküdar

Yazının Arapça Aslı İçin: 👇
https://islamonline.net/توقف-سنة-إهلاك-الظالمين/

Günümüzde neden kavimler helak olmuyor mucizeler yaratılmıyor?👇
https://sorularlaislamiyet.com/gunumuzde-neden-kavimler-helak-olmuyor-mucizeler-yaratilmiyor?amp
Aynı Konuda Başka Bir Yazı 👇
https://sorularlaislamiyet.com/allah-neden-helak-etmedi?amp

Kur’anı Kerim’de Kavimlerin Helâkı: 👇
https://youtube.com/watch?v=3G1Cpbk5vzg&si=7OlAy0bIa6bPwsP-

Ayrıca sizlere daha önce bir Ermeni Papazla yaptığım yazışmaların linki ile 19 soruya verdiğim cevapların linkini de veriyorum. Dilerseniz okuyup istifade edebilirsiniz. 👇

Katolik Ermeni Bir Papazla Yazışmalarımız👆
19 SORU 19 CEVAP 👆
Muhammed bin Selman Dedesinin Yolunda ..


Muhammed Bin Selman’ın Despotluğu, Dedesi Abdülaziz Al Suud’unkine Nasıl da Benziyor?!

“Muhammed bin Selman her şeyin efendisidir!”
(21 Nisan 2016, Bloomberg Gazetesi)

21 Haziran 2017’de, Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz Al Suud, Veliaht Prens Muhammed bin Nayif bin Abdülaziz’i görevden alarak yerine oğlu Muhammed bin Selman’ı atadı. 2015 yılından itibaren Veliaht Yardımcılığı görevini üstlenen Muhammed bin Selman, bu kararın ardından Suudi tahtında etkisini artırdı. O andan itibaren Kral Selman geri planda kalırken, oğul Muhammed bin Selman emsalsiz yetkiler elde etti. Görevden alma ve atamalarda mutlak bir tasarruf yetkisi kazandı. Kısa bir süre içinde Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Ulusal Muhafızlar, İstihbarat ve Devlet Güvenliği birimlerini tamamen kontrol altına aldı. Bloomberg gazetesi, bu nedenle kendisini “her şeyin efendisi” olarak tanımladı.

Dedesi, Suudi Arabistan’ın kurucusu Abdülaziz Al Suud da benzer şekilde geniş yetkilere sahipti. Torun ve dedenin yönetim tarzları arasındaki çarpıcı benzerlikler, bu durumun ardındaki gerçekleri ve nedenleri derinlemesine incelememizi sağladı. İkisi de komşu ülkelerle ilişkilerde felaketle sonuçlanan adımlarda birleşmiş, bölge ülkeleriyle düşmanlık politikaları gütmüş ve iç siyasette benzer metodlar uygulamışlardı. Peki, bu benzerlikler nelerdi ve her iki lider bu durumları nasıl ele aldı?

Din Adamlarına Karşı Darbe

“Hayatımızın otuz yılını herhangi bir aşırı fikre tahammül ederek geçiremeyiz. Bugün onları tamamen yok edeceğiz.”
(24 Ekim 2017, Muhammed bin Selman)
20. yüzyılın başlarında, Abdülaziz Al Suud, Osmanlı’yı Arap Yarımadası’ndan tamamen çıkarmak için İngiliz destekli savaşlarını sürdürüyordu. Bu süreçte, Vahhabi ideolojisine sadık silahlı bir dini örgüt kurmanın gücünü artıracağını düşündü. Bu yaklaşım, Suudi Hanedanı’nın birinci ve ikinci dönemlerinde de işe yaramıştı.

İbn Haldun’un yedi asır önce “Arapların dini bir etkisi olmadan krallık kuramayacağı” gözlemi, Abdülaziz’in bu stratejisine ışık tutuyordu. İbn Haldun, dinin Arapları bir araya getirip ortak bir amaç etrafında birleştirdiğini vurgulamıştı. Abdülaziz, bu anlayışı esas alarak, Vahhabi ideolojisine dayalı “İtaat Edenlerin Kardeşliği” (İhvan) hareketini başlattı. Hareket, Suudi Arabistan’ı birleştirme ve El Reşid Emirliği ile Şerif Hüseyin’in Hicaz Krallığı’nı yıkma sürecinde büyük rol oynadı. Aynı zamanda, Kuveyt, Irak, Ürdün ve Yemen’de de korku saldı.

Arabistan birleşince, Abdülaziz, İngilizlerin desteğiyle bu hareketin nüfuzunu sınırlandırmaya çalıştı. İhvan liderleriyle, özellikle de Mutayr kabilesinden Prens Faysal ed-Düveyş ve Acman kabilesinden Sultan bin Bişad ile çatışmaya girdi. İngiliz hava kuvvetlerinin desteğiyle gerçekleşen “Sebile Muharebesi” bu çatışmanın doruk noktasıydı. Bu savaş, İbn Suud’un sağ kolu olan Faysal ed-Düveyş’in esareti ve iki yıl sonra cezaevinde ölümüne yol açtı. Bazı kaynaklara göre, ed-Düveyş’in ölümü ağır işkenceler sonucu gerçekleşti.

Muhammed bin Selman’ın Usül ve Metodları

Torun Muhammed bin Selman da, dedesi gibi, Suudi Arabistan’ın temel dini kurumlarına yönelik ciddi reformlara girişti. 21 Mayıs 2017’de Riyad Zirvesi’nde, “Aşırılıkçılığı Önleme Küresel Merkezi” (İtidal) adlı kuruluşu kurdu. Bu süreçte, önde gelen dini liderler ve davetçiler, “yeryüzünde fesat çıkarma” ve “terörizm” suçlamalarıyla tutuklandı. Aralarında Salman el-Avde, Abdülaziz et-Tarifi ve diğer tanınmış isimler de bulunuyordu.

Ayrıca, Muhammed bin Selman, Suudi Arabistan’ın temel taşlarından biri olan “Emr-i bil Maruf ve Nehy-i anil Münker Heyeti”nin yetkilerini kısıtladı. Bu kurumun tamamen kaldırılması bile gündeme geldi. Bununla birlikte, “Eğlence Kurumu” adıyla yeni bir kuruluş kurularak, 2030 Vizyonu doğrultusunda Suudi Arabistan’da karma konserler ve tiyatro etkinlikleri düzenlenmeye başlandı. Bu durum, Suudi Arabistan’ın uzun süredir savunduğu toplumsal ahlak anlayışında köklü bir değişimi temsil ediyordu.

Suudi Arabistan Eğlence Komitesi Hakkında Bazı Suudilerin Görüşleri

Bundan daha fazlası olarak, Bin Salman, Amerikalılarla ittifak kurarak Suudi Arabistan’daki müfredatları değiştirmeyi ve onları tam anlamıyla liberalleştirmeyi amaçlamaktadır. Eski Amerikan Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Kongre’deki sorgusunda, ABD’nin özellikle Suudi Arabistan’daki selefi Vehhabi müfredatlarını izlemesi ve değiştirmesi konusunda yaptığı çalışmaları sorması üzerine, Bakan şunları söylemiştir:

“Riyad’daki başkanlık zirvesinin bir sonucu, Suudi Arabistan’da aşırı İslamcı söylemle mücadele eden bir merkez kurulmasıydı. Bu merkez, dünyada aşırıcılıkla mücadele etmek için birkaç unsura sahip. Onlarla birlikte ele aldığımız unsurlardan biri, dünyadaki camilerdeki okullarda okutulacak yeni ders kitaplarının yayılmasıdır. Bu kitaplar, bugün orada bulunan ve aşırı Vahhabi düşüncesini yücelten ve şiddeti haklı çıkaran eski ders kitaplarının yerine geçecek. Onlara sadece yeni ders kitaplarını yayımlamalarını değil, eski kitapları geri çekmelerini ve genç imamları İslami eğitim merkezlerinde nasıl eğiteceklerini de sorduk. Bugün bu yeni merkezin kurulmasıyla birlikte bu konuda onlarla çalışıyoruz, bu merkezde hesaplanacak standartları da belirliyoruz. Bu, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın Suudi Arabistan’la birlikte çalıştığı görevlerden biridir.”

Komşunun Kuşatılması… Suudi Arabistan’ın Geleneğidir!

“Katır’ın sıkıntısı çok çok çok küçük.”

(Muhammed bin Selman, 25 Ocak 2017)

5 Haziran 2017’de Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır, Katar’ı deniz, kara ve hava yollarını kapatarak kuşatma kararı aldılar. Bunun gerekçesi, Katar’ın terörist bireyler ve örgütlerle bağlantısı olduğu iddiasıydı. Ayrıca, Katar Haber Ajansı’na yapılan siber saldırı ve Katar Emiri’nin ağzından yayımlanan, kuşatma ülkelerine düşmanlık besleyen yalan haberler de bahane olarak gösterildi.

Katar, bu planlı medya saldırısına karşılık olarak, muhtemelen askeri müdahaleye dönüşebilecek bu durumu engellemek için Türkiye ile ortak savunma anlaşmasını devreye soktu. Türk askerleri ve askeri teçhizat, ülkeye gönderildi. Haftalar boyunca, üç ülke ve özellikle Suudi Arabistan, Katar’a hava, kara ve deniz kuşatması uyguladı, bu da Katar’daki halk ve sivil nüfus üzerinde ciddi bir baskı oluşturdu.

Bazı analizcilere göre, kuşatma ülkelerinin talepleri, Katar’ın egemenliğine müdahale anlamına geliyor ve çoğu zaman imkansız, tehditkar, aşağılayıcı ve dışlayıcı bir dil ihtiva ediyordu. Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı, Twitter’da yaptığı bir paylaşımda, “Katar’ın, komşularının talepleri ve sıkıntılarına ciddi bir şekilde yaklaşması daha akıllıca olurdu, aksi takdirde boşanma kesinleşir,” diye yazmıştı.

Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Enver Gargaş’ın Açıklaması

Amerikan dergisi The National Interest’e göre, Suudi Arabistan’ın Muhammed bin Selman liderliğinde Katar’ı terörizmi desteklemekle suçlaması, Riyad’ın Doha ile bölgesel rekabetten duyduğu endişeyi ve korkuyu yansıtıyor. 26 Ekim 2017 tarihinde Reuters ajansına verdiği bir röportajda, bin Selman “Katar’ın sıkıntısı çok çok çok küçük” diyerek, aralarındaki coğrafi, tarihi, akrabalık ve dini bağlarla sıkı bir ilişki olan bu komşuyu küçümsemişti. Bu küçümseme, Suudi Arabistan’ın iki yıl boyunca, ülkeler arasındaki tek kara yolunu kapalı tutmaya devam etmesiyle de gösteriliyor.

Bu meseleyi, bin Selman’ın dedesi olan kurucu kral Abdülaziz bin Suud zamanında da görmekteyiz. Kral Abdülaziz, 20. yüzyılın başlarında, 1920’lerde, kuzeni Küveytlilere karşı 10 yıl süren bir kuşatma uygulamış ve Kuveyt’in üçte ikisini ele geçirip topraklarını Suudi Arabistan’a katmıştır. Ayrıca, 1920’deki Cehre savaşında, Suudi kuvvetleri Kuveytlilerin kanını dökmüş, Kuveyt başkentine çok yaklaşmış, ancak Kuveyt Emirliği’nin lideri Şeyh Salim el-Mubarak el-Sabah’ın geri çekilmesi ve İngiltere’nin müdahalesi sayesinde Suudi orduları tarafından tamamen işgal edilmekten kurtulmuştur. İngiltere ile yapılan koruma anlaşması sayesinde Kuveyt, Suudi topraklarına katılmaktan son anda kurtulmuştur. Bu savaşın ardından, 1922’de Suudi Arabistan ile Kuveyt arasında, İngiltere’nin aracılığıyla yapılan Akir Antlaşması ile sınırlar belirlenmiştir.

Her ne kadar taraflar, barış anlaşması yapmak üzere birçok kez görüşmeler yapmış olsa da, Abdülaziz, Kuveyt’i Körfez’deki güçlü ve zengin bir ticaret merkezi olarak görmüş ve bu nedenle Kuveyt’in ekonomisini kıskanmıştır. Kuveyt’in güçlü ekonomisi, Suudi Arabistan’da huzursuzluğa yol açmış ve Kuveyt’in elde ettiği zenginliklerin bir kısmını almak istemiştir.

Bu durumun sonucunda, bin Suud, Kuveyt’in yeni lideri Şeyh Ahmed el-Caber es-Sabah’a bir mesaj göndererek, Kuveyt’le yapılan ticareti ancak Kuveyt’in üç talebini kabul etmesi halinde sürdürebileceğini bildirmiştir. Bu talepler şunlardı:

1) Kuveyt’te Suudi memurların istihdam edilmesi ve Kuveyt’ten Nejd’e çıkan mallardan gümrük vergisi alınması,

2) Şeyh Ahmed’in, ticaret üzerindeki gümrük vergilerinin karşılığında bir ödeme yapması,

3) Kuveyt yönetiminin, gümrük vergilerini toplamak ve Suudi Arabistan’a iletmek için kendi memurlarını ataması.

Elbette Şeyh Ahmed el-Caber, bu talepleri Kuveyt’in egemenliğine ağır bir hakaret ve ekonomisine büyük bir zarar olarak gördü. 1922’deki Akir Antlaşması’na rağmen, Suudi Arabistan, 1923 ile 1937 yılları arasında devam eden 14 yıllık bir ekonomik savaş başlattı. Bu dönemde, Akir Antlaşması’na rağmen, Suudi Arap saldırıları Kuveyt üzerinde kesintisiz devam etti. 1930’da, bin Suud, İngiltere’nin desteğiyle “Allah’a itaat eden kardeşler” hareketine karşı harekete geçti.

Tarihçi Raşid el-Ferhan’a göre, bu kuşatma Kuveyt’e ciddi zararlar vermiştir. El-Ferhan şöyle demektedir: “Kuveyt, bin Suud’un kendi memurlarından gümrük vergisi almak için yaptığı bu işin sonuçlarıyla büyük ekonomik ve ticari kayıplara uğramıştır. Bu bahaneyle böyle büyük bir sıkıntı üretilmesi, Kuveyt’e büyük zararlar vermiştir; Suudi Arabistan, bunun farkında olarak ve göz önünde olarak bunu yapmıştır.”

Türkiye ile Düşmanlık

“Osmanlılar, İran ve terörist gruplar, kötülüğün üçgenidir.”
(Muhammed bin Selman, 6 Mart 2018)

6 Mart 2018 tarihinde, Mısır’a yaptığı ziyarette Mısırlı gazetecilerle yaptığı bir görüşmede Muhammed bin Selman, Suudi Arabistan ve Mısır’ın ortak düşmanlarını duyurdu ve “Osmanlılar, İran ve terörist gruplar, kötülüğün üçgenidir” diyerek, Türkiye’nin, Suudi Arabistan’a düşmanlıkta İran’dan önce geldiğini açıkladı. Bu açıklama, Suudi Arabistan’ın Ankara Büyükelçiliği tarafından resmi olarak yalanlanmış olsa da, Mısır’a yakın medya ve gazeteciler tarafından doğrulandı.

Bu açıklamanın, Türkiye’nin Katar’a yönelik ablukayı bozan çabaları, başta Suudi Arabistan olmak üzere abluka ülkelerinin planlarını engellemesiyle ortaya çıkması şaşırtıcı değildi. Türkiye, ablukaya karşı askeri koruma sağladı ve ilk günlerde iki ülke arasında hava köprüsü kurarak, hızlı bir ekonomik destek sağladı. Ancak, Suudi Arabistan’ın Türkiye ile olan düşmanlığı, modern Suudi Arabistan’ın kuruluşuna dayanan tarihi bir geçmişe sahiptir. Suudi Arabistan, İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı Türkleri ve onların Arap yarımadasındaki müttefikleri olan El-Reşid ailesine karşı komplo kurmuş ve onları Hasa bölgesinde mağlup etmiştir.

Bu nedenle, Abdulaziz bin Suud, İngiliz dostlarıyla yaptığı yazışmalarda Osmanlılara olan nefretini, öfkesini ve küçümsemesini sürekli dile getirmiştir. En çok mutlu olduğu ve sevindiği şey, Osmanlıların Arap Yarımadası ve Irak’ta yenilmesi, gerilemesi ve düşmesiydi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1 Eylül 1916 tarihli bir mektubunda Abdulaziz bin Suud, Bahreyn’deki İngiliz Siyasi Temsilcisi Kaptan Trenchard Craven Fowl’a yazdığı mektubunda, İngilizlerin zafer haberlerini aldığı için teşekkür etmektedir. Abdulaziz, İngilizlerin Osmanlıları yenmesinden büyük bir memnuniyet duyarak şöyle demektedir: “Savaş ve telgraflar konusunda bize verdiğiniz bilgi çok sevindirdi, çünkü Osmanlı düşmanlarımızı küçümsediniz. Şüphesiz, inşallah bizim dostumuz, muzaffer İngiltere ve müttefikleri düşmanlarına karşı galip gelecek ve her zaman, inşallah, bizlere sevinçli haberler göndereceklerdir.”

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, Osmanlıların güçlü bir pozisyona sahip olduğu dönemde, İngilizler Abdulaziz bin Suud’a, Osmanlılar karşısında biraz esneklik göstermesi ve onlara karşı direnç göstermemesi gerektiği yönünde tavsiyelerde bulunuyordu. 1 Nisan 1914 tarihli bir mektubunda Abdulaziz, Bahreyn’deki İngiliz Siyasi Temsilcisi Kaptan Trevor’a, Osmanlılarla ilişkilerinde onlara karşı esnek davranması gerektiği yönündeki tavsiyeleri kabul ettiğini ve bu tavsiyelere uyarak, o dönemde Arap Yarımadası’nda bağımsızlığını ilan etmeyeceğini belirtmiştir.

Osmanlılara Yönelik Geçici Eğilme ve Türkiye ile İlişkiler

Osmanlılara karşı bu geçici eğilim, Abdulaziz bin Suud’un dönemiyle örtüşmektedir. Aynı durum, günümüzde Muhammed bin Selman için de geçerlidir. Özellikle gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle ilgili olarak adı sıkça anılan bin Selman, Türkiye ile ilişkilerde de benzer bir tavır sergilemiştir. Bin Selman, Türkiye’yi “kötülük eksenindeki” ülkeler arasında saydığı açıklamasından sonra, ilişkilerin zarar görmeyeceğini, Suudi Arabistan’da Salman bin Abdulaziz’in ve Muhammed bin Selman’ın, Türkiye’de ise Recep Tayyip Erdoğan’ın olduğu sürece bir kopukluk yaşanmayacağını belirtmiştir. Buna göre, Osmanlıcı ve İslamcı bir yönelim sergileyen Türkiye, Suudi politikasında her zaman gizli bir düşman olarak kalmış, ancak bazı dönemlerde çıkarlar doğrultusunda geçici bir yakınlık söz konusu olmuştur.

Yemen Savaşı ve Güçsüz Olanı Sömürme

“Yemen’deki savaş kaçınılmazdı.”
(Muhammed bin Selman, 3 Mayıs 2017)

Nisan 2016’da, Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçisi Abdullah bin Faisal Al Suud, Yemen’e yönelik kullanılan cluster bombalar hakkında gelen bir soru üzerine, “Yemen’i bombalamayı bırakacak mısınız?” sorusuna verdiği cevapla büyük bir tepki toplamıştır. Büyükelçi, bu soruyu “Eşinize dayağınızı keser misiniz?” şeklinde cevaplayarak, Yemen’e karşı izlenen stratejiyi de gözler önüne sermiştir. Bu açıklama, Suudi Arabistan’ın Yemen’e karşı bakış açısını ve savaşın arkasındaki amacı net bir şekilde ortaya koymuş, bin Selman’ın Husi milislerine karşı başlattığı “Fırtına Hızması” operasyonunu, Yemen halkına karşı yürütülen acımasız bir işgal ve savaş olarak pekiştirmiştir. Yemen, şu anda en kötü insani ve ekonomik krizini yaşamaktadır. BM İnsani Yardım Koordinatörü Mark Lowcock’a göre, 14 milyon Yemenli büyük bir açlık tehdidi altındadır ki bu, Yemen nüfusunun yarısı demektir.

Suudi Arabistan, Husi milislerine karşı verilen mücadeleyi bahane ederek, hava üstünlüğüyle silahsız sivillere saldırmış, özellikle çocukların öldürülmesiyle ilgili defalarca üzüntü belirtmiştir. Aynı zamanda Yemen’in iç karışıklığından yararlanarak, Suudi çıkarlarına hizmet etmek amacıyla Yemen topraklarında ekonomik hedefler peşinde koşmuştur. Son olarak, Suudi Arabistan’ın, Yemen’in Mahra bölgesinden Arap Denizi’ne uzanacak bir petrol boru hattı geçirme planları, bölge halkı tarafından büyük tepkilere yol açmış ve protestolara sebep olmuştur.

Abdulaziz bin Suud döneminde de Yemen’e karşı benzer bir küçümseme ve aşağılayıcı bir tutum sergilenmiştir. O dönemde, Asir bölgesi ve Tihame’nin bazı kısımları, Muhammed el-İdrisi önderliğindeki Edarise ailesinin yönetimindeydi ve 1920’de yapılan bir anlaşma ile Suudi Arabistan, Edarise ailesinin bağımsızlığını kabul etmiştir. Ancak, Abdulaziz bin Suud’un Hicaz’daki genişleme çabaları sırasında, Yemen hükümeti, Asir’deki stratejik bölgeleri ele geçirmiştir. Bu durum, Yemen ile Suudi Arabistan arasında yıllar süren gerilimlere yol açmıştır.

Sonunda, 21 Ekim 1926’da, Asir Emiri Hasan el-İdrisi, Suudi Arabistan’a koruma anlaşması imzalamak zorunda kalmış, ancak bu anlaşma, Suudi Arabistan’ın çıkarlarına hizmet etmiş ve el-İdrisi ailesinin gücünü sınırlandırmıştır. 1930’da ise, yeni bir anlaşma ile Asir’in yönetimi tamamen Suudi Arabistan’a geçmiştir. Bu gelişme, Hasan el-İdrisi’yi Yemen’e kaçmaya zorlamıştır.

Asir’de Durumun Kızışması ve Suudi Müdahalesi

1931 ve 1932 yıllarında Asir’deki durum şiddetlendi ve Suudi Arabistan’a karşı bir ayaklanma başladı. Suudi kuvvetleri, Halid bin Lûey Al Suud ve Abdulaziz bin Mesud Al Suud komutasındaki bir ordu ile Asir’i tamamen işgal etti. Edarise güçleri, Suudi kuvvetlerinin karşısında başarısız olarak Yemen’e çekilmek zorunda kaldılar. Nisan 1933’te, Yemenli imamın karşıt kabilelere karşı yürüttüğü ayaklanmayı bastırırken, oğlu Ahmed, Yamen kabilesinin kontrol ettiği Necran’ı ele geçirdi çünkü bu kabile, Yemenli Hemdan kabilesinin bir dalı olarak kabul ediliyordu.

Taraflar arasında barışçıl müzakerelerin başarısız olmasının ardından, Abdulaziz bin Suud, Yemenlileri aşağılamaya yemin etti. İngiltere’nin sağladığı askeri destek ve o dönemde Suudi Arabistan’daki petrol hakkı için ayrıcalık veren “Standard Oil of California” şirketinden aldığı kredi sayesinde, Suudi ordusu, Saud bin Abdulaziz’in komutasında Necran ve çevresini, ve Faysal bin Abdulaziz komutasında ise Tihame ile Hodeyda limanını ele geçirdi. Suudi kuvvetleri, Sana’a’ya neredeyse ulaşacak duruma geldi. Bu Suudi ilerlemesi karşısında, Yemen İmamı Yahya, Suudi kuvvetlerinin geri çekilmesi karşılığında Asir’i terk etmeyi kabul etti. Böylece, Abdulaziz Al Suud, İngiltere’nin desteğiyle ve askeri gücünü kullanarak Yemen topraklarına sahip oldu.

Benzerlikler: Muhammed bin Selman ve Abdulaziz Al Suud’un Stratejileri

Bu, Muhammed bin Selman ile dedesi Abdulaziz Al Suud arasındaki bazı benzerliklerdir. İki adamın düşmanlık stratejileri gösteriyor ki, Muhammed bin Selman, dedesinden hiç farklı değildir. Aralarındaki tek fark, Abdulaziz Al Suud’un sabırlı ve gizlilikle hareket etmesi, Muhammed bin Selman’ın ise aceleci ve hızlı kararlar almasıdır. Gerçekten de, bir atasözüne uygun şekilde, “Babasına benzeyen, suç işlemiş olmaz.”

Kaynak: Al Jazeera

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
19.11.2024 Üsküdar

شعار قسم ميدان
كيف يتشابه استبداد ابن سلمان مع جده عبد العزيز آل سعود؟!

“محمـد بن سلمان سيّد كل شيء”!

(صحيفة بلومبيرج، 21 أبريل/نيسان 2016م)

في 21 (يونيو/حزيران) من العام الماضي 2017، أصدر الملك السعودي سلمان بن عبد العزيز آل سعود قراره بعزل ولي العهد محمـد بن نايف بن عبد العزيز وتعيين ابنه محمـد بن سلمان الذي كان منذ العام 2015 يشغل منصب ولي وليِّ العهد مكانه، ومنذ تلك اللحظة توارى الملك سلمان إلى الظل ليجمع ابنه الأثير محمـد صلاحيات لم يجمعها ولي عهد من قبله، فقد أصبح مطلق التصرف في العزل والتعيين، واستطاع عقب مدة قصيرة للغاية من ولاية العهد أن يجعل كلا من وزارة الدفاع والداخلية والحرس الوطني والاستخبارات وأمن الدولة خاضعة بصورة مطلقة لأوامره وتصرفه، الأمر الذي جعل صحيفة بلومبيرج الاقتصادية تصفه بأنه “سيد كل شيء”!

كذلك كان الجد المؤسس عبد العزيز آل سعود يجمع في يديه صلاحيات واسعة لحاكم مُطلق التصرف، وبين الحفيد والجد ثمة تشابهات مثيرة جعلتنا نغوص أكثر لمعرفة حقائقها وأسبابها، لنرى أن الرجلين اجتمعا على أمور بعينها كانت عاقبتها أليمة وفادحة على بعض جيران المملكة، فضلا عن العداء لبعض دول الإقليم، ثم لسياسة الرجلين في الداخل، فكيف كانت التشابهات؟ وكيف تعامل معها الرجلان؟!

الانقلاب على رجال الدين!
“لن نُضيع ثلاثين سنة من حياتنا في التعامل مع أي أفكار متطرفة، سوف نُدمّرهم اليوم وفورا.”

(محمد بن سلمان، 24 أكتوبر/تشرين الأول 2017 م)

في أواسط العقد الثاني من القرن العشرين، وفي أثناء حروب عبد العزيز آل سعود بدعم من القوات البريطانية ضد آل رشيد ومن خلفهم الدولة العثمانية لطردها بصورة نهائية من الجزيرة العربية، رأى ابن سعود أن إحياء الفكرة الدينية من خلال تنظيم ديني مسلح كامل الولاء للأيديولوجية الوهابية سيكون عامل قوة وجذب له، وهي الفكرة التي أفاد منها أجداده في الدولة السعودية الأولى والثانية.

ومن اللافت أن العلامة ابن خلدون أشار إلى ذلك قبل سبعة قرون حين جعل عنوان الفصل السابع والعشرين من مقدمته “في أن العرب لا يحصل لهم الملك إلا بصبغة دينية من نبوة أو ولاية أو أثر عظيم من الدين على الجملة”[1]، فقد لاحظ ابن خلدون أن العربي والبدوي في الصحراء يكون طبعه أقرب للتوحش، وأصعب للانقياد بسبب الأنفة والمنافسة في الرئاسة، وقد رأى أن الفكرة الدينية تجمع العرب، وتؤلف كلمتهم على إظهار الحق، وحصول التغلّب.

وقد فهم عبد العزيز آل سعود هذه الحقيقة جيدا من خلال التجربة والمعارك المتواصلة في الصحراء، ورآها جديرة بالاهتمام والتطبيق، وحققها بالفعل عن طريق إقامة مجمعات سكانية ثابتة في أرجاء نجد لحركة “إخوان من أطاع الله”، التي كانت بمنزلة المدن الدينية المؤدلجة بصورة تامة، والتي كانت على استعداد دائم للقتال في “سبيل الله”، حتى أضحت هذه الحركة السبب الرئيسي في توحيد الجزيرة العربية لابن سعود، وإسقاط إمارة آل رشيد، ومملكة الشريف حسين في الحجاز، وإرهاب الكويت، فضلا عن العراق والأردن، وجنوب الجزيرة العربية.

وحين توحدت الجزيرة العربية تحت رئاسة ابن سعود، انتهت حركة “إخوان من أطاع الله” من مهمتها، وقد أدت الغرض الذي أنشأها عبد العزيز من أجله، وكان عدد مجاهديها قد بلغ 400 ألف مقاتل، حاول ابن سعود تقليص نفوذهم بدعم من بريطانيا، والحد من فكرة “الجهاد” التي زرعها في عقولهم، وآمنوا بها إيمانا عميقا، فكانت النتيجة دخوله في صراع مع أبرز قادتها زعيم قبيلة مطير فيصل الدويش، وزعيم قبيلة العجمان سلطان بن بجاد وآخرين، بدعم من التسليح والمعدات البريطانية، فضلا عن سلاح الجو البريطاني الذي كان كلمة الفصل في معركة “السبلة”[2] بين منطقتي الأرطاوية والزلفى بنجد، والتي انتهت إلى أسر ذراع ابن عبد العزيز اليمنى الأمير فيصل الدويش، ومقتله في السجن بعد ذلك بعامين سنة 1931م جراء مرضه العضال، وهو يشكو إلى الله من ظلم ابن سعود، وانقلابه على “إخوانه”[3].

بل إن هناك رواية أخرى تؤكد أن فيصل الدويش قُتل نتيجة التعذيب في سجن المصمك بالرياض، وكانوا يعلقونه من رجليه ويديه ويتركون أحد العبيد يضغط بيديه على حلقه حتى يُغمى عليه، وكانوا لا يقدمون لهم طعاما ولا ماء إلا مرة واحدة، فمات الدويش جراء تقيؤ الدم من أثر التعذيب، والإهمال المتعمّد من ابن سعود في علاجه[4]!

والأمر ذاته لا يخلو من مفارقة مع الحفيد محـمد بن سلمان بن عبد العزيز آل سعود، ذلك الشاب الذي يتطلع إلى مُلك العربية السعودية، فقد اتخذ عدة إجراءات كانت إعلانا صريحا بالانقلاب على مبادئ الدولة السعودية حين أعلن عن إنشاء “المركز العالمي لمكافحة الفكر المتطرف” المعروف باسم “اعتدال” في 21 مايو/أيار 2017م في قمة الرياض التي حضرها الرئيس الأميركي دونالد ترمب، وهي الذريعة التي بسببها فتحت السعودية الباب على اعتقال كبار العلماء والدعاة بتهم الإفساد في الأرض، والإرهاب وغيرها[5]، وفيهم من لم يُعرف عنه التشدد طوال حياته مثل سلمان العودة وعبد العزيز الطريفي والعُمري وغيرهم.

بل إن ابن سلمان قرر تقليص صلاحيات هيئة الأمر بالمعروف والنهي عن المنكر، هؤلاء “المطاوعة” الذين كانوا على الدوام عماد الدولة السعودية في كافة أطوارها ومراحلها التاريخية منذ بزوغ فجر العربية السعودية في منتصف القرن الثامن عشر الميلادي[6]، وفي الأشهر الأخيرة كانت ثمة مناقشات حول إلغاء الهيئة بالكلية، بالتوازي مع إنشاء “الهيئة العامة للترفيه” والتي أُنشئت في إطار رؤية ابن سلمان للسعودية وخطة تطويرها المعروفة بخطة “2030”، ولأول مرة تُقام حفلات غنائية ومسرحية مختلطة في المملكة السعودية التي عُرفت على الدوام بالحفاظ على الآداب العامة والأخلاق.
(رأي عدد من السعوديين في هيئة الترفيه السعودية)

وأكثر من ذلك، فإن ابن سلمان يسعى بالتحالف وإبرام اتفاقية مع الأميركان إلى تغيير المناهج السعودية والتوجه بها نحو اللبرلة الكاملة، ففي معرض استجواب وزير الخارجية الأميركي السابق ريكس تيلرسون في الكونغرس حول ما الذي تقوم به الولايات المتحدة ووزارة الخارجية على الخصوص تجاه مراقبة وتغيير المناهج السلفية الوهابية، وحقيقة “الادعاءات” السعودية في هذا الجانب، فإن الوزير أجاب:

“إحدى نتائج قمة الرئيس بالرياض كانت إنشاء مركز لمكافحة الخطاب الإسلامي المتطرف بالسعودية، والمركز له عدد من العناصر لمهاجمة التطرف حول العالم، وأحد العناصر التي تفقدناها معهم وقد أخذوا (أي السعوديين) خطوات بشأنها؛ هي أن ينشروا كتبا دراسية جديدة تُدرّس في المدارس الموجودة في المساجد حول العالم، هذه الكتب ستحل محل الكتب الدراسية الموجودة هناك اليوم، والتي تروّج للفكر الوهابي المتطرف، والذي يبرر العنف، وقد طالبناهم ليس فقط بنشر الكتب المدرسية الجديدة، ولكن بسحب الكتب القديمة حتى نستعيدها، وكذلك كيفية تدريب الأئمة الشباب بمراكز التعليم الإسلامية، ونحن نعمل معهم اليوم مع تأسيس هذا المركز الجديد، بما في ذلك المعايير التي سنحاسب عليها، وهذه إحدى المهام التي تعمل فيها وزارة الخارجية الأميركية مع السعودية”.

حصار الجار.. من شيم السعودية!
“مشكلة قطر صغيرة جدا جدا جدا”

(محمـد بن سلمان، في 25 يناير/كانون الثاني 2017م)

في 5 يونيو/حزيران 2017م وبصورة مفاجئة أعلنت السعودية والبحرين والإمارات ومصر مقاطعة ومحاصرة قطر بإغلاق المنافذ البحرية والأرضية والجوية، بحجة ارتباط قطر بأفراد وكيانات إرهابية، فضلا عن الاختراق الإلكتروني لوكالة الأنباء القطرية، وبث أخبار كاذبة على لسان أمير دولة قطر، اعتُبرت معادية لدول الحصار[7].

واضطرت قطر من ناحيتها إزاء هذا الهجوم المبيت له إعلاميا، والذي ربما كان سيتطور إلى التدخل العسكري، إلى تفعيل اتفاقية الدفاع المشترك مع تركيا، وإرسال جنود أتراك مع معداتهم العسكرية إلى القاعدة التركية في البلاد، وعلى مدار أشهر طويلة لا تزال تمارس الدول الثلاث وعلى رأسها العربية السعودية حصارا جويا وبريا وبحريا أدى إلى التضييق الشديد على السكان والمدنيين المقيمين في الدولة القطرية.

وبحسب بعض المحللين فإن مطالب دول الحصار كانت مسّا بسيادة قطر، وأكثرها تعجيزي، وصاحبها لغة التهديد والوعيد والاحتقار والنبذ، فقد كتب وزير الدولة للشؤون الخارجية الإماراتي -في تغريدة له على تويتر- بأن “الشقيق (قطر) كان من الأعقل أن يتعامل مع مطالب ومشاغل جيرانه بجدية، دون ذلك فالطلاق واقع”.

(تصريح أنور قرقاش وزير الدولة للشؤون الخارجية الإماراتي)

وبحسب مجلة “ذا ناشونال إنترست”[8] الأميركية فإن اتهام السعودية بقيادة ابن سلمان لقطر بدعم الإرهاب إنما يعكس شعوره بالقلق والخوف من منافسة الدوحة إقليميا، ومن اللافت أن ابن سلمان اعتبر في مقابلة له مع وكالة رويترز في 26 أكتوبر/تشرين الأول من العام الماضي 2017م أن “مشكلة قطر صغيرة جدا جدا جدا”[9] في تقليل وتحقير للجار الذي طالما ارتبطت بينهما العلاقات برباط الجغرافيا والتاريخ وعلاقات النسب والدين وغيرها، وللعام الثاني على التوالي تستمر السعودية في إغلاق المنفذ البري الوحيد بين البلدين.

واللافت أن هذه المشكلة نراها بعينها في عصر جد ابن سلمان، الملك المؤسس عبد العزيز آل سعود حينما حاصر دولة الكويت لمدة عشر سنوات كاملة، واقتطع ثلثي أراضي الكويت نتيجة الغارات السعودية في عشرينيات القرن العشرين، وضمها إلى الأراضي السعودية، بل سفكت قوات السعوديين دماء الكويتيين في معركة الجهراء سنة 1920م، وكادت أن تصل إلى العاصمة الكويت، لولا مرابطة الشيخ سالم المبارك آل صباح في القصر الأحمر بالجهراء رغم الهزيمة الثقيلة لقواته، ولولا التدخل البريطاني طبقا لمعاهدة الحماية بين الطرفين لاحتل السعوديون الكويت، وضموها بكاملها إلى أراضيهم، وقد ترتب على هذه المعركة عقد اتفاقية العقير سنة 1922م لتعيين الحدود بين البلدين برعاية بريطانية[10].

وبرغم المشاروات التي كانت تُعقد بين الطرفين لإبرام اتفاقية سلام بين الكويت وآل سعود، فإن عبد العزيز طالما رأى الكويت مركزا مزدهرا وقويا للتجارة في الخليج العربي، وبفضل هذه التجارة الرائجة أصبح لدولة الكويت اقتصاد قوي تسبب في حسد السعوديين على هذه المكانة التي وصلت إليها الكويت، وطمعا منهم في الحصول على بعض من هذه الأرباح.

ونتيجة لذلك أرسل ابن سعود إلى شيخ الكويت الجديد أحمد الجابر الصباح يخبره بعزمه على منع رعاياه من التجارة مع الكويت إلا إذا رضخ الكويتيون لمطالبه الثلاثة وهي: إقامة موظفين سعوديين بالكويت لجبارية الرسوم الجمركية على البضائع الخارجة منها إلى نجد، ودفع شيخ الكويت ما يقابل قيمة الرسوم التي تُفرض على التجارة، وتعيين موظفين من قبل شيخ الكويت لتحصيل الرسوم وتسليمها لابن سعود[11].

وبالطبع رأى الشيخ أحمد الجابر هذه الشروط تعجيزا وإهانة شديدة للكويت، ومسا لسيادتها، وضربا لاقتصادها، وبالرغم من اتفاقية العقير بين الجانبين سنة 1922م، والتي اعتُبرت بمنزلة اتفاق سلام بين الجانبين، فإن عبد العزيز آل سعود بدأ شن حرب اقتصادية استمرت 14 عاما منذ 1923 إلى 1937م[12]، وفي غضون ذلك الحصار لم تكن الغارات السعودية تتوقف على الكويت برغم معاهدة السلام المبرمة في العقير بين الجانبين سنة 1922، حتى سنة 1930م حين انقلب ابن سعود على حركة “إخوان من أطاع الله” بدعم من بريطانيا.

وبحسب المؤرخ راشد الفرحان فإن الحصار كان وبالا على الكويت، يقول: “أما الكويت فقد لحقت بها أضرار اقتصادية وتجارية من جراء هذا العمل الذي علّله ابن السعود من عدم حصوله على الضريبة الجمركية من رعاياه في الكويت، وهو عذر لا ينفع لإحداث مثل هذه المشكلة، وإلحاق الضرر بالكويت وأهلها مع علمه به، وتحت سمعه وبصره”[13].
العداء مع تركيا
“العثمانيون وإيران والجماعات الإرهابية هم ثالوث الشر”.

(محـمد بن سلمان، 6 مارس/آذار 2018م)

في السادس من مارس/آذار هذا العام 2018م أعلن محمد بن سلمان في لقاء جمعه بعدد من الصحفيين المصريين خلال زيارته لمصر، عن الأعداء المشتركين لكل من السعودية ومصر، قائلا: “العثمانيون وإيران والجماعات الإرهابية هم ثالوث الشر”[14]، وبهذا أعلن ابن سلمان عن أن تركيا دولة تسبق في عدائها للعربية السعودية من حيث الترتيب إيران، وبسبب هذا التصريح الخطير خرجت السفارة السعودية في أنقرة بنفي رسمي له، على الرغم من تأكيده من قبل وسائل الإعلام والصحفيين المقربين من النظام المصري.

لم يكن من المستغرب أن يخرج هذا الإعلان من ابن سلمان بعدما قوّضت تركيا مساعي دول الحصار على قطر، وعلى رأسهم السعودية الشريك الأكبر في هذا الحصار، وأفشلت مساعيهم بالحماية العسكرية، والدعم الاقتصادي الفوري من خلال جسر جوي بين البلدين في الأيام الأولى من الحصار، لكن من اللافت أن العداء السعودي لتركيا متأصل في تاريخ نشأة السعودية الحديثة التي تآمرت مع البريطانيين على إراقة دم الأتراك العثمانيين وحلفائهم من آل رشيد[15] في الجزيرة العربية وهزيمتهم في الأحساء.

لذا؛ طالما أعلن عبد العزيز آل سعود عن نقمته وكراهيته واحتقاره للأتراك في العديد من رسائله مع حلفائه الإنجليز، وأن أكثر ما كان يُدخل على قلبه السرور والبهجة والفرح الغامر أن يسمع هزيمة الأتراك وسقوطهم وتراجعهم في الجزيرة العربية والعراق وغيرها.

وبحسب رسالة مؤرخة بالأول من سبتمبر/أيلول 1916م أرسل عبد العزيز آل سعود رسالة إلى المقيم السياسي البريطاني في البحرين الكابتن ترنشارد كرافن فاول، يشكره فيها لأنه أرسل إليه أخبار الحرب العالمية الأولى عن انتصارات البريطانيين في الجبهة، وهو مسرور لأن الجيش البريطاني قد أذل العثمانيين، يقول: “أحسنتم الإفادة بمعلومات الحرب والتلغرافات الواردة إليكم عن روتر (رويترز) كثير سرتني لموجب إذلال أعداء الجميع (العثمانيين)، ولا شك إن شاء الله أن صديقتنا الدولة البهية (البريطانية) وحلفاءها المنصورين على الأعداء، ودائما إن شاء الله توافونا بالأخبار الـمُسرّة، وانتصاراتكم الدائمة”[16].

وحينما كان موقف الأتراك يبدو قويا قُبيل الحرب العالمية الأولى، فإن مراسلات الإنجليز لعبد العزيز كانت تنصحه بالرضوخ للأتراك وإبداء بعض المرونة لهم بسبب ضغوط المرحلة، ففي رسالة مؤرخة بالأول من أبريل/نيسان 1914م أرسل عبد العزيز شاكرا المقيم السياسي البريطاني في البحرين الكابتن تريفور على نصائحه لابن سعود في كيفية تعامله مع العثمانيين، وأنه قَبِل هذه النصائح وسيعمل بها، ولن يُعلن استقلاله في الجزيرة العربية في تلك المرحلة[17].

وتبدو تلك الحالة من الانحناء الوقتي للعثمانيين آنذاك من عبد العزيز آل سعود، تبدو بتمامها هذه الأيام بين ابن سلمان الذي تحوم حوله الشبهات فيما يتعلق بمقتل الصحفي جمال خاشقجي وبين تركيا، فقد تراجع ابن سلمان عن وصف تركيا بأنها من دول “محور الشر”، وأعلن أن العلاقات بين البلدين لن يصيبها الضرر أو “الشرخ” طالما كان هناك ملك في السعودية اسمه سلمان بن عبد العزيز وولي عهد اسمه محمد بن سلمان، ورئيس لتركيا اسمه أردوغان، بحسب تصريحاته[18]. وهكذا ظلت تركيا في ضمير ابن سعود وابن سلمان دولة تكن لها السياسة السعودية التآمر والحقد الدفين، لا تتقارب وجهات النظر إلا في مراحل عابرة ولأجل المصالح، لكن آل سعود ظلوا يرون في تركيا ذات التوجه العثماني والإسلامي عدوا يجب استئصاله.

حرب اليمن.. الاستقواء على الضعيف!
“الحرب في اليمن كانت حتمية”

(محمـد بن سلمان، 3 مايو/أيار 2017م)

في أبريل/نيسان 2016م خرج السفير السعودي في واشنطن عبد الله بن فيصل آل سعود بتصريح أثار موجة من الغضب الشديد، ففي سؤال وجّهه أحد الصحفيين حول “هل ستتخلى السعودية عن قصف اليمن بالقنابل العنقودية؟”، رد السفير السعودي مؤكدا أن هذا السؤال شبيه بسؤال: “هل ستتوقف عن ضرب زوجتك؟”[19].

أثارت تصريحات السفير عاصفة من الانتقادات الشعبية اليمنية للسعوديين الذين شبّهوهم بالزوجة الناشز التي تستحق الضرب من زوجها كل حين، لكن من وراء المشهد يبدو التصريح معبرا بدقة عن الإستراتيجية والنظرة السعودية لليمن عبر تاريخ العلاقات بين الجانبين. وهي الإستراتيجية التي حدت بابن سلمان إلى اتخاذ قراره بإعلان الحرب على جماعة الحوثي تحت ما سُمي بـ”عاصفة الحزم” والتي تدخل عامها الثالث واليمن يعيش أسوأ أزمة إنسانية واقتصادية في تاريخه الحديث، فبحسب تصريحات وكيل الأمين العام للأمم المتحدة للشؤون الإنسانية مارك لوكوك قبل أيام في 24 أكتوبر/تشرين الأول 2018، فإن 14 مليون يمني مهدّدون بقرب حدوث مجاعة كبرى في بلادهم، وهو ما يعني نصف سكان اليمن، وأن هذه المجاعة غير المسبوقة “أكبر من أي مجاعة تعامل معها المحترفون العاملون في هذا المجال على مدى سنوات عملهم”[20]، بحسب تصريح لوكوك.

وتحت ذريعة حرب الحوثي في اليمن، تمتد اليد السعودية لتبطش بتفوقها التسليحي الجوي بمدنيين عزّل، بما فيهم أطفال أبرياء أعلنت مرارا عن أسفها لسقوطهم بصورة غير متعمدة[21]، فضلا عن محاولاتها استغلال السيولة الأمنية والسياسية في البلاد لاستغلال أراضي اليمن لتحقيق المصالح السعودية، وآخرها محاولات السعودية مد أنبوب نفطي سعودي مارا بمحافظة المهرة اليمنية لتكون وجهته النهائية بحر العرب، الأمر الذي عارضه أبناء محافظة المهرة، وخرجوا في مظاهرات شعبية[22] احتجاجا على الاستهانة السعودية لسيادة بلادهم.

وحين نعود إلى زمن الملك عبد العزيز آل سعود، نرى النظرة الدونية السعودية ذاتها لليمن وأهله، فقد كانت منطقة عسير وأجزاء من تهامة تخضع لحكم أسرة الأدارسة بزعامة محمد الإدريسي، وكانت اتفاقية 1920م بين السعوديين والأدارسة تعترف باستقلالهم، وأثناء تمدد ابن سعود في الحجاز استغلت قوات الإمام يحيى اليمني هذا الأمر فاستولت على مراكز عسير الأساسية وهي جيزان وصبيا وأبو عريش، وكان إمام اليمن يرغب في ضم عسير كلها إلى حيث اعتبر المنطقة جزءا لا يتجزأ من اليمن.

وبسبب هذا الأمر اضطر أمير عسير الجديد الحسن الإدريسي إلى عقد معاهدة الحماية السعودية لإمارته في 21 أكتوبر/تشرين الأول 1926م، وقد استغل عبد العزيز آل سعود هذه المعاهدة لصالحه، في المقابل كان اليمنيون يرون أن الأدارسة مجموعة طارئة استولت على عسير التي طالما خضعت للحكم اليمني، وكان الخلاف بين الجانبين يتصاعد من عام لآخر، لذا أُجبر ابن سعود أمير عسير الحسين الإدريسي في 27 أكتوبر/تشرين الأول 1930م على عقد معاهدة جديدة حولت سلطة الأمير إلى مسألة شكلية، بل ونصّت المعاهدة على أن السلطة بكاملها ستُنقل كلية إلى آل سعود بعد وفاة الحسن الإدريسي، الأمر الذي اضطر هذا الأخير إلى اللجوء إلى الإمام يحيى في اليمن[23].
اشتعلت الأوضاع في عسير، وقامت انتفاضة ضد آل سعود في عامي 1931، 1932م، فتدخل السعوديون بقواتهم المسلحة حيث احتلت فرقة بقيادة خالد بن لؤي آل سعود وعبد العزيز بن مساعد آل سعود عسير بأكملها، وفشلت قوات الأدارسة أمام القوة السعودية، فانسحبت إلى اليمن، وفي أبريل/نيسان 1933م أثناء قمع انتفاضة القبائل المناوئة للإمام اليمني استولى ابنه أحمد على نجران لأن قبيلة يام التي تسيطر على المنطقة تُعتبر فخذا من قبيلة همدان اليمنية[24].

بعد فشل المفاوضات السلمية بين الطرفين، أقسم ابن سعود على إذلال اليمنيين، وبفضل الدعم البريطاني التسليحي، والقرض الذي كان قد تحصّل عليه من شركة “ستاندرد أويل أوف كاليفورنيا” التي كانت تأخذ امتياز النفط السعودي آنذاك، تمكنت قوة بقيادة سعود بن عبد العزيز من الاستيلاء على نجران والمناطق المحيطة بها، وفرقة بقيادة فيصل بن عبد العزيز من الاستيلاء على تهامة وميناء الحديدة، وكان السعوديون على مقربة من الوصول إلى صنعاء ذاتها، وإزاء هذا التوغل السعودي في اليمن اضطر الإمام يحيى إلى التنازل عن عسير في مقابل انسحاب السعوديين من الأراضي التي استولوا عليها[25]، وبهذا استولى عبد العزيز آل سعود على أرض يمنية جديدة بقوة السلاح، وبالدعم البريطاني السخي!

هذه بعض أوجه الشبه بين محمـد بن سلمان وبين جده الملك المؤسس عبد العزيز آل سعود، إستراتيجية الرجلين في العداء تؤكد أن ابن سلمان لم يختلف عن جده في شيء؛ اللهم إلا في التسرّع والعجلة وعدم التحوط والسرية التي عُرف بها عبد العزيز آل سعود، وفي ابن سلمان يصدقُ المثل القائل: “مَن شابه أباه فما ظلم”!

المصدر: الجزيرة

Dünyanın En Küçük Eğitim Kurumunun Müdiresi ..

Bir Hanım Gözü İle Ev Hanımlığı

Bir etkinlikteydim. Sıra bana geldiğinde kendimi tanıtmam gerekiyordu, ama kalp atışlarım hızlandı. Öncesinde, çevremdeki kadınların kendilerini tanıttıklarını dinliyordum; biri danışman, diğeri üst düzey yönetici, doktor, mühendis, hemşire… ve daha fazlası. Sıra bana geldiğinde ise bocaladım. Hep utangaç bir şekilde şöyle derdim: “Ben sadece bir ev hanımıyım.”

Ama bugün, duruma tamamen farklı bir açıdan bakıyorum. Bugün, kendimden emin bir şekilde diyorum ki:
Ben, dünyanın en küçük eğitim kurumunun müdiresiyim. Küçük öğrencilerim var ve bu kurumun her şeyinden ben sorumluyum: müfredat hazırlamaktan beslenme düzenine, araç-gereç seçiminden eğitim sunumuna kadar. Psikolojik rehberlikten beden eğitimine kadar birçok sorumluluğu üstleniyorum ve hiç ara vermeden, haftanın 7 günü, günde 24 saat çalışıyorum. Ne tatil ne de resmi izin günüm var.

Evet, ben gazetecilik mezunuyum. Ancak çocuklarım için hayat öğretmeni olmayı seçtim.
Ben, her gün üç öğün yemek hazırlayan bir aşçıyım; yaraları ve korkuları iyileştiren bir psikolojik danışmanım; aile ekonomisini yöneten bir ev yöneticisiyim.

Toplumumuzda, bir kadının değeri genellikle kazandığı paraya veya taşıdığı unvanlara göre değerlendirilir. Ancak size şunu söylememe izin verin:
Ey anne, çocuklarını yetiştirdiğin her gün, bu ülkenin geleceğine bir yatırım yapıyorsun.
Yemek pişirdiğinde yalnızca bir öğün hazırlamıyorsun; anılar biriktiriyorsun. Temizlik yaptığında yalnızca evi düzenlemiyorsun; güven ve sevgi dolu bir ortam inşa ediyorsun.
Evet, ben bir ev hanımıyım, ama gurur duyuyorum çünkü gelecek nesilleri inşa ediyorum.

Çocukların için düzenli ve saygılı bir çevre oluşturuyorsun. Onlara derslerinde yardım ederken sadece matematik sorularını çözmüyorsun; aynı zamanda öğrenmeye olan sevgiyi de aşılıyorsun.

Biliyor musun, anne olmanın en zor yanı uykusuz geceler, sürekli yemek yapma ya da bitmek bilmeyen dağınıklıkları temizleme değil. En zor olanı, toplumun bizi “sadece ev hanımları” gibi tanıtıp hissettirmesi.

Ama bir sır vereyim: Çocuğum yanıma gelip, “Anne, sen dünyanın en iyi annesisin,” dediğinde, yaptığım işin dünyadaki en önemli iş olduğunu anlıyorum.

Biz sadece anneler değiliz. Biz geleceğin mühendisleriyiz; nesiller inşa ediyor, bir gün dünyayı değiştirecek zihinler ve kalpler şekillendiriyoruz.

Bu yüzden biri bana, “Ne iş yapıyorsun? Neden diplomanı kullanmıyorsun?” diye sorduğunda, büyük bir gururla şöyle cevap veriyorum:
Ben bir anneyim. Geleceğin liderlerini, öğretmenlerini ve düşünürlerini yetiştiriyorum, Allah’ın izniyle. Bu, elde edebileceğim en büyük başarıdır.

Tüm ev hanımlarına mesajım:
Yorgun ya da görünmez olduğunu hissettiğin her an, şunu hatırla: Sen milli gelirin istatistiklerine girmiyor olabilirsin, ama bundan çok daha değerli bir şey yapıyorsun. Sen daha iyi bir gelecek inşa ediyorsun.

Dinimiz, kadının konumunu o kadar yüceltmiştir ki sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Önce annen, sonra annen, sonra annen, sonra baban.”

Bu yüzden, bu asil, doğal ve fıtri rolü seçtiğin için gurur duy. Ve kimsenin, bu rolün dünyadaki herhangi bir makamdan daha az değerli olduğunu sana anlatıp inandırmasına izin verme.

Konuşan: Fatma Zehra Hanım

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
18.11.2024 Üsküdar

Yukarıdaki Metnin Alınmış Olduğu Arapça Konuşma Videosunun Türkçe Alt Yazılı Hali👇https://youtube.com/watch?v=uvES7PS9KfE&si=PYchyEW3MEzH6DZy

كنت في إحدى الفعاليات، وحين وصل دوري لأقدّم نفسي، شعرت بتسارع نبضات قلبي. ففي اللحظات السابقة، كنت أستمع إلى النساء من حولي يعرّفن عن أنفسهن؛ هذه استشارية، تلك مديرة تنفيذية، طبيبة، مهندسة، ممرضة… وغير ذلك. وعندما جاء دوري، ارتبكت. لطالما أجبت بخجل: أنا مجرد ربّة منزل، ربّة بيت

لكن اليوم، أرى الأمر بمنظور مختلف تماماً. اليوم، أقول بثقة: أنا مديرة أصغر مؤسسة تعليمية في العالم. لدي طلاب صغار، وأنا المسؤولة عن كل شيء في هذه المؤسسة؛ من وضع المناهج إلى الإشراف على التغذية، من اختيار الأدوات إلى تقديم التعليم. أتحمل مسؤوليات الإرشاد النفسي، التربية البدنية، وأعمل بلا توقف، 24 ساعة يومياً، 7 أيام في الأسبوع، بلا إجازات أو عطل رسمية

صحيح أنني خريجة صحافة، لكنني اخترت أن أكون معلمة حياة لأطفالي.
أنا طباخة تحضّر ثلاث وجبات يومياً، مستشارة نفسية تعالج الجروح والمخاوف، مديرة منزل تدير اقتصاد العائلة.

في مجتمعنا، نميل إلى تقييم المرأة بناءً على ما تكسبه من مال أو ما تحمله من ألقاب. لكن اسمحوا لي أن أخبركم: كل يوم تقضينه، أيتها الأم، في تربية أطفالك، هو استثمار في مستقبل الأمة.
عندما تطبخي،أنتِ لا تحضرين وجبة فحسب، بل تخلقين ذكريات. عندما تنظفين، أنتِ لا ترتبين المنزل فقط، بل تبنين بيئة تعكس الأمان والحب.
أنا ربّة بيت، نعم، لكنني فخورة، لأنني أصنع الأجيال القادمة.
أنتِ تبنين بيئة آمنة يتعلم فيها أطفالك النظام والاحترام. عندما تساعدينهم في الواجبات المدرسية، أنتِ لا تحلين مسائل رياضية فحسب، بل تزرعين حب التعلم في قلوبهم.

هل تعلمين أن أصعب جزء في كونك أمًّا ليس الليالي التي لا تنامين فيها، ولا الطبخ المستمر، ولا حتى تنظيف الفوضى التي لا تنتهي؟ الأصعب هو أن يجعلنا المجتمع نشعر بأننا مجرد ربات بيوت

لكن دعيني أخبرك بسر: عندما يأتي طفلي ويقول لي، “أمي، أنتِ أفضل أم في العالم،” أدرك أنني أقوم بأهم وظيفة على وجه الأرض.

نحن لسنا مجرد أمهات. نحن مهندسات المستقبل، نبني أجيالاً، ونشكل عقولا وقلوبا ستغير العالم يومًا ما.
لذا عندما يسألني أحدهم: “ماذا تعملين؟ لماذا تخليتِ عن شهادتك؟” أجيب بكل فخر
أنا أم ،أنا أربي الجيل القادم من القادة والمعلمين والمفكرين بإذن الله. وهذا أعظم إنجاز يمكن أن أحققه.

رسالتي إلى كل ربات البيوت
في كل مرة تشعرين فيها بالتعب أو بأنك غير مرئية، تذكري هذا: أنتِ لا تدخلين في إحصائيات الناتج المحلي الإجمالي، لكنك تصنعين ما هو أهم من ذلك بكثير. أنتِ تصنعين مستقبلًا أفضل.

لقد عظّم ديننا الحنيف مكانة المرأة حتى قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: أمك، ثم أمك، ثم أمك، ثم أبوك
فكوني فخورة لأنك اخترتِ هذا الدور الأصيل، الطبيعي، الفطري. ولا تدعي أحدًا يقنعك أن هذا أقل قيمة من أي منصب في العالم

فاطمة زهراء

ABD’nin Yeni Hilafet Merkezi Hazırlığı ..

Mütercimin Ön Bilgi Notu:👇

İngilizler M.Kamâl’e Osmanlı İslam Hilafetini yıktırıp Müslümanları başsız braktırmayı başardıktan sonra, sömürge eyaletlerine vali tayin eder gibi, kurdurdukları ülke görünümlü devletçiklerin başına tayin ettikleri işbirlikçi idareciler, bekledikleri gibi başarılı olamadılar.
Zamanla değişip gelişen şartlar ve İngilizlerin maddi olarak güç kaybetmesi, S.Arabistan Kralı Faysal’ın baş kaldırma tavrı, Hilafeti canlandırmaya yönelik teşebbüs ve gayretleri sadece kendisinin kellesine mal olmakla kalmadı; Siyonist Güçlerin ABD kanalı ile yeni bir arayış içerisine girmelerine de sebep oldu.

Ayrıntıya girmeden özetle ifade edecek olursak, Hilafeti Türkiye merkezli canlandırmayı düşünüp planladılar; eğer 15 Temmuz darbe teşebbüsü başarılı olsaydı, F.Gülen’i Halife ilan edecek ve İslam dünyasını kendi kontrollerindeki bir Halife ile sömürmeye devam edeceklerdi. Bu A planı başarılı olmayınca, B planı olarak S.Arabistan öncülüğünde bir Hilafet tesisi için harekete geçtiler.

Yapılan araştırma ve incelemeler sonunda, S.Arabistandaki Vehhabilik anlayışının Müslümanlar tarafından sempatik bulunmadığını, böyle bir proje için ciddi bir engel oluşturduğunu görüp anladılar.

Bunun üzerine S.Arabistan için yeni bir M.Kamâl arayışına girdiler. Radikal değişiklikleri uygulamaya koyabilecek, gözü kara, kendi destekleri olmadan varlığını sürdüremeyecek, kendilerine mahkum bir aday olarak Muhammed b. Selman uygun gördüler ve ittifak sağlanarak önünü açtılar. Vakit kaybetmeden Vehhabiliğin tasfiyesini gerçekleştirmek, toplumu ılımlı İslama alıştırmak için gerekenin yapılması için senaryo yazıldı.

Muhammed b. Selman hızla uygulamaya başladı. S.Arabistan’ı tanıyanlar, günümüz şartlarını da dikkate almaları halinde, M.Kamâl benzetmesinin abartılı olmadığını kolaylıkla anlayabilirler. İşte aşağıda linkini verdiğim ABD dışişleri bakanının konuşmasını ve o konuşmanın Arapça metni ile Türkçe tercümesinin bu ön bilgiler ışığında değerlendirilmesi halinde okuyup dinleyenlerin doğru anlayabilecekleri kanaati ile bu ön bilgi notunu yazma ihtiyacı hissettim. Buyurun şimdi okuma ve dinlemeye başlayabilirsiniz.

ABD, S.Arabistan’ı Hilafetin merkezi kılmaya hazırlamak üzere Selefi/Vehhabiliği tasfiye edip ılımlı İslam anlayışını hakim kılmak için ders proğramlarını tamamen değiştirdiğinin resmi ağızlardan ibretlik itirafını aşağıdaki metinde göreceksiniz. Önce Türkçe Alt Yazılı İngilizce Video Konuşma Linkini Tıklayıp İzleyelim:👇https://youtube.com/watch?v=Q9PZWK8oWG4&si=sXCjoRiZVplE9LZg

Eski ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın bir açıklamasından iktibas Edilmiş Arapça Metnin Tercümesi:👇

Suudi Arabistan ile yapılan anlaşmaya ilişkin olarak, özellikle onların Selefi Vahhabilik anlayışını ve bu köktenci İslam yorumunun dünya çapında yayılmasına eşlik eden terörizmi desteklemelerini nasıl izlediğimiz hakkında bir cevap alamadım. Dışişleri Bakanlığının, Suudi Arabistan’ın bu anlayışı değiştirmek için çalıştığı yönündeki iddialarını değerlendirmek üzere hangi kriterleri kullandığını biliyor musunuz? Bunu nasıl ölçüyoruz ve bu anlaşmanın bu kısmını yerine getirip getirmediklerini nasıl belirleyeceğiz?

Tillerson’ın Cevabı:

Başkan’ın Riyad’daki zirvesinden çıkan sonuçlardan biri, Suudi Arabistan’da radikal İslamcı söylemle mücadele amacıyla bir merkez kurulmasıydı. Bu merkezin, dünya genelindeki aşırılığı hedef almak için çeşitli unsurları var. Bu unsurlardan biri de Suudilerin yeni ders kitapları yayımlaması ve bu kitapların dünya çapındaki camilerdeki okullarda okutulmakta olan mevcut ders kitaplarının yerini almasıdır. Mevcut kitaplar, aşırı Vehhabi düşüncelerini teşvik ediyor ve şiddeti meşrulaştırıyor. Suudilerden sadece yeni ders kitaplarını yayımlamalarını değil, eski kitapları da toplatarak tamamen ortadan kaldırmalarını talep ettik. Aynı zamanda, İslam eğitim merkezlerinde genç imamların nasıl eğitildiğini de gözden geçiriyoruz. Bugün Suudi Arabistan ile bu yeni merkezin kurulumu kapsamında çalışıyoruz ve bu merkezle bağlantılı olarak onları sorumlu tutacağımız kriterler belirliyoruz. Bu, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Suudi Arabistan ile birlikte çalıştığı görevlerden biridir.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
17.11.2024 Üsküdar

Mütercimin Notu: 👇

Yukarıdaki yazıyı okuyanların, altta linkini verdiğim iki yazımı okumalarını da tavsiye ediyorum:

Vehhabilik ve Yaşadığım İbretlik Bir Hatıra: https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/muhterem-yasar-kandemir-hocamizla-vahhabilik-uzerine-bir-hatira/
Çok Yazmak mı, Çok Okumak mı? Yoksa yaşayarak Tecrübe Etmek mi? 👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/cok-yazmak-mi-cok-okumak-mi-yoksa-yasayarak-tecrube-etmek-mi/

Bu Konu hakkında Al Jazira’nın Arapça Yorumunu ve Türkçe tercümesini de Arapça metnin altına ekledim. Onu da okumanızı tavsiye ediyorum.

،بخصوص الاتفاق مع السعودية لم أستطع الحصول علي إجابة
..تحديداً حول مراقبتنا لدعمهم
لتصدير السلفية الوهابية والإرهاب المصاحب لتلك المناهج الأصولية للإسلام حول العالم، هل تعلم أي معايير تتبعها وزارة الخارجية لتقييم ادعائهم بأنهم يعملون (لتغيير) هذا
كيف نقوم بقياس ذلك، وكيف سنحدد ما إذا كانوا ينفذون هذا الجزء من الاتفاقية؟

-وزير الخارجية الأميركي السابق ريكس تيلرسون :
إحدى نتائج قمة الرئيس بالرياض كانت إنشاء مركز لمكافحة الخطاب الإسلامي المتطرف بالسعودية، والمركز له عدد من العناصر لمهاجمة التطرف حول العالم، وأحد العناصر التي تفقدناها معهم وقد أخذوا (أي السعوديين) خطوات بشأنها؛ هي أن ينشروا كتبا دراسية جديدة تُدرّس في المدارس الموجودة في المساجد حول العالم، هذه الكتب ستحل محل الكتب الدراسية الموجودة هناك اليوم، والتي تروّج للفكر الوهابي المتطرف، والذي يبرر العنف، وقد طالبناهم ليس فقط بنشر الكتب المدرسية الجديدة، ولكن بسحب الكتب القديمة حتى نستعيدها، وكذلك كيفية تدريب الأئمة الشباب بمراكز التعليم الإسلامية، ونحن نعمل معهم اليوم مع تأسيس هذا المركز الجديد، بما في ذلك المعايير التي سنحاسب عليها، وهذه إحدى المهام التي تعمل فيها وزارة الخارجية الأميركية مع السعودية”.

Konu Hakkında Aljazira Yorumunun Türkçe Tercümesi:👇https://www.aynamayansiyanlar.com/uncategorized/suudun-muhammed-b-selman-projesi/

Konu Hakkında Al Jazira Yorumunun Arapça Aslı
https://www.aljazeera.net/midan/intellect/history/2018/11/4/كيف-يتشابه-استبداد-ابن-سلمان-مع-جده-عبد

Biz Kimiz?

“Kayıp bir mektup bulundu. Bu mektup, ‘Siz kimsiniz?’ sorusuna verilmiş bir cevaptır.”

✍️ Cibran Halil Cibran şöyle yazmış:
Biz, ölüme yaklaşıp asla ölmeyen bir milletiz. Binlerce kez ölümle yüzleştik, ama ölmedik; binlerce kez daha ölecek gibi olacağız ve yaşamaya devam edeceğiz. Biz, görünüşte yenilen ve boyun eğen, ama iç dünyasında her zaman galip kalan bir halkız. Zayıflığımızla güçlüyüz, kırılganlığımızla zafer kazandık. Kalplerimizi kendimize yiyecek, gözyaşlarımızı içecek yaptık; ama asla boyun eğmedik, yüzümüzü yıldızlardan çevirmedik.

Biz, zamanın çözmeyi başaramadığı ve asla çözemeyeceği bir bilmeceyiz. Anahtarları kaybolmuş bir kapıyız; bu kapı geçmişin ve geleceğin sırlarını saklar. Biz, ağıtlar yakarız; ama o ağıtlarda hayatın fısıltısı duyulur. Başkaları kutlama yapar; ama onların sevinçlerinde ölümün iniltileri gizlidir.

Biz, boşluğu yaran bir çığlığız; diğerleri ise yalnızca havayı rahatsız eden ve sokaklarda yankılanan bir gürültü. Biz, her sabah ve akşam hatıralarla yankılanan eski bir şarkıyız; diğerleri ise bir uçurumda yankılanan anlamsız sözler.

Biz, sağlam ve yerinden oynamayan bir dağ gibiyiz; diğerleri ise karanlıkla ortaya çıkıp yine karanlıkla kaybolan hayaletler. Zayıflığımızla güçlüyüz, sessizliğimizle konuşuyoruz. İhtiyaç içinde olmamıza rağmen vermeye devam eden bir milletiz. Biz, avcının pençeleriyle yakaladığı ve gagasıyla etimizi parçaladığı bir ceylanız. Düşmanlarımız tadımıza varabilir, ama bizi ne yutabilir ne de yok edebilirler.

Biz, yolların kavşak noktasında yaşıyoruz. Her fatih, bahçelerimize kılıçlarını, tarlalarımıza mızraklarını dikti. Zannettiler ki bu topraklarda zafer çelenkleri büyüyecek; oysa sadece dikenler ve çalılar yeşerdi.

Bize fakir ve muhtaç olduğumuzu söylüyorsunuz. Evet, fakiriz; çünkü çalmayı, hile yapmayı, işgal etmeyi ve yağmalamayı öğrenmedik. Hep sadece kendi ektiğimizi biçtik, kendi dokuduğumuzu giydik.

Biz, bize gülenlere gülümseriz; ama onların kahkahalarına eşlik etmeyiz. Misafirlerimizi ağırlarız; ama gittiklerinde kendi gerçekliğimize döneriz. Tenimiz yumuşak ve narindir; ama kemiklerimiz meşe ağacının kökleri kadar serttir. Her duruma ayak uydururuz; ama kalplerimiz değişimden, ruhlarımız ise Allah’ın yakınlığından asla uzaklaşmaz.”

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
17.11.2024 Üsküdar

رسالة مفقودة عثر عليها، كانت جوابا عن سؤال وجه إليه ملخصه:-
“من أنتم..؟”

✍️فكتب جبران خليل جبران:-
“نحن أمة تحتضر ولا تموت، قد أحتضرت الف مرة ومرة ولم تمت، وستحتضر الف مرة ومرة وتظل حية، نحن شعوب تغلب وتخضع في ظاهرها، ولكنها تبقى ظافرة في طويتها، نحن الأقوياء بضعفنا، المنتصرون بإنكسارنا، نحن الذين نأكل قلوبنا طعاما ونشرب دموعنا خمرا غير أننا لا نلوي أعناقنا ولا نحول وجوهنا عن الكواكب.

نحن عقدة لم تحلها الأيام وستبقى غير محلولة، نحن باب ضاعت مفاتيحه وسنظل بابا موصدا يحجب وراء مصراعيه أسرار الأزمنة الغابرة واسرار الأزمنة الآتية، نحن نندب وفي ندبنا همس الحياة، وغيرنا يهلل وفي تهاليله تأوه الموت.

نحن صرخة تخترق غلاف الأثير، أما سوانا فضوضاء تزعج الهواء، تقلق الأزقة والشوارع.

نحن أغنية قديمة ترددها الذكرى كل صباح وكل مساء، أما غيرنا فلغط في لجة ولفظ في هاوية.

نحن جبل راسخ مقيم، أما سوانا فاشباح تأتي مع الظلام وتضمحل بإضمحلال الظلام.

نحن أمة قوية بضعفها، جليلة بأضمارها، تتكلم وهي صامتة وتعطي وهي تتسول، نحن حمل اجمة، أما عدونا فينظر إلينا من شاهق ثم يهبط ويقبض علينا بمخالبه وينهش أجسادنا بمنقاره مستطيبا طعمنا، ولكنه لا يستطيع ابتلاعنا ولن يستطيع ابتلاعنا.

نحن نسكن على ملتقى الطرق، فما مر بنا فاتح إلا وغرس السيوف في حدائقنا والرماح في حقولنا متوهما أنها ستنبت غارا يكلل بها رأسه، ولكنها لا تنبت سوى الشوك والحسك.
تقولون أننا فقراء محتاجون.
نعم، نحن فقراء لأننا لم نتعلم السرقة وفنون الإحتيال والغزو والنهب، فلم نحصد قط سوى ما زرعنا ولم نلبس سوى ما غزلنا.

نحن قوم نبتسم لمن يضحك لنا ولكننا لا نضحك معه، نحن قوم نتقلد ضيوفنا والوفود المبعوثة إلينا، ولكننا لا نلبث أن نعود إلى ما بنا عندما يرحلون عنا، ونحن قوم في جلودنا لين ونعومة، أما عظامنا فكثيفة كعروق السنديان، ونحن قوم نلبس لكل حالة لبوسها أما قلوبنا فتظل في مأمن من الأطوار والتطور، وأما ارواحنا فتظل في جوار الله”

Yeni Dünya Düzeni’nin İlk Tezahürü ..

Yeni Dünya Düzeninin İlk Tezahürü Arap Aleminde Görüldü.

Yıllardır Arap Ülkelerinde yeni bir dünya düzeninden bahsediyoruz, ancak son zamanlarda bu düzenin özellikle Arap aleminde ilk işaretleri görünmeye başladı. Öncelikle, 1987 yılından itibaren bugünlere kadar bu konuya dair birçok bilgi ve sızıntıdan bahsettiğimi söylemek isterim. Ancak şimdi, bu düzenin ilk müşahhas belirtilerinin ortaya çıktığını görüyoruz.

Geçmişte dile getirdiğim konuları yeniden hatırlatmak isterim ki olayları birbirine bağlayabilelim. 1980’lerde yayınladığım yazılarda, Batı Şeria’da Filistin meselesini kapatma amacıyla sahte bir barış sürecine gireceğimizi söylemiştim. 1982 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ile Amerika arasında yapılan anlaşma netti. Bu anlaşma, Yaser Arafat ile ABD temsilcisi arasında, Halil el-Vezir (Ebu Cihad) ve Salah Halef (Ebu İyad) huzurunda, Beyrut’tan Tunus’a çıkış sağlanarak Gazze ve Batı Şeria’da geçici bir özerklik düzenlemesini planlıyordu. Ancak Filistin Devleti’nin, Ürdün’ün doğusunda, 2024 yılından önce kurulmayacağını belirtiyordu. Bu anlaşma, Ebu Cihad ve Ebu İyad tarafından Tunus’ta reddedildi ve Filistin’de bir intifada başlatılmasına teşvik edildi. Bunun sonucunda, onları Tunus’ta fiziki olarak ortadan kaldırıldılar ve suikastların nasıl gerçekleştiği herkes tarafından biliniyor.

Yeni Dünya Düzeni ve Ürdün’ün Durumu
Ürdün’ün doğusuyla ilgili şu anki yeni gelişme, Batı Şeria’da demiryolu hattının batısı ve doğusunda iki özerk yönetim kurulmasıdır. Bu özerk yönetimler, Büyük İsrail Devleti olarak adlandırılan merkezi bir devlete bağlanacaktır. Bu nedenle, şu anda demiryolu hattının doğusunda “Yeni Amman” adı verilen bir başkent inşa edilmektedir. Ürdün ve Filistin halklarını tamamen kontrol altına almak için Ürdün’ün doğusundaki tüm kurumlar tasfiye edilmiş ve kimliği belirsiz kişilere satılmıştır. Ayrıca, su, elektrik ve iletişim gibi hayati kaynakların İsrail’e bağlanmasıyla, Ürdünlüler ve Filistinliler üzerinde tam bir kontrol sağlanmıştır.

ABD ile yapılan bir güvenlik anlaşması, Ürdün’ün doğusuna herhangi bir kısıtlama olmaksızın Amerikan askerlerinin girmesine izin veriyor. Görünüşte Amerikan güçleriyle yapılan bu anlaşma, gerçekte İsrail güçlerinin Ürdün’e girişini kontrolsüz hale getiriyor. Bu, Ürdünlüler ve Filistinliler üzerindeki kuşatmayı tamamlıyor. Bazı Arap unsurlar ve Ürdünlülerle Filistinliler arasında İsrail ile iş birliği yapanlar bu planı desteklemektedir.

1980’lerde, Ürdün’de büyük çaplı vatandaşlık değişikliklerinin gerçekleşeceğini ve bu durumun demografik yapıyı tamamen değiştireceğini dile getirmiştim. Ayrıca mevcut Ürdün devletinin sona ereceğini ve yerine hala net olmayan yeni bir devletin kurulacağını belirtmiştim. Bugün bu tahminlerim gerçekleşmeye başladı.

Arap Bölgesindeki Geniş Kapsamlı Planlar
Daha geniş bir çerçevede, Arap bölgesi genelinde büyük bir planın işaretlerini görüyoruz. 1948’de İsrail’in Arap topraklarına yerleştirilmesinin ardından, Güney Sudan’da bir Hristiyan yapı kuruldu. Şimdi ise Arap Yarımadası’nın hassas bölgelerine Arap olmayan yeni bir yapının yerleştirilmesi planlanıyor. Misal olarak, Dubai Emirliği’nin Birleşik Arap Emirlikleri’nden ayrılmasına yönelik planlar var. Bu konuyu Dr. Abdullah El-Nefisi, El-Cezire kanalında dile getirdi.

Bu plan, Dubai’deki çoğunlukla Arap olmayan nüfusun kendi kaderini tayin hakkını kullanmasını öngörüyor. Bununla birlikte, Dubai Emirliği Şeyhi’nin yerine yeni bir başkan yardımcısı atanması, bu olayın önümüzdeki yıllarda gerçekleşeceğinin bir göstergesi olabilir.

Küresel Güçlerin Hedefleri
Rusya ve Çin, Basra Körfezi’nde sıcak sulara ulaşmayı ve İpek Yolu fikrini yeniden canlandırmayı hedefliyor. Bu hedeflere ulaşmak için Çin, İran ve Körfez ülkeleri arasında uzlaşma sağladı. Ancak Körfez ülkelerinin çoğunun ABD yapımı olduğu gerçeğini gözden kaçırıyorlar. ABD, bu ülkelerin kontrolünü bırakmayı asla kabul etmeyecektir.

Sonuç:
Sonuç olarak, bölgede bir dünya savaşı hazırlığı yapıldığı görülüyor. Bu savaş, yeni devletlerin ve yeni konseptlerin ortaya çıkmasına yol açacak. Bu durum, görünürde Amerikan vesayeti altında, ancak gerçekte Siyonist kontrolünde bir düzen oluşturacaktır. Bölge halkı, bu planların merkezinin Arap toprakları olacağını ve yeni dünya düzeninin başkentinin Arap bölgesinde yer alacağını anlamalıdır.

Bu planların hayata geçmesi, Arap dünyası için acı ve karanlık bir gelecek demektir. Özellikle Ürdün ve Filistin halkları, bu planın kapısıdır. Eğer bu plan Ürdün’de başarıya ulaşırsa, diğer bölgelerde de aynı şekilde uygulanacaktır. Bu gerçekleşirse, bölgedeki hayat ve ölüm kavramları eşit hale gelecektir; çünkü hayatta kalanlar, onursuz bir yaşam süreceklerdir.

Son Söz
Acaba Arap dünyasında bu sözlerin farkına varabilecek ve bu planları engellemek veya en azından geciktirmek için harekete geçebilecek birileri var mı? Belki de gelecek nesiller için bir umut ışığı doğar.

Allah’ın selamı, rahmeti üzerinize olsun…
Şelaş Dari El-Hureyşa

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
17.11.2024 Üsküdar

الملامح الأوليه للنظام العالمي الجديد
بالمنطقه العربيه
منذ سنوات ونحن نتحدث عن نظام عالمي جديد بالمنطقه العربيه, لكن هذه الايام بدأت الملامح الاوليه له وخصوصاً بالمنطقه العربيه, في البدايه أود أن أقول للجميع أن هذه المعلومات والتسريبات, كنت قد تحدثت عنها منذ عام 1987 ولغاية اليوم, لكن الجديد بالموضوع هو ظهور البوادر الاولى لهذا النظام, وليسمح لي الجميع ان اتحدث عما قلته خلال السنين الطويله الماضيه, حتى نستطيع ربط المواضيع مع بعضها, كنت قد تحدثت ونشرت بثمانينات القرن الماضي, أننا مقبلين على سلام وهمي الهدف منه اغلاق ملف القضيه الفلسطينيه غرب نهر الاردن, كما قلت حينها ان الاتفاق مع منظمة التحرير الفلسطينيه عام 1982 والامريكان كان واضح المعالم, حيث اتفق كل من ياسر عرفات والمبعوث الامريكي حينها بحضور خليل الوزير ابو جهاد وصلاح خلف ابو اياد, على الخروج من بيروت الى تونس من اجل ترتيب الاوضاع لحكم ذاتي بغزه والضفه الغربيه مؤقتاً, لكن الدوله الفلسطينيه لن تقوم قبل عام 2024 ومقرها شرق النهر أي بالاردن, تم رفض هذا الاتفاق من المرحوم ابو جهاد والمرحوم ابو اياد فيما بعد بتونس وتم تشجيع قيام انتفاضه بفلسطين, لذلك تم تصفيتهم جسدياً بتونس والكل يعرف كيف تمت التصفيه, المستجد الجديد بما يخص شرق نهر الاردن الان هو, قيام حكمين ذاتيين غرب سكة القطار وشرق سكة القطار, يرتبط هذين الحكمين الذاتيين بدوله مركزيه هي دولة إسرائيل الكبرى, ولذلك يتم الان بناء عاصمه جديده شرق سكة القطار تسمى عمان الجديده, ومن اجل إتمام السيطره على الشعبين الاردني والفلسطيني, تم تصفية كل مؤسسات الاردن شرق النهر وبيعها لجهات غير معلومه, وأيضاً تم الاتفاق على ربط كل وسائل الحياه والعيش الكريم للشعبين بدولة إسرائيل الكبرى, لذلك تم الربط بموضوع المياه والكهرباء والاتصالات حتى تُحكم السيطره على الاردنيين والفلسطينيين, وأيضاُ تم التوقيع على اتفاقيه امنيه مع امريكا تبيح لها دخول شرق الاردن بدون اي قيود وكذلك اي قوات تريد تدخيلها للاردن, وهذه الاتفاقيه ظاهرياً مع الامريكان لكنها بحقيقة الامر تبيح دخول القوات الاسرائيليه للاردن بدون قيود او موافقات مسبقه, وبذلك يكتمل الطوق على الاردنيين والفلسطينيين, مع الاخذ بعين الاعتبار ان هناك جهات عربيه تدعم هذا المخطط وكذلك بعض الاردنيين والفلسطينيين, الذين ربطوا مصيرهم مع دولة الكيان الصهيوني, هذا جزء مما قلته بذلك الزمن يضاف انني قلت ان الاردن قبل عام 2024 شيئ وبعده شيئ أخر, لكن الاردنيين والفلسطينيين لم يسمعوا لنا بذلك الزمن, ومما قلته حينها بثمانينات القرن الماضي أننا مقبلين على عمليات تجنيس ضخمه تغير المعادله الديمغرافيه بالكامل بالداخل الاردني, وقلت أيضاُ ان الدوله الاردنيه الحاليه الى زوال وهناك دوله جديده لا نعرف معالمها حتى الان, هذا بعض ما قلته حينها لكن الملامح بدأت بالظهور الان,
هذا من ناحيه ومن ناحيه اخرى يتبين لنا ان المخطط الكبير يتجه لكل المناطق العربيه, فكما تم زرع دولة الكيان الصهيوني بالداخل العربي عام 1948, تم بعد ذلك زرع كيان مسيحي بجنوب السودان والان المؤشرات تشير لزرع كيان غير عربي بخاصرة الجزيره العربيه, هناك حديث عن فصل إمارة دبي عن دولة الامارات العربيه المتحده, وقد تحدث بهذا الموضوع الدكتور عبدالله النفيسي بقناة الجزيره, وهو اعطاء اهل الاماره بالغالبيه الغير عربيه حق الاستفتاء حول تقرير المصير, ولذلك تم تعيين نائب جديد لرئيس الدوله تمهيداً لهذا الحدث خلال السنوات القادمه بديلاً عن امير امارة دبي, فهناك مخططات مرعبه بالمنطقه تحدث ونحن غافلين عنها لسذاجتنا السياسيه, روسيا والصين يسعون للوصول للمياه الدافئه بمنطقة الخليج العربي, وكذلك يسعون لإحياء فكرة طريق الحرير, وهذا لن يكون إلا بمصالحه خليجيه ايرانيه وكذلك مصالحه خليجيه سوريه, وهذا ما سعت له الصين ونجحت لغاية الان بهذا الموضوع مرحلياً, لكن فاتها شيئ مهم ان منظومة دول الخليج مثل باقي اغلب المنطقه العربيه هي صناعه امريكيه بإمتياز, وامريكا متغلغله بكل مفاصل تلك الدول ولن تسمح بخروجها عن الوصايه الامريكيه مهما كان الثمن, وبالتالي اعتقد ان المسرح الان يتهياء لقيام حرب عالميه تعيد خلط الاوراق من جديد ينتج عنه دول جديده بمفاهيم جديده تحت الوصايه الامريكيه ظاهرياً ولكن بالحقيقه هي تحت الوصايه الصهيونيه, والشيئ الذي لا يدركه غالبيه ابناء المنطقه العربيه, أن الدوله العالميه القادمه ستكون عاصمتها الابديه حسب مفهومهم التلمودي بالمنطقه العربيه, وهذه العاصمه ستكون بالمثلث الذهبي حسب ما اطلقوا عليه هذا الاسم, وهذا المثلث يشمل البتراء الاردنيه ومدائن صالح السعوديه وطور سيناء المصريه, ولذلك سيتم إنشاء كنتون جديد أيضاً بالمنطقه وهذا الكنتون تحت مسمى ديني, وهو ما يطلقون عليه اسم الفاتكيان الاسلامي, يضع الحجاز تحت الاشراف الدولي وقياده جماعيه من جميع الدول الاسلاميه, لمنع التفكير بقيام دوله اسلاميه او خلافه اسلاميه بالمستقبل,
القادم مؤلم ومظلم وعلى العرب والمسلمين ان يأخذوا حذرهم من الأن حول مستقبلهم, وبالذات الشعبين الاردني والفلسطيني هم بوابة هذا المخطط ان نجح بالاردن نجح بباقي المناطق, وبالتالي بحال نجاحه تتساوى مفاهيم الحياه مع مفاهيم الموت بالمنطقه كلها, لأن من يكتب له الحياه سوف يعيش بالذل والهوان والفقر والجوع وبلا كرامه انسانيه, فهل هناك بالامه العربيه من يستوعب الكلام ويعمل لعرقلته او تأخيره على اقل تقدير, لعل الاجيال الاحقه تستطيع فعل شيئ بالمستقبل.
والسلام عليكم ورحمة الله وبركاته
شلاش ضاري الخريشه ….

Çağdaşlaşma Mâcerâmız

Prof. Dr. Mehmet MAKSUDOĞLU

Devlet-i ‘Aliyye-i Osmaniyye (Pek Yüce Osmanlı Devleti) 16. yüzyılda Yeryüzündeki En Büyük siyâsî, iktisâdî, ictimâîkuruluş idi, Şerîatla yönetiliyordu. Zamanla, insanlardaki İslâma bağlılık, İslâmı bilerek, duyarak, gereğince yaşamak duygusu zayıfladı. Mêmûr, hem oruç tuttu, namaz kıldı, 5 vakit -daha çok alışkanlıkla- namaz ibâdetini yerine getirdi, ammaaaa rüşvet aldı! “Rüşveti veren de alan da cehennemdedir!” Peygamber sözüne rağmen! Fuzûlî, Nişancı Paşa’ya yazdığı şikâyet mektubunda, kendisine bağlanan tahsîsâtı almağa gittiğinde uğradığı rezâleti anlatır: “Selâm verdim; ‘rüşvet değildir’ deyu almadılar” (‘almak’ işini, hep ‘rüşvetle yaptıkları için) “hüküm gösterdim; ‘Fâidesizdir’ deyû mültefit olmadılar” (faydasızdır, diye dönüp bakmadılar), Bu belâ, üstteki bürokratlara da bulaşmıştı, 1711 de Prut’ta kuşatılmış olan Rus ordusu, Baltacı’nın ve iki yardımcısının bu hastalığı yüzünden, “hediye” adı altında Martha Rabe(Sonradan Katerina)nin gönderdiği okkalı rüşvetle kurtulmuştu. Daha önce de, 1683 yılında Viyana’nın fethedilememiş olması da, üst düzey bürokratlardaki dünyalık düşkünlüğü yüzündendi: Kara Mustafa Paşa, hucûm etseydi, Viyana’yı alabilirdi, ama o zaman, askerin 3 gün yağma hakkı vardı, Devlet Hazînesine bir şey kalmayacaktı, teslîm olunca, her şey Devlet’in olacak, Sadrâzam, üst düzey aç gözlülere dağıtacağı hediyelerle, durumunu sağlamlaştıracaktı. Viyana’yı kuşatmış olan ordu bozulunca, iki üst düzey bürokrat, kendilerine makam yolu açılacak diye, sarayda, mendil çıkarıp oynamışlardı! Köprülü Mehemmed Paşa, sadrâzamlığa getirilirken o şartları (işine karışılmaması, hakkındaki şikâyetlerin dinlenmemesi, en ehemmiyetsiz tayin için aracı olunmaması) boşuna koşmamıştı. 

Avrupa’dakiler, bir yandan çalışarak sanayi devrimleri yaptılar, üretimi artırdılar, bir yandan da Yeryüzü’nün hemen her tarafına giderek oraları sömürge yaptılar, zenginliklerinin kaynağı, daha çok, sömürücülüktür; sömürgelerinde yeraltında, yerüstünde ne varsa, gasp edip kendi ülkelerine taşıdılar. Avrupa’lıya, “insanın hayvana baktığı gibi” bakmağa alışmış olan Osmanlı, bu yeni, çok değişik durum karşısında afalladı, şaşkınlığa uğradı, paniğe kapıldı.

Değişiklik gerekiyordu; bir şeyler yapılmalıydı. 1789 yılında tahta çıkan Üçüncü Selîm, örnek alınması düşünülen Avrupa’yı daha iyi tanıyabilmek için, Ebubekir Râtıb Efendi’yi Viyana’ya gönderdi. Çâreler aramakta olan SultânÜçüncü Selîm tahta çıkışının ikinci yılında, 1791yılında, 19 Türk ve 2 yabancıdan Devletin niçin eski gücünü kaybettiği, bu güce erişmek için şimdi nelerin yapılması gerektiği hakkında birer lâyiha (rapor) istedi. 21 lâyiha tek noktada birleşti: Devlet, eski gücünü kaybetmişti, müesseseleri bozulmuş veya işlemez hâle gelmişti, mutlaka ıslâhat lâzımdı. Ancak lâyıha sâhibleri çâre’de ayrılıyorlardı. Başlıca üç grup vardı:

1.“Osmanlı, mâzide cihân devletiydi, rakıybi de yoktu. O zaman bütün müesseseleri mükemmeldi. O müesseselere dönebilir, onları canlandırabilirsek, devlete eski kudretini iâde ederiz” görüşünde idiler.

2.“Avrupa bâzı bakımlardan bir müddetten beri bizden ileri gitti. Toplum düzenimizi bozmadan, acele etmeden, Avrupa’nın bizde olmayan tekniğini alalım. Zâten Avrupa ile aramızdaki mesafe ancak 30 yıldan beri açılmıştır. Hızla onlara yetişmemiz ve gene en büyük devlet olmamız mümkündür” diyorlardı. Bu görüştekilerin ne kadar haklı ve isâbetli olduğunun canlı örneği Japonya’dır. “Toplum yapısını değiştirmeden, sâdece tekniği almak” gerekiyordu! 

3. “Avrupa’nın bizi geçtiği ortadadır. Bu düzene devâm edersek, her sahada bizi geçecektir. Biz de düzen değiştirip onlara yetişelim. Bizim aklımız onlardan eksik, zekâmız geri midir?” diyorlardı.

Düzeni değiştirmek isteyen radikaller ise panik havası içindeydiler ve işin kolayına kaçma eğilimi gösteriyorlardı: yakın geçmişte, iyileşme için düzen değişikliğine, sosyalizme bel bağlayan okur-yazarlarımız gibi… bilinmeyen yeniliğin çekiciliği de işin cabası…

***

“Sultân Üçüncü Selîm, 21 lâyihayı okudu ve kararını verdi: üçüncü şık uygulanacaktı, düzen değişecekti, adını da buldu: Nizâm-ı Cedîd (Yeni Düzen). Devletin bünyesinin, yapısının değiştirilmesinin sonuçları HİÇ HESAPLANMADI, öngörülemedi. 24 Şubat 1793’de Nizâm-ı Cedîd rejimi resmen bir hatt-ı hümâyûn ile ilân edildi.

Sultân  Selîm, yeniliğe ordudan başlamak gereğini biliyordu. Yeniçerilere dokunmadan, onların tepkisini çekmeden, yeni bir ordu kurmağa girişti. Bu ordudaki asker, esnaflıkla uğraşmayacak, disiplinli olacak, milletine ve subayına silâh çekmeyecekti. “Kanûnî devrindeki disiplini hâiz bir ordu, ama asrın tekniği ile de mücehhez olacaktı. Avrupa’dan subaylar, mühendisler, denizciler getirildi. Avrupa kıyâfetinden mülhem üniformalar giydirildi.”

Asla unutulmaması gereken, tekrar tekrar hatırlamamızda, hatırlatılmasında kesin zaruret olan konu şudur ki: kültür istilâsı, askerî işgalden çok daha vahîm, çürütücü, mahvedici bir belâdır, gönüllü köleliktir. Düşman askerleri bir ülkeyi işgal ederse, çok büyük fedâkârlıklar, kayıplar pahasına da olsa, o ülke, düşman işgalinden eninde sonunda kurtulur: Fransa’nın 1830 yılında işgal ettiği Cezâyir, bir milyon şehîd vererek 1962 yılında işgalden kurtulmuş, bağımsız olmuştur. Rusya’nın, sonra Amerika’nin işgal ettiği Afganistan, işgalden kurtulmuştur. Afgan halkı, “modernleşiyoruz” diyerek kendi benliğinden uzaklaşmadığı için bu mücadeleyi yürütebilmiştir.

Osmanlı’da, kültür istilâsı böylece, Devlet eliyle, farkına varılmadan, başlatılmış oluyor. Pâdişâh’ın iyi niyetine, gayretine söylenecek söz yok: Asker, en yeni yöntemlere göre yetiştirilir, askerin eline en yeni, en etkili silâhlar verilir, asker, en sıkı disiplinle eğitilir; Ancak, görünüşte de onlar gibi olmak mecbûriyeti nereden geliyor? Üniformadan etkilenmek, kültür istilâsının başlangıcı oluyor. İkinci Dünya Harbi başlarında Alman işgaline uğrayan Fransa için direniş hareketlerini düzenleyen De Gaulle müttefiklerin donattığı Fransız askerlerinin kepindeki ponpon eksik olmayacak, dye uğraşıyordu: Fransız askerinin görünüşünde de eksiklik olmasın diye çabalıyordu: lüzumsuz bir çaba mı idi?

Bu anlayış ve tutum devâm ederken Sultân İkinci Mahmûd’un, Petersburg büyükelçiliğinden kapdân-ı deryâolarak İstanbul’a gelen damadı Müşir Halîl Rif‘at Paşa’nın; “Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmeye mecburuz” demesi, padişâhı, bu değişiklik işlerinde daha şiddetli davranmaya teşvik etti.

Halîl Rif‘at Paşa, herhâlde, teknikte, sanayide Avrupa’daki devletler gibi olmayı, o seviyeye gelmeyi kasdediyordu. Ama, Osmanlı Devleti, kendi dinamiklerini (özgüven, İslâm’a bağlılık, cihâd rûhu, dürüstlük, fedakârlık, çalışkanlık, araştırma cehdi) harekete geçirmek yerine, görünüş konularına eğildi: askerlikle ilgili okullara ağırlık verilmesi, Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliyye-i Askeriyye-i Şâhâne’nin açılması gibi gerekli işler yanında Batı musikisi, piyano, bando, orkestra, tiyatro, opera Osmanlı toplumuna girdi. Eskiden beri bunlar mevcûddu ama, Avrupalılar tarafından icrâ olunurdu. Şimdi, devletin resmî müesseseleri hâline getirildi. Bu okullarda da, Fransızca ders kitaplarının Osmanlı Türkçesine çevrilip, öğretimin Fransızca yerine Türkçe yapılması düşünülmedi. İlimde ilerleyelim derken, kültür istilâsına zemîn hazırladık. Apaçık bilinen bir GERÇEK şudur ki: ancak SÖMÜRGE ÜLKELERİNDE başka bir milletin (emperyalistin) diliyle öğretim yapılır. Almanya’da, Fransa’da öğretim dili olarak İngilizcenin kullanıldığı bir yüksek okul, üniversite var mıdır? İngiltere’de, Almanca veya Fransızca’nın öğretim dili olarak kullanıldığı yüksek okul veya üniversite düşünülebilir mi?

3 mart 1829 kıyâfet kanûnu, askerî ve ilmiyye sınıfının üniformaları dışındaki mülkiye sınıfı için Avrupâî kıyafet düzenliyordu. Pâdişâh dâhil, asker ve ulemâ’dan olmayan her devlet me’mûru ceket, pantolon, fes giyecekti. Sarık ve cübbe’yi ancak ilmiyye mensubları taşıyabileceklerdi. Devlet adamlarının hepsi, pâdişâh ile aynı görüşte değildi. Ancak korkularından ses çıkaramıyorlardı. Halk da bu inkılâbların lüzumuna inanmamıştı. İkinci Mahmûd’a “gâvur pâdişâh” denmeye başlandı. Aynı zamanda, bütün Müslümanlar için Halîfe olan, günde 40 rek‘at namaz kılmak durumunda olan Pâdişâh’ın, ve günde 40 rek‘at namaz kılmak durumunda olan devlet görevlilerinin pantalon giyme mecbûriyetine ne buyrulur? Kültür İstilâsı böyle korkunç, fecî, tiksindirici, çürütücü bir olaydır, bir fenomendir!

Halbuki; Avrupa için zifîrî karanlık Ortaçağ’da (395-1453) Medeniyet İslâm Dünyâsında idi ve Avrupa’ya Palermo-İtalya ve Endelüs/İspanya yoluyla geçti. Avrupalılar, gerekeni; Arap rakamlarını, sıfırı (sıfr/zero/chifre) aldılar: Arap/Kur’ân yazısını almadılar. (Avrupa’da daha önce kullanılan Roma rakamlarıyla {I, II, III, IV, V, VI, VII, VIII, IX, X, XI, XII, L, C, D} dört işlemi yapmayı bir deneyin bakalım! Meselâ 1071 i 1453 le çarpın! veya 2025  ten 1826 yı çıkarın!) Müslümanları GÖRÜNÜŞTE TAKLİD EDEREK “çağdaşlaşıyoruz” DİYE KENDİLERİNİ ALDATMADILAR.

TANZÎMÂT   1839

Tanzîmâtı ilân eden Abdulmecîd, 16 yaşında idi, Mustafa Reşîd Paşa, “Tanzîmât’ın hayâtî bir zarûret olduğunu genç pâdişâha gizli görüşmelerle anlatmış“ idi. Sömürgeci İngiltere, o kadar çok ülkeyi zapt etmiş, türlü entrika ve zulümlerle egemenlik kurmuştu ki, topraklarında güneş batmayan imparatorluk olmuştu. Aslında, Mason Mustafa Reşid Paşa’nın yaptığı, İngiliz Efendisinin, kendisine verdiği maddeleri genç, toy Abdülmecid’e ilân ettirmekten ibârettir. Sonra da, Osmanlı târihindeki bu en büyük kırılma, bu ülke çocuklarına, yetişmekte olan öğrencilere, “büyük, ileri atılım” diye öğretilmiştir. “Aydın” denilen, öyle sanılan diplomalılarımızın ezici çoğunluğu, hâlâ olan bitenin farkında değildir: Tanzimât ve tamamlayıcı deprem Islâhât, örtülü sömürge hâline getirilişimizin köşe taşlarıdır. Türkiye, son birkaç yıldır BAĞIMSIZLIK SAVAŞI vermektedir ve diplomalılarımızın pek çoğu bunun farklında bile değildir.

***

1856 yılında ilân edilen İslâhât’la, CİZYE kaldırıldı, gâvura gâvur demek yasak edildi.  Fethedilen, İslâm hâkimiyetine alınan bölgedeki halk, İslâm’a girmeyip de Hristiyan olarak kalmak istediğinde, Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki buyruğu uyarınca cizye öderdi: Tevbe Sûresi (9) âyet: 29. Kendilerine Kitab verilenlerden; Allah’a, Âhiret Günü’ne inanmayan, Allah’ın ve Rasûlü’nün harâm ettiği şeyleri harâm saymayan, Hak (olan İslâm) dînini kendine dîn edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.

Cizye, başka vergilere benzemez: sembolik değeri vardır.

Daha önce Osmanlı aydınının ikinci dili Arapça iken, ikinci dil Fransızca olmuştur. Ayrıca Edebiyat alanında Osmanlı aydını için Fars edebiyâtı örnek iken artık Fransız edebiyâtı örnek olmuş, Fransızca eserlerin tercümesi de çoğalmaya başlamıştır.

Tanzimât Fermânının verdiği imkânla, azınlıklar ekonomik alanda kuvvetlendiler. Yabancı sermâyenin memlekete serbestçe girmesi ve onları koruması, ticaret işlerinin ellerine geçmesine sebep oldu.

İçimizdeki hâlâ uyan(a)mayanlar, bu, düşünme özürlü ‘çağdaşlar’ üstelik, kendilerinden farklı düşünenleri de suçlarlar, okulda kafalarına doldurulanla yetinerek ‘imâlât, ürün’ kalmayı mârifet, ilericilik sanırlar.

Okul kitapları, hâkim olan o zihniyetle yazıldığı için, Tanzîmât ve Islâhât, “ileri atılım hareketleri” olarak anlatılır; atlımla ilgisi olmayıp, boynunu boyunduruğa uzatma, teslimiyet hareketleridir.

***

Derken Avrupa’da Nasyonalizm hareketi ile İtalya ve Almanya Birlikleri kuruldu. 

Nation’un, üzerinde anlaşılmış bir tarifi yok, ona girmeyelim.

Tamâmen siyâsî bir kavram olarak üretilen nasyonalizm (ki dinde yer yoktur) bize gelirken, boy abdesti aldırıldı, temizlendi: “kavmiyetçilik” diye tercüme etmedik; Arapların DOĞRU olarak yaptıkları gibi. Yüzyıllarca, bir Avrupa’lı, Fas’ta veya İsfahan’da (Osmanlı hududu dışında) Müslüman olduğunda, onun için “Türk oldu” denildi, İslâmı Türkler temsil ettiği için. Kişi Müslüman olunca da, mücâdelede, tabiî olarak Türk’ün yanında yer alacaktı. Böyle, 1000 yıldır İslâm’la yoğrulmuş, şahsiyeti öyle teşekkül etmiş Türklerin devleti olan Osmanlı’ya, Nationalizm girerken, kendiliğinden, çok tabiî olarak “Milliyetçilik” diye girdi. Millet: ‘din’ demektir. Türk Milliyetçiliğinde, İslâm, esas unsurlardan biridir. İslâmdan sıyrılmış Türk, suyu sıkılıp çıkarılmış, posası kakmış portakaldan farksızdır. Tamam, Müslüman bir ferd, Ümmetin bir unsurudur, ama, günümüzde bile, İslâm ümmetinin lideri diye Türkiye’ye bakılmaktadır. Türk sözünden rahatsız olanların, İslâm şemsiyesi altında azınlık kavmiyetçiliği hastalıkları vardır, bunu da unutmayalım. İslâmcı-Türkçü çatışması, düşüncesizliktir, ahmaklıktır. Son zamanlarda köpürtülen İslâm öncesi Türklük, millet vicdanında karşılığı, sıkleti olmayan, garnitür kabilinden bir olaydır. Tamam, Türk, köklü, tarihte çok büyük yeri olan millettir, tarihten Türk çıkarılırsa, tarih diye bir şey kalmaz, bunu en çok Avrupa’lılar bilir, dile getirir; ne yapalım yâni, bozkır hayatına mı dönelim? Günümüz medeniyet savaşında, İslâm, en sağlam temeldir. Bu arada, kendini Türk hissetmeyen Müslüman da, “atalarım Osmanlı sâyesinde İslâmla şereflenmişler, ben de kendimi böyle, Müslüman bir çevrede buldum, bahtiyarım” diyerek, en azından, vefa duygusuyla Türke muhabbet beslemeli, Türk’ün İslâm konusundaki dertlerine ortak ve destek olmalıdır; belli sebeplerle İslâm câhili bırakılıp Türkçülüğe sarılmış gençlerle uğraşmak, akıl kârı değildir. Türkiye’de yalnız kripto yahudiler yok; Müslümanlık şemsiyesi altında Türke karşı olan, kendini başka ırktan gören, yanlış yapanlar da var. Bu tutumun altında hased var, bencillik var. “Ben Türküm” diyen Müslümanın yanında, “Ben de şuyum, buyum” diyebilir, (İslâm ümmeti içinde birçok kavim vardır, normaldir) diyebilir ama, bir eksiklik hisseder. Ne yapalım? Osmanlı sâyesinde Müslüman olmuş kardeşlerimizin torunları, eksiklik duyar, diye Türk olduğumuzu söylemeyecek miyiz? Türklük söylemini öne çıkaranları, yine Türkler uyarır, onları hizaya yine Türkler getirir. Başka ırktan, kavimden olup da Türkçeyi benimsemiş, Müslümanca yaşayan akıllı uslu çok kardeşimiz var, onların Türklükle hiçbir meselesi de yok. Akıllı, mâkul insan böyle yapar. Adam Türkçe konuşuyorsa, çocuğu okula gidip Türkçe öğreniyorsa, artık bu vatandaşlar Türktür, soyları falanca kavimden inmiş, olabilir, o, tatlı bir hâtıra olarak kalır.

***

Osmanlı’nın son zamanlarında, kendi değerlerimize dönüş hengâmında, nasyonalizm, boy abdesti aldırılarak, “milliyetçilk” olarak da revâç buldu. Osmanlı’nın Hristiyan teb’ası, nasyonalizm’i kullanıp Osmanlı Devleti’nden koptu. Bu arada Leon Kahun adlı Osmanlı vatandaşı Yahudi, Gök Bayrak başlıklı kitap yazdı, İslâmSIZ Türkçülük yaptı. Munis Tekinalp adını kullanan, böylece Türk olduğu zannedilen diğer bir Yahudi, Moiz Kohen de Türkçülük yaptı. Bu yahudiler kültürlü (çağdaş Batı kültürü tabii) bilgili, ve çok etkili idiler. Başka yahudiler de Arap ülkelerinde Arapçılık yaptı. Böylece, İslâmın iki büyük kavmi, birbirinden ayrı oluyordu, karşılıklı YANLIŞ öğretimlerle de birbirlerine düşman yapılamasalar bile, arada soğukluk oluyordu. Türksüz, Arap elinde kalmış bir Filistin, Yahudi için çok daha iyi idi. Filistin konusunda direnen Abdülhamîd Han, bunun için liderleri mason olan İttihad Terakki kullanılarak devrilmişti.

İkinci Meşrûtiyet zamanında 3 ana akım hâkim oldu: İslâmcılık, Batıcılık, Türkçülük. İttihad Terakki, Türkçülüğü de denediği için, günümüzde bazı Türkçüler, bu partiyi milliyetçi zannetmekte devam ederler.  Türkçülüğünde şüphe olmayan Alpaslan Türkeş’in şu sözü onları uyandırmağa yetmez: “İttihad Terakki, iyi diyorsunuz da, bir, bu partinin iktidara geldiği zamanki sınırlarımızı düşünün, bir de sonunda geldiğimiz sınırları görün (sınırlarımız 20 kat küçülmüştü).

İkinci Meşrutiyet döneminde ve daha sonra, Cumhuriyet yıllarında Munis Tekinalp çok etkili oldu: başta fransızca olmak üzere, birkaç yabancı dil biliyordu ve Türklük adına yazılar yazıyor, aydın tabakayı yönlendiriyordu, Ziya Gökalp’in yakın arkadaşı idi. (Google’da Moiz Kohen yazın, sonra da orada, Çandarlıoğlunun yazdıklarını okuyun, iyi olur). Moiz Kohen, Türklük adına yapılan, aslında Batıcılık olan, milleti kendi değerlerinden uzaklaştıran ideolojinin beyni olmuştur:

                                                                                      Moiz Kohen (Munis Tekinalp)

Rahmetli Alev Alatlı Hanım, İmam-Hatip veya İlâhiyât mezunu değildi, Kur’ân kursu öğrencisi de olmadı, her hangibir İslâmî cemâate de katılmadı., Bir subay kızı idi, Atatürk’e rahmet dilenmesini isterdi, Japonya’da büyümüş, okumuş, Amerika’da okumuş, birkaç yabancı dil bilen bir entelektüel idi. 

Alev Alatlı’nın bu beyânı, aslında her şeyi, içine sokulduğumuz durumu çok güzel açıklıyor. Okul kitaplarımızı hangi emperyalist zihniyet, sömürgesindeki okullardakine benzer şekilde hazırlatmış, 3 nesil, 4 nesil böylece nasıl kendi değerlerine yabancı olarak imâl edilmiş, çok güzel anlatıyor. Yapılanlar, tam da yahudi’nin işine gelen işler. Munis Tekinalp Fransa’da 1961 yılında öldü. Cenâzesi sinagog’tan kaldırıldı. 

Yine onun soyundan geldiği anlaşılan İlhan Tekinalp Türkiye’de öldü, Milliyet gazetesinde çıkan ölüm ilânında “Büyük Türk Milliyetçisi” olduğu belirtiliyordu, eşinin adının Lydia olduğuna, (diğer yakınları da öyle) dikkat edenler, cenazesinin İstanbul’daki bir sinagog’tankaldırıldığını okuyanlar, Yahudi olduğunu fark etmişlerdir. (İlhan Tekinalp (1926, Muğla – 21 Ocak 1996), Türk siyasetçidir. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Serbest Avukatlık, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (12. ve 13.) iki dönem Muğla Milletvekilliği yapmıştır.) 

Yüz yıllar boyunca, bir Avrupa’lı, Fas’ta ve İsfahan’da (Osmanlı ülkesi dışında) İslâm  Dinini seçip benimsediğinde, onun için “Müslüman oldu” DEMEZLERDİ, “Türk oldu” DERLERDİ, Türk, İslâm’la öylesine özleştiği için. İslâm hakkında “Arap kültürü” falan diye saçmalayanların üstadları, akıl hocaları bu Yahudiler olsa gerek. Bir de iyi niyetli Türkçülerin, okuma ve düşünme özürlü bazıları bu işin farkında değil, görünüyor.        

Türkçülük, Türk milletinin değerlerine bağlılık, Türk Diline, Türk Tarihine bilinçle yaklaşma, ülke bütünlüğü hassâsiyeti, Türkiyemizin ve Türklüğün hayat ve Beka sigortasıdır, elbette mühimdir, çok gereklidir; ancak, araya girmiş olan bazı değişik, aykırı tiplerin ve yaptıklarının -günümüze kadar gelen etkilerinin– farkında olmak gerekir; son yüz yılımızdaki değişikliklerin, tam da Moiz Kohen’in ideologluğunu yaptığı işler olduğunu öğrenmemiş olan, BİLMEYEN, bunun  bilincine varamayan bir çok diplomalımız, o çizilen yörüngede devam eder, gider.

15 Kasım 2024

İyi ve Sâlih İnsanların Derecesi

İyi ve Salih İnsanların Derecelerini Öğrenelim

İnsanlara faydalı olmak ve hayır işleri yapmak, cennete girmenin sebeplerinden biridir. Bu, Allah Teâlâ’nın sevdiği, yapan kişiyi yücelttiği amellerdendir. İbn Teymiyye (ra) şöyle der:
“Kim ebrar (iyi ve erdemli kimseler) derecesine ulaşmayı ve iyilere benzemeyi arzu ediyorsa, her gün güneş doğduğunda Allah’ın kolaylaştırdığı işlerle insanlara faydalı olmayı niyet etsin. Helal olanı alarak, haram olandan uzak durarak Allah’a itaat etsin ve elinden geldiğince şüpheli şeylerden sakınsın.”
(İman el-Evsat: İbn Teymiyye)

Bir amel için gerekli olan şartları ise Abdullah bin Abbas (ra) şu sözleriyle belirtmiştir:
“Bir amel ancak üç şartla tamamlanır: Aceleyle yapmak, küçümsemek ve gizlemek. Çünkü aceleyle yapılırsa bereketlenir, küçümsenirse büyür ve gizlenirse kemale erer.”

Sahabeden ve selefi salihinden, insanlara faydalı olma konusunda, bazı sözler:
1. Hakim bin Hizam (ra) şöyle demiştir:
“Kapımda bir ihtiyaç sahibi olmadığında bunu, Allah’tan ecir beklediğim musibetlerden biri olarak görürüm.”
(Siyer A’lam en-Nübelâ: Zehebi)
2. Ata bin Ebi Rebah (ra) şöyle demiştir:
“Kardeşlerinizi üç günden sonra kontrol edin; eğer hastalar ise ziyaret edin, meşgullerse yardım edin, unuttularsa hatırlatın.”
(İhya Ulumuddin: Gazali)
3. Hasan bin Sehl (ra), bir adamın bir ihtiyacını karşılayıp teşekkür ettiğinde şöyle der:
“Bize neden teşekkür ediyorsun? Biz makamımızın zekâtı olduğunu düşünüyoruz; tıpkı malın zekâtı olduğu gibi.”
(Adab eş-Şeria: İbn Muflih el-Hanbeli)
4. Hasan el-Basri (ra) şöyle der:
“Bir kardeşimin ihtiyacını gidermem, benim için iki ay itikafta kalmaktan daha sevimlidir.”
(Kadâ el-Hâcât: İbn Ebi Dünya)
5. Ubeydullah bin Abbas (ra), yeğenine şöyle demiştir:
“En değerli bağış, insanın istemeden önce verdiği şeydir. Eğer istemişse, ona verdiğin şey onun yüzünü kurtarmak için verdiğin bir bedeldir.”
(Kadâ el-Hâcât: İbn Ebi Dünya)
6. Abdullah bin Cafer (ra) şöyle demiştir:
“Cömert kişi, bir kimse istemeden önce veren kişidir; çünkü istemek, insanın yüzünü ortaya koymasıyla olur ve bu, onun için en zor olan şeydir.”
(Kadâ el-Hâcât: İbn Ebi Dünya)
7. Tavus bin Keysân (ra) şöyle der:
“Allah bir kula nimet verdiğinde ve insanların ihtiyaçlarını onun eliyle gidermesini nasip ettiğinde, eğer sabreder ve dayanırsa nimet devam eder; aksi takdirde o nimet zayi olur.”
(Kadâ el-Hâcât: İbn Ebi Dünya)
8. Mutarrif bin Abdullah bin eş-Şahir (ra), bir arkadaşına şöyle der:
“Eğer benden bir şey isteyeceksen, bunu bana sözle söyleme. Bir kağıda yaz ve bana uzat. Çünkü yüzünde talebin ezikliğini görmek istemem.”
(al-Kanaa vel-Taaffüf: İbn Ebi Dünya)
9. Esma bin Harice (ra) şöyle demiştir:
“Hiç kimseyi azarlamadım ve bir istekte bulunanı geri çevirmedim. Çünkü istekte bulunan kişi ya cömerttir, ihtiyaç nedeniyle istemiştir, onun ihtiyacını gidermek benim görevimdir; ya da cimridir, ona vermekle kendimi korumuş olurum.”
(Kadâ el-Hâcât: İbn Ebi Dünya)
10. Muhammed bin Vasî’ (ra) şöyle der:
“Karşılayabileceğim bir ihtiyacı olan birini asla geri çevirmem, gerekirse malımın tamamı gider.”
(Kadâ el-Hâcât: İbn Ebi Dünya)
11. Muhammed bin Nadr el-Harisî (ra) şöyle der:
“Mürüvvetin (asaletin) başlangıcı güler yüz, ikinci aşaması insanlara sevgi, üçüncüsü ise ihtiyaçlarını gidermektir. Kendi erdemlerini kaybeden kimseye, atalarının erdemi fayda vermez.”
(al-Mucâlese ve Cevahir el-İlm: Ebu Bekr ed-Dinuri)
12. Muhammed bin al-Münkedir (ra) şöyle der:
“Dünyanın lezzetlerinden geriye sadece kardeşlerin ihtiyaçlarını gidermek kaldı.”
(Adabü’s-Suhbe: Ebu Abdurrahman es-Sülemî)
13. Osman bin Vakid el-Umrî (ra) şöyle demiştir:
“Muhammed bin al-Münkedir’e, ‘Dünyadan seni en çok sevindiren şey nedir?’ diye sordular. O şöyle cevap verdi: ‘Bir müminin kalbine sevinç yerleştirmektir.’”
(Kadâ el-Hâcât: İbn Ebi Dünya)

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
16.11.2024 Üsküdar

درجة الأبرار الأخيار

السعى الى أعمال الخير ونفع الناس من أسباب دخول الجنة، و من الأعمال التى يحبّها الله سبحانه وتعالى، ويرفع درجة عاملها، يقول ابن تيمية -رحمه الله-: “ومن أحب أن يلحق بدرجة الأبرار، ويتشبه بالأخيار، فلينوِ في كل يوم تطلع فيه الشمس نفع الخلق، فيما يسَّر الله من مصالحهم على يديه، وليطع الله في أخذ ما حل، وترك ما حرم، وليتورع عن الشبهات ما استطاع”
(الإيمان الأوسط: ابن تيمية)

ويُشترط في العمل شروط ذكرها عبد الله بن عباس -رضي الله عنهما- في قوله: “لا يتم العمل إلا بثلاث.. تعجيله وتصغيره وستره فإنه إذا عجله هنَّأه وإذا صغَّره عظمه وإذا ستره تممه.”

و نذكر هنا بعض أقوال السلف الصالح في نفع الناس:

1- قال حكيم بن حزام -رضي الله عنه-: “ما أصبحت وليس ببابي صاحب حاجة، إلا علمت أنها من المصائب التي أسأل الله الأجرَ عليها”
(سير أعلام النبلاء: للذهبي).

2- وقال عطاء بن أبي رباح -رحمه الله-: “تفقَّدوا إخوانكم بعد ثلاث، فإن كانوا مرضى فعودوهم، أو مشاغيل فأعينوهم، أو كانوا نسوا فذكِّروهم” (إحياء علوم الدين: للغزالي).

3- جاء رجل إلى الحسن بن سهل -رحمه الله- يستشفع به في حاجة فقضاها، فأقبل الرجل يشكره، فقال له الحسن بن سهل: “علامَ تشكرنا ونحن نرى أن للجاه زكاةً كما أن للمال زكاةً؟!” (الآداب الشرعية: لابن مفلح الحنبلي).

4- وقال الحسن البصري -رحمه الله-: “لأن أقضي لأخ لي حاجةً أحب إليّ من أن أعتكف شهرين”
(قضاء الحوائج: لابن أبي الدنيا).

5- وقال عبيدالله بن العباس -رحمه الله- لابن أخيه: “إن أفضل العطية ما أعطيت الرجل قبل المسألة، فإذا سألك فإنما تعطيه ثمن وجهه حين بذَله إليك”
(قضاء الحوائج:لابن أبي الدنيا).

6- وقال عبدالله بن جعفر -رحمه الله-: “ليس الجوَاد الذي يعطيك بعد المسألة، ولكن الجواد الذي يبتدئ؛ لأن ما يبذله إليك من وجهه أشدُّ عليه مما يُعطى عليه”
(قضاء الحوائج: لابن أبي الدنيا).

7- قال طاوس بن كيسان -رحمه الله-: “إذا أنعم الله على عبد نعمةً، ثم جعل إليه حوائج الناس؛ فإن احتمل وصبَر، وإلا عرض تلك النعمة للزوال” (قضاء الحوائج: لابن أبي الدنيا).

8- قال مطرف بن عبدالله بن الشِّخير -رحمه الله- لصاحب له: “إذا كانت لك إلي حاجة، فلا تكلمني فيها، ولكن اكتبها في رقعة، ثم ارفعها إلي، فإني أكره أن أرى في وجهك ذلَّ المسألة
(القناعة والتعفف: لابن أبي الدنيا).

9- قال أسماء بن خارجة -رحمه الله-: ما شتمتُ أحدًا قط، ولا رددتُ سائلًا قط؛ لأنه إنما كان يسألني أحد رجلين: إما كريم أصابته خصاصة وحاجة، فأنا أحق مَن سدَّ مِن خَلَّته، وإعانته على حاجته، وإما لئيم أَفدي عرضي منه، وإنما يشتمني أحد رجلين: إما كريم كانت منه زلة أو هفوة، فأنا أحق مَن غفَرها، وأخَذ بالفضل عليه فيها، وإما لئيم فلم أكن لأجعل عرضي إليه” (قضاء الحوائج: لابن أبي الدنيا).

10- وقال محمد بن واسع -رحمه الله-: “ما رددت أحدًا عن حاجة أقدر على قضائها، ولو كان فيها ذَهاب مالي” (قضاء الحوائج: لابن أبي الدنيا).

11- وقال محمد بن النضر الحارثي -رحمه الله-: “أول المُروءة طلاقة الوجه، والثاني التودد إلى الناس، والثالث قضاء الحوائج، ومن فاته حسب نفسه، لم ينفعه حسب أبيه (يريد الدين)” (المجالسة وجواهر العلم: لأبي بكر الدينوري).

12- وقال محمد بن المنكدر -رحمه الله-: “لم يبق من لذة الدنيا إلا قضاء حوائج الإخوان”
(آداب الصحبة: لأبي عبدالرحمن السلمي).

13- وقال عثمان بن واقد العمري -رحمه الله-: “قيل لمحمد بن المنكدر: أي الدنيا أعجب إليك؟ قال: إدخال السرور على المؤمن”
(قضاء الحوائج: لابن أبي الدنيا).

Sünnilere Uygulanan Soykırım

Eşi Görülmemiş Bir Sünni Soykırımı

Suriye ve Irak’ta yüz binlerce Sünni öldürüldü, milyonlarca Sünni yerinden edildi. Halep, Humus, İdlib, Felluce, Ramadi, Tikrit ve diğer şehirler harabeye döndü; bunların hepsi Sünni şehirleri.

Sünni savaşçılar arasında “Yezid Ordusu” ya da “Muaviye Ordusu” gibi isimler yok. Öte yandan “İmam Taburları,” “Ebu’l-Fadl el-Abbas,” “Zeynebiler,” “Hüseyin Taburları,” türbe savunma orduları, “Mehdi Ordusu,” “al-Kerrar Ordusu,” “Muhtar Ordusu” gibi gruplar mevcut. Ancak tüm bu gerçeklere rağmen “Müfrid Sünniler” ve “Sünni Mezhepçiler” terimleri kullanılırken, “Şii Köktenciler” ya da “Şii Teröristler” gibi ifadeler kullanılmıyor.

Bir kez daha söylemeliyiz ki, İran tarafından desteklenen on binlerce mezhepçi milis Suriye, Irak ve Yemen’de işlenen öldürme ve yerinden etme suçlarına ortaktır.

Belgeler, şahitler ve belgeler ile doğrulanmış bir “Sünni Soykırımı” yaşanıyor; dünya çapında, bu korkunç soykırımı inkâr etmek için yoğun bir gayret harcanıyor.

Bunca netliğe rağmen dünya, “terörizmin Sünni olduğunu” iddia ediyor. Sünni olarak görülen İŞİD’in eylemlerini bahane ederek tüm Sünnileri terörist ilan ediyor; halbuki dünya üzerindeki tüm Sünni liderler bu örgütün eylemlerini reddetmiş, Sünniler de ilk kurbanları olmuştur.

Bugün dünyada “Allah-u Ekber” ifadesini bir Sünni söylediğinde terörizm olarak kabul ediliyor; fakat aynı sözü bir Şii söylediğinde terörizm sayılmıyor, hatta bu ifade ile bir mezhepçi milis şii, elektrikli testereyle bir kurbanın başını kesse bile.

Bugün bize düşen, gerçeği söyleme sorumluluğudur. Gerçek güneş gibi ortadadır; dolambaçsız, ikiyüzlülük olmadan, saptırmadan.

Sünniler, İran’ın milisleri, “azınlıklar ittifakı” ve Batı’daki belirli çevreler tarafından hedef alınmaktadır.

İran’ın milislerinin dini ideolojisi, 21. yüzyılın “Şiilerin Yüzyılı” olduğu inancına dayanır. 20. yüzyıl “Şiilerin yükseliş yüzyılı” idi ve bugün bu ideoloji, emperyalist hedeflerle hareket eden bir devlet tarafından yönlendiriliyor.

Diğer “azınlıklar” ise Sünnilere karşı duydukları “Sünni korkusu” veya “Sünnifobi” ile hareket ediyorlar. Tarihi ve kültürel olarak yüklü geçmişleri ve fırsatçılık duygusu ile, tarihi yüklerin etkisinde kalıyorlar.

Batı ise tarihi düşman olarak gördüğü ya da kabul ettiği “Sünni İslamı” bir tehdit olarak algılıyor. Sünni İslam, modern Batı sömürgeciliğine karşı özgürlük mücadelesine, Haçlı seferlerine karşı direnişe, Irak’ı Perslerden, Şam’ı Romalılardan kurtarma savaşlarına öncülük etti; İspanya’dan Orta Asya’ya kadar uzandı. Bu, Akdeniz’in kuzey kıyısındaki medeniyetin kültürel karşıtı ve tarihi muadili olan İslam’dır.

Bugün Sünnilerin, bu gerçeklerle yüzleşmesi ve onlarla başa çıkması gerekiyor. İslam’ın ana gövdesi, en büyük kitlesi ve damarları olduklarını bilmeleri gerek.

Bu da onların, saflarını birleştirmesini, anlaşmazlıklarını ertelemesini ve Doğu’da azınlıkların üstün tutulması yönünde Batı ve İran’ın girişimlerine karşı coğrafi, tarihi ve demografik yapının korunmasına yönelik bir strateji geliştirmesini gerektirir.

Görev zordur ve karşılaşma çoğunlukla askeri olmayacaktır; kimse tarihin gerçeklerini değiştiremeyeceğini veya coğrafyanın derslerini bozamayacağını düşünmelidir.

Bu bölgeye birçok kez saldırı ve işgal yaşandı, hırs ve açgözlülükle hareket eden komutanlar ve askerler geldi, ancak bölge halkı her seferinde daha güçlü ve parlak bir şekilde yeniden doğdu.

Bize sadece manevi olarak yenilmemek düşüyor; Allah’ın izniyle bir mucize gerçekleşecek.

Muhammed Cümeyh
(Yemenli Yazar)

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
15.11.2024 Üsküdar

هولوكوست سني غير مسبوق

‏مئات آلاف القتلى في سوريا والعراق من السنة، ملايين المهجرين من سوريا والعراق هم من السنة.
‏المدن المدمرة في سوريا والعراق هي حلب وحمص وإدلب والفلوجة والرمادي وتكريت، ووو…
‏هذه مدن السنة.

‏لا يوجد من الفصائل السنية المقاتلة “جيش يزيد،” أو “جيش معاوية،” ولكن يوجد بالمقابل “كتائب الإمام،” و“أبو الفضل العباس،” والزينبيات، و“كتائب الحسين،” وجيوش الدفاع عن المراقد، و “جيش المهدي،” و“جيش الكرار،” و“جيش المختار،” والحبل على الجرار.
‏ومع كل تلك الحقائق، توجد مصطلحات “متشددون سنة،” “طائفيون سنة،” ولا وجود لمصطلح “أصوليون شيعة،” “أو إرهابيون شيعة.”

‏نعود لنقول: عشرات آلاف المقاتلين الطائفيين المدعومين من إيران هم شركاء في جرائم القتل والتهجير، في سوريا والعراق واليمن.

‏هناك “هولوكوست سني” بامتياز، موثق، بشهود، وأدلة، وبراهين، وحيثيات، وهناك تزوير عالمي، ومحاولات مستميتة لإنكار هذا الهولوكوست الرهيب الذي يجري تحت سمع العالم وبصره.

‏وبعد كل هذا الجلاء، كل هذا الوضوح، كل هذا الـ “هولوكوست السني،” يقول العالم إن “الإرهاب سني!” مستغلاً حماقات “داعش” المحسوب على السنة، رغم أن كل مراجع السنة في العالم أنكرت أفعاله، ورغم أن السنة أول ضحاياه.

‏العالم اليوم يسمع كلمة “الله أكبر،” فإذا قالها “سني” عدت إرهاباً، وإذا قالها “شيعي،” فليست بإرهاب، حتى لو قيلت أثناء قطع رقبة ضحية بمنشار كهربائي تمسك به يد مقاتل طائفي جلبته إيران إلى سوريا من خارجها.

‏علينا اليوم مسؤولية قول الحقيقة.
‏الحقيقة واضحة وضوح الشمس.
‏بلا مواربة، ولا نفاق، ولا تزييف.

‏السنة مستهدفون من مليشيات إيران، ومن “تحالف الأقليات،” ومن دوائر عالمية في الغرب.

‏مليشيات إيران لها آيديولوجيتها الدينية التي ترى أن القرن الحادي والعشرين هو “عصر الشيعة،” كما كان القرن العشرين، هو “عصر ظهور الشيعة،” وهم يعملون عليها بتوجيه من دولة إمبريالية يدفعها طموحها القومي الإمبراطوري إلى الهاوية.

‏وأما “الأقليات” الأخرى، فهي مسكونة بـ “فوبيا السنة،” أو ما يمكن تسميته “سنوفوبيا،” محملة بخلفيات تاريخية وثقافية مشحونة، ومندفعة بغرائز اهتبال الفرصة تارة، والذاكرة المثقلة تارات.

‏وأما الغرب فهو يرى الخطر كامناً في عدوه التاريخي، أو من يرى أنه عدو تاريخي متمثل في “الإسلام السني،” الذي قاد معارك التحرر ضد الاستعمار الغربي الحديث، وقاد معارك المقاومة ضد الهجمات الصليبية في العصور الوسطى، وقاد معارك تحرير العراق من الفرس، والشام من الروم، وامتد إلى أسبانيا وآسيا الوسطى، الإسلام الذي يمثل “المقابل الحضاري،” و“الند التاريخي” لحضارة الضفة الشمالية للأبيض المتوسط.
‏على -السنة اليوم- مواجهة هذه الحقائق والتعامل معها.

‏عليهم إدراك أنهم جسد الإسلام الأكبر، وكتلته الأشمل، ونسغه الممتد.

‏يقتضي ذلك توحيد صفوفهم، وتأجيل خلافاتهم، وبناء استراتيجة شاملة لمواجهة التحديات المحدقة، التي تتمثل في محاولات غربية إيرانية لتغليب الأقلية في الشرق، من أجل نقض التاريخ، وتفتيت الجغرافيا، وقلب الواقع الديمغرافي للشرق الأوسط.

‏المهمة صعبة، والمواجهة ليست عسكرية في مجملها، وواهم من يظن أنه سيغير حقائق التاريخ، أو ينقض دروس الجغرافيا.

‏مرت على هذه المنطقة غزوات وحملات، وأطماع وقادة وجنود، كلهم ذهبوا، وخرج أهل المنطقة من كل محنة أكثر قوة وإشراقاً.

‏يلزمنا فقط ألا ننهزم روحياً، وستحدث المعجزة إن شاء الله.

‏⁧ محمد جميح⁩ كاتب يمني

Paşa Cumhuriyeti ..

Karar gazetesi yazarı Salih Cenap Baydar’ın yazısı…

Mustafa Kamal, tarihimizde önemli bir rol oynamış bir asker, sonra ülkemizin geçmişine damgasını vurmuş önemli bir siyasetçidir.
Ama son tahlilde siyasetçidir.

Bir parti başkanıdır.
İktidarı elde ettikten sonra İttihat ve Terakki Fırkasının reform programını uygulamış,

III. Selim ve
II. Mahmud’la başlayan batılılaşma, modernleşme çabalarını yoğunlaştırmış, Tek adam olmanın verdiği imkanlarla reform programını radikal şekilde uygulama şansı elde etmiştir.
Bu reformlar arasında eleştirilebilecek olanlar da söz konusudur.
Ama daha çok tartışma yaratan, onun ülkeyi yönetme tarzıdır.
Her siyasetçi gibi politikalarını benimseyenler ve doğru bulmayanlar da vardır.
Fakat kendisi özellikle mutlak gücü elde ettikten sonra muhaliflerine, politikalarını benimsemeyenlere itiraz etme şansı vermemiştir.
Muhalefet partilerine hayat hakkı tanımamıştır.
Kendisininkilere karşıt ya da alternatif fikir üretme potansiyeli taşıyan dernekleri bile kapattırmıştır.
Bundan feministinden liberaline, İslamcısından, masonuna, komünistine kadar herkes payını almıştır.
Basın hürriyetini tamamen ortadan kaldırmış, 1925‘te her türlü basın yayın organını tek başına vereceği bir kararla kapatma yetkisini kendisine veren takrir-i sükun kanunu çıkartmış, ülkede kendi görüşlerine aykırı herhangi bir fikrin yayınlanmasına müsaade etmemiştir.
Demokrasiyi Osmanlı’da olduğundan bile geri götürmüş, iktidara geldikten sonra özgür bir seçim yapılmasına müsaade etmemiş.
Daha sonra Kaddafi, Saddam, Esad gibi liderlerde göreceğimiz üzere tek adam/tek parti olarak girip güya yüzde yüz oyla seçildiği göstermelik seçimler yaptırmıştır.
(Bilmeyenler için: Osmanlı’da ilk Demokratik seçimler Mustafa Kemal’in doğmasından dört sene önce 1877’de yapılmıştı. Cumhuriyetin kurulmasından önce 1908, 1912, 1914, 1919 ve 1920’de de seçim sandıkları kurulmuştu.)
Bütün gücü avucunda tuttuğu halde, hayatı boyunca başka partilerin de girebileceği,
her partinin özgürce fikirlerinin propagandasını yapabileceği, tüm partiler arasında eşit şartlarda gerçekleşecek bir seçim yapmayı göze alamamıştır.
Milletvekili olacak kişileri kendisi masa başında kendi seçmiş, parti içinde bile bir Demokratik sürece müsaade etmemiştir.
Ülkeyi iktidarı boyunca devamlı demir yumrukla yönetmiş,
yargı bağımsızlığını, kuvvetler ayrılığı prensibini,
denetim mekanizmalarını ortadan kaldırmış, hiçbir muhalif sese tahammül edememiş,
rakiplerini ortadan kaldırtmış, sürgüne göndermiş, hapse attırmıştır. Bunların arasında yola beraber çıktığı, Milli mücadeleyi beraber yürüttüğü Ali Şükrü Bey, Hüseyin Avni Bey, Mehmet Akif Ersoy, Kazım Karabekir, Halide Edip Adıvar, Ziya Hurşit Bey, İsmail Canbulat gibi isimler vardır.
Devlet ihalelerini açık, şeffaf şekilde yapmamış, kendi çevresindeki müteahhitlere vermiştir.
Kendisi de ülkenin en zengin sanayicisi,
banka ve çiftlik sahibi olarak hayata gözlerini yummuştur.
Hayatı müddetince bütün bunları eleştirebilecek bir basın bulunmadığı, öldükten sonra da
(dünyada eşi benzeri olmayan, hukukun temel prensiplerine aykırı olarak)
çıkarılan bir uyduruk koruma kanunla eleştirilerin önüne geçildiği için adeta dokunulmazlık kazanmıştır.
Bu eleştiriler dile getirilebilir hale geldiğinde, onu yaptıklarını tam da bilmeden sevenlerin ileri sürdüğü argüman
“o zamanın şartları öyle olmasını gerektiriyordu” olmaktadır. Fakat bu argüman her siyasetçinin taraftarlarının bir takım yanlışları meşrulaştırmak, rasyonalize etmek için başvurdukları oldukça çürük bir argümandır. Buna göre bugün kızdığımız her lider de “içinde bulunduğumuz zamanın ve verdiğimiz mücadelenin olağanüstü şartları bunları yapmamızı meşru kılıyor”
gibi saçmasapan bir argümanın arkasına sığınabilir.
Şimdi insanlar hasretle…
diye paylaşımlar yapıyorlar.
Ben çok merak ediyorum neye hasret duyuyorlar.
Özgürlüklerinin kısıtlanmasına mı,
denetimsiz bir iktidara mı,
susturulmuş bir basına mı,
hapse atılan muhaliflere mi,
tamamen tek bir adamın emrinde bir yargıya mı?…
İnsanoğlu pek garip bir varlık…

Yazıyı Paylaşanın Notu: 👇

Bu Cumhuriyet farklı, buna “Paşa Cumhuriyeti” derler.
Bu Dönemi Özleyenler:

  • Rakı İçme Özgürlüğünü,
  • ⁠Entrika Özgürlüğünü,
  • ⁠Hırsızlık ve Talan Özgürlüğünü,
  • ⁠Osmanlıya Sövme Özgürlüğünü,
  • ⁠Kadınları Sömürme Özgürlüğünü,
  • ⁠Fuhuş Özgürlüğünü,
  • ⁠Batı esaretini,
  • ⁠Kısacası İslamdan Tamamen Kurtulmayı, Batı Esaretini Garanti Etmeyi Özlüyorlar. Bu Özgürlükleri kaybetme endişesinden tamamen kurtulmak istiyorlar. Senin özgürlüklerin onların umrunda bile değil. Biz bunu hala anlayamadık mı? 13.11.2024 OF
    Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Amsterdam Olaylarının İçyüzü ..

Bir İsrailli Araştırmacı Amsterdam’da Yaşananların Gerçeğini Anlatıyor: Dünyada Yahudilere Karşı Yükselen Daha Fazla Şiddete Şahit Olacağız

Nasıra – “el-Kuds el-Arabi”:

İsrail radyosu, bugün pazartesi sabahı yaptığı yayında, Hollanda’daki kamuoyunun İsrail’e yönelik tutumunun değişmesinden dolayı İsrail’in resmi makamlarının hayal kırıklığı yaşadığını bildirdi. Son saatlerde baskın olan görüş, Amsterdam’da birkaç gün önce yaşanan saldırılarda Maccabi Tel Aviv taraftarlarının kışkırtıcı davranışlarının rol oynadığı yönünde.

Dünden itibaren medyada, Hollanda’daki kamuoyunun İsrailli taraftarların davranışlarını ve olaylarla ilişkisini tartıştığı haberleri yer alırken, İsrail’in saldırıların Yahudi karşıtı ve antisemit bir nefretle önceden planlandığı yönündeki iddiasına karşı çıkılıyor.

Öte yandan, İsrail medyasındaki bazı gazeteciler, bu genel kanaatin dışında görüşlerini dile getiriyor. “Haaretz” gazetesinden gazeteci Gideon Levy, “Ne kadar da küstahız… Öldürüyoruz, eziyoruz ve kovuyoruz, sonra da dünyanın bize olan nefretine şaşırıyoruz,” ifadelerini kullandı. Ona, “Yediot Ahronot” gazetesinin siyasi yorumcusu Shimon Shiffer, Amsterdam’ın tüm dünyaya yansıdığını söyleyerek benzer bir bakış açısıyla eşlik etti.

Bugün Hollanda konusunda uzmanlaşmış İsrailli bir araştırmacı, şiddete gerek olmadığını ancak İsraillilere hitaben, “Amsterdam’da Araplara ölüm çağrısı yaparken ne olmasını bekliyordunuz?” diye sorarak tepki gösterdi.

Başlayan mı Suçlu?

“Yediot Ahronot” gazetesinde yayımlanan bir makalede, eski gazeteci ve İsrailli araştırmacı Yardin Scoop bu konuya dikkat çekti. Scoop, “Bizim açımızdan olay perşembe günü başlamadı; çarşamba gününden beri Maccabi Tel Aviv taraftarlarının Amsterdam sokaklarında yüksek sesle ırkçı tezahüratlar yaptığını, evlerin duvarlarına tırmandıklarını ve Filistin bayraklarını yırttıklarını izledim. Utançtan donup kaldım ve korktum,” dedi. Scoop, 7 Ekim olaylarından sonra Amsterdam’daki ortak yaşamın da karmaşık bir hal aldığını belirterek, Müslüman çoğunluklu bir mahallede yaşayan Yahudi bir göçmen olarak Müslüman ve Hristiyan komşularını sevdiğini ve antisemit bir tavırla karşılaşmadığını ifade etti. İsrailli arkadaşlarıyla şehirde vakit geçirirken İbraniceyi gizleme ihtiyacı duymadığını söyledi. Ancak Hollanda’da aşırı sağ hükümetin iktidara gelmesiyle etnik gerilimlerin arttığını ve İsrail’den futbol taraftarlarının nefret dolu davranışlarını buraya taşımalarını istemediğini dile getirdi.
Araştırmacı, cuma sabahı uyandığında İsrail’deki arkadaşlarından ve aile üyelerinden endişeli mesajlar aldığını ve onlara Amsterdam’da olup bitenleri sormaya başladıklarını söyledi. Bu durumu şöyle anlattı: “Haber sitelerine göz attığımda başlıkların bir önceki gece şehirde antisemit bir katliam yaşandığını yazdığını gördüm, bu beni şaşırtmadı. Herkesi iyi olduğum konusunda rahatlattım ve onlara çarşamba akşamından videolar gönderdim. Bu videolarda Maccabi taraftarlarının Amsterdam’ın merkezindeki evlere tırmandığı, Filistin bayrağını yırttığı, ‘İsrail ordusu kazansın, Müslümanları yok edeceğiz’ diye bağırdığı görülüyordu. İsrail’deki arkadaşlarım bu duruma şaşırdı, çünkü İsrail medyası durumu, maçı izleyen masum Yahudilerin, aniden onlara saldıran kötü niyetli Faslılar tarafından hedef alındığı şeklinde yansıtmıştı. Üzgünüm ama olaylara baktığımda, perşembe gecesi olanlar masum insanlara yönelik bir antisemit katliam olarak sınıflandırılamaz; bu, ziyaretçilerin gereksiz kışkırtmaları karşısında şehir sakinlerinin bir tepkisiydi.”

Scoop, şiddete karşı olduğunu ve Müslüman mahalle sakinlerinin İsrailli futbol taraftarlarına saldırmamaları gerektiğini, ancak İsrailli taraftarların da şehirde evlerin duvarlarına tırmanarak İsrail’den ithal ettikleri ırkçı sloganları atmaları veya Dam Meydanı’nda büyük bir gösteri düzenleyerek havai fişeklerle Arapları Gazze’de öldürmeye teşvik eden pankartlar açmamaları gerektiğini ifade etti. Amsterdam’da Arap ve Müslümanların nüfusun yaklaşık %12’sini oluşturduğunu ve İsrailli taraftarların şehre “Araplara ölüm” sloganları atarak ve Gazze’de öldürülen çocuklarla alay ederek geldiklerini belirtti. Scoop, “Bir Avrupa takımının taraftarları Tel Aviv veya Kudüs’e gelip sokaklarda Yahudilere ölüm sloganları atsa ve Holokost’ta ölen çocuklarla alay etse, İsrailliler buna tepkisiz kalır mıydı? Gençlerden oluşan gruplar bu kişilere saldırmaz mıydı?” diye sordu.

Hollanda Polisi

Scoop’a göre daha ciddi bir konu, Hollanda polisinin çarşamba günü İsrailli taraftarların şiddet dolu davranışlarına göz yummasıydı. “Bu taraftarlara yabancı bir şehirde ırkçı sloganlar atıp özel mülklere zarar vermeleri için neden dokunulmazlık verildi? Bu yasal mı? Belki de polis İsrailli taraftarların davranışlarına uygun bir cevap verseydi, saldırıya uğrayan Faslı sakinler kendilerini harekete geçmek zorunda hissetmezlerdi” diye ekledi.

Scoop, Avrupa’da yaşayan bir Yahudi olarak endişelendiği bir diğer konunun ise antisemitizm kavramının araçsallaştırılması olduğunu belirtti. Bu konuda şunları söyledi: “Evet, dünyada antisemitizm hala var ve birinin yerde yatıp ‘Yahudi değilim’ diye bağırarak tekmelendiğini görmek, Holokost ve katliamlardan kalan kolektif Yahudi hafızasında duygusal bir tepki yaratabilir. Ancak bu Holokost değil, bir katliam da değil; iki tarafın da karıştığı bir isyan. Yabancı bir ülkeden gelen, düzeni bozan ve yerel halka saygısızlık eden Yahudi İsrailliler ile yıllardır sistemin kendilerine ayrımcılık yaptığını düşünen yerel Araplar arasında geçti ve polis, kendilerini kışkırtan ve saldıranları yasaların sonuçlarından tamamen muaf tuttu.”

Sorumlu Kim?

İsrailli araştırmacı, durumdan sorumlu olanların sadece İsrailli taraftarlar değil, aynı zamanda onların davranışlarına karşı sessiz kalan yerel siyasetçiler olduğunu belirtti. Bu siyasetçilerin, kendilerini seçen ve hizmet etmeleri gereken vatandaşları savunmak yerine, aslında bir tavır aldıklarını ifade etti. Araştırmacıya göre, hem İsraillilerin hem de Hollandalı Arapların şiddetini kınayan bir açıklama yapılması gerekirdi.

Araştırmacı şöyle ekledi: “Amsterdam’da bir vatandaş olarak, İsrailli taraftarların şiddetinden ve şehirde düzensizliğe sebep olmalarından endişe duydum ve bu durumla ilgilenilmemesi yerel yönetimin bir başarısızlığıdır. Bunun yanı sıra, antisemitizm ifadesinin bu olayları tanımlamak için aceleci ve rastgele bir şekilde kullanılmasının, gerçekten antisemit saldırılara maruz kalan masum Yahudilere karşı olan inandırıcılığımızı zedelemesinden endişe ediyorum.”

Antisemitizmin siyasi amaçla kullanılmasına karşı uyarıda bulunan Scoop, sözlerini şöyle tamamladı: “Önümüzdeki yıllarda, yurt dışında Yahudilere karşı sağcı siyasi gruplardan daha fazla şiddet göreceğimizi düşünüyorum. Bu kelimeler İsrail’de artık boş gelmeye başlamış olabilir, ancak bir sorumluluğumuz var ve bu sorumluluğu üstlenmeliyiz. Amsterdam halkı sokaklarda rastgele Yahudileri arayıp onlara saldırmıyor. Tüm yıl boyunca Amsterdam’ın merkezinde İbranice konuşan binlerce İsrailli turist duymam, İsraillilerin normal şartlarda Amsterdam’da kendilerini tehlikede hissetmediklerini ispatlıyor.”

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
12.11.2024 OF


Konu hakkında ayrıntı merak edenler aşağıdaki yazıyı okuyabilir: 👇

Amsterdam’ın Gazabı… Gazze Katliamının Yansımaları ve Daha Büyükleri Kapıda!

Amsterdam sokaklarında İsrailli taraftarların bir futbol maçının ardından bazı Filistin bayraklarını yırtmalarının ardından gelen çatışmalar, münferit bir olay veya geçici bir durum olarak değerlendirilemez. Aksine, bu olay çeşitli yönlere anlamlı mesajlar veren ve güçlü işaretler sunan bir gelişmedir.

Bu Filistin bayrağına sahip çıkan taraftarların çoğunun Arap veya Kuzey Afrika asıllı olduğu düşünülebilir. Ancak, genel olarak Batılı kamuoyunun İsrail’e duyduğu sempati, Gazze’deki katliam ve direnişin ardından belirgin bir şekilde azalmıştır. On yıllardır Holokost ile bağlantılı olarak Batı toplumlarında medya ve siyasi araçlarla güçlendirilen İsrail’e olan sempati, Gazze’de yaşanan günlük trajedileri gören Batılıların gözünde değişmeye başlamıştır.

Tepkilerini ortaya koyan öfkeli insanlar bir futbol maçındaki taraftarlardı. Eğer bu öfke ve gerilim sıradan taraftarlar arasında bu denli yoğun yaşanıyorsa, Arap ve İslam dünyasındaki entelektüel, dini ve üniversite çevrelerindeki duyguların ne derece güçlü olduğu düşünülebilir.

Şüphesiz Amsterdam’daki bu mesaj, İsrail’le normalleşme sürecine giren ya da Bob Woodward’ın geçen ay yayımlanan “Savaş” adlı kitabında konumlarına değindiği Arap yönetimlerini de sarsacaktır. Bu yönetimlerin en büyük korkusu, güvenlik güçleri, ordu ve istihbarat içerisindeki unsurların öfke duygularıyla dolup taşmasıdır.

İsrailliler, artık işgal altındaki Filistin topraklarında veya başka herhangi bir yerde kendilerini güvende hissedemez hale geldiler. Amsterdam sokaklarında ve daha önce Amerikan üniversitelerinde gördüğümüz dünya çapındaki öfke dalgası, İsraillilerin gittikleri her yerde peşlerini bırakmayacaktır. Hatırlanabileceği gibi, kısa süre önce Kosta Rika’da bir çete tarafından elleri kolları bağlanan İsrailli turistlerin görüntüleri, İsrail işgal güçlerinin Filistinli mahkumlara uyguladığı muameleyi hatırlatarak İsraillilere dünya çapında karşılaşabilecekleri sürprizleri yeniden düşündürmektedir.

Bu olayın, işgal yetkililerini endişelendiren yanı, beklenmedik bir anda gerçekleşmiş olması ve özellikle İsrailli kamuoyunun toplandığı maçlar, konserler veya Siyonist etkinliklerde benzerlerinin ilham verici olma potansiyelidir. Bu durum, İsrail’in güvenlik ve itibar açısından endişelerini artırırken, uluslararası arenada imajını ve gücünü yıpratmaktadır.

Bu olay, İspanyol hükümetinin İsrail’e gitmekte olan iki geminin silah taşıdığı şüphesiyle Algeciras Limanı’na yanaşmasına izin vermemesiyle aynı zamana denk geldi. İspanya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, Madrid hükümetinin söz konusu gemilere izin vermeyeceğini açıkladı. Bu durum, İsrail’in Avrupa ve dünya çapındaki itibarının kötüleştiğine işaret etmektedir. Ayrıca, bir ay önce Nikaragua, İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü “vahşi soykırım” nedeniyle diplomatik ilişkilerini kestiğini duyurmuştu.

Amsterdam, İspanya ve aynı gün yaşanan diğer gelişmeler, Gazze’deki kuşatma altındaki Filistinlilere, 13 aydan uzun süredir devam eden soykırıma karşı direnmeye devam ettiklerini ve dünyada yankı uyandırdıklarını gösteren moral verici bir mesaj olarak değerlendirilebilir.

Yasir Sadettin

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
09.11.2024 OF

Tercüme Edilen Haberin Arapça Aslı İçin: 👇
https://www.alquds.co.uk/باحثة-إسرائيلية-تروي-حقيقة-ما-جرى-في-أم/

19 SORU 19 CEVAP ..

Aşağıdaki mesajı 2-3 seneden beri mesajlaşmayı sürdürdüğümüz Em. Albay Hüseyin Akkaya Bey 09.11.2024 tarihinde bana yollayıp nasıl cevap vereceğimi merak etmiş. 👇 Ahmet Ziya İbrahimoğlu

HOCALARIN DİKKATİNE

Sayın hocalara öğrenmek istediğim birkaç soruyu sormak istiyorum.
S1- Kitabımızı yetersiz görüp peygamberimizin sözleri diye birçok uydurma bilgilerle kuranı açıklamaya çalışmak ne kadar doğru? Tanrı kitap yazmada yetersiz mi kalmıştır?

C1- Hz. Muhammed (s.a.v) peygamberlerin sonuncusu, ona indirilen Kur’an’ı Kerim de ilahi kitapların sonuncusudur. Bu sebeple Kur’anı Kerim kıyametin kopuşuna kadar geçecek süre içerisinde, bütün zaman ve mekânlarda ihtiyaçlara cevap verebilecek bir niteliğe sahiptir. (En’âm Süresi 38)

Hayatın tamamına Şamil olan bir kitabın, konuların tamamının ayrıntısına yer vermesi bir çok açıdan mümkün değildir. Eğer her konunun uygulama şekli ve ayrıntılarına yer verilecek olsa yüzlerce ciltlik bir kitap ortaya çıkar ki ne ezberlenmesi ne de korunması insan gücü ve iradesinin hacmine sığar? Ayrıca Kur’anı Kerim’de zikredilen ilmi hakikatlerin bir kısmı ilim ve teknolojinin gelişmesine paralel olarak anlaşılması kolaylaşacak bir tedrici gerektirir.
Bu ve benzeri bir çok sebeple Kur’anı Kerim, Peygamber uygulaması ve izahını gerekli ve zaruri kılmıştır. Peygamber söz ve davranışları, hiç bir ilme nasip olmayacak kadar ciddi, sağlam ve titiz bir anlayışla kaydedilmiştir. Eğer Hadis ilmine itirazı makul ve mantıklı kabül edecek olursak ortada ne ilim kalır, ne de tarih. Anayasa ve kanunları doğru yorumlayacak hukuk ilmi ve kültürü gerekli olduğu gibi Kur’anı ve Sünneti doğru anlayacak ve şerh edecek alimlerin olması da gerekli ve zaruridir. Hiç bir ilim adamının Anayasa ve kanunları kendi keyfi anlayış ve çıkarına göre yorumlaması makul ve muteber kabül edilemeyeceği gibi hiç bir alimin de usül ve esaslara aykırı olacak bir şekilde Kur’anı ve Sünneti anlaması veya yorumlaması mümkün değildir. Böyle bir iddia, İslamın kaynağı kabül edilen ilimlerin esas ve usülünden haberdar olmayan kişilerin vehimlerinden ibaret bir iddia olur. Bu sebeple Yaratıcımız olan Allah’ın bütün beşeriyete gönderdiği son kitabını kıyamete kadar bütün ihtiyaçlara cevap verecek mahiyette, ilim ve teknolojinin gelişmesi ile öğrenme ihtiyacını giderecek zenginlikte göndermiştir. Bu zenginlik bazen mücmel olmayı gerektiyorsa, mücmelleri açmak ve yorulmak da bir ihtiyaç haline gelir. Allah (cc) kitabında her şeyi beyan etmeye muktedir olsa da beşer aklı her şeyi anlamaya muktedir değildir. İnsan aklı ve ilmi devamlı gelişmeye ve olgunlaşmaya açıktır. Kur’an’ı Kerim de bu gelişme ve olgunlaşmaya ışık tutacak zenginlik ve hacme sahiptir. Nitekim denizler alemindeki hikmet ve inceliklere işaret eden Kur’anı Kerimin ilgili ayetlerini ancak 20. Asırda Kaptan Cousteau gibi ilim adamları doğru anlayıp doğru yorumlayabilmiştir. Zannedildiği gibi Kur’anı Kerim sadece Dini veya Ahlaki konuları ihtiva eden bir kitap değildir; hayatın bütününe şamil kurallar ihtiva eden bir hayat kitabıdır. Dolayesiyle bütün konularını din görevlileri veya İlahiyatçı olarak isimlendirilen kişilerin anlaması veya izah etmesi söz konusu olmadığı gibi mümkün de değildir. Bu gerçeği bir çok aydın geçinen Türkün bilmediğini de bildiğim için bu ayrıntılara girme ihtiyacı hissettim.

S2- İslamiyet ”birlik beraberlik dini’‘ diye biliyoruz. Öyleyse İslamiyet’te neden ayrıştırıcı özelliği taşıyan mezhepte ısrar ediyorsunuz. Bu bir kafirlik değil midir?

C2- İslam Fıkhı Mezhepleri asla ayrıştırıcı özellik taşımaz. Temel esaslarda birbirini nakzeden görüşler ortaya koymayan bu mezhepler, usül ve esaslar dahilinde hayatı ve uygulamayı kolaylaştıran farklı yorumları ile müslümanların hayatını fikren zenginleştiren, fiilen kolaylaştıran bir yapıya sahiptirler. Fıkıh mezheplerinin hiç biri, Kur’an ve Sünnete aykırı bir hüküm ihdas edemez; fikir beyan edemez. Sadece Kur’an ve Sünnet ışığında fer’i konuların çerçevesini çizip yorum yapabilirler.

S3- Siz imamların menfaati yüzünden 1450 senedir biz dinimizi hala anlayamadık, öğrenemedik. Bunu engellemeye devam edecek misiniz?

C3- İslam Dinini doğru anlamanızı hiç bir imam engelleyemez; engellemesi mümkün de değildir. Çünkü İslamda ruhban veya din adamı sınıfı yoktur. Bilen ve bilmeyen vardır. İttihatçıların hakim olduğu dönemden günümüze kadar İslam Dinini öğrenmekle ilgili bir çok engeller olduğu doğrudur fakat bu engellerin hiç biri İmamlarla ilgili değildir. Bilindiği gibi 115 yıllık bu dönemde takriben 30 yıla yakın bir süre dini okullar kapatıldığı gibi Kur’an öğretim ve eğitimi de yasaklanmıştır; cenaze namazı kıldıracak insanlar bulunamaz hale gelmiştir. Bu kadar uzun süre tıp fakülteleri kapatılmış olsa, kasaplar hekimlik yapmak zorunda kalmaz mı? Kaldıki sadece dini okullar kapatılmakla da iktifa edilmedi; bizleri Kur’an kültüründen uzaklaştıran dil kültürü ve harf değişikliği de yapıldığı için hala dinimizi doğru öğrenme konusunda yeterli bir ortam oluşturabilmiş değiliz. İmamlarımızı yeterli görmüyorsanız bunun faturasını 115 yıllık ittihatçı zihniyete sormak ve onlara kesmek zorundasınız. Böyle yapmak bilinçli sorgulama yapmanın gereği olması gerekmez mi?

S4- Biz herkese Arapçayı öğretemeyeceğimize göre kuranı Türkçeye çevirip ibadetlerimizi Türkçe yapmamız gerekmiyor yor mu? Bu konunun önemli olduğunu millete neden anlatmıyorsunuz?

C4-İslam Dini sadece Türkler için gönderilmiş bir din değildir; bütün insanlığa gönderilmiş bir dindir. Bu sebeple Allah evrensel olan son dini için, en uygun ve en zengin olarak yarattığı Arapçayı seçmiştir. Başka bir dili seçmiş olması benzer itiraz ve beklentileri ortan kaldırmayacağı, her kavim kendi dili için böyle bir beklentiyi dillendirebileceği izahtan varestedir. İslam dinini yaşamak için herkesin Arapça öğrenmek zorunluluğu olmadığı gibi böyle bir ihtiyaç da söz konusu değildir. Kur’anı Kerim okumayı öğrenmek ve ibadetlerde okunması zaruri olan süreleri ezberlemek için, vasat zeka sahiplerinin sadece 10 gün ayırması yeterlidir. Evrensel olan bir dinin evrensel olan şeair ve sembollerini o dine mensup olanlar benimseyip yaşamakla ortak bir kültür oluşturmuş olabilirler. Müslümanlar arası birlik ve dayanışmanın zemini de ancak böyle kolaylaştırılmış olabilir. Ayrıştırmanın zararından şikayet edip ızdırap duyan, böyle birleştirici bir zemine itiraz etmemesi gerekmez mi?

S5- Dünyada bizden başka hiçbir devlet yok ki dinini yabancı bir lisandan öğrensin. Bundan gurur mu duyuyorsunuz?

C5- İslam’dan önceki dinlerin kitapları da belli bir dille gönderildiğini biliyor olmanız gerekir. O kitaplar da o dini benimsemiş olan mensupları tarafından kendi ana dillerine çevrilmiş ve tefsir edilmiştir. İbranice ve Aramice dillerinde gönderilen diğer mukaddes kitaplar için, neden bizim dilimizde gönderilmedi diyen hiç kimseyi duydunuz mu? Kaldıkı Kur’anı Kerim’in Arapça olması, meal ve tefsirini Türkçe yapmamıza da mani değildir. Namaza niyeti olmayanın ezanda da kulağı olmazmış deyişinde olduğu gibi sizin de öğrenme niyetiniz yoksa bahane bulmanız zor olmayacaktır.

S6- Bize din diye Arap’ın örf ve adetlerini öğrettiniz. Bundan mutlu mususunuz?

C6- İslam Dininin örf ve adetleri Kur’an ve Sünnet ışığında oluşup şekillenmiştir. Bir çok Arap örf ve adetini İslam Dini ilga edip ortadan kaldırmıştır. Sizin, İslam Dininin oluşturduğu örf ve adetleri Arap örf ve adetleri olarak zannetme yanılgısı içerisinde olduğunuz anlaşılıyor. İslam dininin oluşturduğu örf ve adetler içerisinde bazı Arap ve Türk adetleri olabileceği gibi başka kavimlerin örf ve adetleri de olabilir. Bunlar İslamın onayından geçmiş ve Müslümanların ortak örf ve adetleri haline gelmiştir. Bunlara itiraz edip şikayetçi olmanızın, İslam karşıtlığının bir tezahürü olduğunu zannediyorum.

S7- Kur’anı Türkçeye çevirip okullarda Kur’anı din dersi olarak öğretilse kötümü olur? Ama bu konuda hiçbir uğraşınız yok. Neden?

C7- Kur’anı Kerim’in bir çok kişi tarafından, başarılı başarısız olanlar olsa da, yapılmış bir çok mealleri vardır. Okullarda orijinali yanında meallerden de istifade edilerek öğretilmesinde hiç bir mani yoktur. Ancak hiç bir meal Kur’anın orijinal aslının yerine kaim olamaz. Bunun sebepleri vardır. Burada izah etmeye kalkmam yazıyı çok uzatabilir. Bilgi edinmek isteyenler için bir link vermekle iktifa ediyorum. 👇
https://sorularlaislamiyet.com/kuran-i-kerim-mealleri-asli-gibi-olur-mu-kuran-i-kerime-abdestsiz-el-surebilir-miyiz?amp

S8- Konuşmalarınızda ille de namazı kılacaksınız diyorsun. Kılmadığı taktirde tanrı ve insan arasındaki ilişkiler müdahale etmiş olmuyor musunuz? Bu sizi neden ilgilendiriyor?

C8- Hiç bir beşer, mezhep imamları veya alimler, hatta Peygamberimizin arkadaşları bile Allah’ın ve elçisinin emretmediği bir şeyi emredip isteyemez.
Namaz kılmayı emreden yaratıcımız olan Allah (cc) dır. Bunu da son olarak bütün insanlığa gönderdiği Kitabı olan Kur’anı Kerim’de beyan etmiştir. Hocalar sadece Kur’an’ı Kerimden aktarma görevini yapıyor. Elçiye zeval olur mu? Ayrıntı öğrenmek isteyenler için ilgili Ayet ve meallerini aşağıda verdiğim linklerden bakıp okuyabilirsiniz.👇https://www.kuranvemeali.com/namaz-ile-ilgili-ayetler

Namazla İlgili Ayet ve Hadisler:👇https://www.islamveihsan.com/namazla-ilgili-ayetler-ve-hadisler.html/amp

S9- Toplumda din imparatorluğunun oluşmasını çok mu istiyorsunuz? Dinimizde ücretli imamın olmadığını bile bile imamlıkta neden ısrar ediyorsunuz?

C9- Diyanet İşleri Başkanlığını M.Kamal’in tesis edip oluşturduğunu ve dini bir teşkilat olmaktan çok idari bir teşkilat olduğunu, ilk başkanı Rıfat Börekçi Beyin de hem CHP Ankara il başkanı hem de DİB olduğunu bilmem biliyor musunuz? Maaşlı görevliler ile Dini kontrol alında bulundurmak için oluşturulan mevcut sistemin bir Kamalist sistem ürünü olduğunu bilmiyorsanız öğrenmenizi tavsiye etmekle yetineyim. Siz Din üzerine oluşturulmaya çalışılan baskı imparatorluğu yerine, olmayan din imparatorluğundan bahsederek İslam karşıtlığınızı ortaya koymakla kalmayıp İslamın hakim olduğu bir sistemde olabilecek bir uygulamayı yanlış yerde arıyor; yanlış muhataptan hesap sormaya çalışıyorsunuz. Mantığınızda çarpıklık var.

S10- Günümüzdeki ”çıkar esasına dayalı dinin’’ yerine ‘’kuran esasına dayalı dini’’ anlaşılır hale getirmek için Türkçeye çevirisi konusunda ısrar etmiyorsunuz? neden?

C10- Tekrar ifade edeyim, bugünkü din anlayışının temelini, İngiliz telkinleri ile, Kamalist sistem oluşturup şekillendirmiştir. Kur’an ve Sünnet esasına dayalı bir din anlayışı Kamalist sistemin müsamaha edebileceği bir anlayış değildir. Bu anlayış, zannettiğiniz gibi sadece hocaların değiştirebileceği bir anlayış da değildir; olamaz. Hatalı bilgilerinizi düzeltmeniz gerekiyor. Dini doğru anlamak için DİB ve dini öğrettiği kabül edilen kurumlar tarafından yeteri kadar Türkçe kaynak oluşturup basıldığını söyleyebilirim. Yeterki siz öğrenmek isteyiniz. Eğer niyetiniz bağcı dövmek olmayıp üzüm yemek ise, bağda sizin üzüm de sizin değil midir? Biz siz müsaade ettiğiniz kadar üzüm yiyebiliyoruz. 115 yıldır bahçenin sahibinin siz olduğunuzu iddia etmiyor musunuz? Tenakuza düşmeyin; hesap sorulacak zihniyete mensup olan kişiler olarak o zihniyete mahkum gördüklerinize hesap soramazsınız. Mahkumların eksiklik veya hatalarından da siz sorumlu değil misiniz? Hem suçlu hem de güçlü olma hakkını nereden buluyorsunuz?

S11- Bugün için sömürünün devamını mı istiyorsunuz?

C11- İslam Dini ve Samimi Müslümanların hiç biri, sömürünün hiç bir türlüsüne taraftar olamaz; karşı olmak zorundadır; karşı olmak inancının gereğidir. Sizin söylediğiniz, Kemalist sistemin yetiştirdiği laik Müslümanlar için geçerli olabilir. Bunun hesabını da İttihatçı zihniyetten sormalıyız. Bizler 115 senedir o zihniyetin tahakkümü, dayatması ve zulmü altında değil miyiz?

S12- Hocalar dinin Türkçeye çevrilmesinde neden öncülük yapmıyorlar?

C12- Dinin bütün ana kaynakları Türkçeye tercüme edilmiştir. Öğrenmek isteyenler için yeterli kaynak vardır; hiç bir sıkıntı yoktur. Namaz İbadetinin veya Ezanın Türkçe eda edilmesini kastediyorsanız, bunlar evrensel semboller olup birleştirici ve bütünleştirici değerlerimizdir. Bunların Türkçe yapılmasını gerektirecek hiç bir zaruret olmadığı gibi, Türkçe yapılmasının sağlayacağı hiç bir fayda da yoktur. Var olduğuna inanan kişiler için Türkçe Ezanlı Türkçe namaz kılınan mekanlar oluşturarak namaz kılmak isteyenlere kim mani olabilir? Sistem sizin, güç sizin değil mi? Alevi kardeşlerimiz sazlı sözlü cemevlerini ibadethane gibi kullanmıyorlar mı? Engelleyen mi var? Onlarla uzlaşıp Türkçe ezan ile Türkçe namaz kılsanız kim ne diyebilir? Bizim nasıl namaz kılacağımızı, nasıl ezan okuyacağımızı Allah’ın elçisi belirlemiştir. Niye karışmaya hevesleniyorsunuz? Hani sizin laikliğiniz?

S13- İlle de din kapitalizminin devamını mı? istiyorsunuz? Bu nasıl bir davranış biçimidir.

C13- İslam Dini, ne kapitalizm, ne sosyalizm ne de Laik Kamalizm’e onay verir? İngiliz’lerin telkin edip uygulatmaya çalıştığı Kamalizme has İslam anlayışını da asla kabül edip onaylamaz. Bizim İslami Anlayışımız Kur’an ve Sünnetin şekillendirdiği bir İslam anlayışıdır. Bunu Allahın elçisi yaşayıp yaşatarak bize öğretmiştir. Ondan başka hiç bir kimsenin müdahalesine de açık değildir; olamaz.

S14- İnsanları sömürmek için illede çıkar esasına dayalı dini yaşatarak ondan istifade etmeye devam mı etmek istiyorsunuz?

C14- Yukarıda 11. Soruya verdiğimiz cevabı tekrarlamak istemiyorum. Hocalar ve samimi Müslümanlar olarak her türlü sömürü ve istismara karşıyız; bu tesbitinizi, laik ve Kamalist geçinen müslümanlara hatırlatmanızı tavsiye ederiz.

S15- Biraz insancıl olamaz mısınız?

C15- İnsancıl olmak tabirini umumiyetle masonlar kullanıp istismar ederler. FETÖ’cüler de bu kelimeyi pek severler. Biz hocalar ve samimi Müslümanlar olarak Allahın yarattığı bütün canlılara merhamet ve nezaketle yaklaşırız. Sizin bu sorunuzu da Laik ve Kamalist sistemin yetiştirdiği, “İngiliz İslamı” anlayışını benimsemiş müslümanlara sormanız gerekir.

S16- İslam ülkeleri dışında tüm ülkeler medeniyet merdivenindeki basamağını hızla yükseltirken, siz imamların menfaatleri yüzünden hem İslamiyet’in körelmesine hem de insanların medeniyetten uzaklaşmasına sebep oluyorsunuz. Bu sizin onurunuza dokunmuyor mu? neden bu işi yapmaktan zevk alıyorsunuz?
Araplara platonik aşk mı ilan etmiştin? Yoksa başka menfaatin mi var?
Din Arap’ın, ezan Arap’ın, selam Arap’ın, sela Arap’ın, kıyafet Arap’ın, kutladığın bayram Arap’ın, kullandığın örf ve adetler Arap’ın, çocuğuna koyduğun ad Arap’ın, tapındığın Mekke Arap’ın, dua ediyorsun Arapça,
Sahi sen kimsin, türküm diyorsun gerçekten Türk müsün? yoksa Araplaşmış türkümsün? kimliğin ne?
Prof. ilhan Arsel’in ifadesine ne diyeceksiniz?
Biz Türkler şeriat bataklığına saplandıktan sonra özellikle iki güzel özelliğimizi yitirdik. Bunlardan biri akılcılık, diğeri kadına olan saygıdır.

C16- 1909 dan sonra İslam Ülkesi diye ifade edebileceğimiz bir ülke kalmadı. Sadece halkı Müslüman olan, İngiliz veya Fransızların sömürgeleştirdiği eyaletlerden bahsedebiliriz. Biz İslamdan uzaklaştıktan sonra sadece iki değerimizi değil bir çok değerimizi kaybettik. İslam Dini aklı olmayanı mükellef kabül etmediği gibi sadece kadına değil, insana saygı duymayanı da erdem sahibi kabül etmez. Altıyüz sene hüküm sürmüş ve bu iki değer yanında bütün değerlerimizi yaşatmaya çalışmış Osmanlı toplumunda bunun için “kadın cinayetleri” görülmez. Laik ve Kamalist Türkiye’de sadece geçen ay 48 kadın cinayeti işlenmesinin hesabını kimden soracağız? Arap Selamı, Arap Ezanı, Arap Salası, Arap duası, Arap kıyafeti, Arap örfü, Arap ismi yok. Çünkü İslam Araplara gönderilmiş bir din değildir; bütün İnsanlığa gönderilmiş bir dindir. İslamdaki ortak noktaları, şiarları, gelenekleri, örfleri Arap kültürünün bir parçası olarak zanneden zavallı İnsanların, taşıdığı isimlerin manasından dahi habersiz, İngiliz kıyafeti ve din anlayışı ile Türk olunacağını zannedecek kadar zavallı hale getirilmiş olmalarına kızayım mı, acıyayım mı bilemiyorum. Celladına aşık olmuş bu zavallı halkın bir kısmını bu hale getiren zihniyetin Mankurtlaştırdığı bu insanlara ne kızmanın ne de acımanın hiç bir faydası olmayacağını da biliyorum. Şeriat nedir bilmeyenlerin Kur’an İslamından bahsetmesi cehaletin tavan yapmış halidir. Cehaletle mi Türk olunuyor? Türkler Türk olmaya nasıl hak kazandı? Karşılığında ödediği bedel nedir? Türk düşmanlarının size öğrettiği Türklük vasıflarını sakın hatırlatmaya kalkmayın. Türklük ve Türkçülük davası güdenlerin çoğu Türk bile değildir. Türk düşmanı Türkler için ne diyeceksiniz? İranlı Azeri Türkleri bugün Türkiye yerine Ermenileri desteklemesini nasıl izah edeceksiniz? Türklük bir psikolojidir; ideoloji değildir; olamaz. Aslı astarı olmayan, uydurma düşüncelerle millet olamazsınız; Millet ne demek diye sorsam izahını yapmakta bile zorlanacağınızı biliyorum. Çünkü siz Türklüğü Türk düşmanlarından öğrendiniz.

S17- Yeryüzünde bir başka toplum gösterilemez ki, biz Türkler kadar öz benliğini yitirip mensup bulunduğu din içerisinde erimiş olsun.

C17- Bu ifadeniz pek yanlış sayılmaz; Harf İnkılabı deyip alfabe değişikliği yaparak bir günde geçmişi ile bağı kopartılıp cahil bırakılan yer yüzünde başka bir millet var mıdır? İkinci bir ülke gösterebilir misiniz? Bu durumu Kültürel Soykırım olarak ifade eden Teoman Durali Hoca’dan dinlemenizi tavsiye ederim. 👇
https://youtube.com/watch?v=tl_fpq8_UKY&si=ztZvVpuPKiJ6xpNd

S18- Bir başka Müslüman toplum yoktur ki, biz Türkler kadar ulusal gelenek ve niteliklerini, dilini, tarihini ve her şeyini İslamiyet adına unutsun ve kendinden olmayan bir kılığa bürünsün.

C18- Osmanlı’yı Türk kabül eder misiniz bilmem ama sizin Türklük anlayışınızda bir sakatlık olduğu görülüyor. İngilizlerin telkin ettiği İslam anlayışını benimsemiş, Allah’ın (cc) gönderdiği ve Resul’ünün tebliğ ederek öğrettiği İslamı Arapların dini kabül eden Sabetayist Türk düşmanlarını Türk kabül eden bir Türklüğü bizim kabül etmemiz mümkün değildir. Türkçülüğü savunanlardan, sadece 7 soyunu sayabileceğiniz tek bir Türk gösterebilir misiniz? Gösterebileceğiniz 3-5 isimden birinin bile üst soyundan üçüncü dedelerinin ismlerini söyleyebilir misiniz? Sizin Türklük anlayışınızın hiç bir tutar tarafı yoktur; olamaz. Fikriniz, zikriniz, yaşantınız her şeyiniz sahte, siz soysuzluğu ve din karşıtlığını savunuyorsunuz. Daha doğrusu din karşıtlığından ziyade İslam karşıtlığını savunuyorsunuz; ancak bunu açıkça dillendirecek kadar da mert ve cesur değilsiniz. Bu korkaklığı ve ürkekliği Türklükle nasıl bağdaştırıyorsunuz bilmem ama ben sizin Müslüman Türklerden hoşlanmadığınızı da hissedebiliyor; anlayabiliyorum.

S19- Ve üstelik bununla da kalmayıp, dini uygulayacağım diye kendi öz ceddinin ruhuna tükürsün.

C19- Biz yaratılana yaratandan ötürü tahammül eder; müsamaha ile bakarız. Kimsenin ruhuna tükürmeyiz; tükürecek olsak sizin gibi yaşayan müfsitlerin kokuşmuş anlayışına tükürürüz.

Prof. Dr. ilhan Arsel

Sorularıma cevap vereceğinizi ümit eder saygılar sunarım.
Aydın Keskin

Cevapları Yazan: Ahmet Ziya İbrahimoğlu 09.11.2024 OF

Eğer sorularınız çerçevesinde daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz aşağıda verdiğim linkleri tıklayarak teferruatlar hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. 👇

Kur’anı Kerim Bir Hayat Kitabıdır 👇
https://webdosyasp.diyanet.gov.tr/muftuluk/UserFiles/ordu/UserFiles/Files/HAYAT%20KİTABI%20%20KUR%20AN_78f99342-4f76-4bfa-ab3c-a032f681f74d.pdf

Kur’anı Kerim Hayatımızın Neresinde👇
https://kokludegisimdergisi.com/index.php?p=makaleDetay&makale=1455

Kur’anı Bir Hayat Nizamı Haline Getirmek👇
https://webdosyasp.diyanet.gov.tr/muftuluk/UserFiles/sakarya/UserFiles/Files/Kur%20anı%20Hayat%20Kitabı%20Haline%20Getirmek_b9a59540-967c-490e-a6d1-c6bc1b368e20.docx

Kur’anı Kerim – Vikipedi 👇
https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Kur%27an

2,5 Yıl Sonunda Taliban ve 400 gün Sonra Hamas ..

2.5 Yıl Sonunda Taliban ve 400 Günden Sonra Hamas Üzerine Bir Değerlendirme:

✍🏻 Yazar: Edhem el-Şarkavi

İki gün önce Afganistan, son dış borcunu ödeyerek borçsuz bir ülke haline geldiğini duyurdu. Bu, Taliban’ın iktidara dönüşünden sadece iki buçuk yıl sonra gerçekleşti!

Batı ve Arap kapitalist medyası, onlarca yıldır Taliban’ı mağara adamları olarak, siyasetten, ekonomiden ve eğitimden anlamayan, barbar bir topluluk olarak tanıttı. Onların silahları dışında bir şey düşünmeyen insanlar olduğunu bize kabul ettirmeye çalıştılar. Bu hikayeye inanmadığınız takdirde “terör destekçisi” damgası yemeniz kaçınılmazdı.

Batı, camilerden değil; İslam’ın bir hüküm ve devlet sistemine sahip olmasından korkuyor. Çünkü bu durumda Müslümanlar zayıf değil, güçlü bir konuma gelir; sopayla güdülen koyunlar değil, tırnak ve dişleri olan kurtlar haline gelir.

İslam, adalet ve orta yol anlayışıyla yönetme fırsatı bulduğunda büyük başarılara imza atar. Bugün, Taliban’ın iktidara geldikten sonra borçsuz bir Afganistan oluşturmasını; bir yanda, Uluslararası Para Fonu’na köle olan Mısır, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Irak gibi ülkelerin ekonomileriyle kıyaslayın.

Kaynaklarımız açısından yetersiz değiliz; Müslüman ülkeler kaynaklar bakımından zengin topraklara sahip. Eksik olan ise iyi bir yönetim ve İslam’ın gerçek anlamda hüküm sürdüğü bir sistemdir. Bugün Müslüman olan ama yasaları ithal, ekonomileri IMF’ye bağlı ülkelerde değil.

Mısır sineması dindarları “terörist” olarak, Suriye dizileri ise dindarları köşesine çekilmiş, devlet işlerinden uzak sofular olarak sundu. Bu zihniyet, İslam’ın yönetimden uzak tutulduğu yılların sonucu olan bugünkü zayıflığımızın temel nedenidir.

Gazze’deki Hamas deneyimi de İslam’ın iktidara geldiğinde neler başarabileceğini gösteriyor. 1967’de tüm ordularımız altı saat içinde yenilmişken, Kassam Tugayları, 400 günü aşkın bir süredir ayakta duruyor ve en güçlü devletleri bile yok edebilecek silahlara karşı direniyor.

Gazze’nin, diğer ülkelerimizin sahip olduğu gibi petrolü, altını, limanı, havaalanı yok; ama doğru bir inanç ve samimi bir iradesi var. Uzun yıllardır kuşatma altında olmalarına rağmen, sınırlı kaynaklarla ürettikleri Yasîn 105 füzesi, İsrail’in gurur duyduğu Merkava tankını yenmeyi başardı.

Bu coğrafyada kendi silahını üreten tek bir ülke var mı? Hayır! Çünkü buna izin yok. Silah satın almak serbest, ama onu kullanma özgürlüğüne sahip değilsin. Sana daima “İslam yönetim için uygun değildir” düşüncesini aşılamaya çalışıyorlar.

Taliban, iki buçuk yıl gibi kısa bir sürede bir mucizeye imza attı, oysa etrafımızdaki sistemlerin varlığı on yıllardır sürmesine rağmen ekonomik sorunlar katlanarak büyüyor. Hamas ise küçücük bir toprak parçasında, bizleri ve dünyayı şaşırtan bir direniş gücü, iman dolu bir toplum üretti.

İslam’ın yönetiminde başarı var; bu yüce İslam, hükmetme fırsatı bulduğunda üreticidir.

“Allah’ım, her yerdeki inanan mücahitlere vaad ettiğin zaferi nasip eyle. Allah’ım, yakın bir ferahlık, müminlere müjdeli bir zafer ihsan eyle.”

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
09.11.2024 OF

طالبان بعد سنتين ونصف
وحماس بعد ٤٠٠ يوم:

✍🏻 بقلم: ادهم الشرقاوي

‏منذ يومين أعلنتْ أفغانستان تسديدَ آخر قرضٍ دوليٍّ عليها لتصبح دولةً بلا ديون خارجيّة .. !!

‏لقد استغرقَ الأمرُ سنتين ونصف فقط من عودة طالبان إلى الحكم !!

‏طوال عقودٍ صوّرتهم لنا آلة الإعلام الرأسماليّة الغربيّة والعربيّة على أنهم همجٌ ورُعاع، يسكنون في الكهوف ولا دراية لهم بالسياسة والاقتصاد والتعليم.
صوَّروهم لنا أنهم لا يملكون عقولاً حتى فهم لا يُفكِّرون إلا من خلال بنادقهم ..
‏وأنتَ عليكَ أن تُصدِّق رواياتهم وإلا كنتَ من أنصار الإرهاب، حتى وإن كانت روايتهم أكثر هشاشةً من قطعة بسكويت في كوب شاي.

هم ببساطة متحضِّرون وأصحاب رسالة، يمكنهم أن يحتلُّوا بلداً ويطيحوا بحكومته، ويقتلوا شعبه، ويُشرِّدوا أهله، ويسرقوا ثرواته، ويُنصِّبوا حكومة مسخاً تُعينهم على هذا .. !
أما الذي يحملُ بندقيَّةً ويُقاتلُ دفاعاً عن أرضه وعرضه ودينه فهو إرهابيٌّ ومُتخلّف .. !!

‏الغربُ ببساطة لا تُرعبه المساجد وإن أُقيم على كل سطح منزلٍ مسجداً .. الغربُ يرعبه أن يكون للإسلام حكمٌ ودولة لأنه وقتذاك سيتحوّل المسلمون من ذيلٍ إلى رأسٍ ومن قطعان أليفة تُساق بالعصا إلى ذئاب لها أسنان ومخالب قادرة أن تخمشَ وتنهش ..

‏الإسلامُ متى أُتيحَ له أن يحكمَ بعدالته ووسطيّته وفهمه فهماً صحيحاً يُبدع ولكَ أن تُقارن بين اقتصاد أفغانستان اليوم التي ألقت عن كاهلها نير الدُّيون، ومزَّقتْ وثيقة رقِّ البنك الدوليّ، وبين اقتصاد مصر والأردن ولبنان وسوريا والعراق والحبلُ على الجرار.
مصر التي كانت تُطعم الدُّنيا زمن يوسف عليه السلام يشتهي الناس فيها اللحم؛ مصر التي لو زرعت دلتا النيل قمحاً فقط لصارت بالسنابل قوّة عُظمى ..
لكنه الفساد !!!

‏نحن لا تنقصنا الموارد أبداً، بلاد المسلمين أغنى البلاد بالموارد، نحن تنقصنا الإدارة والإرادة في دولة تحكمُ بالإسلام فعلاً، لا في دولة أهلها مسلمون وقوانينها مستوردة، وأعلامها أسير، واقتصادها مربوط بنخاسة البنك الدوليَّ ..

‏لقد صوَّرت لنا الدراما المصريّة المتدينين على أنهم حفنة إرهابيين بلهاء، وأضحكَنَا عادل إمام كثيراً حين كان يُكرِّسُ في أذهاننا صورة نمطيّة أن التَّدين والتّخلف وجهان لعملة واحدة.
وصوّرتْ لنا الدراما السُّورية المتدينين على أنهم دراويش وأهل بركة، مكانهم المثاليُّ في الزَّوايا والتَّكايا! أما الحكم فله أهله ..

وهذا هو حالنا اليوم بعد عقود من تنحية الإسلام عن الحكم فما النتيجة لا اقتصاد ولا تعليم ولا عسكر !!!

‏تجربة حماس في غزَّة هي الأخرى تجربة مذهلة وبإمكانها أن تُخبرك ماذا بإمكان الإسلام العظيم أن يفعل حين يحكم ..
‏جيوشنا مجتمعة لم تصمد أمام الصّهاينة أكثر من ست ساعات عام النكسة ١٩٦٧ بينما القسَّامُ ما زال واقفاً على قدميه منذ ٤٠٠ يوم وقد ضُرب بأسلحة لا تُسقط دُولاً فقط وإنما تُسقط إمبراطوريات !!

‏غزَّة لا تملكُ من المقدِّرات التي تملكها دولنا شيئاً، لا نفط ولا ذهب ولا موانىء ولا مطارات، غزَّة تملكُ دِيناً صحيحاً وإرادة صادقة.

‏لطالما تغنّتْ آلة التّدمير الصهيونية بدبابة الميركافا التي صمدت عقوداً أمام كل الأسلحة المضادة للدروع في هذا العالم ثم جاء هؤلاء المُحاصرون منذ سنوات، الممنوعون من الموارد والمواد الأوليّة وصنعوا قذيفة الياسين 105 فأذلوا دبابة الميركافا بل صنعوا مجازر للميركافا!!!
‏من هي الدولة التي تصنعُ سلاحها من دولنا رغم كثرة الموارد؟!
‏الجواب: لا أحد .. !!
‏لا لأننا لا نستطيع، بل لأنه ممنوع
‏ممنوع جداً ومحظور أن تمدَّ يدكَ إلى ما يمكنه أن يقلبَ موازين القوى، عليكَ دوما
‏ أن تبقى رهينة، تشتري السلاح ولا تملكُ حرّية استخدامه!
‏وعليكَ أن تقتنع أن الإسلام لا يصلح للحكم أبداً، وأنَّ هؤلاء الذين يسعون لتغيير قوانين اللعبة ليسوا أكثر من إرهابيين ومتخلفين، وأنهم المسؤولون عما وصلت إليه بلادنا، يُنحُّون الإسلام عن الحكم ويُحمِّلون أهله تبعات فشلهم.

‏طالبان صنعتْ معجزة في سنتين ونصف في حين ما زالت المشكلات الاقتصادية تتفاقم في أنظمة حولنا عمرها عقود.

حماس صنعتْ معجزة في بقعة صغيرة محاصرة هي أصغر من أصغر عاصمة من عواصمنا، وصنعتْ عسكراً مهيباً، وبيئة حاضنة للمقاومة، مؤمنة وصابرة وثابتة أذهلتنا نحن قبل أن تُذهل العالم ..
هذا الإسلام العظيم يُبدع حين يحكم!

اللهم نصرك الذي وعدت عبادك الصالحين المجاهدين في كل مكان.
اللهم فرجًا عاجلا وفتحا قريبا وبشرى للمؤمنين.

Tarih Neden Tekerrür Eder?

İbret Almayınca Tarihin Tekerrür mü Ediyor?

Kurtuba’nın Hristiyanların eline geçmesi ile Bağdat’ın Moğollar tarafından istilası arasında sadece yirmi yıl vardı, Bağdat’ın Moğollarca işgal edilmesi ile Şam’ın düşmesi arasında ise iki yıl geçmişti! Bağdat, o dönemde İslam’ın beş asırlık başkenti ve dünyanın en büyük şehirlerinden biriydi. Ancak Moğollar burayı kırk gün boyunca yağmalayarak yaktılar ve bir milyon Müslümanı katlettiler. Bu olayın ardından Müslümanlar ilk defa halifesiz kaldılar.

Moğollar, bu işgalden önce İslam dünyasının doğusunu tamamen yıkmışlardı. Orta Asya’daki İslam ülkelerini ve gelişmiş şehirlerini yerle bir edip dümdüz etmişlerdi. Afganistan’ı ateşe verdikten sonra, Cengiz Han’ın ordusu 1221 yılında günümüzde İran’ın kuzeydoğusunda yer alan Nişabur’a girdi. Burada bir günde bir milyon yedi yüz elli bin Müslümanı öldürdüler. 1220 ile 1260 yılları arasında İran, Moğolların elinde nüfusunun onda dokuzunu kaybetti; nüfusu 2,5 milyondan 250 bine düştü. O dönem İran’daki Farslar, Ebu Hanife mezhebine bağlı Sünnilerdi.

Bu dönem hakkında tarih yazmak, tarihçi İbnü’l Esir için dayanılmaz bir durumdu. İbnü’l Esir, yaşananları kıyametin alametleri ve dünyanın sonu olarak düşünüyordu, bu olayların kaydedilmesinin bir faydası olmadığını düşündü. Yaşananları yazmayı reddederek ünlü sözünü söyledi: “İslam ve Müslümanların ölüm ilanını yazmak kime kolay gelir? Kim buna tahammül edebilir? Keşke annem beni doğurmasaydı, keşke bu günleri görmeden ölmüş ve unutulup gitmiş olsaydım.”

İbnü’l Esir, Moğollar hakkında şöyle demiştir:

“Eğer biri, Allah’ın Âdem’i yaratmasından bu yana, dünyanın hiç böyle bir felaket yaşamadığını söylese, doğru söylemiş olur; çünkü tarihlerde buna benzer bir şey anlatılmamıştır.”

Bu olaylardan iki yıl sonra, Sultan Kutuz komutasındaki Müslümanlar Ayn Calut (1) Savaşı’nda Moğolları yenerek dengeleri hızla tersine çevirdi. Kahraman Memlukler ortaya çıktı. Moğol komutanı Berke Han ve altın kadar değerli kabilesi Müslüman oldu. Orda Devleti’ni kurarak Moğol soydaşlarına karşı İslam adına savaşmaya başladı. Müslümanlar Şam’ı geri aldılar. Hülagu, büyük bir hüsran içinde öldü ve Sultan Baybars Moğollara ve onlara destek verenlere karşı intikam saldırıları düzenledi.

Tarihçileri en çok hayrete düşüren şeylerden biri, Moğolların İslam’ı kabul etmesiydi. Oysa yenilenlerin, galiplerin dinine geçmesi alışılmış bir durumdu. Ancak İslam’a giren Moğollar, vahşi bir topluluktan medeniyet inşa eden bir halk haline geldiler.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nice olduğunu görmediler mi? Onlar, güçleri ve yeryüzünde bıraktıkları eserler itibariyle bunlardan daha üstün idiler. Böyleyken Allah onları günahları yüzünden yakalayıp cezalandırdı; kendilerini Allah’a karşı koruyan da olmadı.”
(Mü’min Suresi, 21. Ayet)

Büyük mücadelelerde, özellikle de kendi içimizden düşmanımıza yardım edenler olduğu zaman sabır gereklidir. Ancak biliyoruz ki hak bizimdir ve Allah’ın izniyle hak galip gelecektir, er ya da geç.

Paylaşın ve moralinizi yüksek tutun: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer inanıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz.”

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
09.11.2024 OF

Ayn Calut Muharebesi Hakkında Bilgi İçin:👇https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Ayn_Calut_Muharebesi

Mütercimin Notu:👇

İnsanlık tarihinde nadiren de olsa galibin mağlubu taklit ettiği de olmuştur. Bunlardan biri de Türkiyenin yakın tarihinde vaki olmuştur. Gerek Çanakkale savaşı ve gerekse “İstiklal Savaşı” adı verilen savaşlarda Osmanlı orduları galip geldiği halde, savaştan sonra iktidar gücünü entrika ve hıyanet ile elde edenler, mağlup ettikleri düşmanın kültürünü, adet ve geleneklerini, baskı ve silah zoru ile kendi halkına dayatmış ve kabül ettirmeye çalışmışlardır. Tarihde nadir görülen böyle bir zulümün hala sürdürülmek istenmesi Türk milletinin terakkisi önünde bulunan en büyük engellerden biri olduğu gibi birliğimizi bütünlüğümüzü sağlayabilmenin de en önemli sıkıntılarından biridir. (A.Z.İ.)


‏ليس بين سقوط قرطبة على يد النصارى وسقوط بغداد على يد المغول سوى عشرين عاما و ليس بين اجتياح المغول لبغداد واجتياحهم لدمشق سوى عامين! ، كانت بغداد -يوم اجتاحها التتار- عاصمة الإسلام لخمسة قرون، وأكبر مدن العالم مساحةً وسكاناً .. فاستباحوها مدة 40 يوما، فأحرقوها و قتلوا فيها مليون مسلم! و اصبح المسلمون لاول مرة بدون خليفة …

كان التتار قبلها قد دمرو شرق العالم الاسلامي بالكامل، فبعدما دمرو دول ماوراء النهر الاسلامية و مدنها المتطورة الزاهرة و جعلوها قاعا صفصفا، و بعدما احرقوا افغانستان اجتاح جيش جنكيز خان مدينة نيسابور الواقعة حاليا في شمال شرق إيران عام 1221م ، قتل مليون وسبعمائة وخمسين ألف مسلم في يوم واحد، ﻣﺎﺑﻴﻦ ﻋﺎﻣﻲ 1220م ﻭ 1260م فقدت إيران تسعة أعشار سكانها على يد المغول، فقد ﺍﻧﺨﻔﺾ سكانها ﻣﻦ 2,5 ﻣﻠﻴﻮﻥ إلى 250 ﺃﻟﻒ ﻧﺴﻤﺔ ﺟﺮﺍﺀ ﺍﻹﺑﺎﺩﺓ ﺍﻟﻀﺨﻤﺔ، كان وقتها الفرس سنة على مذهب ابي حنيفة النعمان.

فعجز المؤرخ ابن الأثير من تدوين هذه الفترة، ظن ابن الأثير أنها نهاية العالم وأن هذه هي علامات الساعة وأن تأريخ هذه اللحظات لن يفيد.

رفض كتابة ما حدث وقال مقولته الشهيره: “فمن الذي يسهل عليه أن يكتب نعي الإسلام والمسلمين؟ ومن الذي يهون عليه ذكر ذلك؟ فيا ليت أمي لم تلدني، ويا ليتني مت قبل هذا وكنت نسياً منسياً.”

و قال عن التتار:
‏(لو ﻗﺎﻝ ﻗﺎﺋﻞ ﺇﻥ ﺍﻟﻌﺎﻟﻢ ﻣﺬ ﺧﻠﻖ ﺍﻟﻠﻪ ﺁﺩﻡ ﺇﻟﻰ ﺍﻵﻥ ﻟﻢ ﻳﺒﺘﻠﻮﺍ ﺑﻤﺜﻠﻬﺎ لكان ﺻﺎﺩﻗﺎ، ﻓﺈﻥ ﺍﻟﺘﻮﺍﺭﻳﺦ ﻟﻢ ﺗﺘﻀﻤﻦ ﻣﺎ ﻳﻘﺎﺭﺑﻬﺎ).

  • بعدها بعامين هُزم التتار فى معركة عين جالوت على يد الملك المظفر سيف الدين قطز رحمه الله و انقلبت الموازين بسرعة، ظهر المماليك الابطال، أسلم القائد المغولي بركة خان و القبيلة الذهبية المغولية و اصبحوا يقاتلون المغول من بني جلدتهم من اجل الاسلام، استرجع المسلمون الشام و مات هولاكو بحسرته و قام بيبرس بهجمات انتقامية ضد المغول و من ساندهم.

و من اكثر ما حير المؤرخين؛ دخول المغول الإسلام خلافا لما جرت به العادة من إعتناق المغلوب دين الغالب، ثم تحولهم نتيجة ذلك من همج إلى بناة حضارة.

قال تعالى أَوَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وكَانُوا أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً ۚ وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُعْجِزَهُ مِن شَيْءٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ ۚ إِنَّهُ كَانَ عَلِيمًا قَدِيرًا

في المعارك العظيمة نحتاج لكثير من الصبر، خاصةً أمام عدو متغول يجد له من أبناء جلدتنا أعواناً، لكننا على يقين أننا أصحاب الحق والحق سينتصر بإذن الله ولو بعد حين ..

انشروها وارفعوا روحكم المعنوية: “ولا تهنوا ولا تحزنوا وأنتم الأعلون إن كنتم مؤمنين.”

Sahabe ve Peygamber’den (s.a.v.) Rivayet Etme Anlayışları

Sahabe ve Peygamber’den (s.a.v.) Rivayet Etme (Hassasiyetleri)

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selâm, peygamberlerin en şereflisi ve ailesi olan temiz ve paklara ve de ümmetin en hayırlıları olan sahabelerine olsun. Bundan sonra; Allah Teâlâ, Peygamber’in (s.a.v.) sahabelerini ona arkadaşlık şerefine nail ederek onurlandırmış ve onlara yüksek bir mertebe vermiştir. Onlar vahyin inişine şahitlik ettiler, iniş sebeplerini ve anlamlarını öğrendiler, Peygamber’in (s.a.v.) emir ve yasaklarına şahit oldular, onun maksadını kavradılar, kendilerine ulaşmayan bilgileri sordular ve öğrendikleriyle amel ettiler. Onun hâllerine örnek oldular ve ondan öğrendiklerini tam bir güvenle aktardılar.

Sahabeler, özellikle Peygamber’in sünnetine büyük bir ihtimam gösterdiler; çünkü sünnet, Kur’an’dan farklı olarak, dağınık bir şekilde sahabeler arasında yayılmıştı. Sünnetin umumi çerçevesi, her ne kadar uygulanır ve bilinir olsa da, detaylarını ve fıkhi inceliklerini ancak fakihler anlayabilirdi. Bu nedenle, sünneti naklederken son derece titiz davrandılar, hadisleri layık oldukları yerlere koydular, meşhur sünnetleri öne çıkardılar ve onların önemini vurguladılar. Bu konuda özellikle dört halife öne çıkmıştır.

Peki, sahabeler Peygamber’den rivayetleri nasıl aldılar, bu konudaki hassasiyetleri nasıldı? Rivayetlerinde nasıl bir yol izlediler ve hangi ölçütleri gözettiler?

Birinci Bölüm: Peygamber’den (s.a.v.) Bilgi Almanın Fazileti ve Usülleri.

Peygamber’in (s.a.v.) hâllerini gözlemlemek, söz ve eylemlerinin bağlamlarını bilmek, onunla uzun süre arkadaşlık yapmak ve onu her yönüyle örnek almak, bilgi edinmenin en önemli yolları ve anlayışı sağlamlaştırmanın başlıca araçlarındandır. Bu durum, sahabe nesli için fazlasıyla gerçekleşmişti. Bunun örneklerinden biri olarak, bir grup genç Peygamber’e (s.a.v.) gelip şeriatın hükümlerini, maksatlarını, onun rehberliğinden ve uygulamalarından öğrenmiş ve kavimlerine döndüklerinde onları uyarıp bilgilendirmişlerdir. Sahih-i Buhârî’de Malik bin Huveyris’ten şöyle rivayet edilir: “Biz bir grup genç olarak Peygamber’e (s.a.v.) geldik ve yirmi gece onun yanında kaldık. Peygamber (s.a.v.) nazik biriydi; ailemizi özlediğimizi düşündüğünde, arkamızda kimleri bıraktığımızı sordu ve biz de ona anlattık. Sonra şöyle dedi: ‘Ailelerinize dönün, onların yanında kalın, onlara öğretin ve onlara emredin; beni nasıl namaz kılarken gördüyseniz öyle kılın. Namaz vakti geldiğinde biriniz ezan okusun ve en büyüğünüz imamlık yapsın.’”【1】

Bir diğer örnek olarak, bir mesele hakkında hükmü öğrenemeyen bir sahabe Peygamber’e (s.a.v.) bizzat veya birini göndererek sorardı. Sahih-i Buhârî’de, Ömer bin Ebu Seleme’nin bir gün Peygamber’e (s.a.v.) “Oruçlu bir kimse eşini öpebilir mi?” diye sorduğu rivayet edilir. Peygamber (s.a.v.) ona “Bunu Ümmü Seleme’ye sor” dedi ve Ümmü Seleme de Peygamber’in bunu yaptığını bildirdi【2】.

Bir başka örnek ise, birinin başka birinin yaptığı bir eylemden rahatsızlık duyması hâlinde, Peygamber’e (s.a.v.) şikayette bulunması ve böylece topluma bu davranışın zararına dair bir ders verilmesidir. Sahih-i Buhârî’de, Ebu Mes’ud el-Ensari şöyle demiştir: “Bir adam ‘Ey Allah’ın Resulü! Falan kişi namazı çok uzun kıldırdığı için ona yetişemiyoruz’ dedi. O gün Peygamber’in (s.a.v.) bir nasihatte bu kadar kızgın olduğunu görmemiştim. Şöyle dedi: ‘Ey insanlar! Siz nefret uyandırıyorsunuz; insanlar için namaz kıldıran, namazı hafif tutsun; çünkü aralarında hasta, zayıf ve ihtiyaç sahibi olanlar vardır.’”【3】

Bir diğer örnekte, sahabelerden bazıları Peygamber’in (s.a.v.) ders halkalarına sırayla katılırdı. Sahih-i Buhârî’de Ömer (r.a.) şöyle anlatır: “Ben ve komşum olan bir Ensari, Medine’nin yüksek bölgelerinde oturuyorduk. Bir gün o Peygamber’in (s.a.v.) yanına iner, ertesi gün ben inerdim. O indiğinde vahiy ve diğer olaylarla ilgili öğrendiklerini bana anlatır, ben indiğimde de ona anlatırdım.”【4】

Ayrıca Peygamber (s.a.v.), belirli aralıklarla insanlara hitap eder ve zaman zaman halkalar düzenlerdi. İnsanların sıkılmalarını veya diğer görevlerini ihmal etmelerini istemezdi. Sahih-i Buhârî’de Ebu Vail, Abdullah’ın (İbn Mes’ud) her Perşembe insanlara nasihat ettiğini ve biri ona “Ey Ebu Abdurrahman, keşke her gün nasihat etsen” dediğinde Abdullah’ın şöyle cevap verdiğini rivayet eder: “Bunu, size sıkıcı gelmesinden korktuğum için yapmıyorum. Peygamber (s.a.v.) bize nasihat ederken sıkılmamızdan çekinirdi.”【5】

Bu örneklerde, Peygamber’den (s.a.v.) bilgi almanın ya Kur’an ya da sünnet ve hükümler hakkında olduğu görülmektedir. Bilgi ya doğrudan ya da bir aracı ile alınırdı. Elbette bilgiyi peyderpey öğrenen, en önemlisine öncelik veren, sürekli bir beraberlik ve yakınlık içinde olan biri, bilgiye daha derin bir kavrayışla sahip olur; daha kolay hatırlar, maksatları ve hükümlerin dayanaklarını daha iyi anlar.

İkinci Bölüm: Peygamber’den (s.a.v.) Rivayet Etmenin Kuralları

Sahabeler, sahip oldukları iman, taşıdıkları ilmin korunması ve duydukları bilgiyi anlama konusunda birçok imkâna sahip olmalarına rağmen, Peygamber (s.a.v.) rivayet aktarımında bazı kurallar koymuş ve bu konuda onları uyarmıştır:

1. Peygamber’e (s.a.v.) Yalan Söyleme Uyarısı: Yalan, her toplumda ve dinde kınanan bir davranıştır, ancak Peygamber’e yalan isnat etmek dinin tahrifine yol açacağından çok daha büyük bir tehlike taşır. Sahih-i Buhârî’de Mugîre bin Şu’be’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle demiştir: “Bana yalan isnat etmek, başkasına yalan isnat etmek gibi değildir. Kim bana bilerek yalan isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.”【6】Bu sahih hadisten, Peygamber’e (s.a.v.) yalan isnat etmenin tehlikesi anlaşılmaktadır. Sahabeler bu hadisi dikkate alarak rivayette son derece ihtiyatlı davranmış, fazla rivayette bulunmaktan çekinmişlerdir; çünkü fazla rivayette bulunmak, yanlışlıkla Peygamber’e söylenmemiş bir sözü isnat etme tehlikesi doğurabilirdi. Sahih-i Buhârî’de Enes bin Mâlik’in (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Size çok fazla hadis rivayet etmekten beni alıkoyan şey, Peygamber’in (s.a.v.) ‘Kim bana bilerek yalan isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın’ demesidir.”【7】
2. Rivayet Edilen Hadisin Doğruluğundan Emin Olmak: Peygamber (s.a.v.), hadis aktarımından önce doğrulamanın gerekliliğini vurgulamıştır. Sahih-i Müslim’de Semure bin Cündüb’ün (r.a.) rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle demiştir: “Bir kişi, bana ait olduğu sanılan bir hadis rivayet ederse, o kişi yalancılardan biridir.”【8】

Bu hadis, doğruluğu kesin olmayan bir hadisi rivayet eden kişinin uyarıldığını göstermektedir.
3. Dinleyicinin Anlayış ve Tecrübesini Göz Önünde Bulundurmak: Peygamber (s.a.v.), bazı hadisleri yalnızca maksatlarını kavrayabilecek kişilere anlatmış ve onları bu bilgiyi başkalarına aktarmamaları konusunda uyarmıştır. Sahih-i Buhârî’de Enes bin Mâlik’ten (r.a.) rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.), Muâz’a (r.a.) şöyle demiştir: “Kalpten inanarak ‘Lâ ilâhe illallah’ ve ‘Muhammed Resûlüllah’ diyen kimseyi Allah ateşten korur.” Muâz, “Ey Allah’ın Resulü! Bunu insanlara müjdelemeyeyim mi?” diye sormuş, Peygamber (s.a.v.) ise “Hayır, onlar buna güvenip kalırlar diye korkuyorum” demiştir. Muâz, bu bilgiyi ancak ölüm döşeğindeyken bildirmiştir【9】. Buhârî, bu hadis hakkında şöyle bir başlık atmıştır: “Bilginin yanlış anlaşılmasından korkulduğu durumlarda belirli bir topluluğa özel kılınması.” Peygamber’in (s.a.v.) bu konudaki endişesi, bazı hadislerin ehli olmayan kişilere anlatıldığında fitneye yol açabileceğini göstermektedir. Bunun bir örneği de, İbn Zübeyr’in Kâbe’yi yeniden inşa etmesi olayıdır. Annemiz Âişe (r.a.), bu bilgiyi sadece anlayacak kişilere aktarmıştı. Buhârî’de rivayet edildiğine göre, Esved bin Yezîd, İbn Zübeyr’e şöyle sormuştur: “Âişe sana Kâbe hakkında ne söyledi?” İbn Zübeyr, “Âişe bana Peygamber’in (s.a.v.), ‘Ey Âişe, kavmin henüz yeni Müslüman oldu. Onlar henüz imanda yeni oldukları için Kâbe’yi yıkıp, ona iki kapı yapsam (biri girme, biri çıkma için) iyi olurdu.’ dediğini söyledi.” İbn Zübeyr bu isteği yerine getirmiş, fakat bu olay fitneye yol açmış ve ölümüne sebep olmuştur. 【10】Bu olay, Kâbe’nin İbn Zübeyr tarafından yeniden inşa edilmesiyle ortaya çıkan bir fitneye yol açmış ve sonunda onun ölümüne sebep olmuştur【11】. Daha sonra Kâbe tekrar yıkılarak, Peygamber’in (s.a.v.) bıraktığı şekle uygun olarak yeniden inşa edilmiştir. Hadislerin bağlamından koparılarak veya maksadından habersiz bir şekilde uygulanmasının doğurabileceği tehlikeler, bu gibi olaylarda açıkça görülmektedir. İşte bu nedenlerden dolayı sahabeler, rivayet aktarımında son derece titizlik gösterip belirli kurallar takip etmişlerdir.

Üçüncü Bölüm: Sahabenin Peygamber’den (s.a.v.) Rivayet Aktarım Usülleri.

Peygamber (s.a.v.), sahabelerini hadislerini başkalarına aktarmaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: “Allah, bizden bir hadis duyup onu ezberleyip başkasına aktarana güzellik versin; zira bazen fıkhı taşıyan, kendisinden daha anlayışlı birine ulaştırır; bazen de fıkhı taşıyan, kendisi fakih olmayabilir.”【12】 Ayrıca “Benden bir ayet bile olsa tebliğ ediniz”【13】 buyurmuştur. Peygamber’den rivayet aktarma ihtiyacı, özellikle de hükümler ve şeriat konularında çok büyüktü; çünkü sahabelerin hepsi ilim ve sünnet bilgisi bakımından aynı seviyede değildi. Peygamber’in (s.a.v.) sözlerinin bağlamını ve maksadını bilme, rivayetlere bir şey ekleme veya eksiltme korkusu, özel ve garip hadislerle yaygın ve bilinen sünnetlerin arasını karıştırma endişesi gibi sebepler, sahabelerin rivayetleri aktarırken titizlikle hareket etmelerine yol açmıştır. Bu ihtiyatlı yaklaşımlar altı başlık altında özetlenebilir:

1. Allah’ın Kitabına Önem Verme ve Hadis Rivayetini Öncelik Sırasına Koyma: Halife Ömer (r.a.), hadis rivayetinden önce Kur’an-ı Kerim’i ezberleme ve anlamaya öncelik vermiştir. Bu, sahabelerin genel durumu ve aralarındaki Kur’an okuyucularının çokluğuyla da anlaşılır. Kufe’ye bir heyet gönderdiğinde onlara şöyle demiştir: “Siz, kalplerinde Kur’an’ın kaynadığı bir topluluğa gideceksiniz. Sizi görür görmez boyunlarını size doğru uzatacak ve ‘Bunlar Muhammed’in sahabeleridir’ diyecekler. O yüzden Peygamber’den (s.a.v.) rivayetleri az aktarın, ben de size katılıyorum.”【14】 İbn Abdilberr, Ömer’in bu davranışını, sadece iyi ezberlenmiş ve doğru anlaşılmış olan rivayetlerin aktarılmasına yönelik bir kural olarak yorumlamıştır【15】. Hatip el-Bağdadi ise Ömer’in bu tavsiyesinin sebebini şöyle açıklamıştır: “Ömer, insanların amelden geri durmasından ve rivayetleri olduğu gibi yorumlayıp, her hadisi yüzeysel anlamıyla anlamalarından endişe etmiştir. Çünkü her hadisin hükmü yüzeyde anlaşıldığı gibi olmayabilir.”【16】
2. Rivayetleri Azaltmak: Rivayetleri azaltma, birçok sahabenin takip ettiği bir yöntem olmuştur. Uzun süre Peygamber’e (s.a.v.) yakın olmalarına rağmen, yanlış rivayet etme veya yanılma korkusuyla rivayetleri kısıtlamışlardır. Sadece uzun ömürlü ve rivayette hassas olan birkaç sahabe çok rivayette bulunmuştur. Buhârî’de, Abdullah bin Zübeyr’in, babasına “Diğer sahabeler kadar hadis rivayet etmiyorsun” dediği ve Zübeyr’in şöyle cevap verdiği aktarılır: “Ondan hiç ayrılmadım; fakat Peygamber’in ‘Kim bana yalan isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın’ dediğini işittim.”【17】 Hatip el-Bağdadi’nin “Kifaye” adlı eserinde de bir sahabeye “Diğerleri gibi neden fazla hadis rivayet etmiyorsun?” diye sorulduğunda şöyle cevap verdiği rivayet edilir: “Benim, onların işittiği kadar işitmediğim ya da onların bulunduğu yerde bulunmadığım değil, ama hâlâ birçok kişi bu rivayetleri yaymakta; fazladan bir şey eklemek ya da eksiltmek istemiyorum.”【18】

Peygamber (s.a.v.), sahabelerine her duydukları rivayeti aktarmaktan kaçınmalarını tavsiye etmiştir; çünkü rivayetler farklı bağlamlarda ve değişik yorumlar gerektirebilir. Buhârî’de, Ebu Hüreyre’den (r.a.) aktarılan bir hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Bir insanın duyduğu her şeyi aktarması yalan için yeterlidir.”【19】 Ebu Hüreyre, bu nasihate uyarak şöyle demiştir: “Peygamber’den (s.a.v.) iki kap dolusu bilgi ezberledim; birini size aktardım, ancak diğerini aktarsam bu boğaz kesilirdi.” Bu söz, duyduğu her şeyi aktarmama ilkesine uygun bir davranış gösterdiğini ifade eder.

3. Bilinen ve Meşhur Hadislerin Rivayet Edilmesi, Garip ve Münker Rivayetlerin Kaçınılması. Dört halife, hadis rivayetinde eğitimsel bir yöntem benimsemiş ve temel sünnetleri koruma amacı güderek hadis aktarımında titizlik göstermişlerdir. Hadislerdeki hükümlerin rivayetinde bilinen ve yaygın olanları tercih etmiş, garip ve meçhul rivayetlerin yayılmasından sakındırmışlardır. Bu yöntem sayesinde, bireysel olarak duyulan hadisler yaygınlık kazanmamış ve tek kalan rivayetlerin doğruluğu sağlam delillerle desteklenmiştir. Halife Ömer, rivayetlerin aktarımını azaltarak bilinen sünnetlerin yerleşmesi ve toplumda uygulanabilir hale gelmesi için bir zemin hazırlamıştır. Nitekim Hz.Ömer (r.a.), yalnızca Fatıma binti Kays tarafından aktarılan boşanmış kadının nafaka ve ikamet hakkı olmadığına dair rivayeti dikkate almamıştır. Hz. Ali (r.a.), “İnsanlara bildikleri şeyleri anlatın; Allah ve Resulü’nü yalanlamalarını ister misiniz?” diyerek hadislerin meşhur olanlarının aktarılmasını öğütlemiştir【20】. İmam Zehebî, bu sözü, “İmam Ali, münker hadislerin aktarılmasını yasaklamış ve meşhur hadislerin anlatılmasını teşvik etmiştir” şeklinde yorumlamıştır【21】.

Hz. Osman da bu yaklaşımı benimsemiş ve iki önceki halife döneminde bilinen hadislerin esas alınmasını savunmuştur. Mahmud b. Lebid, Hz.Osman’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Ebubekir ve Ömer döneminde duymadığım bir hadisi kimse nakletmesin”【22】. Benzer şekilde Müslim’in rivayetinde, İbn Abbas’ın tanımadığı bir kişinin sürekli “Resulullah şöyle dedi” diyerek hadis aktardığında ona dikkat etmediği aktarılır. Bunun üzerine kişi, “Ben Peygamber’den rivayet ederken neden dinlemiyorsun?” deyince, İbn Abbas şöyle yanıt vermiştir: “Bir zamanlar birinin ‘Resulullah şöyle dedi’ dediğini duyduğumuzda hemen ona dikkat kesilirdik. Ancak insanlar zorlukları kolaylaştırdıkça, artık yalnızca bildiğimiz şeyleri alıyoruz”【23】. Bu şekilde, sahabeler döneminde tanınan ve güvenilir hadisler garip olanlara karşı öncelikli tutulmuş ve sünnetin korunması sağlanmıştır.

4. Dinleyicinin ve Zamanın Durumunu Dikkate Almak. Sahabeler, hadisleri aktarırken dinleyicilerin akıl seviyesini, anlama kapasitesini ve içinde bulundukları zamanı göz önünde bulundurmuşlardır. Herkese her hadisi aktarmaktan kaçınmışlar; fitneye yol açabilecek durumları engellemek için her hadisi uygun zamanda ve uygun insanlara anlatmışlardır. İmam Süfyan bin Uyeyne, “Hadis fıkıh ehli olmayanlar için şaşırtıcı ve saptırıcı olabilir” demiştir. Müslim’de, Abdullah bin Mesud’un (r.a.), “Aklını aşan bir hadis duyurursan, bu onlardan bazıları için fitneye yol açabilir” dediği rivayet edilmiştir【24】. İbn Abdilberr de babasının ona şöyle dediğini aktarmıştır: “Hiç kimseye anlayışının yetmediği bir ilmi anlatmadım, çünkü bu onun için sapkınlık olurdu”【25】. Bu tür rivayetler, sahabelerin her hadisi herkese anlatmadıklarını ve aktarımlarında seçici olduklarını göstermektedir. Nitekim Ebu Hüreyre’nin de sadece bir kısmını açıkladığı rivayetlerin olduğu aktarılmıştır. Abdullah bin Zübeyr’in, Hz. Aişe’nin kâbe ile ilgili özel bir rivayeti sadece belli kişilere anlatmasından habersiz olarak bu rivayete göre hareket etmesi de hadislerin yanlış anlaşılmasının tehlikelerine işaret etmektedir.

5. İhtiyaç Durumunda Hadis Rivayetiyle Yetinmek,
Sahabeler, hadisleri yalnızca ihtiyaç duyulduğunda aktarmaya özen göstermişlerdir. Bu yaklaşım, delili hükme ve hükmü dayandığı bağlama bağlamayı kolaylaştırmıştır. Halifeler, çoğunlukla bir mesele gündeme geldiğinde sahabe arasında o konuya dair bilgi sahibi olan birine danışır, ancak bu durumda hadis rivayet edilirdi. Malik’in Muvatta’sında geçen bir örneğe göre, anneanne mirasıyla ilgili olarak Hz. Ebu Bekir’e danışıldığında, kendisi bu konuda Kur’an’da veya sünnette bir bilgi olmadığını ifade etmiştir. Bunun üzerine sahabelere danışmış, Mugire bin Şu’be’nin “Resulullah’ın ona altıda bir pay verdiğine şahit oldum” demesiyle mesele çözüme kavuşturulmuştur【26】. Bir başka örnekte, Hz. Ömer’in veba hakkında sahabelerle istişare ettiği sırada Abdurrahman bin Avf’ın rivayeti çözüm sunmuştur. Abdurrahman, Resulullah’ın “Bir yerde veba olduğunu duyarsanız oraya gitmeyin; eğer bulunduğunuz yerde veba varsa, ondan kaçmak için çıkmayın” dediğini aktarınca, Hz. Ömer şükrederek bu bilgi doğrultusunda hareket etmiştir. Abdurrahman bin Avf, bu hadisi veba olayı gündeme gelene kadar paylaşmamıştır.

6. Rivayetlerde Titizlik, Delil ve Tanık İsteme
Sahabeler,
hadis rivayetinde büyük bir titizlik göstererek, hadisi aktaran kişiye delil ve tanık talebinde bulunmuşlardır. Örneğin, Hz. Ebu Bekir, anneanne mirasıyla ilgili rivayeti nakleden Mugire’den, bu hadis için başka bir sahabenin de şahitliğini istemiş ve Mugire, Muhammed bin Mesleme’yi tanık olarak getirmiştir. Bir başka olayda, Hz. Ömer, Ebu Musa’nın üç kez izin istemesiyle ilgili hadisi rivayet ettiğinde ondan şahit istemiş, Ebu Musa ise Ebu Said el-Hudri’yi şahit olarak getirmiştir. Ayrıca Hz. Ali, hadis rivayet eden bazı sahabelerden yemin etmelerini talep etmiştir. Bu tür örnekler, sahabelerin, hadis rivayetinde son derece titiz davranarak, dinin korunması adına gevşeklikten sakınmalarına ve rivayetlerin doğruluğunu titizlikle sağlamaya çalıştıklarına işaret etmektedir.

Sonuç:

Yukarıda belirtilenlerden, sahabenin Hz. Peygamber’den (sav) sünnetleri ve ilmi en iyi şekillerde aldıkları anlaşılmaktadır. Bu, güçlü bir anlama, kaliteli bir ezber ve hatırlama yolları sağladı. Buna rağmen, sahabe Hz. Peygamber’den rivayet edilen sözlerde yalan söyleme konusundaki uyarıları dikkate almış, rivayet konusunda kendilerine çizdiği yöntemi izlemişlerdir. Bu yöntem, rivayette çokça aktaranların sayısının az olmasına ve fakihlerin sayısının artmasına yol açmıştır. Halifeler, sahabe döneminde sünnetlerin sağlıklı bir şekilde korunmasını hedefleyen bir eğitim yöntemi benimsemiş, meşhur sünnetlerin sağlamlaştırılmasına, Kur’an’ın ezberlenmesine ve hıfzının genişletilmesine önem vermişlerdir. Bunun yanında, rivayetin azaltılması ve sünnetler ile hükümlerde fıkhi anlayışın artırılmasını teşvik etmişlerdir, çünkü bunlar Hz. Peygamber döneminden itibaren sürekli olarak uygulanıyordu. Ayrıca, garip ve münker hadislerin, yani din ve muamelat konusunda toplumun tanımadığı rivayetlerin yayılmasını engellemişlerdir. Doğruya hidayet eden Allah’tır.

Öğretim Görevlisi Muhammed Nasiri

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

08.11.2024 OF

Dipnotlar:

    [1] Buhârî, el-Ezân, “Huzûrda İkâme İle Seyahatteki Topluluğa Ezân” babı, ve Müslim, no. (674), el-Mesâcid, “Kim İmam Olmaya Layıktır?” babı.

    [2] Müslim, Sahih, no. (1108), Sıyâm, “Oruçta Kıblanın Haram Olmaması” babı.

    [3] Buhârî, Sahih, ilim, “Öğretimde ve Vaazda Sinirlenmenin Yasaklanması” babı, no. 88.

    [4] Buhârî, Sahih, ilim, “İlimde Devir Teslimi” babı, no. 87.

    [5] Buhârî, Sahih, ilim, “Bilgiyi Öğrenenlere Belirli Günler Ayırma” babı, no. 68.

    [6] Buhârî, Sahih, cenazeler, “Ölüye Ağıt Yakmanın Yasaklanması” babı, ve Müslim, Sahih, no. (4), giriş, “Peygamber’e Yalan Söylemenin Ciddi Olduğu” babı.

    [7] Müslim, no. (2), giriş, “Peygamber’e Yalan Söylemenin Ciddi Olduğu” babı.

    [8] Müslim, giriş, “Doğru İnsanlardan Rivayet Yapmanın Zorunluluğu ve Yalancıların Terki” babı.

    [9] Buhârî, Sahih, ilim, “Bilgiyle Sadece Belirli Bir Topluluğu Seçmek, Onların Anlamama Endişesiyle” babı.

    [10] Buhârî, Sahih, ilim, “Bazı Seçimlerin Terki, Bazı İnsanların Anlamadığı İçin Yanlış Yapmalarını Engellemek” babı, ve Müslim, Sahih, no. (1333), Hac, “Kâbe’nin Yıkılması ve Yeniden İnşası” babı.

    [11] Ancak, onun öldürülmesinin aslında başka sebepleri vardır; kendisinin bir davetçi olması gibi.

    [12] Ebu Dâvud ve Tirmizî rivayet etmiştir.

    [13] Buhârî, Enbiyâ, “Beni İsrail Hakkında Anlatılanlar” babı.

    [14] el-Dârimî, 1/329.

    [15] Câmiʿ Bayân al-ʿIlm wa Faḍlih, 2/1010.

    [16] Şerafü’l-Esḥâb al-Ḥadîth, s. 88.

    [17] Buhârî, ilim, “Peygamber’e Yalan Söylemenin Günahı” babı.

    [18] el-Kifâya, s. 171.

    [19] Müslim, giriş, “Her Şeyi Rivayet Etmenin Yasaklanması” babı.

    [20] Buhârî, Sahih, ilim, “Bilgiyi Bazı Topluluklara Özel Olarak Verme” babı, ve İbn Abd el-Berr, Câmiʿ Bayân al-ʿIlm wa Faḍlih, 2/1003.

    [21] Tadhkerat al-Ḥuffâẓ, 1/15.

    [22] es-Sünne kable et-Tedvin, s. 97, kaynağı belirtilmiş, fakat bulunamadı.

    [23] Müslim, giriş, “Zayıf Rivayetlerden Kaçınma ve Onları İyi Değerlendirme” babı.

    [24] Müslim, giriş, “Her Şeyi Rivayet Etmenin Yasaklanması” babı.

    [25] Câmiʿ Bayân al-ʿIlm wa Faḍlih, 1/539.

    [26] Malik, el-Muvatta, 2/513, İrâz, “Büyükanneye Miras” babı.

    Tercüme Edilen Yazının Arapça Aslı İçin: 👇
    https://hadithm6.ma/article/الصحابة-والنقل-عن-رسول-الله-صلى-الله-عليه-وسلم

    Aynı konuda Aşağıda Linkleri Verilen ARAPÇA Şu Makalelerden de İstifade edilebilir:👇


    كتابة الحديث في العهد النبوي
    https://www.islamweb.net/amp/ar/article/17669/


    هل يجب الالتزام بصيغة الأداء التي ينقل بها الصحابة الحديث عند حفظه
    https://islamqa.info/amp/ar/answers/297595


    تدوين السنة النبوية (1-2)
    https://www.islamweb.net/amp/ar/article/36159/


    بعد ١٤٠٠ سنة… كيف وصلتنا الأحاديث النبوية؟
    https://7ewar.org/بعد-١٤%D9%A0%D9%A0سنة-كيف-وصلت-الأحاديث-النبوية/


    كتاب الحديث والمحدثون
    https://shamela.ws/book/8656/53


    تدوين الحديث
    https://ar.m.wikipedia.org/wiki/تدوين_الحديث

    طرق الصحابة في التثبت من الحديث
    https://www.alkhaleej.ae/2020-06-26/طرق-الصحابة-في-التثبت-من-الحديث/ملحق-الدين-للحياة/ملاحق-الخليج


    تدوين السنّة وأعداء الحضارة
    https://www.aljazeera.net/amp/blogs/2017/11/13/تدوين-السنة-وأعداء-الحضارة


    كتابة الحديث في عهد النبي صلى الله عليه وسلم وصحابته وأثرها في حفظ السنة النبوية
    https://islamspirit.com/islamspirit_ilmolma_002_00023.php

    Donald Trump’a Mektup..!

    Edhem Şargavi
    (Katar Gazetesi Al-Watan)

    Sayın Donald Trump, selamlar:

    … Allah biliyor ki senin kazanman için dua ediyordum; hatta eşim zaferini bana müjdeleyerek, “Arkadaşın kazandı!” dedi. Elbette, seni sevdiğim için değil, zira kalbim o kadar kör değil, ama senin iki yüzlü olmayan biri olduğun için oy verecektim. Kalbindekini dilinde taşıyorsun; yılan gibi diplomatik olan Hillary gibi değilsin! Kazanmanı istedim ki halkım Amerika’nın çirkin yüzünü senin tasarruflarınla görsün.

    Ben, Hillary’nin “Cehenneme gidin, siz tatlı insanlar!” dediğinde, “Sarışın bize iltifat etti!” diyen bir topluluktan geliyorum. Ama sen farklısın; çok açıksözlüsün ve açık oynuyorsun. Sen açıkça diyorsun ki, “Arapların petrolünü istiyoruz.” Açıkça diyorsun ki, “Araplar ve Müslümanlar Amerika’da istenmiyor!” Açıkça diyorsun ki, “İsrail’in her yaptığı şeyin arkasındayım.” Gazze’ye yönelik İsrail’i itidale davet etmiyor ve onlara bombalamaları için füzeler veriyorsun!

    Sayın Başkan:
    Amerika neden seni seçti, biliyor musun? Sana söyleyeyim, çünkü sen Amerika’nın bir kopyasısın. Herhangi bir saygın ülkede, senin özelliklerin bir çete liderinin özelliklerinden başka bir şey değil! Kızma, çünkü iddia eden delilini sunar! İlk olarak, kültürsüzsün ve siyaseti Shakira’nın görelilik teorisini anladığı kadar anlıyorsun. Hillary, iki tartışmada seni yere serdi, cehaletini ortaya çıkardı ama yine de seni seçtiler! Kadınlara tacizle övündüğün sesli ve görüntülü videolarını sızdırdılar, ama yine de seni seçtiler! İnsanlardan ödemelerini isteyeceğin vergilerden kaçtığını kanıtladılar ama yine de seni seçtiler! Aile hayatın mide bulandırıcı ama yine de seni seçtiler!

    İnan bana, sen Amerika’nın küçük bir kopyasısın; Hiroshima ve Nagasaki’ye attıkları atom bombalarının yıldönümünü hala vicdan azabı duymadan kutlayan çirkin bir devletin çirkin bir kopyasısın!

    Sayın Başkan:
    Maskelerden bıktık, Amerika’nın gerçek yüzünü göster bize; tatlı sözlerden bıktık, Amerika’nın gerçek sözlerini duyur bize. Bize olan kaygı ve bulantı hislerinizden bıktık; bunlar siyaset belirtileri değil, hamilelik belirtileri. Amerika’nın bize karşı gerçek duygularını göster ve duygusal bir hayal kırıklığından korkma, biz biliyoruz ama yöneticilerimizin de bilmesini istiyoruz ki bu tek taraflı bir aşk ilişkisi!

    Ortadan sopa tutma çabanızdan bıktık; sopayı ucundan tut ve kafalarımıza vur ki uyanalım!

    Sayın Başkan:
    Hiçbir şey, bir ülkenin yönetimini bir aptala teslim etmekten daha hızlı bir şekilde ülkeyi harap etmez. Ve Allah’tan senin dönemin, Amerika için yıkımın başlangıcı olur, senin iktidar yılların, Yusuf peygamber zamanındaki Mısır halkının yaşadığı yedi zayıf yıl gibi yılları Amerika yaşasın; diye dua ediyorum. Lütfen, seni dizginlemelerine izin verme. Amerikalı ol, ama makyajsız bir Amerikalı!

    Son olarak, Trump ile beraber hareket eden krallara, prenslere ve devlet başkanlarına mesajım şudur:
    Sizden daha adi ve daha kirli bir Trump yoktur!

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    07.11.2024 OF

    رسَالةٌ إلى دونالد ترامب

    أدهم شرقاوي
    (صحيفة الوطن القطري)

    السّيد دونالد ترامب، تحيّة وبعد
    … ويشهدُ الله أني كنتُ أدعو أن تفوز، حتى أن زوجتي بشّرتني بفوزك قائلة لي: لقد فاز صاحبك! وطبعاً كنتُ سأصوتُ لكَ ليس محبةً فيك، فقلبي ليس أعمى إلى هذه الدّرجة ، ولكن لأنّكَ خبيث مكشوف ، ما بقلبكَ على لسانك، فلستَ دبلوماسياً كالحيّة الرقطاء هيلاري! أردتُ لكَ أن تفوز ليظهر لقومي وجه أمريكا القبيح على يديك.
    فأنا من قومٍ إذا قالت لهم هيلاري: اذهبوا إلى الجحيم أيها اللطيفون! لقالوا: تغزّلتْ بنا الشقراء! معكَ الأمرُ مختلف، أنتَ صريحٌ جداً وتلعبُ على المكشوف، أنتَ تقول صراحةً: نريدُ نفط العرب ، أنتَ تقول صراحةً: العرب والمسلمون غير مرحّبٍ بهم في أمريكا،! أنتَ تقول صراحةً: أنا مع إسرائيل في كلّ ما تفعل، ولا تقول أنا ضدّ الاستيطان وتدفع لهم ثمن الإسمنت، ولا تُطالب إسرائيل بضبط النّفس تجاه غزّة وتعطيهم الصواريخ ليقصفوها!

    سيادة الرّئيس
    أتعرفُ لماذا اختارتكَ أمريكا؟ سأخبركَ، لقد اختارتكَ لأنّكَ نسخة عنها، فمواصفاتك في أي دولة محترمة ليست إلا مواصفات رئيس عصابة! ولا تغضب، فالبيّنة على من ادّعى! أولاً أنتَ عديم الثقافة، وتفهم في السياسة مقدار ما تفهم شاكيرا في النظرية النسبية، فقد مرّغتك هيلاري في مناظرتين، وعرّتْ جهلكَ، ورغم هذا انتخبوك! سرّبوا لكَ مقاطع فيديو بالصوت والصورة تفتخرُ فيها بالتّحرش بالنساء، ورغم هذا انتخبوك! أثبتوا تهربك من دفع الضرائب التي ستطالب الناس بدفعها، ورغم هذا انتخبوك! حياتك الأُسرية مثيرة للغثيان ورغم هذا انتخبوك! صدّقني أنتَ نسخة مصغّرة عن أمريكا، نسخة قبيحة عن دولة قبيحة ما زالت حتى اليوم تحتفل بذكرى إلقائها قنابل نووية على هيروشيما وناكازاكي دون أدنى وازعٍ من ضمير!

    سيادة الرّئيس
    سئمنا من الأقنعة فأرنا وجه أمريكا الحقيقيّ، وسئمنا من الكلام المعسول فأسمعنا كلام أمريكا الحقيقي، سئمنا من شعوركم بالقلق والغثيان لما يحدثُ لنا، فهذه أعراض حمل ووحام لا أعراض سياسة، فأظهر لنا مشاعر أمريكا الحقيقية نحونا، ولا تخف علينا من خيبة عاطفية، فنحن نعرف ولكن نريد أن يعرف حكامنا أنها علاقة حُبّ من طرف واحد! سئمنا من محاولة إظهار إمساككم بالعصا من المنتصف، فامسكها من طرفها، وهُشّ بها على رؤوسنا علّنا نستيقظ!

    سيادة الرّئيس
    لا شيء أسرع في خراب الدّول من تسليم زمام أمرها لأحمق، وإني أسأل الله أن يكون عهدكَ فاتحة الخراب، وأن تكون سنوات حكمك على أمريكا كالسّبع العجاف على أهل مصر زمن يوسف عليه السّلام، فكُنْ أنتَ، ولا تسمح لهم أن يلجموك، أرجوك، كُنْ أمريكياً من دون مساحيق تجميل!

    و في الاخير
    رسالتي الى الملوك و الامراء و الرؤساء الذين يسيرون معه
    دون إستثناء, ليس هناك أحقر و لا أوسخ من ترامب الا أنتم

    ‘Cumhuriyetin Kazandırdıkları ve Kaybettirdikleri!’ (1)

    Av. Ömer Faruk Uysal Yazdı

    Cumhuriyetin kazanımları çok konuştuğumuz bir mevzudur. Acaba Cumhuriyetin kaybettirdikleri de var mıdır? Sonra, Cumhuriyetin kazanımlarının gerçekte ve fiiliyatta kazananları kimlerdir?

    1923’te kurulmaya başlanan yeni rejim ile geleneksel Osmanlı toplumu çok sarsılmış, büyük travmalara maruz kalmış ve adeta devletine küsmüştür! Yeni uygulamaların çoğu toplumsal, bilimsel, tarihi, gerçekleklerle bağdaşmadığından, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı ve bilhassa ilk çok partili dönem Menderes hükümetleri zamanında, mecburen terkedilmeye, en azından tavsamaya başlamıştır!

    Bazı Marksist yazarlar, DP‘yi ilk politik halk örgütü ve icraatlarınıda bir karşı devrim olarak nitelendirmişlerdir. Mesela ezan bazı CHP‘li mebusların da oylarıyla kadim aslına döndürülmüştür. Veya Frenk şapkası mecburiyeti terkedilmiş, en azından müeyyidelendirilmemiştir. Ki, Şapka iktisası hakkındaki kanun, zaten bir yaptırım içeriyor değildi! Yani bu konuda kanunsuz zulümler yapılmıştı. Okul ve Konservatuvarlardaki Türk Müziği Yasağı değilse de, radyolardaki yasağı bizzat Atatürk, sonradan yanlış bularak kaldırmıştır. Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi aşırı iddialı, uçuk tezleri de bizzat Gazi sağlığında terk etmiştir. Bunlar gerçekten kazanım olsalardı, terk edilmez, sımsıkı sarılınırdı!

    Diğerleri gibi, Cumhuriyetin ilanına kategorik bir itiraz ve muhalefet vuku bulmamıştır. Gayrimüslim teba dahi, Devlet-i Ali Osman vatandaşlığından ve idaresinden, çoğulculuk ve hürriyetlerlerinden büyük ölçüde memnun olsalar dahi, Cumhuriyet pek yadırganmadı. Cumhuriyetin nüfus mübadelesi, etnik temizlik, kelle vergisi gibi faşizan uygulamaları sonraları ortaya çıktı. Günümüzde Cumhuriyetin 1950‘lere kadarki, otoriter, totaliter ve eşyanın tabiatına ters tatbikatı çok eleştirilse de, Cumhuriyet kavramı ve teorisi, bu eleştirilere dahil edilmez. Cumhuriyet döneminde yapılan ve esasen Cumhuriyete kavramına aykırı, yanlış uygulamalar eleştirilmektedir. Kimse yeniden saltanat kurulsun demez. Çünkü, Kur’an, Sünnet. Hilafet ve Asr-ı saadet tatbikatı saltanat değildi, bir nevi cumhuriyetti!

    Bütün bunlara rağmen dünyada ve Türkiyede cumhuriyet bulunmaz bir Hind kumaşı değildir. Cumhuriyet aşağı yukarı, yönetimin babadan oğula geçmemesi, yani saltanata yer verilmemesinden ibarettir.

    Ve sırf bu sebeple, tek başına büyük bir kazanım değildir. Çünkü Avrupa ve Japonya’da cumhuriyetlerden daha başarılı monarşiler vardır!

    Zira son asırda gördüğümüz sosyalist, kapitalist, kanlı diktatörlüklerin çoğu cumhuriyettir. Tarihin en büyük cihan harbi katliamları Cumhuriyetlerce yapılmıştır. Lenin, Stalin, Hitler, Musollini, Mao, Saddam, hep Cumhuriyet lideridirler. Faşizm, Nazizim, Sosyalizm, Kemalizm vs hep Cumhuriyet ideolojileridir! Gelişmemiş Afrika devletlerinin çoğunluğu da Cumhuriyettir.

    Kuzey Kore Cumhuriyeti şedid diktatörlüğü, dede, baba, torun olarak devam etmektedir. Küba’da devrimci Fidel Castro, yerine kardeşi Raul Castro’yu getirmiştir. Bu arada İran İslam Cumhuriyeti gibi Cumhuriyetler de mevcuttur. Avrupa Cumhuriyetlerinin çoğunluğu laik değildir, en azından laiklik, vurgulu ve cumhuriyetin olmazsa olmazı değildir! Türkiye 1921 ve 1924 anayasalarında bir İslam Cumhuriyeti olarak kurulmuştur. Dini bir tören, Kur’an ve Hadis hatimleriyle, İslam alimlerinin dualarıyla! Her iki Anayasada açıkça, “Devletin dini din-i İslamdır” yazmaktaydı. Atatürk, 1938‘de ölümüne bir yıl kalana dek, bir İslam Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı idi! Laiklik 5 Şubat 1937‘de kabul edildi!

    Laiklik, ruhban sınıfının siyasi hakimiyetine son vermek ve din ve vicdan hürriyetlerlerinin güvencesi olmak üzere getirilen teknik bir terim ve hukuki bir tedbir olduğu halde, Türkiyede ve bazı Sosyalist ülkelerde, din karşıtlığı ve dinsizlik ideolojisi olarak uygulanmak istenmiştir. Halbuki İslamda ve Türkiyede, değil din adamları sınıfının siyasal hakimiyeti, değil din adamları (ruhban) sınıfı, “din adamı” bile yoktur. Zira her mümin dinin adamıdır zaten. Ne kadar büyük alim ve veli olsa da bir İslam büyüğünün, resmi bir hiyerarşisi yoktur. Sonradan ihdas edilen Şeyh-ül İslamlık bile, siyasi bir otoriteye sahip değildi. Eğer Ebu Suud efendi gibi mümtaz alimlerin yaptırım gücü de olsa, hukukun, İslam hukukunun, güvencesiyle, daha az hak ihlali ve daha çok hukuk devletinden bahsedebilirdik! Şeyh’ül İslamlar ve sair seçkin alim ve evliyaullahın, değil hükümdar azletmek (afaroz), idareye ve siyasete müdahale yetkisi dahi yoktu.

    Şia İslam anlayışı ve yapılanmasında, itikada giren; İmamet, taklit mercii, velayet-i fakih gibi hiyerarşi içeren durumlar, kısmen ruhban otoritesi çağırıştırabilir! Bu tarihi ve Hristiyani köklerle mukayese edildiğinde Sünni İslam bir nevi laik devlet uygulaması olarak tezahür etmiştir!

    Şu halde laiklik ithali Türkiye şartlarında bir kazanım sayılamaz. Zira bertaraf edilecek bir ruhban sınıfı siyasi otoritesi yoktur, hiçte olmamıştır. Laiklik sosyalist diktatörlüklerde olduğu gibi, din karşıtlığı ve dindarlara baskı olarak uygulanagelmiştir. Cumhuriyet tarihimizin en başarılı seçim sonuçlarını alan Akparti laiklik karşıtı bir odak olarak kapatılmak üzereyken direkten dönmüştür. Bu bir partinin kapatılmasından çok, büyük bir millet çoğunluğunun kapatılması anlamına gelecek, hukuk dışı ve antidemokratik bir karar olacaktı. Uzun yıllardır laikliğin yılmaz bekçisi CHP, artık ne irtica ne de laiklik lafları edebilmektedir. Hatta yer yer mütedeyyin CHP tabloları görmekteyiz. Müslüman Türk sosyolojisi (elbette başta Kürd diğer dindar sosyolojiler) metazori laiklik sorununu şimdilik büyük ölçüde aşmıştır. Esasen Türkiye Cumhuriyeti, laiklik kavramına dayanarak laikliği ihlal etmiştir. Zira devlet ve halk arasında barışa değil kavgaya yol açmıştır, din ve vicdan hürriyeti ağır bir şekilde ihlal edilmiştir. Osmanlının milyonlarca farklı din ve etnisiteden vatandaşına rağmen, Cumhuriyet homojen bir kimlik inşasına zorlamıştır.

    Cumhuriyet ideolojisi etnoseküler (ulusçu laik) olarak adlandırılabilir. Yoğun bir Batı hayranlığı ve özentisi, alafrangalık, frengilik, doğulu, Müslüman ve Türk olmaktan utanma hissi doludur. Hazır Batı uygarlığını geçilemez, aşılamaz bir zirve ve tarihin sonu olarak görür. Garblı gibi olma, Garbta ne varsa aynen taklit, hiçte orijinal bir görüş değildir. Türk ve Türkçülük vurgusu, tarih, gelenek ve İslamdan arındırılmış, ladini, frenkmeşrep, geçmişteki başarılarından özür dileyici, apolojist bir mahcubiyet halidir. Bizi kabul edin, bizi sevin, asri, modern, medeni, uluslar ailenize dahil edin, psikolojisi! Artık Müslüman sayılmayız, tesettürü kaldırdık, Frenk şapkalarınızı taktık, takmayanları tepeledik, ne olursunuz!…Cumhuriyetin “Din yok millet var” mottosunda olduğu gibi, din kardeşliği yerine başka bir sosyal bağ, İslama karşı Türklük (Türk ulusçuluğu) ikame edilmek istenmiştir. Elbette alafranga bir Türklük. Kısmen tutmuştur.

    İşte bunlar Cumhuriyetin kaybettirdikleridir. Tarih yapmış, imparatorluklar kurmuş, üç kıta yedi denize hükmetmiş, müminlerin, mazlumların, hamisi bir millet tarihinden utandırılmıştır.

    Kadim ve muvaffak iddialarımızdan vazgeçilmiştir. Haçlı seferlerini durduran, Devlet-i Ali Selçuk ve Viyana kapılarına dayanan Devlet-i Ali Osman, Cumhuriyete hasım, öteki, utandığımız uzak akrabadan sayılmıştır. Buna mukabil Etiler, Sümerler ve Hititlerden, bizimle ilgisiz Müslüman olmayan atalar edinmişiz! Dehşetli bir özgüven erozyonu! Bir millet bundan daha büyük ne kaybedebilir?

    Daha büyük kayıp, gerçeğin ve hakikatin kaybıydı. Ki, hakikat kaybının özgüven kaybına yol açması kaçınılmazdı. Selçuklu ve Osmanlı kötü, başarısız, çağdışı; Cumhuriyet ise iyi, başarılı ve çağdaş! Tarih boyunca Cumhuriyet ve Atatürk gibisi gelmemiştir ve gelemez, saplantısı. İlkokul çocukları gibi, “Atatürk ülkemizi düşmanlardan kurtardı” çocuksuluğu.

    (Devam edeceğiz…) 👇

    Cumhuriyetin Kazandırdıkları ve Kaybettirdikleri!(2)

    “Atatürk ülkemizi düşmanlardan kurtardı” çocuksuluğu! Bir asker bir ülkeyi tek başına nasıl kurtarabilir? Diğer generaller, yüzbinlerce asker, şehit, gazi, kağnılarla, sırtında bebekleri, cepheye mermi taşıyan kadınlar, vatanımızı düşman çizmesi ezmesin diye çabalayanlar, nasıl yok sayılabilir? Herşeyi Cumhuriyet başardı yalanı! Halbuki o sıralarda cumhuriyet nazari ve lafzi olarak dahi yoktu. İma dahi edilmiyordu.

    İstiklal harbine Osmanlı derin devleti karar verdi ve planladı. Atatürk’ü Samsun’a, Yıldız sarayında görüşmeden sonra, Sultan Vahdettinin gönderdi. Bandırma vapuru, subay ve er 46 personel, altı at, üç otomobil ile birlikte. Yoksa Mustafa Kemal Osmanlıya isyan edib gemi ve sairi ele geçirmedi. Her yerde Başkomutan olarak itaat edildi. TBMM açılışında Kur’an ve Hadis hatimleri, yüce Hilafet ve Saltanat makamlarını kurtarma duaları edildi. Gazinin komutasında Osmanlı ordusu büyük bir cihada girişti ve kazandı. Yani Osmanlı şavaşı kaybedip yıkılmadı. Zaferden sonra saltanat, hilafet kaldırılıp, yerine Cumhuriyet ilan edilince yıkılmış oldu. Yani Devlet-i Ali Osmanı, kurtarması gerekenler yıktı. Ve yüz yıldır bitmeyen, değişik bir bitmeyen monarşi kuruldu.

    Batıl kutsallara meylettik, akıl ve rasyonaliteyi kaybettik. Sahih kutsalımızı kaybettik. ODTÜ‘lü koca koca profesörler, Melih Gökçek‘e kızıp, Ata’ya şikayet için Anıtkabir‘e gidiyorlar! Şanlı tarihimizden utanır olduk, tarihimizden koptuk. Redd-i mirasa kalktık, biz reddettik ama Batı, siz unutsanız bile Müslüman Türk’sünüz, biz unutmayız dediler. Misak-ı Milli sınırlarımıza bile sahip çıkamadık, küçücük bir Türkiye’ye tav olduk, yeminlerimizi çiğnedik. Dindaşlarımıza ve soydaşlarımıza sırt çevirdik. Büyük medeniyet ve kültürümüzü, harf inkılabıyla kütüphanelerimizi yıktık. Süt emdiğimiz manevi kaynakları kuruttuk.

    Kahramanlarımızı hain, hainlerimizi kahraman sandık! Karabekir, Orbay, Bele, Cebessoy gibi nice istiklal harbi kahramanlarımızı, hainlik itham ve idamdan mahkeme basan vatansever genç subaylar kurtardı. Tarih yapan aziz bir millet, küçük bir Türkiye ideali olan Kemalizme mahkum edildi. Takipçiler hala, Azerbaycan, Libya, Suriye’de ne işimiz var diyor. Emperyalizmin, ABD’nin, Okyanus ötesinden gelmesine itirazları yok.

    Dilimizden, alfabemizden, müziğimizden, estetik ve mimarimizden koptuk. Osmanlı bir tek çirkin bina yapmamış, biz ise tek bir güzel bina yapamıyoruz. Güzel sayılabilenler, geleneksel Osmanlı mimarisi taklitleri.

    Hristiyanlığın iki büyük mezhebinden Katoklikliğin Roma’nın göbeğinde kutsal Vatikan devleti var. İstanbul’un göbeğinde ise Ortodoks Patrikliği var. Peki biz kendi ellerimizle, Hilafeti niye kaldırdık? İKT‘nin neden sıradan bir üyesiyiz? Lider, hami, abi olmanın neresi kötü? Hilafeti, Müslümanların önderliğini niye kaybttik? Görünürdeki istiklalimizi kazanıp, hürriyetimizi kaybettik!

    “Olmasaydın olmazdık!” Bir millete ne büyük bir hakaret. Aziz Türk milleti 1923‘e kadar yokmuydu? 1923‘te Atatürk mü var etti? Tarih boyunca büyük zaferlerimiz, devletlerimiz, alimlerimiz, velilerimiz, gönül adamlarımız, derviş Yunuslarımız, edebiyat, musiki, mimari ve estetiğimiz ne oldular? Gazi nasıl var oldu? Evet o, Atatürk, Türklerin atası! Ya Oğuz Han, Alpaslan, Fatih, Yavuz, Kanuniler kimin atası? Mustafa Kemal, bir Osmanlı şehrinde doğup, Osmanlı mekteplerinde, Osmanlı harbiyesinde okumadı mı? Osmanlı Ordusu subayı ve generali değil mi? İstiklal harbimiz Osmanlı ordusu tarafından zaferle tamamlanmadı mı?

    Cumhuriyet; henüz ayakta ve zafer kazanmış Osmanlı topraklarında, Osmanlı halkına dayanarak, Osmanlı Ordusu ve Mehmetçik (Küçük Muhammedlerden müteşekkil) Kur’andaki Şehadet ve Gazilik motivasyonu ile dolu yiğitlerin, kahramanllıkları olmadan mı kuruldu? Nedir bu tarihi, tüm geçmişi, sıfırlama haksızlığı? Bu mümkün olabilir mi?

    Cumhuriyet Garbdan alınıyor. Batı’ya büyük hayranlık duyuluyor, özenti de had safhada! Peki, Garb’da tek adam ve partisine bitmez bir monarşik iktidar sağlayan, devlet veya hükümet kaldı mı? Haydi Batı’yı örnek alın! Churchilizm, De Gaulleizm, ideolojileri ve partilerinin bitmez iktidarları var mı? Herhangi bir ideoloji ve kişiye ebedi bir iktidar, bildiğimiz saltanattan daha ağır değil mi?

    Büyük Asya treninin lokomotifliğini terkedip, küçük Avrupa treninin istenmeyen son vagonu olmanın nesi iyi, nesi devrim? Bu nasıl bir aşağılık duygusudur! Tarihinden, medeniyetinden, bizatihi kendinden utanmaktır!

    Cumhuriyet tarihi yalanlarına hiç girmeden , iki küçük çarpıtmaya değinelim. Mesela saltanatın kaldırılması. (1 Kasım 1922) Ne güzel değil mi? Birilerinin saltanat sefası sona eriyor! Beri taraftan 600 yıl mazlumların ve müminlerin hamisi olmuş Devlet-i Aliye’yi kendi ellerimizle yıktığımız gündür! İngilizlerin, Windsor hanedanının, Frengin ayakta alkışladığı, büyük ve muzaffer bir düşmandan kurtulduk diye sevindiği kutlu gün! Frenk serpuşlu, kuyruklu smokinli, yeni bir monarşi. Başkent Ankarada değilde, Dolmabahçe sarayında tatlı hayatlar, balolar, valsler!

    Cumhuriyetin muazzam başarılarından biri de kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesiydi. (5 Aralık 1934) Elbette pek mesud bir tablo! Ancak ufak bir mesele var. Çok partili serbest seçim yapılmıyor. Saltanatı yıkan tek adam, kendi partisinden başkasına izin vermediği gibi, kimler mebus olacak o tensip buyuruyor. Yani erkeklerin dahi seçme seçilme hakkı yok! Halbuki Osmanlı 1908’de çok partili seçimi, 58 yıl önceden yapıyordu. Müstebid Sultan seçime karışmıyordu.

    Cumhuriyetin kazanımları denince burada kazanan kim olmalı?
    a- Avrupa devletleri.

    b- Mustafa Kemal.

    c- Türk milleti.

    Bu tabloda Türk milletinin kazandığı nedir? Yeni rejim milleti adam yerine koymuş ve bir dediğini iki etmemiş midir, yoksa ona 1950‘ye kadar serbest seçimleri yasaklamış mıdır? Seçimsiz, halksız bir Cumhuriyet! Cumhuriyetin kazanımları, Avrupa ve gazi paşanın kazanımları demek!

    Avrupa kadim ve zorlu bir düşmanından, Devlet-i Aliye’den kurtuldu. İddiasız, küçük bir Türkiye’yi başarı, reddettiğimiz (aslında reddedemeyeceğimiz) mirası tepmeyi zenginlik sandık!

    29 Ekim 1923‘te yeni bir devlet kurmuş değiliz. Hazır, kadim, Devlet-i Aliye’nin, şekl-i Hükumeti değiştirilmiştir. Ülke, millet, devlet, bayrak, ordu, polis, tüm kurumlar, bürokrasi ve herşey yerliyerindeydi! Cumhuriyet her unsuruyla Osmanlının devamıdır. Hele ki, Osmanlıya karşı ve ona isyanla veya onu mağlup ederek kurulmuş da değildir. Osmanlı, bir istiklal harbi zaferini yeni kazanmıştır.

    Cumhuriyetin yeni bir devlet olmadığının sayısal (tarihsel) argümanlarının bir kısmını belirtelim; Kızılay 156, Ziraat bankası 161, Demiryolu teşkilatı 168, Polis teşkilatı 179, Jandarma 185, bayrak 180 yaşındadır vs. (Neden Avrupa bayrakları haç, bizim bayrağımız, diğer İslam devletleri gibi hilal sembolüdür?) Bir devlet nasıl oluyor da kendi kurumlarından daha sonra kurulmuş oluyor? Devletler yeni yetmelikleriyle, tazelikleriyle değil, tarihin derinliklerine uzanan kadim tarihleriyle cesamet, kuvvet ve meşruiyet kazanırlar. Ne zaman Ortadoğu siyasetinden söz açılsa, tarihte Irak ve Suriye diye devlet yoktu denerek hafife alınırlar. Yani muz cumhuriyetleri hiçte makbul değildir. Peki başta İngiltere olmak üzere Avrupa Monarşileri öyle midir?

    Av. Ömer Faruk Uysal

                                   
    
    
                                            
                                               
    
                                             
    
                                             
                                                
    
                                          
    İddia ve İthamlara Cevaplar ..

    Edhem Şarkavi Yazdı

    “Sana soranlara … Vereceğin Cevaplar!”

    1.“Sana söyleyecekler: Topraklarını sattılar!” Onlara deki: “Yalan söylüyorsunuz, işte buradalar, onun uğruna tüm dünyaya karşı savaşıp ölüyorlar! Eğer siz tarihi çarpıtıyorsanız, biz de gerçekliği yaşıyoruz! Ancak bu, zayıf bir adamın vicdanını rahatlatmak için bulduğu bir bahane, kendisine ‘Toprağını satmış insanlar, benim ne ilgim var?’ diyerek uyumasıdır. Ama sen de biliyorsun ki, bu bir satılmış toprak meselesi ya da mülk problemi olsaydı, mahkemelerde çözülürdü, savaş alanlarında değil. Avukatlar onlarla ilgilenirdi, Ebu Ubeyde değil, deliller ve belgeler sunulurdu, Yasin 105 mermileri değil!”
    2.“Sana söyleyecekler: İnsanlar huzur içinde yaşıyorlardı, yemek yiyip içiyorlardı, peki bu kadarına değer miydi?!”
    Onlara deki: “Bu hayvanların her zaman yemi düşünmesine benzer bir misalidir! Eğer hayatın kendisi bir başarıysa, o zaman ne kadar çok hayat var, ne kadar çok başarı var! Eğer hayatın tadı varsa, özgürlerin ölümü kölelerin hayatından daha tatlıdır!”

    3.Sana söyleyecekler: Kadınlarınız anne olamıyor mu?! Neden çocuklarını şehit olmaya hazırlıyorlar?!” Hatta çocukları küçükken ölen anneler, neden bu direnişin önüne çıkmadılar?! Onlara deki: “Firavun’un önünde dimdik duran o kadın, çocuklarını birer birer ateşe atarken anne olamıyor muydu, yoksa hayatta bazı şeyler her şeye bedel midir? İşte Kadisiye’de dört çocuğunu bir arada veren Hansa da anne olamıyor muydu, yoksa onurlu olmak kanla ödenen bir bedel midir ve kölelerin anlaması zor olan bazı şeyler mi var?!” Ve direnişten kim çıkacak ki, neden direnişimizi Mars’tan gelmiş gibi gösteriyorsunuz? Bu direniş biziz, doğurduğumuz çocuklarımız, eğittiğimiz mücahidlerimiz, satın aldığımız ve ürettiğimiz silahlarımız, kimse kendisinden vazgeçemez; aksine, onur belgemiz, bu direnişte yürüyen her bir kişinin kalitesidir. Bu yolda yürüyen ve katkıda bulunanlar başımızın üstünde, ondan dönenler ise bizim için yoktur. Kim bu direnişten vazgeçerse, biz de ondan vazgeçeriz!”
    4.“Sana söyleyecekler: Çok sayıda güvenilir bilim insanı bu konuda konuşmuyor ve onların kanlarının dökülmesine ses çıkarmıyor, eğer haklı olsalardı bunu yaparlardı!”

    Onlara deki: “Ne zamandan beri hakkı insanlar üzerinden tanıyoruz dostum, biz hakka göre insanları tanırız. Şimdi bilmelisin ki, güvendiğin insanlar güvenilir değillerdir! Bu ulusun tarihine, kriz zamanlarındaki durumuna bakmadın mı? Bir zamanlar elli fıkıh alimi, İmam Ahmed bin Hanbel’i öldürmesi için el-Mu’tasım’a fetva vermişti! Alimler kitaplarla değil, hayatla tanınır dostum; İmam Ahmed bin Hanbel, yalnızca eserleri nedeniyle değil, Kur’an’ın yaratılması fitnesi sırasında gösterdiği kararlılık nedeniyle de sünnet imamıdır!”

    5.“Sana söyleyecekler: Medya onları kahraman olarak göstermiyor, eğer gerçekten kahraman olsalardı, medyamız onları bırakır mıydı?!”

    Onlara de ki: “Ömer Muhtar yakalandığında, Berka gazetesi büyük harflerle şunu başlık yaptı: İsyancıların lideri Ömer Muhtar yakalandı! Eğer ölçünüz Arap News ve Sky News gibi medya çöplüğü ise, bu sizin için çok üzücü; bu durum, enkaza gömülen bir bebeğin kurtarılmasından daha acı!”
    6. “Sana söyleyecekler: Peki ya bu kadar çok sayıda kurban?”
    Onlara deki: “Onlar, Allah’ın izniyle şehitlerdir, kurban değillerdir! Sabit kalmak bir ibadettir, ticaret değildir ki fiyatıyla kıyaslansın! Hendek sahipleri hep birlikte yakıldı, ama Allah bunu büyük bir zafer olarak adlandırdı! Sumeyye, yere çivilenmişken Ebu Cehil tarafından mızrakla delindi, buna rağmen o, İslam’ın ilk şehididir! Hamza bin Abdülmuttalib ve Suheyb bin Sinan’ı Kureyş öldürdü; ancak onları, peygamber ﷺ Uhud’a götürdüğü için öldürülmediler!”
    7. “Sana söyleyecekler: Çocuklar nasıl aç kaldı, bazı insanlar açlıktan nasıl öldü?!”
    Onlara deki: “Sahabeler ve aileleri Hendek günü aç kaldı, peki bunu onlara kim yaptı? Peygamber ﷺ mi, yoksa Kureyş ve müttefikler mi onları evlerinde kuşattı?!”
    8. “Sana söyleyecekler: Güç dengeleri hakkında ne düşünüyorsun? İnsan akıllı olmalı, risk almamalı ve maceraya atılmamalı?!
    Onlara deki: “Peygamber ﷺ, 3000 kişiyi 200.000’e karşı göndermişti, peki ya Yermuk ve Kadisiye? Güç dengeleri hakkında bir fikrin var mı?! Bedir’de, müşrikler onların dört katıydı! Cihat, dostum, bir zorunluluktur, bir gezi değil; gücün yettiğince yapılır. Önce onlara ‘Neden yalnız savaşıyorsunuz?’ diye sormadan önce, bütün ümmete sor: ‘Neden onları yalnız bıraktınız?!’
    9. Sana söyleyecekler: Onlar tüm bu felaketin sebebi!”
    Onlara deki: “Bir zamanlar günde bin kez öldürülen bir kurbanı, aşağılık ve korkak bir düşman tarafından, bir başka kurbanın, kurban olmayı reddettiği için öldüğünü ikna etmeye mi çalışıyorsunuz? Özgür insan, ayakta durarak ölür, eğilmez! Ve eğer büyük bir zafer kazanamazsa bile, düşmanının yüzünü tahrip etmek, ona bir iz bırakmak yeterlidir; bu iz, düşman her aynaya baktığında aklında kalacaktır! Sadece bazı insanların cesareti seni öldürmedi; seni eşit kıldı. Bugün, bir darbe karşısında intikam almak için geri dönüyorlar; aradaki farkı gördün mü?! Bu iki ölüm asla aynı değil ve olmayacak; seni, başlangıçta seni öldürenle, intikamını alana karşılaştırmaman için koruyorum!”
    10. “Sana söyleyecekler: Peki ne zamana kadar?!”
    Onlara deki: “Allah bizimle onların arasında hükmedene kadar, O en iyi hüküm verendir! Biz, Allah’a cihad, sabır ve sebatla ibadet ediyoruz; tıpkı namaz kılar gibi! Üzerimize düşeni yapıyoruz; eğer zafer nasip ederse, bu O’nun lütfu; eğer şehadet nasip ederse, bu da O’nun keremi. Allah, bir kuldan sadece elde ettiği sonuçları değil, sarf ettiği emeği sorar! Ve ulaştığı noktaları değil, yürüdüğü yolu sorar! Kim demiş ki cihadın karşılığı, mücahidin zaferini önünde görmesidir? Sumeyye ve Yasir, İslam’da Allah’a ibadet edilen bir cami yapılmadan şehit oldular! Hamza ve Mus’ab, insanların topluca Allah’ın dinine girmesini görmeden şehit oldular!”

    “✍🏻🗞️ Edhem Şarkavi / Arap Bloğu“

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    04.11.2024 OF

    أدهم شرقاوي

    “سيقولون لكَ … فقُلْ لهم! “

    1. سيقولون لكَ: باعُوا أرضهم!
      فقُلْ لهم: كذبتم، ها هم يموتون في سبيلها أمام العالم أجمع! فإن زوَّرتم التاريخ فها هو الواقع نعيشه!
      ولكنها حيلة الجبان ليُهدهد على ضميره فينام، ويقول لنفسه: أرض باعها أهلها، فما شأني؟!
      ولكنك تعلمُ، كما يعلمُ النّاسُ جميعاً، أنها لو كانت قضيّة أرضٍ مباعة، أو مشكلة عقاريّة لكانت تُحلُّ في أروقة المحاكم لا في ميادين القتال، ولترافع بها المحامون لا أبا عُبيدة، ولقُدِّمتْ فيها الأدلّة والمستندات لا قذائف الياسين!
    2. سيقولونَ لكَ: كان النَّاسُ يعيشون بهدوءٍ، ويأكلون ويشربون، فهل كان الأمرُ يستحقُّ؟!
      فقُلْ لهم: هذا هو شأن البهائم دوماً أنّها لا تُفكِّرُ إلا بالعلف!
      وإن كانت الحياة بحدِّ ذاتها انجازاً، فما أكثر الأحياء وما أكثر الإنجازات! وإن كانت الحياة بطعمها، فموتُ الأحرار ألذُّ من حياة العبيد!
    3. سيقولون لكَ: هل نساؤكم ناقصات أمومة؟!
      لماذا ربَّينَ أولادهُنَّ على الشّهادة؟!
      وحتى أولئك اللواتي قُتلَ أولادهُنَّ صغاراً لماذا لم يخرجنَ في وجه هذه التي تسمُّونها مقاومة؟!
      فقُلْ لهم: أهذه الماشطة التي وقفتْ أمام فرعون بثباتٍ وهو يُلقي أولادها في الزّيت واحداً بعد واحد كانت ناقصة أمومة، أم أنَّ ثمة أمور في الحياة يهون لأجلها كلّ شيء!
      وهذه الخنساء التي قدَّمتْ في القادسيّة أولادها الأربعة دفعةً واحدة كانت ناقصة أمومة، أم أنَّ العزَّ مهره الدّم، وأنَّ ثمة أمور يصعب على العبيد فهمها؟!
      ثمَّ من سيخرج على المقاومة، ولماذا تُصوِّرون أن مقاومتنا جاءت من المريخ لتحكمنا، هذه المقاومة هي نحن، أولادنا الذين أنجبناهم، مقاتلينا الذين دربناهم، سلاحنا الذي اشتريناه وصنعناه، لا أحد يتبرّأ من نفسه، على العكس تماماً نحن صكّ الشّرف عندنا بمقدار ما يمشي المرءُ منا في ركب هذه المقاومة، من مشى فيها وقدّم لها وضعناه على رؤوسنا، وما تنكّر لها تنكّرنا له، ومن تبرَّأ منها تبرّأنا منه!
    4. سيقولون لكَ: الكثيرُ من العلماءِ الثِّقاتِ لا يتكلَّمون عنهم، ولا يستنكرون سفكَ دمائهم، ولو كانوا على حقٍّ لفعلوا!
      فقُلْ لهم: ومنذ متى نعرفُ الحقَّ بالرِّجال، يا صاحبي نحن نعرفُ الرِّجال بالحقِّ، وهذا أوان أن تعرفَ أنَّ من حسبتهم ثِقاتاً ليسوا ثِقاتاً!
      ألمْ تقرأ تاريخ هذه الأمة في زمن أزماتها، ألمْ تعلم أن خمسين فقيهاً أفتوا للمعتصم بقتل أحمد بن حنبل!
      العلماء لا يُعرفون من الكتب يا صاحبي وإنما يُعرفون من الحياة، أحمد بن حنبل ليس إمام السُنة لانه صاحب المسند بل لأنه صاحب الجلد يوم فتنة خلق القرآن!
    5. سيقولون لكَ: الإعلامُ لا يتحدَّثُ عنهم على أنّهم أبطال، أكانَ إعلامنا سيتركهم لو كانوا أبطالاً فعلاً؟!
      فقُلْ لهم: عندما أُلقيَ القبض على عمر المختار، عنونتْ صحيفة بَرَقة بالخط العريض: القبض على زعيم المتمرّدين عمر المختار!
      إذا كان ميزانك من الجرح والتّعديل قناة العربيّة، وسكاي نيوز، وأشكالهما من حاويات النفايات الإعلاميّة فإنّه يُؤسفُ عليكَ أكثر مما يُؤسفُ على رضيعٍ اُنتِشَلَ قطعاً من تحت الأنقاض!
    6. سيقولون لكَ: ماذا عن كلِّ هذا العدد من الضحايا؟
      فقُلْ لهم: هؤلاء شُهداء بإذن الله وليسوا ضحايا!
      ثمَّ إنَّ الثبات على العقيدة والمبدأ عبادة وليست تجارة لتُقارن بالثّمن!
      أصحاب الأخدود أُحرِقوا جميعاً فسمّى الله هذا فوزاً عظيماً!
      وسُميَّةُ طعنها أبو جهلٍ بالحربة وهي مثبتة بالأوتاد في الأرض، وهي رغم هذا أول شهداء الإسلام!
      حمزة بن عبد المطلب وصُهيب بن عمير قتلتهما قريشُ ولم يقتلهم النَّبيُّ ﷺ حين خرج بهم إلى أُحد!
    7. سيقولون لكَ: ألا ترى كيف جاعَ الأطفال، وكيف ماتَ بعض النّاسِ من الجوع؟!
      فقُلْ لهم: جاعَ الصّحابةُ وعيالهم يوم الخندق، فمن الذي جوّعهم النَّبيُّ ﷺ حين رفضَ أن لا يركعَ إلا لله، أم قريشُ والأحزاب حين حاصروهم في ديارهم؟!
    8. سيقولون لكَ: ماذا عن موازين القوى؟! ألا يجب أن يكون المرءُ عاقلاً ولا يُخاطر ويُغامر؟!
      فقُلْ لهم: ماذا عن ثلاثة آلافٍ في مؤتة بعثهم النَّبيُّ ﷺ لمواجهة مئتي ألف؟!
      ماذا عن اليرموك والقادسيّة، أعندكَ فكرة عن تفاوت موازين القَوى؟!
      ماذا عن بدرٍ والمشركون أربعة أضعافهم؟!
      الجهاد يا صاحبي فريضة وليست رحلة، تُؤدَّى بالمستطاع، فقبل أن تسألهم: لمَ تُقاتلون وحدكم، سلْ أُمَّةً كاملةً: لمَ تركتموهم وحدهم؟!
    9. سيقولون لكَ: هم الذين جلبوا الوبال كلّه
      فقُلْ لهم: تريدون أن تُقنعوا ضحيَّةً تُقتلُ منذ زمنٍ كلَّ يومٍ ألف مرَّةٍ على يدِ عدوٍّ حقير وجبان أنَّ السبب في موتهم هذه المرّة أنَّ ضحيَّةً أخرى سئمتْ أن تبقى ضحيَّةً، وأنها عرفت أنَّ الحُرَّ يموتُ واقفاً على قدميه ولا يركع، وأنه لا ضير أن لا يُحقِّقَ نصراً ساحقاً، يكفيه فخراً أنه خمش وجه عدوّه، وترك فيه أثراً سيبقى يذكره كلما طالع وجهه في المرآة!
      لم تقتلكَ جرأة بعض قومك، لقد جعلتكَ ندًّا، كنت قبل اليوم تُقتل سُدى، أما اليوم فإنهم يردُّون صفعةً تلقُّوها، أرأيتَ الفارق بين هذه الموتة وتلك؟! ليستا سواءً أبداً، ولن تكونا، وإني أُعيذك أن لا تُدركَ الفارق بين من قتلكَ بدايةً، وبين ما كان يأخذ بثأرك!
    10. سيقولون لكَ: فإلى متى؟!
      فقُلْ لهم: حتى يحكم الله بيننا وبينهم وهو خير الحاكمين!
      وإننا نتعبَّدُ الله تعالى بالجهاد والثبات والصّبر كما نتعبّده بالصّلاة تماماً! نقومُ بما فرضه علينا، فإن منَّ بالنصر فهذا كرمه، وإن منَّ بالشهادة فهذا لطفه، ولن يسأل الله تعالى عبداً عن نتيجة حققها وإنما عن سعي سعاه، ولا عن وصول بلغه، وإنما عن طريقٍ مشى فيها!
      من قال أن جزاء الجهاد أن يرى المجاهد نصره أمامه، سُميّة وياسر استشهدا قبل أن يُبنى في الإسلام مسجد يُعبد الله فيه!
      وحمزة ومصعب استشهدا قبل أن يريا الناس يدخلون في دين الله أفواجاً!

    ” ✍🏻🗞️ أدهم شرقاوي / مدونة العرب “
    ـــــــــــــــــــــــــــ

    Yahya Sinvar Nasıl Şehid Edildi?

    İşte Mücahid Komutan Yahya Sinvar’ın Şehadetinin Seyri ve Otopsi Raporu: 👇

    Terörist İsrail ordusundan bir subay, Hamas lideri Yahya Sinvar’ın ölümüne yol açan “büyük bir hata” yaptığını belirtti. Bu olayla ilgili yeni ayrıntılar ortaya çıktı. İngiliz “Telegraph” gazetesine göre, İsrail ordusunda görev yapan Binbaşı Doron Spilman, Sinvar’ın Gazze’nin altındaki tünellerden çıkarak Refah’taki bir apartman dairesine geçtiğini ve burada bir insansız hava aracı tarafından takip edildiğini söyledi.

    Sinvar, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e düzenlediği harekattan beri Gazze’deki tünellerde saklanıyordu. İsrail ordusu, Sinvar ve ailesinin tünellerde hareket ettiğini gösteren bir video yayınlamıştı. Spilman, İsrail ordusunun, sokakları kapatıp çevredeki tünelleri patlatarak Sinvar’ı böyle bir hata yapmaya zorladığını ifade etti.

    İsrail televizyon kanalı i24NEWS, Sinvar’ın öldürülmesine ilişkin ayrıntıları paylaştı. Çarşamba sabahı İsrailli bir birlik, Refah’taki Tel Sultan bölgesinde “şüpheliler” tespit etti. Komutan, ellerinde silah olan üç kişiyi görüp ateş açtı ve ardından vurulan kişinin Sinvar olduğu anlaşıldı. Sinvar, vurulduktan sonra yakındaki bir eve girerken, bir İsrail askeri çatışmada ağır yaralandı.

    Daha sonra siyonist İsrail birliği, Sinvar’ın saklandığı eve top atışı yaptı. Sinvar, askerlere iki el bombası fırlattı ancak bir insansız hava aracı tarafından gözlemlendi ve ikinci bir atışla öldürüldü. Perşembe sabahı kimliği doğrulandı ve yanında gizli belgeler bulundu.

    Siyonist İsrail ordusu sözcüsü Daniel Hagari, Sinvar’ın üzerinde bir tabanca ve 40 bin şekel bulunduğunu açıkladı. Ayrıca, İsrail güçleri Sinvar ile birlikte öldürülen kişinin, Hamas’ın Tel Sultan Taburu komutanı ve Sinvar’ın güvenliğinden sorumlu olan Mahmud Hamdan olduğunu duyurdu.

    Siyonist İsrail ordusu, Tom lakaplı Mahmud Hamdan’ın da Yahya Sinvar’ın öldürüldüğü yere yaklaşık 200 metre mesafede İsrail askerleriyle girdiği çatışmada hayatını kaybettiğini açıkladı. Siyonist İsrail polisi DNA testleri sonucu Sinvar’ın kimliğini doğruladı, ancak cesedinin ne yapılacağına dair karar henüz açıklanmadı. İsrail’in cesedi takas amaçlı saklayıp saklamayacağı veya başka bir yöntemle defnedip defnetmeyeceği belirsiz. New York Times’ın uzmanlardan aktardığına göre, İsrail cesedin Filistin topraklarında defnedilip anıta dönüştürülmesini istemediğinden, gizli bir yere defnedilmesi bekleniyor.

    Washington’daki Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nin Orta Doğu Programı Direktörü John Alterman, Üsame bin Laden’in İslami usullere uygun olarak gizlice defnedilmesine benzer bir şekilde Sinvar’ın da gizli bir yerde gömülebileceğini ifade etti. Siyonist İsrail ordusu bu konuda yorum yapmadı.

    Daha önce Alhurra tarafından yayımlanan bir haberde İsrailli yetkililer, Sinvar’ın öldürülmesini rehinelerin kurtarılması için bir fırsat olarak değerlendirdi. Terörist Başbakan Bünyamin Netanyahu, Hamas’a karşı “yıkım” sözü vererek Sinvar’ın öldürülmesinin örgüt için bir gerileme olduğunu, ancak savaşın henüz sona ermediğini belirtti. Terörist İsrail Genelkurmay Başkanı Hertzi Halevi, Sinvar’ın öldürülmesinin İsrail’in uzun süredir devam eden bir hesabı kapatması anlamına geldiğini söyledi.

    Bu gelişmelere karşın Filistin Kurtuluş Örgütü ve El Fetih Hareketi, Sinvar için taziye mesajı yayımladı. Sinvar, Temmuz ayında Tahran’da düzenlenen bir suikast sonucu öldürülen Şehid İsmail Heniyye’nin ardından Hamas liderliğini üstlenmişti. 7 Ekim 2023’te İsrail’e yönelik harekatı planlayanlar arasında yer alan Sinvar ve örgütün diğer liderleri siyonist İsrail tarafından hedef alındı. Aynı şekilde, Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin Kassam Tugayları’nın komutanı Muhammed Dayf’in de Temmuz ayında öldüğü iddia edilmişti, ancak Hamas bunu doğrulamadı.

    7 Ekim’deki harekatta çoğu kadın ve çocuk yaklaşık 1200 kişi hayatını kaybetmişti. Terörist İsrail ise bu saldırıya yoğun hava bombardımanı ve kara operasyonlarıyla karşılık verdi ve Gazze Sağlık Bakanlığı verilerine göre 42 bin kişinin, çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere, hayatını kaybetmesine neden oldu.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    04.11.2024 OF

    Haberin Arapça Aslı İçin: 👇
    https://www.alhurra.com/palestine/2024/10/19/تقرير-السنوار-ارتكب-خطأ-فادحا-أدى-مقتله

    Şehid Yahya as-Sinvar’ın Otopsi Raporunda, Şehadet anından 72 saat öncesine kadar yemek yememiş olduğu anlaşıldı. 👇https://www.dirilispostasi.com/amp/sinvarin-otopsi-raporunda-dikkat-ceken-detay-72-saat-hicbir-sey-yememis

    “İsrailli bir doktor Şehid Sinvar’ın cesedini otopsi etti, yeni detaylar açıkladı ve onu kimin, nerede, ne zaman ve nasıl öldürdüğüne dair ‘tartışmalı’ sorular yöneltti.”

    Terörist İsrail Tıp Enstitüsü Müdürü Han Kugel, Hamas lideri Yahya Sinvar’ın ölümünden sonra yapılan otopsiye ilişkin bazı yeni bilgiler paylaştı. Kugel, Sinvar’ın kolunun bir füze veya tank mermisi tarafından yaralandığını, bunun ciddi bir kanamaya neden olduğunu ve Sinvar’ın bu kanamayı durdurmaya çalışmak için koluna elektrik kablosu bağladığını belirtti. Ancak bu önlem yeterince güçlü olmadığı için kolunun hasar gördüğünü ifade etti. Kugel, Sinvar’ın ölüm sebebinin ise kafasına aldığı kurşun yarası olduğunu söyledi.

    Ayrıca Kugel, Sinvar’ın koluna sarılı elektrik kablosu ve kesik parmağı gibi detayların İsrail ordusunun ilk şüpheleri arasında yer aldığını ekledi. Sinvar’ın kimliğinin kesin olarak tespit edilmesi için cesedinden bir parmak kesilerek DNA testi yapılmış ve bu test, İsrail’deki tutukluluğundan kalan kayıtlarla karşılaştırılarak kimliği doğrulanmıştır.

    Adli Tıp Enstitüsü Müdürü, Sinvar’ın ölümünden önceki şüpheleri ve kimliğinin doğrulanma sürecini de açıkladı. Sinvar’ın cesedi, olaydan önceki bilgiler doğrultusunda, cinayete kurban gittiği şüphesine dayanarak incelendi. Bu sebeple, kimliğin kesin olarak tespit edilmesi için elinden kesilen bir parmak, DNA testi yapılması amacıyla laboratuvara gönderildi. Bu test, Sinvar’ın daha önceki tutukluluk döneminden kalan verilerle karşılaştırılarak, kimliğinin doğrulanmasını sağladı.

    Daha önce “Walla” haber sitesinde de belirtildiği üzere, Sinvar’ın cesedi otopsi işlemlerinin ardından İsrail’de gizli bir yere nakledildi.

    Hamas ise, İsrail ordusunun Sinvar’a ait görüntüler yayımlamasının ardından, bunun yüzsüz bir yüz kurtarma çabası olduğunu belirtti. Ayrıca, Sinvar’ın savaş alanında şehit olduğunu ve mücadele dolu bir yaşam sürdüğünü ifade etti.

    Kaynaklar: RT ve New York Times

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    04.11.2024 OF

    Yazının Arapça Aslı İçin: 👇
    https://arabic.rt.com/world/1611481-طبيب-إسرائيلي-شرح-جثة-السنوار-يكشف-تفاصيل-جديدة-ويطرح-تساولات-مثيرة-حول-/amp/

    KETÖ İle FETÖ Arasında Şaşırtan Benzerlikler ..

    KETÖ’nün zemini İttihatçılar tarafından oluşturuldu. Masonlar, Sabatayistler ve Siyonist zihniyetli Türkler, İngilizlerin koordinesi, beslemesi ve desteklemesi ile gelişip fiili bir bir güç haline geldiler.

    Osmanlının son dönemlerinde ortaya çıkıp gelişen batı hayranlığı, sarayın içine kadar sızmış olan casuslarla, sultanları etkileme ve yönlendirme gücüne kavuşmuştu. 1909 da Sultan 2. Abdülhamid’in tahtan indirilmesinden sonra batı hayranlığının yükselişi hızlandığı gibi etkisi de önlenemez hale gelmişti.

    Osmanlının birinci dünya savaşına, batı hayranlarının etkisi ile, girmesi çöküşü hızlandırdı. Bu çöküş süreci KETÖ’nun iktidar gücünü ele geçirip, batı zihniyetini hakim kılmasına fırsat vermekle kalmadı; bu zihniyeti kısa zamanda hakim kılmak için her türlü şiddet ve zulmü kullanarak halkla çatışabilme imkanına da kavuşturdu.

    Kaderi ilahi, zalimlere bu fırsatı vererek, batı hayranlığının zihnimize, fikrimize, beynimize, iliklerimize kalıcı ve gönüllü olarak yerleşip istila etmesini uzun vadede engellemiş olduğunu çok geç farkedebildik.

    Osmanlının son dönemlerinde gelişen batı hayranlığı, KETÖ zulmüne dönüşmüş olmasaydı, bütün benliğimizi kaplayabilir; karşı bir direniş ortaya çıkmaz ve kurtuluş imkanı da bulamayabilirdik.

    FETÖ’nün zeminini de İttihatçı zihniyet oluşturmuştur. FETÖ liderinin 15 yaşında iken İsmet İnönü ile görüşmesi bir tesadüf kabül edilebilir mi?

    KETÖ’nün varlığı FETÖ’nün varlığına zemin hazırlamakla kalmadı; güç kazanmasını da kolaylaştırdı. Her iki örgüt de inançları kullanarak, müslümanları yanıltıp güç kazandı. Her iki örgütte dış güçlerin taşeronu olarak faaliyet gösterdi. Her iki örgütte siyonist İngilizlerin projesini uyguladı. (1) Her iki örgüt liderinin de aile hayatı olmadı. Her iki örgüt lideri de çağımızın en büyük yanıltanlarıdır. Her iki örgüt liderinin niyetleri hayır olmadığı halde, Allah (cc) onları hayra hizmet ettirmiştir. “Allah, bu dini facirlerin / fasıkların eliyle de güçlendirir.” buyuran kainatın efendisi sevgili peygamberimiz bu gerçeği 15 asır önce bize bildirmedi mi? (bk. Mecmau’z-Zevaid, 5/303)

    Sonuç olarak diyebiliriz ki, Allah (cc) KETÖ ile batı zihniyetine mahkum kalmamızı engellediği gibi FETÖ İle de aslımıza dönüşün yolunu açmıştır.

    15 Temmuz kalkışması olmasaydı TSK ve Emniyet teşkilatını elden geçirme fırsatı olabilir miydi? CIA, MI6 ve MOSSAD Şübesi gibi çalıştığı en yetkili kişilerce açıklanan MİT nasıl milli hale gelebilirdi?

    Allah (cc) zalimleri de dinine hizmet ettireceğini son elçisi ile bize bildirdi. Türkiye “Sevki İlahi” ile “Sahili İslama” doğru hızla ilerliyor. Gazze cihadı bu yolun mukaddimesini oluşturuyor. Gazze halkı ve mücahidleri, nöbetlerini hakkı ile yapma gayretindeler. Çile çekenleri, Şehid veya gazi olanları, hepsi ama hepsi cenneti hakediyor. Buna batının henüz Müslüman olmayan fakat insanlığını muhafaza eden fertleri bile şahitlik ediyor; öyle değil mi?

    Müktesebatımızı artırmanın tam zamanı, az emekle çok kazanç sağlamanın mevsimindeyiz. Gafil olmayalım; aşkla şevkle çalışıp gayretimizi artıralım. Bahtımızın açık olduğunu anlamak için ne asker ne de idareci olmak gerekir; biraz ilim biraz da akli selim sahibi olmak yeterli olacağı kanaatindeyim. Mal ve can derdine düşme zamanı değil, ebedi aleme hazırlanmak zamanıdır. Benden söylemesi, sonra pişmanlığın yakıcı azabından bizi, sizi hiç kimse kurtaramaz; kurtaramayacaktır.

    Ne mutlu, gerçekleri görüp ibret alanlara; ne mutlu nefsine esir olmayanlara; ne mutlu Allah’a kul, peygamberine ümmet olanlara ..

    Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    04.11.2024 OF

    (1) M.Kamâl’in İngiliz İstihbaratı İle İrtibatı İçin👇https://belgelerlegercektarih.com/2012/12/10/m-kemal-ataturkun-ingiliz-istihbarati-ile-gizli-iliskisi-desifre-oldu/

    Hamas Zafer mi Kazandı?

    1. İlk kez düşman saflarında 2500’den fazla ölü var.

    2. İlk kez aralarında çok yüksek rütbeli kişilerin de olduğu 250’den fazla kişi esir alındı.

    3. İlk kez yarım milyondan fazla yerleşimci göç ettirildi.

    4. İlk kez Mossad’dan büyük miktarda istihbarat bilgisi ele geçirildi.

    5. İlk kez biz onlara operasyon yaparak işgal ediyoruz, onlar bizi değil.

    6. “Yenilmez ordu” söylemi geri dönüşsüz olarak sona erdirildi.

    7. Batı’nın insaniyet iddiasındaki uygarlığı çökertildi.

    8. Normalleşme planı ve “İbrahim Anlaşması” dedikleri proje sona erdi.

    9. “Yüzyılın Anlaşması” ve Gazze halkının zorla göç ettirilmesi planı başarısız oldu.

    10. Yahudi devleti fikri ve onların bu topraklara olan zayıf bağları ortaya çıktı.

    11. Düşmanın iç birliği bozuldu ve aralarında büyük bir çatlak oluştu.

    12. Siyonist medya düzeni çöktü.

    13. Filistin davası ümmetin merkezi bir meselesi olarak yeniden gündeme oturdu.

    14. Tüm ümmette cihad ruhu canlandı.

    15. Ümmetin duygusal birliğini sağlama yolunda önemli bir adım atıldı.

    16. Müslümanların esirlere insanî yaklaşımı tüm dünyaya gösterildi.

    17. İşgal altındaki hapishanelerdeki esirlerimize özgürlük umudu yeniden hissettirildi.

    18. Sürgündeki Filistinlilerin geri dönüş umutları tazelendi.

    19. Arap halklarında umutlu olma duygusu canlandı.

    20. Allah’ın vaadi olan bu yapının sona ereceğine ve Mescid-i Aksa’nın kurtuluşuna olan inanç yeniden canlanıp yeşerdi.

    Diğer Önemli Gelişmeler:

    • Yahudi halkının tamamı seferber olduğu için ekonomi felç durumda.
    • Turizm sıfır seviyesine düştü.
    • Yatırımlar sıfır seviyesine indi.

    • Tüm fabrikalar durdu, yani ne üretim ne ihracat yapılabiliyor.

    • Okullar, ofisler ve şirketler kapandı.
    • Günlük askerî kayıpları 240 milyon dolar.

    4.000’den fazla asker ve yedek subay gönüllü olmayı reddetti, “Bizim olmayan bir ülke için savaşmayacağız” dediler.

    400 pilot hizmet vermeyi reddetti.
    500 binden fazla insan evlerini terk etti.

    • Halk, kendi yönetimlerine karşı son derece öfkeli.
    • Tel Aviv bir korku şehri haline geldi.

    “Sekizinci on yıl laneti” üzerlerine çöktü.
    • Dünya halkları onların gerçek yüzünü gördü.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    04.11.2024 OF

    هل انتصرنا؟

    1 – لأول مرة يسقط لدى العدو أكثر من ٢٥٠٠ قتيل.
    2 – لأول مرة يتم أسر أكثر من ٢٥٠ بينهم رتب كبيرة جدا.
    3 – لأول مرة يتم تهجير نصف مليون من المستوطنين.
    4 – لأول مرة يتم الحصول على كنز معلومات من الموساد.
    5 – لأول مرة نحن نغزوهم ولا يغزوننا.
    6 – إسقاط مقولة الجيش الذي لا يقهر إلى غير رجعة.
    7 – إسقاط حضارة الغرب الذي يدعي الإنسانية.
    8 – إسقاط مخطط التطبيع.. وإسقاط ما يسمى بالإبراهيمية.
    9 – إسقاط المخطط المعروف بصفقة القرن وتهجير أهل غزة.
    10 – إسقاط فكرة الوطن اليهودي وإظهار هشاشة إرتباطهم به.
    11 – إسقاط الوحدة الداخلية عند العدو وزرع شرخ كبير بينهم.
    12 – إسقاط المنظومة الإعلامية الصهيونية.
    13 – إعادة قضية فلسطين إلى مكانتها المحورية في الأمة.
    14 – إحياء روح الجهاد في كل الأمة.
    15 – تحقيق الوحدة الشعورية بين الأمة جمعاء.
    16 – إظهار إنسانية تعامل المسلمين مع الأسرى.
    17 – إعادة الأمل بالحرية عند أسرانا في سجون الاحتلال.
    18 – إعادة الأمل لفلسطينيي الشتات بقرب العودة.
    19 – إعادة الأمل للشعوب العربية
    .20 – .إحياء الثقة بوعد الله بقرب زوال الكيان و تحرير الأقصى..

    ✍️ الشعب اليهودي كله تجنيد يعني شلل الاقتصاد
    ✍️ السياحة صفر
    ✍️ الإستثمارات صفر
    ✍️ المصانع توقفت تماما يعني لا تصنيع ولا تصدير
    ✍️ المدارس والمكاتب والشركات أغلقت
    ✍️ خسارتهم العسكرية في اليوم الواحد ٢٤٠ مليون دولار
    ✍️ أكثر من ٤٠٠٠ جندي وضابط احتياط رفضوا يتطوعون وقالوا مستحيل نحارب في بلد ليست لنا
    ✍️ ٤٠٠ طيار رفضوا أداء الخدمة
    ✍️ أكثر من ٥٠٠ ألف شخص تركوا منازلهم
    ✍️ شعبهم الآن ساخط عليهم جداً
    ✍️ تل-أبيب أصبحت مدينة رعب
    ✍️ لعنة العقد الثامن تحل عليهم
    ✍️ شعوب العالم عرفت حقيقتهم

    Araplar İçin Yaklaşan Tehlike

    Yazar: Muhammed Kadiri

    ABD’de yaşayan Filistinli yazar Nizam el-Mehdavi, Fas’ın İsrail ile ilişkilerinin doğrudan Rabat’a ve özellikle Cezayir’e komşu ülkelerin güvenliğine olumsuz sonuçlar doğuracağını ifade etti.

    “Vatan” gazetesinin baş editörü olan el-Mehdavi, Fas-İsrail işbirliğinin tehlikeleri konusunda uyarıda bulunarak şöyle yazdı: “Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn, İsrail ile olan ilişkilerinde normalleşme aşamasını geçerek açık bir ittifaka dönüştüler, ancak Fas’ı bekleyen tehlike daha büyük ve kapsamlıdır.”

    El-Mehdavi, Fas’ın tüm devlet kurumlarında üniversitelerden askeri sanayiye, ekonomiden din kurumlarına kadar her alanda ciddi bir “İsrailleşme” sürecinden geçtiğini belirtti.

    Bu “İsrailleşme” sürecinin en tehlikeli aşamasının ise İsrailli asker ve subaylara, sözde Fas asıllı oldukları gerekçesiyle Fas vatandaşlığı verilmesi olduğunu söyledi.

    Bu durumun, toplum ve komşu ülkeler için büyük bir tehlike oluşturduğunu vurgulayan el-Mehdavi, “Bu kişilerin ülkenin en yüksek kademelerine kadar çıkmaları ve İsrailli subayların Fas vatandaşı olarak komşu ülkelere sızmaları oldukça kolay olacaktır” dedi.

    Filistinli gazeteci, Fas hükümetinin Yahudi asıllı vatandaşlara mülklerini geri almalarına izin veren bir yasa çıkardığını ve bazı Faslıların evlerinden ve tarım arazilerinden çıkarılmasına yönelik mahkeme kararlarının verildiğini hatırlattı.

    Bu bağlamda, “Şu anda tanık olduğumuz durum normal bir normalleşmenin ötesine geçiyor. Fas yönetimi bu süreci Batı Sahra’nın Fas’a ait olduğu konusunda ulusal bir dava olarak halkına pazarlamaya çalıştı” dedi.

    El-Mehdavi, Kral 6. Muhammed’in Batı Sahra’nın Fas’a ait olduğunu Trump ve Netanyahu gibi liderlere kabul ettirmek için her türlü bedeli ödemeye hazır olduğunu ve hala bu tavrını sürdürdüğünü belirtti.

    El-Mehdavi, Fas yönetiminin komşu ülkeler, özellikle Cezayir için kışkırtıcı bir adım attığını ve Melilla ile Cezayir arasındaki sınır bölgesinde bir İsrail askeri üssü kurulmasına izin verdiğini, bunun da Cezayir ve İspanya’nın ulusal güvenliğine doğrudan bir tehdit oluşturduğunu ifade etti.

    Fas yönetimi, Kral 6. Muhammed’in başkanlık ettiği bir Bakanlar Kurulu toplantısında, ülke topraklarında İsrail’e ait ilk askeri üssün kurulmasına yeşil ışık yaktığını duyurmuştu.

    5.000 Faslı asker İsrail işgal güçlerinin yanında savaşıyor

    El-Mehdavi, Fas’ın İsrail’e olan bağımlılığının Gazze’de devam eden savaşa katılan 5.000 Faslı askerin varlığıyla kendini gösterdiğini ve Kral 6. Muhammed’in savaş sırasında İsrail’e bir milyar dolar ödeyerek bir casus uydu satın aldığını belirtti.

    Mayıs 2024’te Faslı akademisyen ve araştırmacı Muhammed el-Batuyi, Rabat ile İsrail arasındaki normalleşme anlaşmasında yer alan bir madde gereği binlerce Faslı askerin Filistinli sivillere yönelik katliamlara katıldığını açıklamıştı.

    Yazar ayrıca, Fas’ın, İsrail askeri gemilerinin ABD’den işgal altındaki Filistin topraklarına giderken yakıt ve gıda ikmali yapmasına izin verdiğini belirtti.

    “Vatan” gazetesinin baş editörü el-Mehdavi, Fas hükümetinin geniş halk protestoları ve normalleşmeye son verilmesi taleplerine rağmen İsrail’in kontrolü altında bir araç haline geldiğini vurguladı.

    El-Mehdavi, Fas’ın sadece İsrail’le müttefik olan bir ülke olmaktan çıkıp kültürel, sanatsal, askeri, ticari ve eğitim alanlarında da kapsamlı bir “İsrailleşme” sürecine girdiğini; İsrailli yerleşimcilere Fas vatandaşlığı verildiğini ve Fas’taki Yahudi asıllı topluma da İsrail vatandaşlığı tanındığını belirtti.

    Yazısının sonunda tehlikeye dikkat çeken el-Mehdavi, “Tehlike, yoksulluk içinde olan ve normalleşmeye karşı çıkan Fas halkını değil, Kuzey Afrika’nın tamamını tehdit ediyor: Cezayir, Tunus, Libya, Moritanya. Çözüm, yalnızca Faslıların ellerinde; Kralı devirmeleri ve ülkelerini geri kazanmaları gerekiyor” dedi.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    04.11.2024 OF

    الجزائرالٱن – قال الكاتب الفلسطيني المقيم في الولايات المتحدة الأمريكية، نظام المهداوي، أنّ علاقة المغرب بالكيان الصهيوني، ستكون عواقبها وخيمة على الرباط بشكل مباشر وعلى أمن دول الجوار، وخاصة الجزائر.

    وحذر المهداوي وهو رئيس تحرير صحيفة “وطن” من خطر المخطط المغربي الصهيوني، حيث كتب: “صحيح أنّ الإمارات والبحرين تجاوزتا مرحلة التطبيع مع دولة الاحتلال الإسرائيلي إلى تحالف معلن، لكن الخطر الذي يحدق في المغرب أكبر وأوسع”.

    وقال في مقال له، إنّ المغرب يشهد عملية صهينة خطيرة لكل مؤسسات الدولة تشمل الجامعات والمعاهد والاقتصاد والتعاون والصناعات العسكرية وحتى الدين.

    وأشار إلى أنّ أخطر مراحل “الصهينة” تتثمل في مشروع منح الجنسية المغربية لجنود وضباط صهاينة بزعم أنّهم من أصول مغربية.

    ونبّه إلى أنّ هذا “الأمر الذي يشكل خطرًا كبيرًا على المجتمع المغربي وعلى الدول المجاورة، إذ من الممكن بل من السهل أن يعتلي هؤلاء الصهاينة مناصب عليا في البلاد. ومن الممكن أيضًا أن يخترق الضباط الصهاينة دول الجوار كمواطنين مغاربة“.

    وذكّر الصحفي الفلسطيني أيضا بقانون سنته السلطات المغربية يتيح لليهود المغاربة استرجاع ممتلكاتهم، لافتا إلى أوامر صدرت عن محاكم مغربية عدة تقضي بطرد مغاربة من بيوتهم وأراضيهم الزراعية بذريعة إرجاعها لأصحابها اليهود.

    وقال في هذا الصدد: “ما نشهده الآن يتجاوز التطبيع والتحالف إلى التبعية، وقامت السلطات المغربية بتغليفه أمام شعبها بقضية وطنية وهي الاعتراف بمغربية الصحراء الغربية”.

    وأكد أنّ محمد السادس كان ومايزال مستعدا لدفع أي ثمن كي يحصل على اعتراف ترامب ونتنياهو وغيرهما بتبعية الصحراء الغربية المزعومة للمغرب.

    وأشار المهداوي إلى خطوة استفزازية أقدم عليها المخزن لدول الجوار وخاصة الجزائر، تتعلق بالسماح بإنشاء قاعدة صهيونية، تتوسط المنطقة الفاصلة بين مليلية والجزائر، معتبرا إياها تهديدًا صريحا للأمن القومي بالجزائر وإسبانيا.

    وكان نظام المخزن أعلن خلال اجتماع لمجلس الوزراء ترأسه محمد السادس، عن منح الضوء الأخضر لإنشاء أول قاعدة عسكرية للكيان الصهيوني على أراضيه.

    5 ألاف جندي مغربي يحاربون إلى جانب قوات الاحتلال

    وأوضح أن تبعية المغرب لدولة الاحتلال تجلت بمشاركة 5000 جندي مغربي في الحرب الجارية في غزة، بالإضافة إلى توريد أسلحة إلى الكيان الصهيوني ودفع محمد السادس نحو مليار دولار لحكومة الحرب الصهيونية أثناء حرب الإبادة على غزة ثمن شراء قمر صناعي تجسسي.

    وفي ماي 2024، كشف الأكاديمي والباحث المغربي محمد البطيوي أنّ آلاف الجنود المغاربة يشاركون في المجازر ضدّ المدنيين الفلسطينيين، بموجب بند في اتفاق التطبيع بين الرباط والكيان، يُلزم الجانب المغربي بالتعاون العسكري.

    كما سمح المغرب للسفن الحربية الصهيونية بالتزود بالوقود والطعام خلال رحلاتها من الولايات المتحدة إلى الأراضي الفلسطينية المحتلة، يضيف الكاتب.

    ولم يخف رئيس تحرير صحيفة “وطن” أنّ “النظام المغربي أصبح أداة طيّعة في يد الصهيونية، رغم الانتقادات الشعبية الواسعة والمظاهرات المستمرة والمطالبة بإسقاط التطبيع“.

    ويرى المهداوي أنّ المغرب مضى من دولة مطبعة وحليفة إلى “صهينة” شاملة ثقافيًا وفنيًا وعسكريًا وتجاريًا وتعليميًا، وبلغت الأمور حد منح المستوطنين الصهاينة الجنسية المغربية ومنح الجنسية الإسرائيلية للجالية اليهودية في المغرب التي لم تهاجر إلى فلسطين المحتلة.

    ودق الكاتب ناقوس الخطر في ختام مقاله، بالقول: “الخطر لا يحدق بالمغاربة المطحونين بالفقر والرافضين للتطبيع، بل وجود مغرب صهيوني هو مهدد رئيسي لكامل دول شمال إفريقيا: الجزائر، تونس، ليبيا، موريتانيا“.

    وخلص الكاتب الفلسطيني نظام المهداوي، في الأخير، إلى أنّ “الحل فقط بيد المغاربة بخلع الملك الصهيوني واستعادة بلدهم“

    محمد قادري
    صحفي جزائري مختص في الشأن السياسي الوطني و الدولي.

    Sayın Cihat Yaycı Paşanın Dikkatine

    Sayın Amiralim,

    Konuşma ve değerlendirmelerinizi takip edip dinleyerek istifade etmeye çalışan bir eğitimciyim.

    Bugün Fatih Altaylı ile yaptığınız mülakatı YouTube’tan dinledim. Endişeleriniz haklı gerekçelere dayandığı için ısrarlı uyarılarınızın dikkate alınmasını arzu ettiğiniz gibi ben de arzu ederim.

    Ben sadece bir hususu dikkatinize arzetmek için bu notu yazıyorum:

    Hiç bir beşerin her iddiası, her söylediği veya her yaptığı yüzde yüz doğru olması garanti değildir; olamaz. Sadece peygamberler bunun istisnasıdır; çünkü onlar Allah’ın (cc) kontrol ve denetimindedir. Onlar bile Zelle dediğimiz küçük hatalardan uzak kalamamış; Allah’ın (cc) uyarısına muhatap olmuşlardır.

    Her akli selim sahibi insanın düşünebileceği hususları, Devlet Bahçeli gibi tecrübeli, ciddi ve milliyetçi bir devlet adamının dikkate almayıp ifade ettiğiniz gibi basit ve vahim hatalar yapmayacağını hiç dikkate almamanız, ihtiyatsız davranmak olmaz mı? Aşağıda size yolladığım videoda ABD’li bir Albayın konuşma ve değerlendirmesini dikkatle dinlerseniz, siyonistler sıranın Türkiye’ye geldiğini, bunun için de PKK ve Kürtleri kullanmayı düşündüklerini pervasızca ifade ettiğini göreceksiniz.

    Abdullah Öcalan’ın yurt dışındaki siyonizmin kuklası, terörist Kürt yapılanmalarına etkili olamayacağına hiç kimsenin itirazı ve şüphesi yoktur. Ancak yurt içinde DEM’e oy veren altı milyonluk kitleyi dikkate alarak, Abdullah Öcalan kozunu kullanmak suretiyle DEM’i, dolayesiyle seçmeni etki ve kontrol altına almak, en azından dış mihraklara alet olmaktan kurtarmak imkanı ihtimal dışı olmadığı da açıktır. İç cepheyi güçlendirmek için devletin bunu düşünmesinden daha doğal ne olabilir? Bunu anlamak için ne asker ne de devlet adamı olmaya gerek yoktur. Sadece aklı selim sahibi olmak yeterlidir. Ayrıca Devlet Bahçeli Bey İstihbarat, TSK ve devletin bütün kurumlarının paylaştığı güçlü bir ihtimali seslendirmiştir. En az sizin dillendirdiğiniz görüş kadar muhtemel olan samimi ve ciddi bir görüşü Türk devleti değerlendirmek zorunda değil midir? Böyle ciddi bir konuyu terörist bir şahsın kontrollü hürriyeti ile değerlendirmek asla itham konusu olamayacak kadar önemli kabül edilmesi gerekmez mi?

    Kendini Atatürkçü olarak ifade eden vatandaşlarımızın genel bir zaafiyeti vardır; M.Kamal Paşa’nın hata yapmayacağına inandıkları gibi, ona bağlı olduğunu zannedenlerin de hata yapma ihtimalini zayıf olduğunu zannetmeleri fahiş bir yanılgıdır.

    M.Kamal Paşa’nın Filistin cephesi komutanlığı, İngilizlerle olan ilişkileri henüz tenkit masasına yatırılmış, ciddi deliller ışığında konuşulabilmiş, müzakere edilebilmiş değildir.(1) Bilhassa TSK emekli mensuplarının yetiştirilme tarzı buna tahammül etmelerine imkan vermediği, emir komuta zinciri dışında düşünmeye alışık olmadıkları bilinen bir hakikat kabül edilir; sizin gibi makul çerçevede düşünenlerin sayısının çok az olduğu da yaygın bir kanaattir.

    Acizane, M.Kamal Paşanın koruma subaylığını yapmış, CHP yönetiminde bulunmuş, 1960 ihtilalinde darbeci subayların danışmanlığını yürütmüş Aziz Şengün beyle 40 gün koğuş arkadaşlığı yapmış, büyük amcası İstiklal harbi subayı ve İsmet Paşanın mesai arkadaşı olan bir eğitimci olarak bildiklerimi hala rahat yazma ve konuşma imkanı bulabilmiş değilim.

    Emekli Albaylardan Hüseyin Akkaya Bey ile 3 senedir yazışır; fikir müzakeresi yaparız. Ciddi belgelere dayalı görüşleri bile bırakınız kabül etmeyi, dinlemeye bile tahammül etmekte zorlandığını gördüm. Bu çerçeve dışına çıkamadığımız sürece, sadece kendilerini milliyetçi kabül eden, farklı düşünenleri ciddiye almayan, müzakereye kapalı bir anlayışın mensubu olmaktan kurtulamayız.

    Sayın Amiralim,
    Ferdi görüşler değerlidir ama geniş istişareler sonucu oluşan görüşler, bilgi ve istihbarata dayanıyorsa daha da önemli ve değerlidir. Size tercümesini yaptığım Arapça bir yazının linkini gönderiyorum; okumanızı arzu ederim. Siz tehlikeyi görenlerden olmanıza rağmen, boyutunu bizden farklı düşünebilirsiniz. Siyonist İngiliz ABD ve İsrail üçgeninin planlayıp yürütmeye çalıştığı tehlike, zannettiğinizden de hacimli ve tehlikelidir. Devlet en küçük ihtimalleri bile değerlendirmek zorundadır. Abdullah Öcalanı hapiste beslemek yerine, düşmana karşı kullanmak daha akıllı bir plandır. Birinci derecede şehit akrabası olarak bu tehlikeyi gören bir eğitimciyim; şehit yakınlarının bu durumu anlayacak kadar ferasetli davranacağına da inanıyorum. Sizlerin de farklı zaviyelerden bakıp düşünerek vatandaşların düşüncelerine ve devlet adamlarının kararlarına daha objektif yaklaşmanızı umuyor ve bekliyoruz.
    Selam, dua ve saygılarımı arzederim.

    Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    03.11.2024 OF

    Kıbrıs’ın, Siyonist İsrail’i Desteklemede ve Batının Bölgedeki Çıkarlarını Güvence Altına Almada, Üstlendiği Roller👇
    https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/tercumeler/kibrisin-israili-desteklemede-ve-batinin-bolgedeki-cikarlarini-guvence-altina-almada-ustlendigi-roller-2/

    Cihat Yaycı Paşanın Cevabi Notu: 👇

    Değerli Hocam,
    Plan, Büyük Ortadoğu planı,
    Durum da çok tehlikeli.
    Söyleyeceklerimi Fatih Altaylı’da ifade ettim.
    Cihat Yaycı

    (1) M.Kamâl’in İngiliz İstihbaratı İle İrtibatı İçin👇https://belgelerlegercektarih.com/2012/12/10/m-kemal-ataturkun-ingiliz-istihbarati-ile-gizli-iliskisi-desifre-oldu/

    Emevilere Yapılan İtham ve İftiraların Arkasında Şia ve İngilizler Vardır


    Emevî Hükümdarları Hutbe Sonunda Hz.Ali veya Ehli Beyte Sövmeyi Emretti mi?

    Her olay meydana geldiğinde veya sosyal medyada bir fıkıh meselesi, tarihi bir olay ya da önemli bir şahsiyet hakkında tartışmalar başladığında, görüşler farklılık gösterir. İslam tarihindeki kaynakların çeşitliliği ve bu kaynakları yazanların amaç, düşünce ve bağlılıklarındaki farklılıklar nedeniyle bu tür hikayelerin hatırlanma şekli de değişkenlik gösterir. Böylece, olaylar hakkında genellemeler ve kalıplaşmış görüşler yaygın hale gelir; bu, olayı yaşayan ya da günümüzde yorumlayanlar için de geçerlidir. Bu tartışmaların en güncel örneklerinden biri, Emevi halifelerinin, özellikle Adil Halife Ömer bin Abdülaziz dönemine kadar, Ehl-i Beyt’e ve Ali bin Ebu Talib’e (Allah onlardan razı olsun) karşı hakaret ettiği yönündeki iddialardır. Ömer bin Abdülaziz’in, bu uygulamayı sonlandırdığı ifade edilmektedir.

    İslam tarihi alanındaki uzmanlığım ve konu üzerine sahip olduğum çeşitli kaynaklar ışığında, İslam’ın erken dönem tarihine dair zayıf rivayetler üzerine yıllardır araştırmalar yapıyorum. Bu yüzden, Müslümanların tarihinin bu kurucu dönemine dair açıklık getirme gerekliliği hissettim.

    Tarih kitaplarında, Ömer bin Abdülaziz’den önceki Emevi halifelerinin ve valilerinin Hz. Ali ve Ehl-i Beyt hakkında olumsuz sözler söylediklerine dair bilgiler yer alır. Ancak, İbn Sa’d tarafından kaydedilen bu rivayet sahih değildir. İbn Sa’d şöyle demiştir: “Ali bin Muhammed bize Lut bin Yahya’dan nakletti ki, Ömer bin Abdülaziz’den önceki Emevi valileri Allah onlardan razı olsun bir adama hakaret ederdi; Ömer bin Abdülaziz ise göreve geldiğinde bunu durdurdu.” Şair Kesir İzza el-Huzaî, bu durumu şu dizelerle ifade etmiştir:

    “Yönetime geldin, Ali’ye hakaret etmedin ve masum birini korkutmadın, suçlunun sözüne uymadın. Gerçeği söyleyip hidayet işaretlerini ortaya koydun; söylediklerini icraatlarınla doğruladın, böylece her Müslüman memnun oldu.”

    Bu rivayet zayıftır; çünkü Ali bin Muhammed, yani Medainî güvenilir biri değildir, onun hocası Lut bin Yahya ise oldukça zayıftır. Yahya bin Maîn onun hakkında “güvenilir değil” demiştir. Ebu Hatim “hadisleri terk edilmiştir” demiş, Darukutni de “zayıf bir haberci” olarak nitelendirmiştir. Mizanda da Lut bin Yahya “güvenilmez, zayıf ravilerden, ölülerden ve bilinmeyen kişilerden rivayet yapan” şeklinde tanımlanmıştır.

    Şiiler, Hz.Muaviye’nin, Hz.Ali’ye sövülmesini ve lanetlenmesini cami minberlerinde zorunlu kıldığı iddiasında bulunmuştur; ancak bu iddianın hiçbir doğruluk payı yoktur. Ne yazık ki bazı araştırmacılar bu asılsız iddiayı hiçbir eleştirel değerlendirmeye tabi tutmadan kabul etmiş ve bu, son dönemlerde tartışılmaz bir gerçekmiş gibi görülmeye başlanmıştır. Ancak bu iddiaya dair sahih bir rivayet yoktur ve Dimiri, Yakubi ve Ebu’l-Ferec el-İsfahani’nin eserlerinde geçen bilgilere dayanılmamalıdır. Gerçek tarih, Hz.Muaviye’nin Emir’ül Müminin Hz. Ali’ye ve temiz Ehl-i Beyt’e saygı gösterdiğini doğrular. Dolayısıyla Emevî minberlerinde Hz. Ali’ye lanet okuma hikayesi, olayların mantığına ve tarafların karakterine aykırıdır.

    Emevîler döneminde yazılmış tarih kitaplarına döndüğümüzde, bu iddiaların hiçbirine rastlanmaz. Bu tür iddialar, Abbasi döneminde, Emevîlerin itibarını sarsmak amacıyla yazılmıştır. Bu iddiaları Mesudî, “Mürûc ez-Zeheb” adlı eserinde ve diğer Şii tarihçiler kaleme almıştır. Bu yalanlar zamanla Sünni tarih kitaplarına da sızmış, ancak hiçbirinde güvenilir ve açık bir rivayet bulunmamaktadır. Bu iddialar, güvenilir bir nakilden ve sağlam bir isnat zincirinden yoksundur. Araştırmacıların gözünde bu tür iddiaların güvenilirliği yoktur.

    Hz. Muaviye’nin dindeki fazileti ve ümmet içindeki olumlu itibarı göz önünde bulundurulduğunda, bu tür suçlamalardan uzakta olduğu açıktır. Bazı sahabeler ve seçkin tabiîn onu övmüş, ona dinde bilgi, adalet ve sabır gibi birçok güzel özellikler atfetmişlerdir.

    Hz. Muaviye’nin hoşgörü ve bağışlama yönü örnek alınacak derecede yüksekti; bu, onu tüm nesiller için bir örnek haline getirmiştir. Muaviye’nin bu üstün özelliklerini daha önce detaylandırmış bulunmaktayız.

    Şiilerin, bu iftirayı desteklemek için Sahih-i Müslim’den delil getirmeleri ise iddialarını kanıtlamaz. Sahih-i Müslim’de, Âmir bin Sa‘d bin Ebi Vakkas’ın babası Sa‘d’dan rivayet ettiği üzere; Hz. Muaviye bin Ebi Süfyan, Sa‘d’a “Ebu Turab’a neden sövmüyorsun?” diye sormuştur. Sa‘d ise şöyle cevap vermiştir: “Resulullah’ın Hz. Ali hakkında söylediği üç şeyi hatırlattığın için ona asla sövmem. Bu üç özellikten birinin bana ait olmasını, kırmızı develere sahip olmaktan daha çok isterim.”

    İmam Nevevi bu rivayet hakkında, “Hz.Muaviye’nin burada Sa‘d’a açıkça Ali’ye hakaret etmesini emrettiğine dair bir ifade yoktur; ona sadece bunu yapmamasının sebebini sormuştur. Muaviye, sanki ‘Hz.Ali’ye sövmekten çekinmen takvadan mı, korkudan mı, yoksa başka bir sebepten mi kaynaklanıyor?’ der gibidir. Eğer Ali’ye olan saygısı ve ona hakaret etmekten kaçınması bu soruya sebepse, bu doğru bir davranıştır.” demiştir. Sa‘d, Hz. Ali’ye söven bir topluluğun içindeydi, ancak onlarla birlikte sövmemiş ve karşı çıkma gücü olmadığından bu soruya muhatap olmuştur. Bu durumda, Hz.Muaviye ona bu soruyu sormuştur. Bazı âlimlere göre ise bu ifade, Hz. Ali’nin içtihatlarındaki hataları göstermek yerine, kendi görüşlerinin ve içtihatlarının doğruluğunu halka anlatmak amacıyla da sorulmuş olabilir.

    Ebu Abbas el-Kurtubi, sahabe olan Zirar es-Sudai’nin, Hz. Ali’yi Hz.Muaviye’nin huzurunda övüp onun faziletlerinden bahsettiği ve Hz.Muaviye’nin bu sözlerden etkilenip ağlayarak Zirar’ın söylediklerini doğruladığı rivayeti hakkında şunu söyler: “Bu hadis, Hz.Muaviye’nin Hz.Ali’nin faziletini, makamını ve ona olan saygısını bildiğini gösterir. Dolayısıyla, aklı, dini, sabrı ve güzel ahlakı bilinen Hz.Muaviye’nin, Hz.Ali’yi açıkça lanetlemesi ve hakaret etmesi uzak bir ihtimaldir. Ona isnat edilenlerin çoğu yalandır ve en güvenilir rivayet, Sa‘d bin Ebi Vakkas’a sorduğu ‘Ebu Turab’a neden sövmüyorsun?’ sorusudur. Bu ise doğrudan sövmeyi emretmek değil, Sa‘d’ın sebebini öğrenmek için bir sorudur. Sa‘d’ın cevabını duyduktan sonra ise Hz.Muaviye’nin sakinleştiği, doğru olanı kabul ettiği görülmektedir.”

    Dr. Rehailî, Sahabe ve Ehl-i Beyt adlı kitabında şöyle der: “Bana göre Hz.Muaviye, bunu Sa‘d’a takılmak maksadıyla söylemiştir ve asıl amacı, Hz.Ali’nin bazı faziletlerini öğrenmektir. Zira Hz.Muaviye zeki bir insandı, erkeklerle sohbet etmeyi ve onların düşüncelerini öğrenmeyi severdi. Bu soruyu Sa‘d’ın Hz.Ali hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için sormuştur. Tıpkı İbn Abbas’a ‘Sen Ali’nin yolunda mısın?’ diye sorması gibi. İbn Abbas, ‘Ne Ali’nin ne de Osman’ın yolundayım, ben Resulullah’ın yolundayım’ diye cevap vermiştir. Hz.Muaviye’nin burada İbn Abbas’a takıldığı açıktır; aynı şekilde Sa‘d’a da takılmaktadır. Şiilerin iddia ettiği gibi, Hz.Muaviye’nin Hz.Ali’ye hakaret edilmesini emrettiği iddiası ise asla kabul edilemez. Bu tür bir iddiayı reddetmenin birkaç nedeni vardır:”

    1. Muaviye (r.a.), Ali’ye (r.a.) hakaret etmediği gibi başkalarına da bunu emretmemiştir. Aksine, Hz.Ali’ye büyük saygı duyar ve onun İslam’daki faziletini kabul ederdi. İbn Kesir’in aktardığına göre, Ebu Müslim el-Havlani ve yanındaki bir grup kişi Muaviye’ye “Ali ile aynı seviyede misin?” diye sorduklarında, Muaviye şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki onun benden daha hayırlı, daha faziletli ve bu işte daha hak sahibi olduğunu biliyorum.” Ayrıca, Cüreyir bin Abdulhamid, Muğire’den rivayetle, Hz. Ali’nin ölüm haberi geldiğinde Muaviye’nin ağladığını, eşi ona “Onunla savaşmadın mı, şimdi neden ağlıyorsun?” dediğinde, Hz.Muaviye’nin “Sana yazıklar olsun! İnsanlar fazilet, fıkıh ve ilimde neyi kaybettiklerini bilmiyorlar” dediğini aktarmıştır. Böyle bir kişinin Hz.Ali’ye hakaret etmesi ve insanları buna teşvik etmesi aklen ve dinen mümkün müdür?
    2. Hz.Muaviye’nin (r.a.), Hz.Ali’ye (r.a.) karşı hayatı boyunca savaşında bile ona hakaret ettiğine dair güvenilir bir rivayet yoktur. Bu durumda, onun ölümünden ve savaştan sonra Hz. Ali’yi kötülemesi akıl almaz bir durumdur; insanları da bunu yapmaya teşvik etmesi daha da mantık dışıdır.
    3. Hz. Muaviye (r.a.) akıllı ve kurnaz biriydi. İnsanları Hz.Ali’ye (haşa) hakaret etmeye teşvik edecek olsaydı, bunu fitneye hiç katılmayan, faziletli, takva sahibi ve cesur bir kişi olan Sa‘d bin Ebi Vakkas gibi birinden ister miydi? En akılsız kimse bile böyle bir şeyi düşünmez; Hz.Muaviye’nin böyle bir şey yapması düşünülemez.
    4. Hz.Muaviye (r.a.), Hasan bin Ali’nin (r.a.) hilafetten feragat etmesiyle halifelikte tek söz sahibi olmuş, İslam beldeleri de onun yönetimini kabul etmişti. Bu durumda, Hz.Ali’ye hakaret etmenin ona ne gibi bir faydası olabilirdi? Aksine, insanların huzurunu sağlamak, işleri yatıştırmak gibi durumlar, siyasi hikmet ve iyi yönetim açısından gereklidir; ve Hz.Muaviye bu gibi şeyleri elbette bilirdi.
    5. Hz.Muaviye’nin (r.a.), halifeliği sağladıktan sonra Ali’nin oğullarıyla dostane ve yakın bir ilişkisi vardı. Örneğin, Hasan ve Hüseyin kendisini ziyaret ettiğinde ikisine de iki yüz bin dirhem ihsan etti ve “Bu miktarı benden önce kimse vermedi” dedi. Hüseyin (r.a.) ise, “Bizden daha faziletlisine kimse böyle bir bağış yapmadı” diye karşılık verdi. Yine Hz.Hasan, bir defasında Hz.Muaviye’yi ziyaret ettiğinde Hz.Muaviye ona “Resulullah’ın torunu, hoş geldin” diyerek üç yüz bin dirhem ihsanda bulunmuştur. Hz.Muaviye’nin insanları Hz.Ali’ye hakaret etmeye teşvik ettiği iddiası bu dostluk ve saygı bağlamında tamamen yersizdir.

    Bu açıklamalarla, bu konuda gerçekler ortaya çıkmaktadır. Müslüman toplum, genel olarak şeriat hükümlerine bağlıdır ve bu hükümleri uygulama konusunda hassastır. Bu yüzden kötü söz ve hakaretten kaçınılır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), müşriklerin ölülerine bile hakaret edilmemesini emretmiştir; Allah dostlarına hakaret etmek ise düşünülemez. Hz.Aişe’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) “Ölüleri kötülemeyin; zira onlar, yaptıklarının sonucuna kavuşmuşlardır” buyurmuştur.

    Elhamdülillahi Rabb’il Âlemin.

    Yazan: Ali Muhammed as-Sallabi

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    02.11.2024 OF

    Yazının Dayandığı Kaynaklar: 👇

    1.Ali Muhammed es-Sallabi, Emevi Devleti, Dar İbn Kesir, Beyrut, Cilt 1, Sayfa 256.
    2.Siyar A’lâm an-Nubalâ (Ünlülerin Hayatları), Cilt 5, Sayfa 147.
    3.Mîzanü’l-İ’tidal (Denge Ölçüsü), Cilt 3, Sayfa 419.
    4.Muhammed Rıza, Hasan ve Hüseyin, Sayfa 18.
    5.er-Rehaili, Sahabe ve Ehl-i Beyt’in Savunusu, Sayfa 367.
    6.Beşinci Raşid Halife: Hasan bin Ali bin Ebu Talib, Sayfa 353.
    7.Müslim, Sahabenin Faziletleri, Cilt 4, Sayfa 1871.
    8.Sahih-i Müslim Şerhi, Cilt 15, Sayfa 175.
    9.el-Mufhim, el-Kurtubi, Cilt 6, Sayfa 278.
    10.Şerhu Usul-i İ’tikad li’l-Lalakai (Lalakai’nin İnanç Esasları Şerhi), Cilt 1, Sayfa 94.
    11.el-Bidaye ve’n-Nihaye (Başlangıç ve Son), Cilt 8, Sayfa 133-140.
    12.Sahih İbn Hibban, Hadis No: 47; el-Elbani, es-Sahihatu’s-Sahiha’da bu hadisi sahih kabul etmiştir, Hadis No: 320.

    Yazının Arapça Aslı İçin: 👇
    https://www.echoroukonline.com/هل-فرض-خلفاء-بني-أمية-سبَّ-آل-البيت-على

    Mütercimin Notu:

    Konu ile ilgili altta linki verilen Arapça Yazıyı da Okumanızı Tavsiye Ediyorum:👇https://islamqa.info/amp/ar/answers/219799

    Türkçe Kaynaklardan Linki Verilen Şu 3 Makale Okunabilir:

    Ekrem Buğra Ekinci Hocanın Yazısı:👇https://www.ekrembugraekinci.com/question/?ID=15269

    Sorularla İslamiyet Sitesindeki Yazı 1:👇https://sorularlaislamiyet.com/hz-muaviye-hz-aliye-lanet-edilmesini-istedi-mi?amp

    Sorularla İslamiyet Sitesindeki Yazı 2:👇https://sorularlaislamiyet.com/hz-muaviyenin-sarap-ictigi-iddiasi-dogru-mudur-hz-ali-ile-karsilikli-lanetlesme-olmus-mudur?amp

    Filistin Cephesi, Şam’ın Düşmesi ..

    NABLUS VE DERAA’DAN SONRA ŞAM’IN DÜŞMESİ OLAYI VE MUSTAFA KEMAL PAŞA.
    ✅M. KAMAL, 7. ve 8. ORDU

    Mirliva (tuğgeneral) M.Kamal’in, Yedinci ordusuyla beraber savaş alanından kaçtığın ve sonra 8.ci Ordu’nun yok edildiğini çok geç öğrenen Cemal Paşa şok geçiriyor. (23 Eylül 1918)

    CEMAL PAŞA’NIN 4.ORDUSU TEK BAŞINA KALDI. 4.cü ORDU, AMMAN’I TERKEDİYOR. DEMİRYOLU TAHRİP EDİLMİŞ. TRENLER, İÇİNDEKİ ASKERLE BİRLİKTE YANIYOR. AMMAN’DAN ŞAM’A 210 KİLOMETRE YÜRÜYECEKLER…

    4’üncü Ordu kumandanı Küçük Cemal Paşa, soruyor: 7’nci Ordu nerede? Kumandanıyla (M. Kamal ile) temas edemediniz mi?..

    Cevap: 7’nci Ordu, Bisan istikametinde sessizce çekilmiş. Hiçbir temas ve haber yok. 48’inci Fırka (tümen) Hud tepesinden her yeri gördüğü halde bir malumat elde edememiş. Ortalık ağardığı vakit Musallaba sırtlarında ve daha gerilerde bu orduya ait hiçbir şey görememiş. Sadece 7’nci Ordu’dan açılan büyük gedikten düşmanın coşmuş seller gibi Cevad Paşa ordusunun arkasına düştüğü görülmüş. Bildiğimiz bu kadar…

    O derece süratle çekiliyoruz ki, düşman süvarileri yetişemiyorlar. Yalnız teyyare hücumlarından zarar görüyoruz. Sel gibi şimale (kuzeye) akıyoruz. İradesini kaybetmiş insanlar gibi mahşeri bir kalabalığın arasına katılmış, kendimizi cereyana vermiş, gidiyoruz. Salt’tan Amman’a ne kadar zamanda geldiğimizi bilemiyorum. Amman ve Dera arasını çok feci şartlar altında geçtik. Mefrak istasyonunda büyük facialar gördük. Trenler ateşe verilmiş vagonlar içindeki askerle birlikte yanmakta. Demiryolu çalışmıyor. Kapalı. Zaten iyi işlemeyen iaşe ve menzil hizmetleri büsbütün yok olmuş. Bir an evvel hiç değilse Şam’ın 20 kilometre cenubundaki (güneyindeki) müstahkem Kisve Hattı’na ulaşmak için can atıyoruz…

    Günde 30 kilometre yürüseler, bir hafta sonra Şam’da olacaklar…

    *Kaynak: Cevat Rıfat Atilhan (Cemal Paşa’nın emrinde subay) Filistin-Suriye Cephesinde Kahramanlar ve Hainler, s.43

    M. KAMAL’İN 7. ORDUSU ARSLANLAR GİBİ KAÇIYOR
    (30 Eylül 1918)

    M. Kamal, İsmet (İnönü), Ali Fuat (Cebesoy) cümbür cemaat İngiliz’den kaçıyorlar. Nablus ve Deraa’dan sonra Şam’ı da savaşmadan terkettiler.

    13 gündür, İngiliz’e tek kurşun atmadılar. 7’nci Ordu Komutanı M. Kamal, 18 Eylül’de Allenby’nin saldırısı başlamadan sırtını İngilizlere dönerek Nablus’tan kuzeye doğru kaçmaya başladı.

    Kazım Karabekir Paşa, “İstiklâl Harbimizin Esasları” adlı kitabında 1918’de komutanlığını M. Kamal’in yaptığı 7’nci Ordu’nun İngilizler karşısında “yenildiğini ve geri çekilmek zorunda kaldığını” açıkça yazdı.

    ✅İNGİLİZ GENERALİ ALLENBY M. KAMAL’E, “TESLİM OL BİZİ DAHA FAZLA UĞRAŞTIRMA” (14 Ekim 1918)

    Nablus’ta savaş alanından kaçarak İngilizlere dünyanın en büyük zaferini hediye eden M. Kamal 10 gündür Halep’te.

    M. Kamal, İngilizlerin “teslim ol” teklifini reddetti. Ordusuyla beraber savaş alanından ayrılmaları 8. ve 4.cü orduların mahvolmasına yol açtı.
    Allenby, Dünya tarihindeki en büyük askeri bu şekilde zaferi kazandı.
    Yıldırım Ordular Grubunu yok etti.
    35 bin Osmanlı askerini öldürdü.
    75 bin Osmanlı askerini ise esir aldı.

    İngiliz Allenby komutan 3 haftada kuzeye doğru 500 kilometre yol katetti. Amman’ı, Dera’yı, Şam’ı, Beyrut’u, Humus’u aldı. Çok yoruldu. Üstelik M. Kamal’in bilmediği bir şey var. İngiliz Ordusu dökülüyor.

    Allenby’nin elinde asker kalmadı. Ama hala güçlüymüş gibi rol yapıyor. Kedi fare oyunu oynayacak hali bile yok.
    Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı çağırdı. Halep’in kuzeyinde mevzilenmiş olan 7’nci Ordu’ya İngilizler değil, Arap milisler saldıracak. Faysal hazırlığa başladı…

    📌 Derleyen: Sefer EREN
    FİLİSTİN, ÜRDÜN VE SURİYE’DE SAVAŞAN VE ÇEKİLEN ORDUNUN HİKÂYELERİNDEN BİR PARÇASI.

    NOT: BU KONULAR BİLGİLENDİRME AMAÇLIDIR. BİRİLERİNİ YERME İÇİN DEĞİLDİR. REFERANSI OLAN Cevat Rıfat ATİLHAN‘ı TANITAN YAZIMDA GELECEK…

    “GAZZE SEVDALILARI” ..

    Bulancak Gazze Sevdalılarının Kavli Duası Fiili Dua’ya Dönüştü

    Biliyorsunuz Bulancak Giresun’un ilçelerinden biri, bir Tv proğramında bizi dinleyip tanıyan Ali kardeşimiz, Gazze’ye nakit transferlerimize katkıda bulunmaya başlayınca yazışarak tanıştık. Bir müddet sonra bizi Bulancak’a “Gazze Cihadını” anlatmaya davet etti. Yaş itibarı ile hareket kabiliyetim azalmış olsa da konu Gazze olunca hayır diyemedim. Köydeki camimizin İmamı Murat Hoca da arkadaşlık edip götürme, getirme işini üstlenince, bismillah deyip yola çıktık. Bulancak Taş camide akşam namazını kıldıktan sonra, “Bulancak İmam Hatip Mezunları ve Sevenleri Derneği” BİMDER merkezine geçtik. Sohbetimizin muhatapları sayı bakımından çok olmasa da, gönüllerini bize açtıkları için gönlümüz mutmain olarak sohbeti bitirip yatsıyı beraber kıldıktan sonra, ayakta tanıştık ve kendilerine bir teklifte bulundum.

    BULANCAK’lılara yaptığım TEKLİF

    Gazze’yi kalıcı şekilde gündeminize alın; her gün dualarınızda Gazze’nin mücahidlerini ilk sıraya koymakla kalmayın; aylık olarak, gücünüz oranında, düzenli olarak ödemek üzere bir meblağ belirleyip ödemeyi taahhüt edenlerle bir whatsap gurubu oluşturun; taahhüt edilen meblağları bizim aylık nakit transferlerimize katarak göndermeyi de ben üstleneyim; hayırda örnek olma ve öncülük yapma gayretimizi fiili eyleme dönüştürelim.

    Bulancak Gazze Sevdalıları Gurubu

    Ali Kardeşimiz, anında sinyali aldı ve harekete geçti. Ben Of’a dönerken onlar da gurubu oluşturmaya başladı. Toplantımız 21 Eylülde olmuştu. 04 Ekim nakit transferimize 1385 $ ile katıldılar. Bir sonraki nakit transferimizde meblağ 2500 $ oldu. Gurup büyüyecek; meblağ da artacak diye umut ediyorum.

    Gazze’ye Nakit Transferi

    10 aydır Gazze’ye yaptığımız nakit transfer sayısı 15’i geçti. Bazen ayda bir, bazen de iki defa nakit transfer ediyoruz. Gazze’nin beş ayrı ilinde iş birliği yaptığımız 10 hayır kurumu ve temsilcilerimiz var. Nakit yardım yapmakla kalmıyor; dağıtım şeklini de birlikte kararlaştırıp ihtiyaca göre hareket ediyor; çapraz kontrol ve denetim mekanizmasını da elden bırakmıyoruz. Onlar bize, biz onlara alıştık. Bizim tesbit ettiğimiz acil ihtiyaç sahibi aile ve fertlere de yardım ulaştırmalarını sağlayabiliyoruz. Gazze’de akrabaları olanlar, bizim kanalımızla akrabalarına yardım ulaştırır hale gelmeleri de ayrı bir ecir ortaklığı oluşmasına vesile oldu. Üzüntümüze, kardeşlerimizle olan fiili ve canlı dayanışmamız, kısmen de olsa teselli kaynağı oluşturmaya başladı.

    OF 61 Projesi

    Gazze’ye nakit transferi hareketimize katkı sağlayanlar her geçen gün büyüyor. Fert olarak altından kalkmaya zorlanıyorum. Bir vakıfla Cibalya’daki bir cemiyet arasında kardeşlik protokolü imzalanmasına vesile olduk.

    Gazze’deki mücahitlerin elindeki en etkili silah “Yasin 105 Roketleri” olduğu malum. Bir roketin maliyeti 500 $ olduğunu öğrenince, kardeşlerimize her ay 61 Roket göndermeye, Üzerlerine OF yazmaları halinde, o roketleri kullanıp şehit olanların yetimlerini yaşadığımız müddetçe ailemiz kabül edeceğimizi bildirdik. Gazze cihad komutanlığının çok hoşuna giden bu teklifi hemen uygulamaya koyduk. Dört defa 61 adet Yasin 105 Roket paketi yaptık. Gazze dışında olduğu halde başka bir cephede siyonist İsrail ile savaşan Hamas mücahidleri de aynı uygulamaya talip olduğunu bildirince bir paket “OF 61”’i de onlar için yaptık. Hamdolsun bizim Yasin 105 roketlerimizi kullananlardan henüz şehadet haberi almadık. Of’luların sadece yaşayanları değil, şehidleri de Gazze’nin arkasında fiili ve kavli dua halinde olsa gerek ki Gazze ile OF’lular çok iyi kaynaştı.
    Her seferinde 61 Adet Yasin 105 Roketleri paketi için 30.500 $ ödüyoruz. Gazze cihadı sürdükçe mücahidlerle dayanışmamız da sürecek inş.

    AÇIK TEKLİFİM

    Türkiye’de 81 il, bine yakın da ilçe var. Her ilçe bir Gazze Sevdalıları gurubu oluştursa, OF ve Bulancak ilçesi ile yarışa girip ayda en az beşbin ve daha fazla bağışta bulunsa ne olur düşünebiliyor musunuz? Asgari rakam üzerinden hesap etsek bile Ayda:
    1000 X 5000 = 5 milyon dolar eder. Bu meblağ her ay Gazze’ye ulaşsa, ümmetin yetimlerinin maddi sıkıntısı kalır mı?

    Bu kampanyayı STK’ların yürütmesine ne mani var?

    Of’lu Arkadaşları ve BİMDER’i tebrik ediyorum. Şu ana kadar sadece iki küçük örneğin gayreti ile Gazze’ye ulaşan nakit yardım miktarını söylesem şaşırırsınız. Ayrıca çevremde gönülleri zengin gayretli, samimi ve mütevazı bir dost gurubu oluştu. Aralarında olan duyarlı annelerin gayretlerini anlatsam göz yaşlarınızı tutamazsınız. Türk milleti hem cesur, hem merhametli hem de duyarlıdır. Tek eksiği bilgili, ihlaslı, sistemli, gayretli fedakar, hesap verebilir, sorgulanabilir öncülerdir.

    Rabbim küçük ama samimi gayretlere çok büyük bereketler ve kolaylıklar ihsan ediyor.

    Hayır seferberliği ilan etmek için, öncü vakıf ve cemiyetlere ihtiyaç olduğu gibi, şeffaf sistemli ve hesap sorulabilir, sorgulanabilir öncülere de ihtiyacımız var.

    Aşağıda en son yaptığımız nakit transferi tutanağını göreceksiniz.👇

    Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    01.11.2024 OF

    “عشاق غزة”

    تحوّلت الدعواتُ القلبية لعشاق غزة في بُلانجاك إلى دعاءٍ عملي

    تعلمون أن بُلانجاك إحدى مناطق غيرسون، وقد تعرّفتُ على أخينا علي عبر المراسلة بعدما سمعني في أحد البرامج التلفزيونية وبدأ بالمساهمة في تحويلاتنا النقدية إلى غزة. وبعد فترة، دعاني إلى بُلانجاك لإلقاء محاضرة حول “جهاد غزة”. ورغم أن تقدّم العمر أثّر على قدرتي على الحركة، لم أستطع رفض الدعوة حين كان الأمر يتعلق بغزة.

    تكفّل إمام مسجد قريتنا، الأستاذ مراد، بمرافقتي والاعتناء بأمر التنقل، فانطلقنا متوكلين على الله. أدّينا صلاة المغرب في مسجد طاش في بُلانجاك، ثم انتقلنا إلى مقرّ جمعية خريجي محاضر الأئمة والخطباء في بُلانجاك ومحبيها (BİMDER).

    رغم أن عدد الحاضرين لم يكن كبيرًا، إلا أن قلوبهم كانت مفتوحة لنا، مما أشعرنا بالطمأنينة. وبعد انتهائنا من المحاضرة وصلاة العشاء معًا، تعرّفنا على الحاضرين واقفًا، وقدّمت لهم عرضًا خاصًا.

    عرضي لأهل بُلانجاك

    تبنَّوا غزة كجزءٍ دائمٍ من اهتماماتكم:
    • لا تقتصروا على الدعاء للمجاهدين في غزة يوميًا، بل ضعوهم في مقدمة دعائكم.
    • أنشئوا مجموعة واتساب تضمّ الذين يتعهّدون بدفع مبلغٍ شهريّ ثابت، كلٌّ حسب استطاعته.
    • تولّيتُ شخصيًا مسؤولية إضافة المبالغ التي يتمّ التعهّد بها إلى تحويلاتنا النقدية الشهرية إلى غزة.
    • لنجعل سعينا في الخير عملًا ملموسًا ونكون قدوةً لغيرنا.

    مجموعة عشاق غزة في بُلانجاك

    التقط أخونا علي الإشارة فورًا، وباشر في تشكيل المجموعة. بينما كنتُ في طريقي إلى أوف، كانوا قد بدأوا بتنظيم المجموعة.

    عقدنا اجتماعنا في 21 سبتمبر، وبحلول 4 أكتوبر، شاركوا في تحويلنا النقدي بمبلغ 1,385 دولارًا. وفي التحويل التالي، ارتفع المبلغ إلى 2,500 دولار.

    أؤمن بأن المجموعة ستنمو، وستزداد المبالغ بإذن الله.

    التحويلات النقدية إلى غزة

    خلال 10 أشهر، تجاوز عدد تحويلاتنا النقدية إلى غزة 15 تحويلًا، وأحيانًا كنّا نقوم بالتحويل مرتين في الشهر.

    لدينا تعاون مع 10 جمعيات خيرية وممثلين في خمس مدن في غزة.
    • لا نقتصر على إرسال المساعدات المالية فقط، بل نحدد آلية توزيعها وفقًا للاحتياجات، مع متابعة ومراقبة دقيقة.
    • أصبحنا نحن وهم عائلةً واحدةً، وتمكّنا من إيصال المساعدات إلى العائلات الأكثر حاجة التي قمنا بتحديدها بأنفسنا.
    • من لديهم أقارب في غزة، أصبحوا قادرين على دعمهم من خلال قناتنا، مما أتاح شراكةً مضاعفةً في الأجر.
    • رغم الحزن العميق، فإن تضامننا الفعلي مع إخواننا أصبح مصدر عزاءٍ لنا.

    مشروع “OF 61”

    يزداد عدد المشاركين في حملة تحويل الأموال إلى غزة يومًا بعد يوم، مما يجعل الأمر يفوق قدرتي الفردية. لذلك، سعيتُ لتوقيع اتفاقية أخوّة بين جمعيةٍ في جيباليه وأحد الوقفيات هنا.

    ومن المعلوم أن أقوى سلاحٍ في يد المجاهدين في غزة هو صواريخ ياسين 105. وعندما علمنا أن تكلفة الصاروخ الواحد 500 دولار، تعهّدنا بإرسال 61 صاروخًا كل شهر، مشترطين كتابة كلمة “OF” عليها.

    كما أبلغنا الإخوة المجاهدين في غزة بأننا سنتكفّل بأيتام من يستشهد باستخدام هذه الصواريخ، طالما نحن أحياء.

    أُعجِب قادة جهاد غزة بهذا الاقتراح، وبدأنا بتنفيذه فورًا.
    • قمنا بإعداد أربع دفعات من 61 صاروخ ياسين 105.
    • طلب مجاهدو حماس الذين يقاتلون خارج غزة ضد الكيان الصهيوني حزمة “OF 61” خاصةً بهم، فتمّ إعدادها لهم أيضًا.
    • بحمد الله، حتى الآن، لم يصلنا أي خبر عن استشهاد من استخدموا صواريخنا.

    يبدو أن ليس فقط الأحياء من أهل أوف، بل حتى شهداؤهم، يقفون إلى جانب غزة بالدعاء القولي والفعلي.

    تبلغ تكلفة كل دفعة من 61 صاروخًا 30,500 دولار.
    طالما استمر جهاد غزة، ستستمرّ مساندتنا للمجاهدين بإذن الله.

    عرضي المفتوح

    يوجد في تركيا 81 ولاية، وما يقرب من 1000 قضاء.

    تخيّلوا لو أن كل قضاء شكلت مجموعة عشاق غزة، وبدأت بالتنافس مع أوف وبُلانجاك، متعهدةً بالتبرع بـ 5,000 دولار أو أكثر شهريًا.
    • إذا حسبنا الحد الأدنى:
    1000 × 5000 = 5,000,000 دولار شهريًا.

    لو وصلت 5 ملايين دولار شهريًا إلى غزة، فهل سيبقى يتيم أو فقير في حاجةٍ إلى المساعدة؟

    ما الذي يمنع المؤسسات الخيرية من إدارة هذه الحملة؟

    أحيي إخوتي في أوف وجمعية BİMDER.
    لو أخبرتكم بالمبلغ الذي تمكّنا من إيصاله إلى غزة بفضل هذين النموذجين الصغيرين، لذهلتم!

    كما أنني محاطٌ بمجموعةٍ من الإخوة الأوفياء الصادقين المتواضعين.
    ولو أخبرتكم عن جهود الأمهات الواعيات في هذه المجموعة، لبكيتم تأثرًا.

    الشعب التركي شعبٌ شجاع، رحيم، وحساس. لكن ما ينقصه هو قادةٌ يتمتعون بالعلم، والإخلاص، والتنظيم، والتضحية، والقدرة على المحاسبة والشفافية.

    إن الله يبارك في الجهود الصغيرة الصادقة، ويجعل فيها بركاتٍ عظيمةً وتسهيلاتٍ كبيرةً.

    لإطلاق حملة تعبئةٍ للخير، نحن بحاجةٍ إلى مؤسساتٍ وقفيةٍ وجمعياتٍ قياديةٍ شفافةٍ، تعمل بشكلٍ منظم، وتتحمّل المسؤولية.

    أعلاه، تجدون محضر التحويل النقدي الأخير الذي قمنا به.👆

    أحمد ضياء إبراهيم أوغلو
    ١ / ١١ / ٢٠٢٤م / أوف

    أنصحكم أيضًا بقراءة الترجمة العربية التي ستجدونها في نهاية المقالة التركية أدناه.👇

    Yaşasın Cumhuriyet! Ama Hangi Cumhuriyet?

    Yaşar Aksoy


    YAŞASIN CUMHURİYET!!! AMA HANGİ CUMHURİYET????

    Üstad Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek’in ifade ettiği gibi “Dünyada bin yıllık tarihi silinen ve o günü bayram olarak kutlayan başka millet yoktur.”

    Hala Cumhuriyetten nasiplenememiş !!!, krallıkla idare edilen Hollanda, Danimarka, İngiltere, ispanya, isveç, Belçika gibi !!!!! Avrupa ülkeleri var ve kraliçeleri öldü diye günlerce yas tutuyorlar! Cumhuriyeti yok diye bunlar zavallı milletler mi?Şimdi biz neyi kutluyoruz acaba?

    Geçen yıl yazdığım yazıyı tekrarlıyorum:
    Selamun Aleyküm,
    Cumhuriyetin 101. yılıymış.
    Hangi Cumhuriyet acaba?
    Emrivaki ile halkın görüşünü almadan, Allahın emirleri olan şeriatın yasaklanıp, isviçre, Almanya, İtalya’dan ithal edilen kanunlar idaresindeki, demokrasiden bile uzak tek partili bir cumhuriyet mi?
    600 yıllık ecdat Osmanlı ailesini tehdit ederek, kendilerinin ayarladığı İngiliz gemisiyle bir gece vakti çoluk çocuk yurt dışına sürüp, sefalete terkeden, Hilafetin kaldırıldığı bir cumhuriyet mi?
    Kanla irfanla kurduk dedikleri, Kur’an öğreten binlerce masumun ve islam aliminin asıldığı, birileri Devlet sırtından Karun kadar zengin olurken, Kazım Karabekir gibi kahramanları devre dışı bırakıp, adeta ev hapsine mahkum, gözetim altında yokluk içinde yaşamaya mecbur bırakan, Mehmet Akif gibi istiklal şairimizi sırf İslami görüşünden dolayı Mısır’a hicrete mecbur kılan, cumhuriyet mi? Millete rağmen yapılan darbeleri,idam edilen Rahmetli Menderesi, zehirlendiği söylenen rahmetli Özalı, görevden uzaklaştırılan Rahmetli Erbakan’ı, her an için demoklesin kılıcı gibi Atatürkçülükten uzaklaştığı söylenerek yargılanmakla tehdit edilen Erdoğanı, milletimizi insan hakları ve demokrasi’den mahrum kılan Cumhuriyet mi?
    İngiltere, İspanya ve Hollanda gibi krallıklar tarafından yönetilen ülkeler mi daha iyi, yoksa ülkesini uçaklarla bombalayıp, halkın takriben yarısın ülkeden kaçıran zalim Esed’in Suriye Cumhuriyeti mi?
    Demekki Cumhuriyet tek başına yeterli değil.
    Öyle bir cumhuriyetki, bir gecede halka sormadan oldu bittiyle, arzu edilen tasarrufların yapılamayacağı düşüncesiyle olacak, 1.meclis ilga edilerek, Müdafaai Hukuk Grubu üyelerinden oluşan 2.millet meclisi tarafından ilan edilen, seçilecek kişininde hazır olduğu seçim yapıldı.
    Rejim cumhuriyetti, fakat Demokrasi… E canım o kadar kusur kadı kızındada olur demişler, o devirde Komunist Lenin’in Sovyetlerinde, faşist Mussolini’nin İtalyasında demokrasi mi vardı….
    Devletin üst kademelerine Türk olmasalarda, ne mutlu türküm diyene şemsiyesi altında dönmeler,
    kripto ermeniler, kripto yahudiler tayin edilerek, tek parti diktatörlüğüyle belli bir kesime devletin tüm imkanları verilip zenginleştirilirken, halkın yokluk içinde inim inim inlediği, uçak fabrikalarının kapatıldığı, silah fabrikalarının havaya uçurulduğu bir devir… Siyonist ve haçlı emperyalistlerinin uydusu haline getirilmiş, laiklik adı altında, millet olarak müslüman oluşumuzu yok sayan, vatandaşın dini ile, kültürüyle didişen, diktatörce ve zalimce uygulamaları ile adeta Komunist Rusya’yı bile geride bırakan, yapılanları tartışmanın yasak olduğu bir Cumhuriyet?
    Valla ben böyle bir Cumhuriyeti kutlamıyorum ve istemiyorum. Küçücük bir ülke İsviçre’de bile çıkarılacak her kanun maddesi halkın oylamasıyla yapılıyor. Türkiyede ise bin yıldır İlay-ı Kelimetullah yolunda giden ecdadımız gibi İslami bir idare kurulmasının önünü kesmek için,
    aksi teklif bile edilemez diyerek anayasasına konulan, dini emirleri yok sayan laikliğe hapsedilmiş sözde bir Cumhuriyeti istemiyorum.. Elbette bunları yapanlar ve bunların arkasından gidenler ahirette yargılanacak ve herkes yaptıklarının karşılığını bulacaktır. Yüce Rabbim bugün imkan verse ve mezarlarından kalksalar kendilerini kalkan yapan bu islam düşmanlarını sopayla kovalarlar… Bunların anladığı halka üsten bakan ve dinsizliği düstur edinmiş, adınada sözde cumhuriyet dedikleri rejimi istemiyorum.
    Yani Suriye benzeri bu tağut zihniyetinin tarif ettiği despot sözde Cumhuriyeti beğenmiyorum. Müslüman milletimizin inancına ve kültürüne uygun olarak, gerçekten hakimiyetin millette olduğu bir Cumhuriyeti özlüyorum.

    LONG LIVE THE REPUBLIC!!! WHICH REPUBLIC????
    There are European countries that have not yet benefited from the Republic, but are governed by monarchies such as the Netherlands, Denmark, England, Spain, Sweden, Belgium!!!!! and they mourn for days because their queens died!
    What are we celebrating now?
    Should we say “What a shame for these nations that they do not have a republic like us!!!!!”?

    I repeat the article I wrote last year: Assalam aleykum, It’s the 101st year of the Republic.
    I wonder which Republic?
    Is it a republic governed by laws imported from Switzerland, Germany and Italy, where islamic sharia, which is Allah’s command, is banned without consulting the public?
    Is it a republic where the Caliphate has been abolished, threatening the 600-year-old ancestors of the Ottoman Empire, deporting children and all families including ladies abroad at night on a British ship they arranged and leaving them in misery?
    They said they founded republic with blood and wisdom, where thousands of innocent people and Islamic scholars who taught the Quran were hanged, while some became rich as Karun on the backs of the State, they disabled heroes like Kazım Karabekir and forced them to live in poverty under house arrest and under surveillance, and forced our independence poets like Mehmet Akif to live in poverty. Is it the republic that forced him to go into exile to Egypt just because of his Islamic views? Is it the Republic that deprives our nation of human rights and Democracy, of the coups carried out against the nation, of the late Menderes who was executed, of the late Özal who was said to have been poisoned, of the late Erbakan who was suspended from office, of Erdoğan who was threatened with prosecution at all times by saying that he had moved away from Kemalism like the sword of Damocles?
    Are countries governed by kingdoms such as England, Spain and the Netherlands better, or the Syrian Republic of the cruel Assad, who bombed his country with planes and escaped nearly half of the people from the country?
    So the Republic alone is not good enough.
    We established such a republic that, overnight, without asking the people, it was declared by the National Assembly, consisting of members of the Defense Law Group, with the instructions of Mustafa Kemal, and the person to be elected was ready, and of course, Mustafa Kemal was elected president.
    The regime was a republic, but unfortunately it lacked democracy….
    Republic, but Democracy… Well, they say that the daughter of judge also has some faults. At that time, were there democracy in the Soviets of Communist Lenin and in Italy of Fascist Mussolini.
    No matter they are Turk or not, with the slogan of “How proud is he who says he is a Turk” ,many Sabetayist, cyripto jewish and cyripto Armenian were assigned in the high position of the government.
    A republic where the people are suffering from poverty, aircraft factories are closed, weapons factories are blown up, while a certain group of people is given all the opportunities of the State and enriched by a single-party dictatorship. It has become a satellite of Zionist and crusader imperialists, and under the name of secularism, it ignores the fact that we are Muslims as a nation. A Republic that quarrels with the religion and culture of its citizens, surpasses even Communist Russia with its dictatorial and cruel practices, and where it is forbidden to discuss what has been done?
    Well, I do not celebrate and do not want such a Republic. Even in such a small country, Switzerland, every article of law to be enacted is made by the vote of the people. In Turkey, in order to prevent the establishment of an Islamic regime like our ancestors who followed the path of Ilay-ı Kalimatullah for a thousand years,
    A so-called Republic that is imprisoned in secularism, which is included in its constitution on the grounds that it cannot even be proposed otherwise, and which ignores religious orders…
    I do not want the republic that uses atheism as its motto and which is praised by those who use Atatürk as a shield and are enemies of Islam.
    I do not like a Republic like Syria or Turkey.
    I long for a Republic in which true sovereignty rests with the nation, in accordance with the faith and culture of our Muslim nation.

    تحيا الجمهورية!!! اي جمهورية ؟؟؟؟

    كما قال المعلم نجيب فاضل قيصاكورك (عليه السلام): “لا توجد أمة أخرى في العالم تم محو ألف عام من تاريخها وتحتفل بذلك اليوم كعيد”.
    مثل هولندا والدنمارك وانجلترا واسبانيا والسويد وبلجيكا التي لم تستلم الجمهورية بعد وتحكمها المملكة !!!!! هناك دول أوروبية وتحزن لأيام لأن ملكتها ماتت! هل هذه الدول فقيرة لأنها لا تملك جمهورية، يا ترى ماذا نحتفل الآن؟

    وأكرر المقال الذي كتبته العام الماضي: السلام عليكم، إنها السنة الـ101 للجمهورية.
    يا ترى أي جمهورية؟
    هل هي جمهورية تحكمها قوانين مستوردة من سويسرا وألمانيا وإيطاليا، حيث الشريعة الإسلامية التي أمر الله بها محظورة دون استشارة الرأي العام؟
    هل هي جمهورية ألغيت فيها الخلافة، وهددت أسلاف الدولة العثمانية البالغ عمرها 600 عام، وترحيل الأطفال والأطفال إلى الخارج ليلاً على متن سفينة بريطانية رتبوها وتركتهم في بؤس؟
    قالوا إنهم أسسوا الجمهورية بالدم والحكمة، حيث تم شنق الآلاف من الأبرياء وعلماء الإسلام الذين علموا القرآن، بينما أصبح البعض أثرياء مثل كارون على حساب الدولة، وعطلوا الأبطال مثل كاظم كارابكر وأجبروهم على العيش في البلاد. الفقر تحت الإقامة الجبرية وتحت المراقبة، وأجبر شعراء الاستقلال مثل محمد عاكف على العيش في فقر. هل الجمهورية هي التي أجبرته على النفي إلى مصر فقط بسبب آرائه الإسلامية؟ هل هي الجمهورية التي تحرم أمتنا من حقوق الإنسان والديمقراطية، من الانقلابات التي نفذت ضد الأمة، من الراحل مندريس الذي أُعدم، من الراحل أوزال الذي قيل أنه مات مسموماً، من الراحل أربكان الذي تم إيقافه عن العمل؟ من منصبه، أردوغان الذي كان مهدداً بالملاحقة القضائية في كل الأوقات بقوله إنه ابتعد عن الكمالية مثل سيف ديموقليس؟
    هل الدول التي تحكمها ممالك مثل إنجلترا وإسبانيا وهولندا أفضل أم جمهورية الأسد القاسي السورية التي قصف بلاده بالطائرات وهرب ما يقرب من نصف الشعب من البلاد؟
    لذا فإن الجمهورية وحدها ليست جيدة بما فيه الكفاية.
    لقد أنشأنا مثل هذه الجمهورية التي بين عشية وضحاها، ودون أن نطلب من الشعب، أعلنها المجلس الوطني، المكون من أعضاء مجموعة قانون الدفاع، بتعليمات مصطفى كمال، وكان الشخص الذي سيتم انتخابه جاهزا، وطبعا وانتخب مصطفى كمال رئيسا.
    كان النظام جمهوريا، لكنه للأسف كان يفتقر إلى الديمقراطية….
    جمهورية لكن ديمقراطية… حسنًا، يقولون إن ابنة القاضي أيضًا بها بعض العيوب. في ذلك الوقت، هل كانت هناك ديمقراطية في سوفييتات لينين الشيوعي وفي إيطاليا موسوليني الفاشي.
    بغض النظر عن كونهم أتراكًا أم لا، وتحت شعار “كم يفتخر من يقول أنه تركي”، تم تعيين العديد من السبتيين واليهود والأرمن في مناصب رفيعة في الحكومة.
    جمهورية يعاني شعبها من الفقر، وتغلق فيها مصانع الطائرات، ويتم تفجير مصانع الأسلحة، بينما تُمنح مجموعة معينة من الناس كل الفرص التي توفرها الدولة ويتم إثراؤها من خلال دكتاتورية الحزب الواحد. لقد أصبحت تابعة للإمبرياليين الصهاينة والصليبيين، وتحت اسم العلمانية تتجاهل حقيقة أننا مسلمون كأمة. جمهورية تتعارض مع دين مواطنيها وثقافتهم، وتتفوق حتى على روسيا الشيوعية بممارساتها الديكتاتورية والقاسية، ويمنع فيها مناقشة ما حدث؟
    حسنًا، أنا لا أحتفل ولا أريد مثل هذه الجمهورية. وحتى في مثل هذا البلد الصغير، سويسرا، فإن كل مادة قانون يتم سنها يتم إقرارها من خلال تصويت الشعب. في تركيا، ومن أجل منع قيام نظام إسلامي مثل أسلافنا الذين اتبعوا طريق كلمة الله لألف سنة،
    ما يسمى بالجمهورية السجينة في العلمانية، والتي تم تضمينها في دستورها على أساس أنه لا يمكن حتى اقتراحها بطريقة أخرى، والتي تتجاهل المذاهب الدينية…
    لا أريد الجمهورية التي تتخذ من الإلحاد شعارا لها ويمتدحها من يتخذون أتاتورك درعا وأعداء الإسلام.
    أنا لا أحب جمهورية مثل سوريا أو تركيا.
    إنني أتطلع إلى جمهورية تكون فيها السيادة الحقيقية للأمة، بما يتفق مع عقيدة وثقافة أمتنا الإسلامية.

    Cumhuriyeti Kim Kurdu?

    Cumhuriyeti, Manasını Dahi Bilmeyenlere, Nasıl Kurdurduklarının İbretlik Hikayesi .. 👇

    Gecenin geç saatleri, kafalar iyice dumanlanmış yalakalığın bini bir para. ‘Sen kurtardın sen, sen olmasaydın varlık bile olmazdı gibi ipe sapa gelmeyen hezeyanlar’. Koruma polisi sarı Nuri, Safiye Ayla ile güzel şarkıları birbiri ardına okuyorlardı. Masada neler yoktu ki belki de yok, yoktu, garsonlar bir dizi el pençe divan buyrukları anında yerine getiriyorlardı. Zıkkım öyle, şişede durduğu gibi durmuyordu masadakiler en üst perdeden, ‘Sen Efendi, Sen’le başlayan konuşmalarını sürdürüyorlardı. Zaman, zaman ‘tamam çocuğum tamam, tamam çocuğum, tamam, peki’ deyip! Yarı ayar yarı tehditle sükûnetini bozuyordu.
    Doktorlar kesinlikle içmeyeceksin dedikleri halde o, hala içiyordu. Hem de leblebi ile canını sıkanda masadaki soytarılardı. Tabii ki hasta durumuna da canı sıkılıyordu ama aması maması yok inceldiği yerden kopsun dedi önündeki bardağı bir dikişte devirdi. Kimse bir şey anlamamıştı Kel Ali ‘Eefendim sizi bütün şerefimle temin ederim, ip ince falan değildi, sonra bu ilk defa olmuyor ki, o kadar çok adam astık ki ipleri inceleme, kontrol etme imkânımız olmuyor’.
    Masadakiler doğru, doğru deyip tasdik ettiler. Kel Ali devam etti. ‘Sayın Reisi Cumhur’um birkaç defa oldu her seferde ipi değiştirerek İNFAZI gerçekleştirdik. M. Kemal içinden ‘ben canımın derdindeyim bunlar ne anlatıyorlar keşke inceldiği yerden kopsun demeseydim’ diye geçirdi. Kel Ali hızını alamamıştı, ‘Vallahi dedi ip olmasa da fark etmez, elini boğazına götürerek ellerimle BOĞARIM’ dedi. Koruma Sarı Nuri masadakilere sert, sert baktı susun der gibi. M. Kemal Sarı Nuri’yi yanına çağırdı kulağına ‘Nuri bunlar burayı yine karılar hamamına çevirdi’ dedi. Önündeki rakı kadehini avuçlarının içine alarak sulu rakıyı bir dikişte mideye indirdi. Canı yanıyordu ama belli etmemeli. Bu sefer içinden inceldiği yerden kopsun dedi. Önündeki kavundan bir dilim aldı birazda peynir bu iyi gelmişti, masadakilerin hali ortadaydı. Lider hep bu durumları keyifle seyreder ve diyeceğini öyle söylerdi.
    Kendisine karşı her ne suretle olursa olsun MUHALEFETİ katiyen kabul etmezdi. Masadakilerin yüzlerine bakmadan ‘EFENDİLER’ dedi herkes, her şey, susmuştu. Bu yüksek sesi duyan şarkıcıda TIRSMIŞTI. Sazendeler herkes, her şey susmuştu. Tekrar ‘efendiler’ dedi. Herkes lal olmuş dinliyordu. Bu durumlarda LİDER mutlaka önemli şeyler söylerdi. Devamla ‘Efendiler CUMHURİYETİ KİM KURDU? Ok yaydan çıkmış gibi, ‘Siz efendim, siz kurdunuz. Siz, efendim siz, SULTANLA beraber Allah’ı da tahtından indirdiniz’. Alkışlar CHP milletvekillerine aitti. Ertesi gün gazeteler manşetlerinde CHP milletvekilinin sözünü iri puntolarla neşredeceklerdi. BİZ SULTANLA BERABER ALLAH’I DA TAHTINDAN İNDİRDİK
    M. Kemal hiddetle ‘hayır, hayır Cumhuriyeti yüce milletimiz kurdu.’ Salon bir anda alkıştan yıkılmıştı. Evet, evet yediden yetmişe ‘CUMHURİYETİ, MİLLETİMİZ kurdu’. Bir el işareti ile herkesi susturduktan sonra ‘Evet, Cumhuriyeti ne ben ne biz kurmadık, önce yüce MİLLETİMİZ kurdu’. Alkış tutanları seyrederken M. Kemal içinden ‘ne yapayım bunlar dün PADİŞAHIM ÇOK YAŞA! Diyorlardı şimdi kahrolsun Padişah diyorlar’ diye geçirdi.

    Herkesten ayrı bir ses çıkıyordu. Cumhuriyeti siz kurdunuz, biz kurduk, milletimiz kurdu. Lider istediğini almıştı. Döndü, yaverine çakmak, çakmak gözleriyle ‘Yarından tezi yok bu meseleyi iyice anlatın herkese’ dedi. Fevzi Çakmak’ın yüzüne baktı, o da başını eğerek tebessümle doğru dedi. Başından sonuna kadar M. Kemale en büyük ve mutlak desteği veren Mareşal burada da kaya gibi liderin yanında olduğunu vücut diliyle masadakilere bir güzel gösterdi. O gecenin sonunda herkes üzerine düşeni layıkıyla yapmaya çalışacağına söz verdi. Şimdi biz, Diyarbakır istiklal mahkemelerindeki bir olayı beraber seyredelim.
    O gece Ankara’dan ayrılıp trenle Diyarbakır’a gelen Kel Ali, ilk hafta mahkemeye getirdikleri herkesi DARAĞACINA gönderdi. İşler biraz yavaşlayınca aklına M. Kemal’le o gece yaşadıkları olaylar geldi ve biraz düşündükten sonra bugün asacağım, yani mahkeme edeceğim kimse var mı? Diye sordu. Gardiyan, ’efendim kimseyi bulamadık belki sehpalar boş kalmasın dersiniz diye bir yaşlı mahkûm getirdik’. Alın içeriye dedi ve heyet toplandıktan sonra beti benzi atmış korkudan tir, tir titreyen adama baktı. Adam adını zorlukla bin bir sıkıntı ile söyledi. Ne iş yapıyorsun, çay önünde KARPUZ yetiştiririm. Hapishaneye niye girdin, efendim jandarmalar geldi sen karpuzcu musun, evet dedim, bir karpuz aldılar sergiden, KARPUZ kel çıktı, daha ben durun size başka karpuz vereyim demeye kalmadan tekme tokat beni dövüp, getirip karakola teslim ettiler.
    Kel Ali ‘Bu jandarmada olmasa hayat hiç çekilmeyecek’ dedi ‘iyi, iyi şimdi sana bir sual soracağım bana cevap ver’, adam dehşetle açılmış gözlerle bakarken, Kel Ali ‘söyle bakalım CUMHURİYETİ KİM KURDU’? Hırpani kılıklı 70 yaşlarındaki AK SAKALLI adam iyice afallamıştı. Korkudan hâkimlere bakamıyordu bile, hâkim adamın durumunu görür görmez bir nefes alması için otur dedi. Kan, ter içinde kalan adam oturmadı, oturamadı öyle kala kaldı.
    Hâkim Kel Ali yanındakilerle bir şeyler konuştuktan sonra tekrar adama döndü adamı ayakta görünce hışımla, sana otur dedik dedi, adam ayakta sandalyenin üstüne yığıldı uydurma sandalye bu oturmaya dayanamamış sandalye bir tarafa adam bir yana savrulmuştu.
    Jandarmalar koşup adamı kaldırdı, mahkeme heyeti belki de ilk ve son defa böyle kahkahalarla gülüyorlardı. Hâkim Kel Ali, önündeki kâğıtları biraz düzelttikten sonra adama tekrar sordu bize Cumhuriyeti nasıl kurduğunu anlat. Karakoldan iki tane taharri memurun zorla koluna girerek mahkeme salonuna soktukları adam, iyice dehşete kapılmıştı.
    Günde, sayısının kimsenin bilmediği bir sürü insan şapka giymediği, çorap giydiği için, kuru fasulyeyi nimetten saydığı için, daha buna benzer çok, çok hayati ve önemli sebeplerle kurulan darağaçlarında sallandırılıyorlardı. Adam oturduğu sandalyeden kalktı gözleri dolmuş eli ayağı titriyordu. Hâkim, soruyu her halde anlamadı diye adama tekrar sordu, ‘Cumhuriyeti nasıl kurdun anlat hele’ dedi.
    Adam, iki gözü iki çeşme adeta inleyerek, ‘Hâkim Beg ben Cumhuriyetin ne olduğunu nerde yatıp kalktığını, kimlerle ne dolaplar çevirdiğini, biliyorsam iki gözüm kör olsun. Hâkim bey çoluğum, çocuğum var bana acıyın, o dediğin Cumhuriyetle ne dün ne de bugün hiçbir işim olmadı yemin Billah ben masumum Hâkim Bey dedi. Hâkim bey ekmek Kuran çarpsın ki ben ne uzahtan ne yahından hiç, hiç haberim yoktir. Ben karpuz yetiştiriyem, satiyem ben, o, dediğin kimseleri hiç tanimirem ki!
    Kel Ali’nin gözleri seğirmeye başladı, içinden ‘şu herifi sallandırayım mı töğbe, töğbe’ dedi sonra GAZİ’ye ne derdi yine de yüzünde bir yılan tebessümü ile ‘iyi, iyi senin hacı ilen hoca ilen işin yok inandım, inandım. Ama ağzından bir daha yanlış bir şey duyarsam doğru İPE! Bu arada çoğunluğu Ermenilerden oluşan salondaki ya! Ya! Ya! Ya! Şa! Şa! Şa! Cumhuriyet, Cumhuriyet çok yaşa! diye slogan attılar.
    Çanakkale savaşında varını, yoğunu kaybetmiş, insanlar bir lokma ekmekle, bir çarığa hasret kalmıştı. Millet canının derdine düşmüş, olan bitenleri kimse bilmiyordu. Yüzlerce, binlerce insan, sudan sebeplerle hatta hiç sebep bile gösterilmeden evlerinden alınıp şehirlerin meydanlarında üçayaklı sehpalarda can veriyorlardı. Herkes evine kapanmış soluk almıyorlardı. Kurulan İstiklal mahkemelerinde insanların hayatı Hâkim’in iki dudağı arasındaydı.
    Diyarbakır istiklal mahkemelerinin savcısı Süreyya Beydi. Ahmet Süreyya ÖRGEEVREN, bilahare ölmeden önce hatıralarını yazdı. Yaşlanmıştı ve vicdan azabı çekiyordu, işte savcı Süreyya beyin hatıralarından bir sayfayı beraber okuyalım.
    ‘’Diyarbakır İstiklal Mahkemelerinde yargılayıp idam ettiğimiz insanların sayısını bilmiyorum. Bir gün 24 yaşlarında bir Kürt genci getirdiler sokakta bağıra, bağıra KARA HÖBÜR KARA HÖBÜR diye dut satıyormuş. Taharri memurları bu gence yaklaşıp ne bağırıyorsun diyorlar Genç önündeki siyah dut tablasını gösterip, KARA HÖBÜR, KARA HÖBÜR demiş. Onlarda her halde bu çok ağır bir küfür olmalı deyip yakaladıkları gibi mahkemeye getirmişler. Ben savcı olarak ne sorduysam genç ‘Türki nizanım, Kara höbür, Kara höbür!’ deyip durdu. Ben, heyeti hâkime bir Kürtçe bilen bulalım dedim, mahkeme yarım saat çay molası verdi. Tekrar celse açıldığından Kürtçe bilen kimse bulunamamıştı. Ben ne kadar yaptığımız doğru değil desem de hâkim boş ver Süreyya Bey fazla uzatma dedi ve Kürt gencini belediyenin önünde hazır duran sehpalardan birinde sallandırdılar’’.
    Ben Diyarbakır da Dağ kapı semtinde bir otelde kalıyordum (Yalova Oteli) o gece Kürt genci rüyama girdi. Bu sefer Türkçe konuşuyordu bana, ben ne yaptım hangi suçu işledim. Allah’tan korkmaz zalimler, beni asıp öldürdünüz dedi. Canım çok sıkılmıştı, astığımız insan sayısını bilmiyordum. Bunun üzerine başvekil İsmet İnönü’ye durumu teferruatı ile anlatan bir mektup yazdım. İsmet İnönü’den gelen mektupta şöyle yazıyordu, “Sayın savcı Süreyya Bey, biz sizi oraya bu gericilerin başını ezesiniz diye gönderdik, başka şeylerle meşgul olma. Görevinizde başarılar dilerim İsmet İnönü Başvekil ‘’.
    Heyetteki tek hukukçu olan savcı Süreyya beyin hatıratından bir paragraf böyle, İnsanlar mahkeme ve Kel Ali adını duyunca korkudan tir tir titriyorlardı. Dolayısıyla mahkeme salonuna yaka paça getirilen ihtiyar endişelerinde haksız değildi.

    Heyeti hâkimlerin çay molası biraz uzun sürmüştü, herkes yerini aldıktan sonra. Hâkim suçluyu getirin dedi. Yaşlı adam 4 tane jandarma arasında içeri girdi ve suçlulara ayrılan alanda baş çavuşun gösterdiği yere oturdu. Herkes salondaki yerini almıştı. İhtiyara içeride bazı söyleyeceği şeyler ezberletilmişti. Hâkim ayağa kalk dedi, yaşlı adam ayağa kalktı. Bacakları tir, tir, titriyordu.
    Hâkim filan oğlu falan anlat bakalım Cumhuriyeti kim kurdu siz efendim, siz efendim siz. Hâkim yani biz hepimiz, yaşlı adam estağfurullah, ne haddimize begim ben böyle bi POH yememişem! Hâkim tam ağzını açıp bağıracaktı ki kendisini zorla tuttu. Cumhuriyet kurulalı beri içerde ve dışarda çok çatlak sesler vardı. Emir büyük yerdendi. Cumhuriyeti halkın kurduğuna dair perdeli belgeler tez elden Ankara’ya ulaştırılmalıydı. Hâkim kendisinden istenilenleri hatırladı, sanığa şöyle yaklaş dedi. Zavallı adam ancak bir adım attı durdu.
    Hâkim tane tane, tek tek ‘Cumhuriyeti biz, siz yüce milletimiz hep beraber kurduk ve ebediyete kadar yaşayacaktır yaşasın Cumhuriyet’ dedi. Salonda bulunanlar, çoğunluğu Ermeni olan gayri Müslim izleyiciler hep bir ağızdan YAŞASIN CUMHURİYET! diye bağırdılar. Hâkim döndü daktilo başındaki sekretere yaz oğlum; ‘Filan oğlu falan mahkememize bir dilekçe ile müracaat ettiler. Kendileri okur yazar, medrese tahsili görmüş şehrin ‘nakibul eşrafı’ndan olmakla, şehir halkını temsilen bize bir heyetle gelip, CUMHURİYETİ BİZ KURDUK ve onu da canımız pahasına yaşatacağız dedi. Gelecek kuşaklara bu çok önemli mesajı vermeyi vatani bir görev bilip Halkımızın ısrarlı talepleri üzerine bu vazifeyi ifa ettiklerini söylediler’.
    Daktilo bittikten sonra kâğıdı çıkarıp önündeki sehpaya koydular, hâkim yanaş imzala dedi. ‘Hâkim beg benim okuma yazmam yok ki’ dedi adam. Hâkim bir la havle çektikten sonra baş çavuşu çağırdı şunu imzala dedi. Yaşlı adama çık dedi. Adam kulaklarına inanamıyordu, ben gidebilir miyim yani şimdi diye kekeledi. Hâkim sana çık git dedik bela mısın be adam dedi. Adam ok gibi yerinden fırladı, önce kapıdaki 2 jandarmayı öptü, arkasından koşa koşarak gitti ve gözden kayboldu. O günden sonra adam şehrin sokaklarında, elinde bir tane şemsiye sapı, ordulara kumanda eden bir komutan gibi önüne gelene ‘Cumhuriyeti kim kurdi, ha! biz kurdukh oğlum, ha! tamam mı ha! Tamam mı? derken görüldü.
    Kadayıfçı Mehmet, Kunduracı Seyyid Abdurrezzak, Kahveci Emin ve diğer esnaflar bir araya geldiler ailesi ve çocukları için aralarında bir şeyler topladılar evine götürüp teslim ettiler. Yaşlı adamı en son gören Küpeli Aziz olmuştu. Mardin kapı mezarlıklarında, yukarı kısımlarda saç sakal birbirine karışmış bir meczup, elindeki şemsiye sapı ile mezar taşlarına vurup, ‘Cumhuriyeti biz kurdukh’ diye mezar taşlarına anlatıyor anlatıyordu. Evet, Cumhuriyeti, altı yüzyıllık Osmanlı Devleti’ni yıkan Cumhuriyet kelimesinin bile ne anlama geldiğini bilmeyen HALK kurmuştu. Var mı aksini iddia eden erkek, inanmayanlar filan mahkemenin, filan gün, filan kararına baksınlar. Halkın eşrafı bir heyet seçmiş, mahkemeye müracaat etmiş ve Cumhuriyeti biz kurduk diye mahkeme kararı ile tescillenmişti. Şüphesi olanlar zabıtlara bakabilirler.

    Bu yazı:
    Türkiye Yazarlar Birliği’nin aylık dergisi VDA Dergisi’nde yayımlanmış olan “Atatürk’ün Sofrası” adlı bir yazı ve altta linki verilen yazılardan derlenerek hazırlanmıştır.👇
    https://www.vda.org.tr/aylik-yazi/ataturk’un-sofrasi/6

    Bu yazıyı Zekeriyya İyilik Bey Paylaştı ve Şu Notu Yazdı Bana:👇

    Ahmet Süreyya Örgeevren istiklal mahkemelerinin hukukçu olan tek üyesidir; hatıraları önce posta gazetesinde yayınlandı sonra kitap olarak da yayınlandı. Yavuz Bahadıroğlu da Kürt genci ile ilgili bir makale yayınladı İsmet İnönü’nün telgrafı var hukukçu üyeye ayrıca 1920 yılında KONYA olayı TBMM meclisi zabıtları telefon ederseniz evrak numaralarını söyleyebilirim bilgisayar kullanmıyorum. Tek tek kelime yazmak yoruyor beni telefon ederseniz işimi kolaylaştırmış olursunuz.

    Kıbrıs’ın İsrail’i Desteklemede ve Batı’nın Bölgedeki Çıkarlarını Güvence Altına Almada Üstlendiği Roller

    Kıbrıs (Rum ya da bazıları tarafından adlandırıldığı şekliyle Yunan) Adası, Amerika Birleşik Devletleri, Batı ve onların bölgedeki müttefiki olan İsrail için stratejik açıdan büyük öneme sahip bir ada devlettir. Son yirmi yılda bu güçlerin “arka bahçesi” olarak anılmaya başlanmıştır. İşgal devleti İsrail, Kıbrıs’tan, Akdeniz’de destek sağlamak, kontrolü elinde tutmak ve hatta bölgesel askeri operasyonlar ile savaşlarda etkisini artırmak için yararlanmaktadır. Amerika ve Birleşik Krallık da bu konuda İsrail’e destek vermektedir.

    Temmuz 1974’te Kıbrıs Türkleri ile Kıbrıs Rumları arasında bölünme yaşandığından bu yana, Batı’nın askeri varlığını güçlendirmeye başladığı Kıbrıs, Batı için bölgedeki çıkarlarını güvence altına almak üzere stratejik bir üs haline gelmiştir.

    İsrail ile ilgili olarak, Lefkoşa ile Tel Aviv arasındaki ilişkiler onlarca yıl boyunca çekişmeli ve zaman zaman gerilimli olmuştur. Bu gerilimde Kıbrıs halkının Filistinlilerin haklarına olan sempatisi de etkili olmuştur. Ancak bu durum 2004 yılında değişmiştir. 2004 yılında Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılmasıyla Lefkoşa, açıkça ve zımnen İsrail’in yanında yer alan Batı ittifakının bir parçası haline gelmiştir. Ayrıca, Lefkoşa ve Tel Aviv’in Türkiye ile yaşadığı anlaşmazlıklar onları birbirlerine daha da yakınlaştırmıştır.

    Akdeniz’deki gaz keşifleri, siyonist işgalci devlet ile Kıbrıs arasında gerçek bir ortak çıkar yaratmış, taraflar ekonomik münhasır sınırlarını belirleme ve enerji tedarik hatlarını güvence altına alma konusunda anlaşmaya varmıştır. Bu gelişmeler, Kıbrıs’ı yavaş yavaş İsrail’in “arka bahçesi” ve bir askeri üs haline getirmiştir. Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz ülkelerine komşu olan coğrafi konumu, onu Batı’nın ileri bir askeri üssü olarak daha da önemli kılmakta, bölgedeki gözlem ve denetim faaliyetleri için bir platform olarak hizmet sunmaktadır.

    Hizbullah’ın eski genel sekreteri Hasan Nasrallah, geçtiğimiz yıl 19 Haziran’da, Beyrut’un güney banliyösünde bir İsrail hava saldırısında suikasta uğramasından üç ay önce, Kıbrıs’a uyarılarda bulunarak, “Kıbrıs havaalanlarının ve üslerinin İsrail düşmanına Lübnan’a saldırı amacıyla açılması, Kıbrıs hükümetini savaşın bir parçası haline getirir ve direniş de onu savaşın bir parçası olarak görür” ifadelerini kullanmıştır.

    Nasrallah’ın Kıbrıs’a yönelik uyarılarından birkaç gün sonra, Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Kıbrıs’ın İsrail ile Gazze arasındaki savaşta bir operasyon merkezi haline geldiğini belirterek, daha büyük bir çatışmanın parçası olmamaları konusunda onları uyarmıştır. Bir televizyon röportajında “İstihbarat raporlarımızda bazı ülkelerin, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni özellikle Gazze’deki operasyonları için bir üs olarak kullandığını görüyoruz. Orta Doğu’daki çatışmaların parçası haline geldiğinizde, bu ateş sizi de bulur. Tavsiyemiz, çatışmadan uzak durmanızdır,” demiştir.

    Peki, Kıbrıs Batı için ne ifade ediyor?

    Akdeniz’in kalbinde stratejik bir konum: Kıbrıs’ın konumu, Batı’ya Avrupa ile Orta Doğu ve Afrika’yı birbirine bağlayan deniz ve hava yollarını kontrol etme imkanı sağlar. Bu yollar enerji nakli, askeri destek ve insani yardımlar için kullanılmaktadır.

    Batı operasyonlarının üssü: Uzun yıllardır, Kıbrıs Orta Doğu’daki Batı askeri operasyonlarını yönetmek için bir platform olarak kullanılmaktadır ve Türkiye, Suriye, Lübnan, Irak, Gazze ve Mısır’daki askeri hareketlilik üzerinde etkili bir gözetim sağlamaktadır.

    Askeri ve lojistik destek platformu: Bölgedeki savaşların devam etmesiyle, Kıbrıs’a askeri ve lojistik destek açısından olan bağımlılık giderek artmaktadır. Ada, bölgesel güvenliğin şekillendirilmesi ve Batı ile ABD’nin savunma politikalarının belirlenmesinde merkezi bir rol oynamaktadır. Aynı zamanda işgal devletine ABD ve Birleşik Krallık gibi ülkelerden ihtiyaç duyduğu her türlü desteği sağlamak için önemli bir ikmal hattı olarak vazife görmektedir.

    Kıbrıs’ta hangi askeri üsler bulunuyor?
    Kıbrıs’ın çatışma bölgelerine olan yakınlığı, Batılı ülkelere kara, deniz ve hava askeri üsleri kurma imkanı sunarak, bölgedeki müttefiklere ve ABD çıkarlarına yönelik tehditlere karşı hızlı harekete geçme fırsatı sağlamaktadır. Aynı zamanda silahlı grupların hareketliliği ve çatışmalar ile ilgili gelişmeler hakkında hassas istihbarat toplama imkanı sunmaktadır.

    Son yıllarda NATO kuvvetleri, özellikle Amerikan ve İngiliz birlikleri, Suriye, Irak, Afganistan, Libya, Yemen gibi bölgelerde geniş çaplı operasyonlar yürütmek için Kıbrıs’taki askeri üsleri bir kontrol merkezi olarak kullanmıştır.

    1- İngiltere Askeri Üssü

    İngiltere’nin Akrotiri ve Dikelya’daki üsleri, bölgede Batı için en önemli ve en eski askeri üslerden biri olarak kabul edilmektedir. İngiltere, 1960’ta Kıbrıs’ın bağımsızlık anlaşmasıyla birlikte Akrotiri ve Dikelya’da egemen üsler bulundurmaktadır; bu üsler, adanın %3’ünü kapsamakta ve Gazze’ye sadece 200 mil uzaklıktadır.

    Bu üsler, istihbarat toplama, gözetleme operasyonları ve Orta Doğu’daki Amerikan ve Avrupa operasyonlarına lojistik destek sağlamak için kullanılmakta, aynı zamanda İsrail’e de destek vermektedir. 2022 yılı itibarıyla İngiltere Savunma Bakanlığı’nın kaynaklarına göre, bu iki üste yaklaşık 2490 İngiltere personeli kalıcı olarak görev yapmakta, 7 Ekim 2023’ten sonra ise yaklaşık 700 ek personel eklenmiştir.

    Akrotiri üssü, Kıbrıs’ın güneybatısında yer almakta, bir hastane, meteoroloji istasyonu ve havaalanı bulundurmaktadır. İngiltere Hava Kuvvetleri için stratejik çıkarlarını korumak amacıyla bir dizi askeri operasyonu gerçekleştirmek üzere önemli bir kalkış noktası olarak kullanılmaktadır. Üsteki iletişim tesisleri, Birleşik Krallık’ın küresel bağlantılarını güçlendirmek açısından önemli bir unsur teşkil etmektedir.

    Akrotiri üssü, Orta Doğu’daki dış operasyonlar için bir ileri merkez ve hızlı jet eğitim üssü olarak kullanılmakta, aynı zamanda bölgedeki mevcut operasyonları desteklemek için sürekli aktif bir ortak operasyon üssü olarak vazife görmektedir. Typhoon ve F-35 savaş uçaklarının hızlı bir şekilde konuşlandırılmasına yönelik olarak donatılmıştır.

    Temmuz 2024’teki raporlara göre, Amerikan hava kuvvetleri, Gazze Savaşı’nın başlamasından bu yana İngilterenin Akrotiri üssünden Tel Aviv’e uçak göndermiştir. Amerikan hava kuvvetleri, savaşın başlamasından bu yana kayıt bilgilerini gizleyen uçaklar kullanarak, Akrotiri üssünden Tel Aviv’e seferler gerçekleştirmiştir. İngiliz raporlarına göre, bu uçakların hepsi C-295 ve CN-235 model uçaklardır ve Amerikan özel kuvvetleri tarafından kullanıldığı düşünülmektedir. 7 Ekim’den itibaren bu türden 18 uçağın İngiltere’nin Akrotiri hava üssünden Tel Aviv’e uçtuğu bildirilmiştir.

    İngiltere merkezli Declassified sitesi, Akrotiri üssünün “İsrail”e silah sağlama ve Gazze’ye yönelik saldırılara lojistik destek vermek konusunda uluslararası çabalarda önemli bir nokta oluşturduğunu belirtmiştir.

    Dikelya üssü ise Kıbrıs’ın güneydoğusunda, Larnaka Körfezi’nin kuzey kıyısında yer almakta olup, yaklaşık 7 kilometrekarelik bir alana sahiptir. Bu üs, doğu egemenlik üssü bölgesinin ana karargâhıdır ve İngiltere güçlerinin konuşlanması, eğitim merkezi olarak kullanılmakta, ayrıca İngiltere ile Güney Asya ve Uzak Doğu arasındaki bağlantı noktası olarak vazife görmektedir. Aynı zamanda Kıbrıs’taki Birleşmiş Milletler güçlerine destek amacıyla da kullanılmaktadır.

    Üs, bir yerleşik piyade taburu, mühendislik filosu ve çeşitli lojistik birimlerden oluşmakta; bir hastane, küçük bir havaalanı, okullar, bir kilise ve birçok spor ve eğlence tesisi ihtiva etmektedir. Burada, aileleriyle birlikte yaşayan İngiliz vatandaşlarından oluşan 1500’den fazla sivil bulunmaktadır.

    2- Amerikan Üsleri ve Casusluk Merkezleri

    Resmi olarak ilan edilmiş Amerikan üsleri olmasa da, Amerikan güçleri bölgedeki yerel üsleri ve hatta ingilterenin Akrotiri üssünü kendi üsleri gibi kullanmaktadır. Londra, Amerikan güçlerine Kıbrıs’taki “egemen” topraklarında bir askeri üs kurma izni vermiştir ve İngiltere Savunma Bakanlığı, 2023’ün başlarında, Amerikan askeri personelinin 1974’ten beri Britanya Hava Kuvvetleri “Akrotiri” üssünde konuşlandığını açıklamıştır; bu tarih, Kıbrıs’a Türk askeri müdahalesinin ardından adada barış koruma gözlem misyonunun başladığı zamandır.

    Declassified sitesine göre, Akrotiri üssünde Amerikan hava kuvvetlerine ait onlarca uçak bulunmaktadır. Site, Akrotiri üssünde 129 Amerikalı pilotun kalıcı olarak görev yaptığını belirtmiş, ayrıca keşif ve istihbarat uçakları için personel eğitimi yapan Amerikan ordusunun en eski birimi olan 1. Keşif Birimi’nin varlığını da doğrulamıştır.

    Aynı site, Amerikan silahlı kuvvetlerinin, askeri personelini ve faaliyetlerini barındırmak için İngiliz üssü içinde 1.5 dönümlük bir alanda 147 odadan oluşan bir tesis inşa ettiğini bildirmiştir.

    Ekim 2023’te İsrail’in Haaretz gazetesi, 40’tan fazla Amerikan kargo uçağının, savaşın ilk haftalarında bile, Akrotiri Kraliyet Hava Üssü’ne silah ve teçhizatla yüklü olarak uçtuğunu bildirmiştir. Haaretz, bu uçakların, Avrupa’daki stratejik depolardan geldiğini ve bu uçuşların yarısının “İsrail”e askeri yardımlar taşımak için gerçekleştirildiğini belirtmiştir.

    Bu uçaklardan 16’sı, Almanya, İspanya ve Kuveyt’teki Amerikan üslerinden gelen C-17 modelidir. C-17, 134 kişiyi ve çeşitli askeri teçhizatları, tanklar ve Black Hawk helikopterleri gibi, taşıma kapasitesine sahiptir.

    Amerika’nın Kıbrıs’ta casusluk merkezleri de bulunmaktadır. 2013 yılında Edward Snowden tarafından yayımlanan sızıntılara göre, Amerika’nın 4 casusluk merkezi vardır; bunlardan biri, Kıbrıs’taki Dikelya’da yer alan Ayios Nikolaos’taki iletişim dinleme merkezi olup, bu merkez, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın çeşitli bölgelerinden gelen telefon görüşmelerini, mesajları ve e-postaları dinlemektedir. Ayrıca, gizli elektronik istihbarat bilgilerini toplayan bir diğer dinleme merkezi de bulunmaktadır.

    Sızıntılara ve belgelere göre, istihbarat operasyonları genellikle çevredeki ülkelerin hükümet liderlerini ve diğer üst düzey Filistinli askeri liderleri hedef alıyor; ayrıca Birleşmiş Milletler, ticari kuruluşlar, özel şirketler, polis, ordu ve siyasi askeri gruplar da hedefler arasındadır.

    3- Kıbrıs Ulusal Üsleri

    Kıbrıs, NATO ve Amerikan güçlerinin de kullandığı bazı yerel üsler bulundurmaktadır. Bu üsler, Kıbrıs ile İsrail arasında düzenli askeri tatbikatlar yapmak için de önemli merkezlerdir. Hatta işgal devleti, 2012 yılında Kıbrıs’a Andreas Papandreu Üssü’nü hava üssü olarak kullanmayı ve burada uçak bulundurmayı önermiştir, ancak bu anlaşmanın resmi detayları açıklanmamıştır.

    Bu üslerden biri olan Andreas Papandreu Üssü, Pafos kentinin 10 kilometre kuzeyinde, Pafos Uluslararası Havaalanı’nın yakınında bulunmaktadır. Bu üs, Kıbrıs Hava Kuvvetleri’nin ana üssü ve ülkedeki en büyük yerel hava üssüdür. Hava üsleri için gerekli altyapının çoğunu ve hava kuvvetlerine bağlı birçok iletişim birimini içermektedir. Bu üs, Yunanistan, İsrail, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Almanya, İtalya ve Fransa gibi birçok ülkeyle birlikte 55. Birlik tarafından yapılan ortak askeri tatbikatlar ve eğitimler için rutin bir merkez niteliğindedir.

    Ayrıca, Lefkoşa’nın 7 kilometre güneyinde bulunan Lakadamya Üssü, İngiliz işgali sırasında kurulan ingiliz üslerinden biridir. O dönemde aktif bir üs olan bu merkez, iki pisti olan bir havaalanını da ihtiva etmekteydi. Ülkenin bağımsızlığının ardından İngilizler, bu üssü Kıbrıs yetkililerine devretmiştir. Lakadamya Üssü’nde, hava operasyonları gerçekleştiren 449. hava operasyonları filosu bulunmaktaydı. 2010 yılında bu filonun faaliyeti durdurulmuş ve filosundaki dört uçak Andreas Üssü’ne devredilmiştir. Bunun sonucunda Lakadamya’daki operasyonel faaliyetler azalmış ve sadece birkaç uçakla kullanımı sınırlı kalmıştır.

    Evanjelos Florakis Üssü: Kıbrıs’ın güney kıyısında bulunan bu deniz üssü, Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz bölgesindeki jeopolitik ve operasyonel rolünü güçlendirmek istemektedir. Bu sebeple, Mayıs 2023’te Kıbrıs, üssün altyapısını geliştireceğini ve büyük gemilerin yanaşabileceği limanı genişleteceğini, savaş gemilerinin bakım ve onarımları için bir dok da inşa edeceğini duyurmuştur. Bu proje, Fransa ile yapılan askeri iş birliği anlaşması çerçevesinde desteklenmektedir.

    4- İstihbarat Üssü

    Son zamanlarda, Kıbrıs’ta İsrail’in geniş bir güvenlik varlığına sahip olduğuna dair resmi olarak onaylanmamış birçok rapor ortaya çıkmıştır; bu durum arasında bir Mossad üssü olduğu iddiaları da bulunmaktadır. Fransız gazeteci Georges Malbruno, bu varlığın, Mossad ajanları tarafından işletilen genişletilmiş bir istihbarat istasyonunu ihtiva edebileceğini belirtmiştir. Bu üssün, Kıbrıs yetkilileri ile koordineli olarak kullanıldığı ve adayı bölgedeki önemli bir güvenlik noktası haline getirdiği ifade edilmektedir.

    Fransız istihbarat kaynaklarına göre, İsrail, Kıbrıs’ı Orta Doğu’ya yakınlığından dolayı stratejik bir izleme noktası olarak kullanmayı hedeflemektedir. Bu durum, bölgedeki taraflar üzerinde istihbarat toplama ve gözetleme faaliyetlerinin kolaylaşmasını sağlamaktadır. Askeri ve istihbarat kaynakları, Hezbollah lideri Hasan Nasrallah’ın Kıbrıs’ı muhtemel bir kapsamlı savaşta dahil olmaktan kaçınması konusunda uyarısının sadece boş bir tehdit olmadığını, Kıbrıs-İsrail iş birliği bilgisine dayandığını belirtmektedir.

    Kıbrıs’ın İsrail’e Destek Rolleri

    Kıbrıs, İsrail’in komşularıyla, özellikle de Gazze, Lübnan, Yemen ve İran’daki direniş gruplarıyla yürüttüğü savaşlarda önemli bir destek rolü oynamaktadır:

    1. Askeri Operasyonların Başlangıç Üssü: Örneğin, İngiltere ve Amerikan kuvvetleri, Kıbrıs’taki askeri üsleri kullanarak Yemen’deki Husilere yönelik hava saldırıları gerçekleştirmiştir; bu saldırılar, İsrail’in Kızıldeniz’den geçiş yapan gemilerine yönelik Husilerin saldırılarının ardından gerçekleşmiştir. Uçaklar, Kıbrıs’tan Lübnan sahillerine sadece on dakika içinde ulaşabilmektedir.

    2. İstihbarat Toplama ve Askeri Hareketlerin İzlenmesi: Kıbrıs, işgalci devlet ve Batı tarafından, Filistin direnişi, Hizbullah ve diğer grupların hareketleri hakkında istihbarat toplamak için kullanılmaktadır. Bu üsler, hava ve iletişimlerin sürekli izlenmesini sağlayarak, İsrail ve Batılı ortaklarına rakiplerine karşı istihbarat avantajı sağlamaktadır. Ayrıca, hedefleri belirleyip hava saldırıları düzenlemelerine yardımcı olmaktadır. Aralık 2023’te sızdırılan gizli belgeler, “askeri operasyonlar için planlama” ile birleştirilmiş casusluk faaliyetlerinin İsrail’e iletildiğini ortaya koymuştur; bu durum, Britanya’nın savaş suçlarına olan bağlılığını artırmaktadır. Söz konusu belgeler, Amerikalı casusların Kıbrıs’taki İngiliz üslerine geniş bir erişime sahip olduğunu ve günlük olarak İsrailli meslektaşlarıyla bilgi paylaştıklarını göstermektedir.

    3. Askeri Operasyonları Destekleme: Kıbrıs, lojistik üssü olarak kullanılarak, direniş gruplarına karşı yürütülen operasyonlar için İsrail’e doğrudan ve dolaylı destek sağlamaktadır; bu destek özellikle hareketlerin izlenmesi ve askeri ikmalde görülmektedir. İngiltere ve Amerikan kuvvetleri, adadaki üsleri kullanarak Yemen’deki Husilere yönelik hava saldırıları düzenlemiştir; bu saldırılar, işgalci devletin deniz araçlarına ve İsrail’e giden gemilere yönelik Husilerin gerçekleştirdiği saldırıların ardından yapılmıştır. İsrail, Kıbrıs, İngiltere ve Amerika ile askeri ilişkiler ve güvenlik anlaşmaları yapmıştır. Bu, ona adadaki askeri üslerden etkin bir şekilde yararlanma ve ihtiyaç duyduğunda herhangi bir rakibine karşı saldırılar düzenleme yetkisi vermektedir.

    4. Lojistik Destek: Kıbrıs, askeri üsleri aracılığıyla, güçlerin, teçhizatların ve silahların İsrail’e sevkiyatı için bir merkez olarak vazife görmektedir; ayrıca İsrail’i korumak amacıyla askeri gemi ve firkateynlerin hareketini sağlamakta ve bu, mermi, savunma sistemleri ve istihbarat uçakları gibi yüklere yönelik olarak gerçekleşmektedir. Ayrıca, Amerikan uçak gemileri ve firkateynlerin hareketini destekleyen bir merkez olarak da kullanılmaktadır.

    5. Askeri Eğitim ve Tatbikatlar: Son yirmi yıl içinde, her iki tarafın silahlı kuvvetleri, Doğu Akdeniz’de ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirmektedir. Bu tatbikatlar, Kıbrıs ve İsrail kuvvetleri arasında askeri iş birliğini ve koordinasyonu artırmaya yönelik deniz ve hava tatbikatlarını ihtiva etmektedir. İsrail Hava Kuvvetleri, Kıbrıs Hava Kuvvetleri ile her yıl hemen hemen bir tatbikat gerçekleştirmekte; bu tatbikatlar, kurtarma ve özel kuvvetlerin taşınması gibi simülasyonları ve deniz saldırılarına ve denizaltılara karşı koyma tatbikatlarını ihtiva etmektedir. Son bu tatbikat, 11 Nisan 2024 tarihinde yapılmış ve İsrail Hava Kuvvetleri, Kıbrıs hava sahasında İran’a yönelik bir saldırıyı simüle etmiştir. Bu durum, İsrail’in İran ile savaşın genişlemesi için yaptığı hazırlıklar çerçevesinde gerçekleşmiştir.

    Kaynak: Arabi Post

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    30.10.2024 OF

    Mütercimin Notu:
    Konu ile ilgili altta linkini verdiğim Türkçe yazıyı da okumanızı tavsiye ediyorum.👇https://www.aydinlik.com.tr/koseyazisi/guney-kibrisa-getirilen-yuzlerce-tank-ne-icin-493968

    Tercüme Edilen Yazının Arapça Aslı İçin: 👇
    https://manar.com/page-49670-ar-ar.html

    Hamas Yetkilisi Açıkladı

    Hamas Hareketi yetkilisi Sami Ebu Zuhri, Siyonist işgalin kuzey Gazze’de gerçekleştirdiği suçun vahşetinin tarif edilemeyecek veya bir fotoğraf ya da raporla özetlenemeyecek kadar büyük olduğunu belirtti. Ebu Zuhri, bunun tam anlamıyla bir soykırım ve oradaki Filistin halkına karşı bir idam hükmünün infazı olduğunu, uluslararası insani hukuku ve tüm uluslararası anlaşmaları açıkça ihlal ettiğini vurguladı. Cumartesi akşamı bir basın toplantısında yaptığı açıklamada, “Sadece kınama ve eleştiri diline başvurmak artık kabul edilemez, çünkü işgal bunları küçümsüyor ve önemsemiyor. Uluslararası toplumun ve Birleşmiş Milletler’in faşist bu hükümete yaptırımlar uygulamak, onu BM kurumlarından izole etmek ve destekçilerine baskı yaparak halkımıza yönelik soykırımı durdurmalarını sağlamak için etkili ve ciddi bir şekilde harekete geçmesi gerekiyor” dedi.

    Ebu Zuhri, işgal ordusunun kuzey Gazze’deki iletişim ve internet bağlantılarını kesmesinin, burada işlediği soykırımı örtbas etmeyi, halkımızı dünyadan izole etmeyi ve orada her gün gerçekleşen katliamın gerçek yüzünü dünyaya yansıtmamayı amaçladığını söyledi. Siyonist işgalin, Gazze’nin kuzeyine yardım girişi hakkında yanlış ve asılsız haberler ve raporlar yayımlayarak medya yoluyla yanıltmaya devam ettiğine dikkat çeken Ebu Zuhri, az miktarda yardımın sadece Gazze şehrine ulaştığını -ki burası da yardıma muhtaç bir bölgedir- belirtti ve iki haftadan uzun bir süredir kuzey Gazze’ye hiçbir yardımın ulaşmadığını tekrar vurguladı.

    Ebu Zuhri, işgalin güvenli bölge veya koridorlar olduğuna dair yalan söylemeye devam ettiğini belirterek, Gazzelileri bu bölgelere gitmeye çağırdığını ama tüm bombalamalar devam ederken güvenli bir yer olmadığını söyledi. İşgalin, kuzeyden ayrılarak sözde güvenli olarak belirttiği bölgelere veya koridorlara giden herkesi infaz etmek veya tutuklamak hedefinde olduğunu ifade etti.

    Ebu Zuhri, Amerikan yönetimi ve İngiltere ile Almanya başta olmak üzere işgali destekleyen tüm ülkeleri, işgal ordusunu silah, bomba ve askeri teçhizatla donattıkları ve ona siyasi koruma sağladıkları için, bu katliamların ve soykırım savaşının tüm sonuçlarından sorumlu tuttu. Arap ve İslam dünyasına, ülkeleri, hükümetleri ve kurumları ile bu tarihi yüzleşmede Siyonist düşmana karşı Gazze’yi ve direnişi desteklemeleri, işgale ve destekçilerine Gazze’nin yalnız olmadığını göstermeleri çağrısında bulundu. Ümmetin halkını, Filistin halkının mücadelesine destek olmak amacıyla tüm başkentlerde ve meydanlarda kitlesel gösteriler düzenlemeye davet etti.
    19.10.2024

    Kaynak: Filistin Enformasyon Merkezi (Gazze)

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    30.10.2024 Of

    أكد القيادي في حركة حماس، سامي أبو زهري، أن بشاعة الجريمة التي يرتكبها الاحتلال الصهيوني في شمال غزة هي أكبر من أن توصف أو أن تختزل في صورة أو تقرير، مشدداً على أن يجري هو إبادة كاملة وتنفيذ لحكم الإعدام بحق أبناء الشعب الفلسطيني المتواجدين هناك، في انتهاك صارخ للقانون الدولي الإنساني وكل المواثيق والأعراف الدولية. وقال أبو زهري في مؤتمر صحفي مساء السبت: “لم يعد مقبولاً الاكتفاء بلغة الشجب والاستنكار والتي يستهين بها الاحتلال ولا يكترث بها، بل يجب على المجتمع الدولي والأمم المتحدة التحرّك الفاعل والجاد لفرض عقوبات على هذه الحكومة الفاشية وعزلها عن كل مؤسسات الأمم المتحدة، والضغط عليها وعلى داعميها حتى يوقفوا حرب الإبادة الجماعية ضد شعبنا. وحذر بأن قطع جيش الاحتلال المجرم للاتصالات والإنترنت عن محافظة شمال غزة، يستهدف التغطية على جريمة الإبادة التي يرتكبها، ومحاولة عزل أهلنا، ومنع نقل الصورة الحقيقية إلى العالم عن المحرقة والمجزرة اليومية التي ينفذها هناك. وأشار إلى أن الاحتلال الصهيوني يواصل سياسة التضليل الإعلامي حول دخول المساعدات إلى شمال قطاع غزة؛ عبر نشر أخبار وتقارير كاذبة ولا أساس لها من الصحة، تُوهم بوصول المساعدات إلى كافة مناطق قطاع غزة. وبيّن أن مساعدات قليلة وصلت إلى منطقة مدينة غزة فقط – وهي كذلك منطقة منكوبة وبحاجة إلى مساعدات – مؤكداً مجدداً أنه لا مساعدات دخلت إلى محافظة شمال غزة، منذ أكثر من أسبوعين”. وقال أبو زهري: “لا يزال الاحتلال يمارس سياسة الكذب والتضليل حول وجود مناطق أو ممرات آمنة، يدعو أهلنا للتوجه إليها، فلا وجود لمكان آمن في ظل تصعيدِه كل أنواعِ القصف الهمجي؛ فهذا الاحتلال يستهدف بالإعدام أو الاعتقال كل من يخرج من الشمال إلى المناطق والممرات التي حددها بأنها آمنة. ⁠ وحمّل الإدارة الأمريكية وكل الدول الداعمة للاحتلال في حربه ضد شعبنا، وعلى رأسها بريطانيا وألمانيا، المسؤولية الكاملة عن تداعيات هذه المجازر والجرائم وحرب الإبادة الجماعية التي تُرتكب يومياً ضد أهلنا في قطاع غزة، بسبب تزويدِ جيشِ الاحتلالِ بالأسلحة والقنابل والعتاد العسكري، إلى جانب منحه غطاءً سياسياً”. ودعا الأمة العربية والإسلامية بدولها وحكوماتها ومؤسساتها إلى الانخراط في هذه المواجهة التاريخية مع العدو الصهيوني، إسناداً لغزة والمقاومة، وإرسال رسالة للاحتلال وداعميه أن غزة ليست وحدها. كما دعا جماهير أمتنا إلى الخروج في مظاهرات ومسيرات حاشدة في كل العواصم والساحات، انتصاراً للشعب الفلسطيني ومقاومته وتضامنه مع الشعب الفلسطيني في قطاع غزة.

    المصدر: المركز الفلسطيني للإعلام (غزة

    Hangi Laiklik?

    TÜRKİYE CUMHURİYETİ ADALET BAKANLIĞI


    Amerika Birleşik Devletleri’nde ve İngiltere’de uygulanan LAİKLİK ŞEKLİ

    Aşağıda vermiş olduğum web sitelerine bakılmasını rica ederim, bendeniz Fransız modeli, tam seküler laiklik sisteminin dayatılmasına karşıyım, eğer nasip olsa da yüzde 60 oy oranıyla Cumhurbaşkanı seçilsem yine de mevcut yemini etmem, ben en kutsal değer olarak bildiğim Kuran-ı Kerim üzerine yemin ederim, aşağıdaki paylaşımların Sayın Cumhurbaşkanımıza da iletilmesini rica ederim, Fransız modeli tam seküler laiklik modelinin dayatılması yerine, halen uygulanan İngiltere’deki ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki laiklik modellerinin uygulanması konusunda ülkemizde gerekli demokratik ve hukuki alt yapıların olduğuna inancım tamdır. Ayrıca İngiltere’de ve ABD’de uygulanan laiklik şekli, Yesrib / Medine Sözleşmesine çok benziyor, Yesrib / Medine Sözleşmesine Müslümanlar / Müminler, Yahudiler / Museviler ve Yesribli / Medineli Müşrik Araplar taraf olmuşlardır, taraflar İslam hâkimiyeti altında kendi HUKUK SİSTEMLERİNDE SERBESTİLER.

    ABD’de Başörtülü Hakim Kur’an’a El Basarak Yemin Ediyor

    https://www.youtube.com/watch?v=dy54iu9jq-w

    ABD, New Jersey, Peterson Şehrine TÜRK Emniyet Müdürü, Kur’an-a El Basarak Yemin Etti

    https://www.youtube.com/watch?v=1HCGeXJ60O0

    İngiltere’de şeriat mahkemeleri faaliyete geçiyor… BAĞLANTISI

    https://www.hurriyet.com.tr/dunya/ingilterede-seriat-mahkemeleri-faaliyete-geciyor-9895499

    Ülkemizde kurulabilecek İSLAM, HRİSTİYAN, MUSEVİ ŞERİAT MAHKEMELERİ SADECE MEDENİ HUKUK ÜZERİNDE YARGILAMA YAPABİLİRLER VE TARAFLAR KABUL EDERLERSE BU MAHKEMELERDE YARGILANABİLİRLER, kabul etmeyenler LAİK MAHKEMELERDE YARGILANIRLAR, şeriat mahkemelerinin kararları üst mahkemelere TEMYİZ EDİLEBİLİRLER, bu durum hali hazırda İngilterede İSLAM ŞERİAT MAHKEMELERİ OLARAK UYGULANMAKTADIR VE ÜLKEMİZİN HEM DEMOKRATİK HEM DE HUKUK ALT YAPILARI BU UYGULAMALARA MÜSAİTTİR DÜŞÜNCESİNDEYİM NAÇİZANE, yeter ki, yeterli irade ortaya konup, konu halka doğru şekilde anlatılabilsin …
    Aslında kastım şudur, günümüzdeki uygulamalar Yasrib / Medine sözleşmesinin bir açıdan değerlendirilmesinin de gerektiği noktasına getirebilmektedir bizi, bu sözleşmenin hukuki bazda günümüz gelişen demokrasilerine bir yansıması niteliğinde bakılmasını isterim konuya ve ayrıca günümüz gelişen demokrasilerindeki uygulamaların bu sözleşme ışığında felsefi, fikirsel bazda değerlendirilmeleri de gerçekten iyi olur, günümüz gelişen demokrasileri kendilerine güvenerek bu çeşit uygulamalara da yönelebiliyorlar, bizim gibi demokrasi de diyemeyeceğimiz ülkelerde ise hala geriye gidiş var maalesef, demokrasi sadece siyasi hareketlerden ve seçimlerden ibaret değildir, demokrasinin başka sac ayakları da vardır taktir edersinizki, tüm demokratik toplum örgütleri, tüm hukuksal yapılar, üniversiteler, siyaset ile ilişikli olmamasına rağmen bazı kamu kurumlarındaki bürokratik yapılardaki uygulamalar (misal tüm okullarda demokrasi derslerinin verilmesi gibi) ve sair, artık benim aklıma gelmeyip de, belki sizin aklınıza gelebilecek her şey diyelim, bizim gibi ülkelerde demokrasiyi genelde seçim kısır döngüsüne sokarlar, yüzde 85 civarında seyreden seçimlere katılım oranlarını halkımız demokrasiye sahip çıktı diye yutturmaya kalkarlar, oysa ki, gelişen demokrasilerde seçimlere katılma oranları yüzde 55-65 bandında seyreder genelde, bizde niye böyle, onlarda niye öyle, bu hiç araştırılmaz veya araştırılsa da sonuçları halka sunulmaz, şimdi seçimlere katılım oranları bizden çok düşük olan demokrasilerde daha az mı demokrasi var bizden, böyle söylenirse bu çok gülünç olur elbette, ama gerçek ortadadır elbette, onlarda demokrasinin diğer sac ayakları gayet iyi çalışırlar, bizde ise hemen hiç çalışmazlar, umarım anlatabilmişimdir durumları, sabrınız için teşekkürler.
    Fatih Taner Vural
    İnşaat Mühendisi
    Ankara Gazi Üniversitesi
    0 532 390 97 73
    [email protected]

    LAİKLİK, HANGİ MODEL LAİKLİK

    Merhaba, evet laiklik, hangi model laiklik, dünyada iki model (çeşit) laiklik vardır, birisi Fransız modeli, tamamen din dışı, yani seküler modeldir, diğeri de belki Anglo Sakson diyebileceğimiz, İngiliz, Amerika Birleşik Devletleri modeli, misal İngiltere’de Müslümanların çok olduğu bölgelerde İslam şeriat mahkemelerinin kurulmasına izin verildi, bu mahkemeler sadece taraflar karşılıklı isterlerse medeni hukuku ilgilendiren davalara bakıyorlar, kararlar da üst mahkemelere açık, misal Amerika Birleşik Devletleri’nde Başkan dahil kamu görevine başlayan herkes eğer isterlerse inançlarının kutsal kitapları üzerine yemin edebiliyorlar, yani Fransa’daki gibi tamamen seküler bir anlayış kesinlikle yok, evet bizim laikçilerimiz mütemadiyen bize Fransız modeli seküler laikliği dayatıyorlar, sanki başka laiklik modeli yokmuş gibi, bakın açıkladık, başka model de var, bu iki modelin tartışıldığını bizim medyamızda hiç gördünüz mü, niye yok, çünkü onlar bir merkezi kısır siyasi tartışmalar olan, diğer bir merkezi de iktisadi / ekonomik durumlar olan, elipsotik merkezlerin oluşturduğu sınırlarındaki daireden kendilerini çıkarıp, genel sosyolojik evrendeki olanlara akıl yorabilecek kadar çaplı değiller, entelektüel seviyeleri bu duruma yetmiyor, medya da zaten buna gerek görmüyor, reytingler neyi gösteriyorsa doğru odur değil mi, gerisi boş uğraşlar, ne diyelim, ne zamana kadar böyle gidecek, ayrıca Anglo Sakson laiklik modeli, Hz Muhammed’in Medine (Yesrib) şehrinde uyguladığı ve tarihte Medine Anlaşması olarak geçen anayasal düzene en yakın modeldir, Medine Anlaşmasında, Müslümanlar, Yahudiler ve Medineli Müşrik Araplar (putlara tapan paganistler) aralarında anlaşmışlardır ve beraber yaşamışlardır, sonradan Yahudiler, bu anlaşmayı ihlal etmişlerdir, Müslümanların düşmanı olan Mekkeli müşriklerle anlaşmışlardır, oysa ki, Medine Anlaşmasının esaslarına göre, taraflar bir birlerinin düşmanlarıyla iş birliği yapmayacaklardı, merak edenler internetten fazlasıyla bilgi alabilirler; bakınız, bizde seçimlere katılım oranı yaklaşık yüzde 85 iken, gelişen demokrasilerde yüzde 55-65 bandında, neden böyle araştıran var mı, ve bu durum yani yüzde 85 seçimlere katılım oranı bizde demokrasinin zaferi kabul ediliyor, gerçekten biz onlardan daha mı demokratız, yoksa bu komedinin açıklanması mı lazım, ve sanki demokrasiyi sadece seçimler kabul eden siyasi güruh halkı peşinden koşturuyorlar, nerede DEMOKRATİK TOPLUM ÖRGÜTLERİ, nerede bunların kamu oyu oluşturma kabiliyetleri, nerede bu örgütlerin siyasileri yönlendirme yetenekleri, bakınız bizde sadece demokrasicilik diye tuhaf bir oyun oynanıyor, bu oyunun kurallarını da bizim her şeyi bilen siyasetçilerimiz koyuyorlar, sizce halkın kural koyabilme kabiliyeti var mı, ne dersiniz, işte size bir yazı, acaba görüş bildirebilecek cesarette, çapta kaç kişi var ülkede bu yazıda bulunan konular hakkında?
    Aslında kastım şudur, günümüzdeki uygulamalar Yasrib / Medine sözleşmesinin bir açıdan değerlendirilmesi de gerektiği noktasına getirebilmektedir bizi, bu sözleşmenin hukuki bazda günümüz gelişen demokrasilerine bir yansıması niteliğinde bakılmasını isterim konuya ve ayrıca günümüz gelişen demokrasilerindeki uygulamaların bu sözleşme ışığında felsefi, fikirsel bazda değerlendirilmeleri de gerçekten iyi olur, günümüz gelişen demokrasileri kendilerine güvenerek bu çeşit uygulamalara da yönelebiliyorlar, bizim gibi demokrasi de diyemeyeceğimiz ülkelerde ise hala geriye gidiş var maalesef, demokrasi sadece siyasi hareketlerden ve seçimlerden ibaret değildir, demokrasinin başka sac ayakları da vardır taktir edersinizki, tüm demokratik toplum örgütleri, tüm hukuksal yapılar, üniversiteler, siyaset ile ilişikli olmamasına rağmen bazı kamu kurumlarındaki bürokratik yapılardaki uygulamalar (misal tüm okullarda demokrasi derslerinin verilmesi gibi) ve sair, artık benim aklıma gelmeyip de, belki sizin aklınıza gelebilecek her şey diyelim, bizim gibi ülkelerde demokrasiyi genelde seçim kısır döngüsüne sokarlar, yüzde 85 civarında seyreden seçimlere katılım oranlarını halkımız demokrasiye sahip çıktı diye yutturmaya kalkarlar, oysa ki, gelişen demokrasilerde seçimlere katılma oranları yüzde 55-65 bandında seyreder genelde, bizde niye böyle, onlarda niye öyle, bu hiç araştırılmaz veya araştırılsa da sonuçları halka sunulmaz, şimdi seçimlere katılım oranları bizden çok düşük olan demokrasilerde daha az mı demokrasi var bizde, böyle söylenirse bu çok gülünç olur elbette, ama gerçek ortadadır elbette, onlarda demokrasinin diğer sac ayakları gayet iyi çalışırlar, bizde ise hemen hiç çalışmazlar, umarım anlatabilmişimdir durumları, sabrınız için teşekkürler.
    11.11.2023

    Koruyucu Hekimlik Neden İhmal Ediliyor?

    Prof. Ahmet Rasim Küçükusta, Dünya sağlık kartellerini eleştirdi ve çok önemli tespitler yaptı.

    -Kanser taramalarının çoğu kandırmaca. Insanlar kendilerini kullandırmasın.

    – İlaçların çoğu boşa veriliyor. Yüzde 37’si çöpe gidiyor.

    – Antibiyotik yazan değil, yazmayan doktor makbuldür. Ama bizde tam tersi geçerli maalesef.

    – Mr’ların yüzde 90’ı gereksiz yere çekiliyor.

    – Grip aşılarının etkinliği sıfır.. Ben hayatta vurdurmam.

    – Her yıl gereksiz yere binlerce biyopsi yapılıyor, röntgen çekiliyor.

    – Leblebi çekirdek yer gibi anjiyo yapılıyor. Stent takılıyor. Bunlar vücuda zarar veriyor.

    Check-up kampanyaları gerçek bir tuzak. Akciğer filmi vücudunuza zarar veriyor.

    – Insanlar kendiliğinden geçecek hastalıklar ıcın kesinlikle hastanelere gitmesinler. Tahliller vücuda radyoaktif ışın veriyor. Gereksiz ilacın faydası yok zararı var.

    “Başlangıç” diye birşey uyduruldu. Hastalara, alzheimer, reflü, astım başlangıcı teşhisi konuyor. Amaç hastayı boş çevirmemek. Başlangıç diye birşey yok. Ya hastasın ya değilsin.

    Kolestrol ilaçlarının tedavi yüzdesi çok düşük. Zararı daha fazla. Hayat tarzınızı değiştirmek ilaçtan çok daha etkili. Doğal beslen, hareket et bu beladan kurtul.

    – Nodül (şişlik ve kitleler) çok abartılıyor. Nodülün kansere dönüşme ihtimali çok düşük. Bunun için gereksiz tahlil ve teşhisler yapılıyor.

    – Vitamin haplarının sağlam insanlara hiçbir faydası yok. “Ben yorgunum” diye vitamin hapı alınmaz.

    – Köpek balığı kıkırdağı ile kanser tedavi edildiği iddiası tamamen uydurma. Köpek balıklarının kansere yakalanmadığı düşüncesi de safsata. Bu hayvanlarda kırk çeşit kanser tespit edildi.

    “Bitkisel ilaçların hepsi masumdur. Yan etkisi yok” düşüncesi doğru değil. Unutmayın, haşhaş, tütün, zehirli mantar da birer bitki…
    ayçiçek yağı, Mısır özü yağı, margarin ve trans yağ içeren ürünleri kullandın. Tereyağı ve zeytinyağı tüketmedin ki organlarından biri iflas edene kadar bunları yedin. Bulaşık makinesine deterjan ve parlatıcı koyduğunda, o deterjanı ve parlatıcıyı yediğini fark etmedin. Deterjan yerine karbonat, parlatıcı yerine sirke koyarak hem sağlıklı hem de tertemiz bulaşıkların olacağını önemsemedin. Evde basitçe kostik ve zeytin yağını karıştırıp kalıplara dökmek ve kendi doğal sabununu yapmak dururken, gidip içerisinde bin tane kimyasal zehir olan o sabunlarla her Sabah yüzünü bedenini yıkadın. Her gün bu daha da iyi diye pazarlanan o şampuan zehirleriyle saçını yıkadın. Evini arap sabunu gibi doğal yağlarla üretilmiş bir sabun yerine, temiz olsun diye çamaşır suyuyla sildin. O su buharlaştıkça soludun ve akciğer kanseri oldun. Yaşamını mahveden büyük şehirde egzoz gazı solumaya ve araba kullanmaya devam ettin. Doğal beslenmeyen hayvanları, sebzeleri, meyveleri ve tahılları yedin ve adına da “doğal beslenme” dedin. Denize lağım ve fabrika atıkları boşaltırken o denizden çıkan balığı yedin, midyeleri yedin. Fast food’un her aşamasının zehir ve ölümcül olduğu bas bas bağırılırken sen tepsi kadar pizzaları götürüyordun, üç katlı hamburgerleri yuvarlıyordun. Evine naylon torba, naylon kıyafet, sentetik ayakkabılar terlikler soktun. Kıyafetlerinde sadece pamuk, bambu lifi, keten tercih etmedin. Sobayı attın ve evine klimayı ve bilimum elektrikli ısıtıcıyı soktun. Toprağa dokunmuyor ve stresten gülümsemeyi unutuyorsun. Sonuç; sokaktaki her on kişiden üçü kanser. Sen de ya bu üç kişiden birisin ya da tüm bu saydıklarımı ısrarla yapmaya devam edersen, bir süre sonra dördüncüsü de sen olacaksın…
    Hadi seni geçtik de kardeşim, peki ya çocuğunun suçu ne?” diye sordu …

    Yarın Cumhuriyeti İlan Edeceğiz Ne Demek?

    Selahaddin Eş Çakırgil

    ‘Yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz’ denilerek, gelen sistem ne kadar Cumhuriyet idi?
    28 Ekim 2024 Pazartesi


    101 yıl önce bugün, 28 Ekim 1923 akşamı, Ankara’da, Meclis Başkanı da olan Paşa, bizzat kendi tayin ettiği mebuslardan oluşan 2. Meclis üyelerinin ekseriyetinin de Ankara’da bulunmadığı bir sırada, ‘Yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz..’ diyor ve Meclis ekseriyetinin bulunmadığı bir sırada, 335 mebustan 156’sının, yani ekseriyet için gerekli 11 oy noksanıyla ‘Cumhuriyet’ ilân ediliyor..

    Ama, o günlerde bu gibi kelime ve terimlerin cazibesi matematik hesaplarını bir kenara bıraktırıyormuş herhalde.. Çünkü, 1917’de Rusya’da meydana gelen komünist devrim de, en küçük komünist grup olan ‘Bolşevik‘ler eliyle gerçekleştirilmişti..

    Asıl büyük komunist grup, ‘Menşevik /ekalliyet/ azlık’ diye isimlendirilirken; Lenin liderliğindeki en küçük komünist parti, ‘Bolşevik / ekseriyet/çoğunluk’ diye isimlendiriliyordu.

    Ekranlarda sıkça görülen bir tarihçi, 2-3 gün önce, bir kanalın ekranında, ‘Cumhuriyet kelimesi Arapçadır, ama Araplar bu kelimeyi bilmezler.. Cumhuriyeti biz ürettik’ diyordu.. Halbuki, ‘cumhur’ kelimesi, ‘Bir halkın veya belli bir sosyal kesimin ekseriyetinin rey ve iradesi’ mânâsında daima vardı.. Bu durumu anlatmak için kadîm eserlerde ‘cumhûr-u ulemâ’nın rey ve iradesi bu yöndedir..’ gibi açıklamalar asırlarca bilinir..

    Yani, ‘Cumhuriyet bilinmezdi, biz ürettik’ demek için her halde o tarihçi gibi olmak gerekiyor..

    Evet, 28 Ekim 1923 akşamı açıklanan Cumhuriyet’i bilmeyenler vardı.. Onlar, 1789 Fransız İhtilali’nden sonra ‘republique’ kelimesinin Osmanlı efkâr-ı umûmiyesine Cumhuriyet olarak çok öncelerden yerleştiğini görmezlikten gelebilirler.. Ama, Cumhuriyet diyerek yeni bir sistem getirenler, tıpkı Fransa’daki Jakobenler gibi, tepeden inmeci yöntemleri esas almışlardı.

    Ama, daha da ilginç olan şu ki, halkın ekseriyetinin haberi olmadan, bir kişinin tek başına Cumhuriyet’ten söz etmesi ve ne kadar ‘cumhurî’ bir tavırdı? Ki, bu görüşünü açıklayan M. Kemal, daha sonra 1923 ve sonrasındaki yaptıklarını ‘Cumhuriyet inkılabı’ adına yapmıştır, ama, halkın cumhûru’nun haberinin olmadığı nice yabancı , baskıcı ve kelleler kopartmak tehdidi ve uygulamalarıyla yaptıklarını, çok önceden, ‘millî bir sır’ olarak uzun zaman içinde sakladığını belirtmiştir.. Ama, saltanata son verilirken, onun yerine gelen sistem, hâlâ ‘Cumhur’un iradesi’ denilerek, halkın cumhuruna ne ağır baskı ve nice dayatmaların ‘Halka rağmen, halk için..’ denilerek, sahnelendiğini hatırlamazsak, ‘Yaşasın Cumhuriyet!’ diyebiliriz..

    Bu vesileyle belirteyim ki, bu satırların sahibi, ‘gerçek bir Cumhuriyet yönetimi’ni, inancı açısından, saltanattan çok daha fazla tercihe şayan bulmaktadır. Hz. Peygamber (S)’den sonra Ümmet’in başına getirilen ilk 4 Halife’nin, Müslüman halkın ekseriyetinin rey ve iradesini ortaya çıkaran istişare yoluyla belirlenmesi, buna en çarpıcı örnektir.. Ki, bu konuyu, 1973 yılında ‘Bâb-ı Âli’de SABAH’ gazetesinde günlük yazılar yazarken, bir yazıda, ‘Şeriat Cumhuriyeti’ başlığıyla yayınlamıştım..

    Ancak bu konuya, değinmeden, yukarda söz konusu olan tarihçi, dünkü yazısında, tarihî konularda kendisi gibi düşünmeyenleri aşağılamaya çalışırken, M. Kemal’in kumandanı olduğu 7. Ordu’yu, Gazze ve Nablus, Kudüs, Şam, Haleb, ve Islahiye üzerinden Adana’ya kadar geri çekişini, büyük başarı diye alkışlıyordu.

    Ama, o büyük başarısı için, kendisine yeni rütbe ve unvanlar verilmesini, Alman mareşali Liman von Sanders aracılığıyla Sadrâzam Müşir (mareşal) Ahmed İzzet Paşa’dan isteyen yazısına, Sadrâzam Paşa’nın, ‘mağlub olan komutan’a kahramanlık nişan ve rütbeleri de yeni mi çıktı?’ şeklindeki cevabî yazısına değinmiyordu.

    Evet, orada ciddî bir savaş verilmemiştir..

    Üstelik de, söz konusu Paşa, Veliahd Vahiduddin’nin 20 günlük Almanya gezisine ‘seryâver /baş danışman’ sıfatıyla katılmıştı. Almanya’ya gitmiş ve dönüşten hemen sonra da, böbrek rahatsızlığı gerekçesiyle, tedavi için, o zamana göre büyük bir meblağ olan 1000 Osmanlı lirası da harcirâh (yol masrafı) olarak verilip, savaş şartları ortasında Avusturya’nın Karlsbad şehrine gönderilir ve orada yaklaşık 4 ay kadar kalır.

    Ama, sona doğru yaklaşmakta olan 1. Dünya Savaşı aleyhimizde işlemektedir ve M. Kemâl’in de ülke içinde olması elbette düşünülür.. Bunun için de İstanbul’a dönmesi emredilir. O zaman, orduda disiplinin ne kadar bozulduğunu göstermesi açısından nakledilmesi gerekir ki, M. Kemal, yâveri Cevad Abbas’a, ‘Ciddî bir sebep olmadıkça.. Geri dönmek istemediğini’ bildirir. Ancak, Sadrâzam Ahmed İzzet Paşa’nın, Cevad Abbas’a, ‘Paşana haber ver, hemen dönsün..’ şeklindeki kesin emri üzerine dönmek zorunda kalır.

    Tam o günlerde, Sultan Muhammed Reşad vefat eder ve Vahiduddin, 4 Temmuz 1918 günü taht’a geçer. 1. Dünya Savaşı’nın Osmanlı, Almanya ve Avusturya’ gibi önemli güç merkezlerinde cebheler birer birer çökmektedir ve Savaş’ın son demleridir..

    Tam o sırada, Sultan Reşad’ın vefatı ve yeni cülûs haberini alan M. Kemal Paşa, Başmâbeyn başkâtibi Lûtfî (Simavî) Bey’e gönderdiği telgrafta, ‘Ûbûdiyet (kulluk) ve tâzimât-ı çakerânemin (kullara mahsus derin saygılarımın) zât-ı şahâneye arzını ricâ ve zât-ı âlilerinize takdîm-i ihtiramât eylerim efendim..’ diye yazar.. Ve, Vahiduddin’in taht’a çıkışının 1 ay sonrasında, 4 Ağustos 1918 günü Avusturya’dan İstanbul’a döner.

    Bu arada, Sultan Vahiduddin ise, Osmanlı Cebhelerinde de kötü gidişi ve idare edilemediği kanaatine vararak, Enver Paşa’yı 14 Ağustos 1918 günü Başkomutanlık Vekaleti’nden alır, Harbiye Nâzırlığı ise, henüz de uhdesinde bırakılır.

    15 Ağustos 1918 günü M. Kemal Paşa, Filistin ve Suriye’deki 7. Ordu Kumandanlığı’na tâyin olunur.

    M. Kemal, bu yeni vazifesinde yapacağı bir şey olmadığını düşünür. Ama, gitmek zorundadır..

    Elbette, böbrek rahatsızlığı gerekçesiyle, Avrupa’da aylarca süren tedaviden sonra, savaş cephelerinden ve şartlarından uzak kalan bir kumandanın, dönüşte hemen Filistin ve Suriye’deki 7. Ordu Komutanlığı’na tâyin edilmesi ve cebhe durumunu kavramakta da intikal zorluğu yaşanacağı da hesab edilmiştir herhalde, ama, durum son derece kritikti.

    Nitekim, cebhelerde arka arkaya alınan yenilgiler de bu durumu doğrulayacaktı.

    İngiliz Ordusu, Suriye’de, (Alman mareşali) Liman von Sanders’in kumanda ettiği Yıldırım Orduları Grubu kuvvetlerini bir gece baskını sonunda dağıtmış ve savunma cebhesinin merkezinde Mirlivâ (tuğgn.) Mustafa Kemal’in kumanda ettiği 7. Ordu’nun sağ kanadı da 18 Eylûl 1918’de çökmüş ve 19 Eylûl’de Nablus, 1 Ekim’de Şam, 3 Ekim’de Baalbek, 6 Ekim’de Humus ve 27 Ekim’de de Haleb derken; böylece bütün Filistin ve Suriye İngilizlerin eline düşmüş ve verilen büyük kayıplardan sonra, M. Kemal Paşa, güçlerini Islahiye’ye çekmiştir.

    Bu arada, 8 Ekim 1918’de de Tal’at Paşa Hükûmeti istifa etmiştir.

    Söz konusu ünlü tarihçi bu konuları hatırlatmaksızın M. Kemal’in 2 haftalık ‘Yıldırım Orduları Komutanlığı‘ndaki vurgu cezzabiyetine ağırlık verir..

    Sonrası mı?

    Birinci Dünya Savaşı son demlerinde, Rusya’daki yaklaşık 300 yıllık Romanof Hanedanı çöker, Bolşevik /komünist devrimi olur..

    Savaşın sonunda ise, mağlub olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Habsburg Hanedanı, Almanya’daki Hohenzollern Hanedanı ve İtalya’daki imparatorluk da çöker.. Ve Osmanlı da çöküşü sürecine girmiştir.. Savaşın galibi olan İngiliz emperyalizmi, dönemin Amerikan Başkanı Wilson’un desteğini ve ‘Wilson Prensipleri’ denilen ve mağlûblar üzerindeki etkinliği derinleştirmek için sunulan ‘ulus-devlet’ modellerine yöneliş teşvik edilir.. Osmanlı’yı parçalamak için de çok etkili bir silahtı o ‘prensip’ler..

    Bu tarihî süreci hatırlatmaksızın, 100 yıl öncelerdeki yakın tarihi, üstelik de bir takım ‘kanunî koruma zırhları’yla kuşatılan isimlere dayanarak yazmak, anlamak nasıl olur?

    Evet, ‘Yaşasın gerçek Cumhuriyet..’ Ama, saltanat sistemlerinde bile görülmeyen jakobenist / tepeden inmeci dayatmalarla gelen yönetim şekli ise???..

    1789-Fransız İhtilali’nin liderlerinden birisinin, ölüm yatağındayken, eski bir arkadaşına, ‘Cumhuriyetin diktatörlük günleri ne güzeldi, dostum..’ deyişi, hâlâ, başka sözde cumhuriyetçilerin hasretle andıkları cumhuriyet saltanatı günlerine dair sözlerinde yankılanmakta değil mi, kendi ülkemizde de..

    https://m.star.com.tr/yazar/yarin-cumhuriyet-ilan-edecegiz-denilerek-gelen-sistem-ne-kadar-Homecumhuriyet-idi-yazi-1901377

    Fiili İşgal Bitiyor mu?

    İhsan Aktaş

    Batı sömürge imparatorluğu, iki yüzyıl boyunca uyguladığı fiili işgal ve kültürel emperyalizm ile bu milletin var olan hafızasını silmeye çalıştı. İki yüzyıllık misyoner kolejleri, baskın Batı kültürü, sinema, tiyatro, akademi ve sözde kurucu olmakla övünen müstemleke ruhlu yönetici ve aydınlar eliyle bu milletin geçmiş hafızasını yok edip kurşun döktüler.
    Bu milletin imanlı fakirleri, dindarları, milliyetçileri, muhafazakarları ve asil, köküne sadık kalan aileleri ve entelektüelleri, bu milletin kimliğinin yeniden oluşmasına ve hafızanın geri kazanılmasını sağladı.
    Birinci Dünya Savaşı bittiğinde 13 milyon nüfusu olan ve topraklarının %80’ini kaybetmiş bir imparatorluktan sonra Türkiye’nin bugünkü gücüne erişeceğini hiçbir emperyalist ülke hayal etmemiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş bu millet, bugün Batılı devletlerin baş edemediği bir ülkeye nasıl dönüştü?
    Kuruluşundan bugüne kadar bu milleti var etmek için bir tuğla koyan her bir yöneticiye bu millet minnettardır.

    Kurtuluş Savaşı’ndan sonra iki yüzyıllık geri çekilmenin ardından Kıbrıs Barış Harekâtı ve bir Müslüman ülkenin Batılı bir devletten toprak kazanması, tarihi akışı tersine
    döndüren ilk adımdır.

    1970’li yıllarda ağır sanayi adımları ve yatırımları yapıldı.

    Kıbrıs Barış Harekatı’nda karşı karşıya kaldığımız ambargolardan sonra savunma sanayii üretim adımları atıldı.

    Son yirmi yılda Batılı devletlerin desteği olmadan altyapı ve kalkınma devrimini tamamlayan birkaç ülkeden biri olduk.

    Bu altyapı devrimi; ulaşım, sağlık, eğitim altyapısı ve teknoloji üretimi konularında gelişmiş ülkelerin çoğundan daha ileri bir konumdadır.

    Suriye iç savaşından sonra ülke savunması, ordunun güçlendirilmesi ve NATO gibi ittifaklara ihtiyaç duyulmayacak şekilde yeniden modellendi.
    Türk ordusunun gücünü ve kabiliyetini tarihten bugüne kadar dost düşman herkes bilir. Fakat Batı sömürgecileri, bütün ülkelerde olduğu gibi Türk ordusunu da NATO teçhizatlarına bağımlı hale getirmişlerdi15 Temmuz FETÖ darbe girişiminden sonra, eski ve yeni prangalarından kurtulan ordu, dünyanın en etkili ve savaşma kabiliyeti en yüksek ordularından biri haline geldi.

    Türkiye’nin son on yıldaki en büyük devrimi savunma sanayii alanında oldu. Türk ordusu kadar güçlü, milli bir ordunun kendi mühimmatlarını ürettiğini varsaydığınızda, bunu ne anlama geldiğini, Türkiye’yi kendi yörüngesinde tutmak isteyenler derinden hisseder.
    NATO konsepti içinde bağımsız bir değişken konumu kazanan, müttefikliklerine değer vermekle birlikte Türkiye’nin menfaatleri söz konusu olduğunda ABD tezleriyle çatışan, ihtiyaç duyduğunda sert gücünü sahneye sunan; çok yönlü, çok taraflı dış politika vizyonu gereği AB yolundaki ısrarını sürdürürken BRICS toplantısına katılma adımı atan bir Türkiye var.
    Bir ülkenin gelmiş olduğu nokta, düşmanlarının radarından kaçamaz. Devlet Bahçeli’nin açmış olduğu kapı, Sn. Cumhurbaşkanımızın iç kalenin tahkimi ile ilgili hassasiyetinin devamı niteliğinde bir adımdı. Devlet erkini yöneten Cumhur İttifakı’nın siyasal derinliği ve geniş vizyonu, Türkiye ve bölge için önemli bir fırsat penceresi açtı. Bu yolun nasıl yürüneceği çok önemli.
    Batılı devletler, bugüne kadar bir ülkede ya iktidarı düşürdüler ya lideri itibarsızlaştırdılar ya darbe yaptılar ya da teröre başvurdular. Erdoğan Türkiye’sinde bunların hiçbirisi işe yaramadı. Bu millet çıktığı yoldan geri dönmez görelim Mevla neyler.
    yenisafak.com/yazarlar/ihsan…

    TC Bayrımını Kimler Niçin Kutlar?

    Türkiye Yazarlar Birliği

    “CUMHURİYET BAYRAMI”nı KİMLER NİÇİN KUTLAR?

    Ahmet Doğan İLBEY
    30 Ekim 2017 Pazartesi 08:00

    Üdeba’dan bir dost bu fakire mesaj yollamış ve demiş ki:

    “29 Ekim 1923’de Cumhuriyet ilân edildiğinde anayasamızda ‘devletin dini dinî İslâm’dır ibaresi bulunuyordu. Binaenaleyh bir İslâm Cumhuriyetimiz olmuştur. Kemalist inkılâplar İslâm Cumhuriyeti’ni elimizden aldı. Biz Kemalizm’e karşı çıkarken Cumhuriyetimize ve devletimize düşmanlık edenlerden olmayacağız.

    Bu bağlamda Cumhuriyet Bayramı’nızı tebrik ederim.”

    Hayli uzun ve çatallı bir mevzu olan içinde yaşadığımız Cumhuriyet yahut bir devlet şekli olarak Cumhuriyet sistemi, asırlardır İslâm medeniyetinin temsilcisi ve mazlumların hâdimi olmuş nice devletlerin kurucusu necip Türk milletinin derûnunda pek önem arz etmez.

    TÜRK MİLLETİ “BİR CUMHURİYETİMİZ VAR” DİYE SEVİNMEZ

    Devlet umuru ve inşası cihetiyle zarftan çok mazrufa, yâni muhtevaya değer veren böylesine tecrübeli bir millet “Bir Cumhuriyetimiz var” diye sevinmez ve Cumhuriyet Bayramı kutlayıp coşku yaşamaz. “Kamusal” alanlarda pek gözükmeyen sessiz ve derin millet Cumhuriyet Bayramı kutlama görgüsüzlüğü yapmaz. Kalben ve fikren değil, resmî telkin ve mecburiyetten çıkan kalabalıklar, bürokratik ve siyasî zümreler sizi aldatmasın. Bu bir muvazaa oyunu… yenisi gelene kadar sürer.

    Nihayetinde bir sistem olarak denenebilir ve ârızası çıkınca yenisi ikâme edilebilir dünyevî bir idare vasıtasıdır Cumhuriyet… İslâm İmparatorluğu, İslâm Krallığı yerine İslâm Cumhuriyeti de “Medinetün-Din” esaslarına bağlı olarak denenebilir ve denemekte fayda var. Sadede geliyor, asıl mevzua geçiyorum.

    “Cumhuriyet Bayramı” ifadesi yanlış ve “bayram” sıfatını haiz değildir.

    “Bayram”, ıstılahî mânada İslâmî bir kelimedir. Âyetlerde emredildiği üzere Ramazan ve Kurban Bayramları’na bayram denir ve ancak Müslüman milletçe kutlanır. Bayramlarda bayram namazı kılınır, bayramın mânasınca büyükler, eş-dost ve mezarlıklar ziyaret edilir, insanların gönülleri alınır, yoksullara yardım edilir.

    Türkiye’de dinî bayramların yanında, “din-i İslâm” ve “Vatan-ı İslâmiyye” üzere yapıldığı için İstiklâl Harbi bayram ilân edilebilir. Çünkü Cumhuriyet gibi değişebilir, değiştirilebilir ârızî bir sistem değil, bilakis bir iman ve ruhun tezahürü olduğu için…

    CUMHURİYET İLK KEZ KURDUĞUMUZ BİR DEVLET MİDİR Kİ BAYRAM YAPALIM?

    Cumhuriyet ilk kez kurduğumuz bir devlet değil kuruluşunu bayram ilân edelim. Bin küsur yıllık devlet geleneğimizin sadece bir parçası ve devamı olarak muhtevası yanlış bir Cumhuriyet rejimidir…

    Lâ-dinî Kemalist Cumhuriyetçiler cehaletlerinden ve idrâklerinin İslâm medeniyet değerlerine kapalı olmasından dolayı bu törenlere “millî bayram” diyorlar. Millî kavramı milletten, millet kavramı İslâm’dan neşet eder. Dolayısıyla İslâmî anâne, usul ve değerleri taşıyan özel günler ancak bayram sayılabilir.

    Cumhuriyet, zorba askerî bürokrasi ve Batıcı aydınlar tarafından Avrupaî tarzda, İslâm’ın belirleyiciliğinden uzak seküler bir devlet olarak plânlandığı için “Cumhuriyet Bayramı”na “Cumhuriyet Törenleri” demek münasiptir. Çünkü Cumhuriyet kutlamaları despot rejimlerin törenlerini esas alan, Batılı gibi olmayı telkin eden ve Kemalist ilke ve inkılâplarını “kutsayan” törenlerdir.

    Cumhuriyet, Mehmed Âkif’in hayâlini kurduğu İslâm eksenli millî bir Cumhuriyet olsaydı önce Hacı Bayram-ı Veli Câmii’ne gidilirdi. Namazdan sonra İstiklâl Harbi’ni yapan ceddimiz ve askerimiz hakkında sohbet edilir ve sonra da duâ edilirdi. “Vatan-ı İslâmiyye” ruhuyla yapılan Millî Mücadele’nin devamı olan bir Cumhuriyet rejimi yürürlükte olsaydı şayet, Cumhurbaşkanlığı “resepsiyonlarında” Frenkler gibi ayakta içecekler içilip, (yakın yıllar kadar kadehler kaldırılırdı) laik Cumhuriyet ilkeleri üstüne konuşulmazdı.

    Fakat böyle midir yapılan Cumhuriyet kutlamaları? Yakın yıllara kadar “haydi balolara, dansa ve modern yaşama” çılgınlıklarıyla kutlanıyordu. CHP’nin hususen Cumhuriyet baloları düzenlemesi rejimin Altı Ok’la ideolojik ortaklığındandır.

    Yakın dönem kadar kutlamalara milletin kanaat önderleri, âlim ve fâzıl zâtları değil, Cumhuriyet’in bürokratik seçkinleri, artistler, mankenler, sanatçılar ve Roteryanlar gibi necip milletin değerlerine yabancı olan zümreler dâvet edilirdi. Bu kusurlar kısmen azalsa da Cumhuriyet Bayramı’nın muhteva olarak hâlen millet değerleriyle ahenkli olduğunu söylemek zor.

    CUMHURİYETİ KUTLAYANLARIN FİKRÜ ZİHNİYETİ

    Protestan seküler ve pozitivist zemine bir istinat eden Atatürkçülük ilke ve inkılâplarının kutsanması anlayışını hâlâ taşıyan Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, muazzez İslâm medeniyetinin hâmisi olan Türk ülkesinin ve din-i mübin-i İslâm üzere yapılan İstiklâl Harbinin değerlerinden kopmak mânasına gelmez mi?

    Müslüman milletin değerlerinden uzaklaşmaktan, yâni Batılılaşmanın bir veçhesi, Avrupa’nın kültür ve zihniyetine benzemekten başka bir şey olmayan Cumhuriyet bayramları CHP ve benzeri zihniyetteki Kemalist zümreler tarafından kutlanır.

    Cumhuriyet Bayramı’nı bu mânada kutlayanlar, İstiklâl Harbine, yâni “vatan-ı İslâmiyye” dâvasıyla başlatılan Millî Mücadele’nin ruhuna ihanet eden yahut bu ruhu sonradan terk eden ve İslâmlaşmış millet kimliğini tasfiye ederek Batılı “uluslara” benzetmek isteyen laikçi-pozitivist askerî sınıf ve yandaşı bürokrasidir.

    Cumhuriyeti kutlayanlar, “Medeniyet-i İslâmiyye” nin potasında bin yılda meydana gelen Türklüğü “ilga” ederek yerine İslâmî ruh köklerinden koparılmış Atatürkçü lâ-dinî Türklüğü cebren ikâme etmek isteyenlerdir. Dahası, İslâm’ı “kamusal alanda” belirleyici olmaktan çıkarıp, seküler bir hâl olan ferdî vicdan derekesine mahkûm etmeye teşebbüs edenlerdir.

    Kimin Cumhuriyeti? Neyin Kutlaması?

    Kimin Cumhuriyeti, Neyin Kutlaması?
    29 Ekim günü resmi-gayriresmi kutlamalara sahne olan Cumhuriyet Bayramı aslında kimin/neyin bayramı?…

    29 Ekim 2013 Salı 18:14
    HAKSÖZ-HABER

    29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları sürerken uzun süredir Mustafa Kemal Atatürk hakkında araştırmalarda bulunan gazeteci kardeşimiz Yılmaz Bilgen, Cumhuriyet’in ilanı ve icraatları üzerine bir yazı-yorum kaleme aldı. Bilgen’in yorumunu sizinle paylaşıyoruz. 👇


    Kimin Cumhuriyeti, Neyin Kutlaması?

    Yıl: 1923

    Yer: Ankara Türkiye Büyük Millet Meclisi

    Hilafet, Şeriat, Kuran, Peygamber, Şehadet, Cennet söylemleriyle yürütülen bir mücadelenin (Kurtuluş Savaşı) hemen ertesi.

    Mecliste bir sıranın üzerine çıkan kişi TBMM Reisi Mustafa Kemal:

    Söyledikleri ise tüyler ürpertici:

    “Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hâkimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı (zorla el koymuşlardı). Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehâl olacaktır.’

    ‘Burada toplananlar, meclis ve herkes, meseleyi tabii görürse, fikrimce çok iyi olur. Aksi takdirde hakikat gene usulü dairesinde ifade olunur. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir’. (Nutuk, Sf 437)

    Bu konuşmanın muhatabı kimdi dersiniz?

    Cevap; Atatürk’ün dostlarından ve hayatını yazan Kemalistlerin en muteber kaynaklarından Şevket Süreyya Aydemir’in ‘Tek Adam’ kitabından:

    Bir sıranın üstüne çıkarak orada kesin bir şiddetle konuşan Gazi gözlerini, bütün müşterek encümen azaları ile özellikle encümenin çoğunluğu gibi gözüken sarıklı hocalar üzerinde büyüleyici tesirlerle duralatmıştı. Son sözlerini söylerken bakışları, tam karşısındaki hoca efendinin gözlerine saplandı. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek adam, Cilt 3, Sf 61)

    İslam’dan hazzetmiyorlar, Müslümanın varlığına da düşmanlar.

    Bu yüzden dün olduğu gibi bugün ve yarın da Kemalist zihniyetin yegâne düşmanı, bu toprakların Müslüman sakinleri olarak kalacak.

    İlkokul çağlarından başlayarak “Cumhuriyet’in ilanı Türk Büyük Millet Meclisi’nin çoğunluğu ile oldu. Aynı meclis Mustafa Kemali de ittifakla Cumhurbaşkanı seçti” sözünü duymayanımız yok. Bu beyin yıkama faaliyeti büyük bir yalan.

    Nasıl mı?

    1923’ ün 29 Ekiminde olup bitenler hiç de okullarda ince ayarla yazılıp söylenenler gibi olmadığını yine Kemalistlerin itibar ettiği bir kaynaktan öğreniyoruz:

    Mustafa kemal oylamaya katılan 58 milletvekilinin oybirliği ile Cumhurbaşkanlığına seçildi. Ancak 100 milletvekili de çekimser kalmıştı. Oturum Cumhuriyetin gelecekteki mutluluğu için yapılan dualarla son buldu.

    Cumhuriyetin ilanı, bütün yurtta 101 pare top atışıyla kutlandı. Gün 29 Ekim 1923’tü.(Lord Kinross (1) Altın Kitaplar, Sf 447)

    Bu seçimin gerçekleştiği gün Meclis’in toplam üye sayısı 337’dir. O gün Topal Osman ve İsmail Hakkı Tekçe tarafından kuşatılan Meclise girebilen ya da girmesine müsaade edilen mebus sayısı ise sadece 158’di.

    Sakıncalı (muhalif) görülen 179 Milletvekilinin Meclise girememesi ve Mustafa Kemal’in tehditlerine rağmen Cumhuriyetin ilanı ve Kendisini Cumhurbaşkanı seçtirmesine olumlu oy veren Mebus sayısı sadece 58 olarak kaldı.

    Cumhur (halk) ve meşruiyet bu seçimin neresindedir? Halk için bir idare yerine Mustafa Kemal’in keyfine göre bir halk inşasına girişen diktatör ve hempası onlar gibi düşünmeyenlere hayat hakkı tanımayacaktı. Ve öyle de oldu.

    İlk icraat ümmeti iflah olmaz dertlere mahkum eden Hilafetin İlgası oldu. Sonra toplu ve de seri işlenen cinayetler. 1925 Şeyh Sait kıyamında 103 bin can telef ettiler. 1926 yılında Ağrı’da yapılan katliamın faturası 76 bin idi. İzmir suikastı düzmecesine kurban giden insan sayısı ise birkaç bin olarak kayıtlara geçti.

    Sonra Menemen komplosu ve kılık kıyafet İnkılabına isyan eden onlarca Anadolu beldesinde yaşanan kıyımlar. Hamidiye zırhlısından açık şehri bombalayan Cumhuriyet İdaresi.

    Dersimde 33 bin mazlumun katliyle gelen şanlı Final!…

    1924: Şeri Evkaf mahkemelerinin kaldırıldı, Medreselerin kaldırıldı ve eğitimin ‘Laik’leşti. (Şeriat, Kur’an prensipleri hayattan kovuldu)

    1925: Frenk Şapkası giymeyi zorunlu kılan kanunun çıkarıldı.

    1926: İslami aile yapısını katleden (İsviçre) Medeni Kanunu yasalaştı.

    1928: İslam’ın esaslarını mahkum eden Laiklik ilkesi kabul edildi, Millet (ifsat) mektepleri açıldı; geçmişi ve geleceği belirsiz bir sürecin başlangıcı olan ‘harf devrimi.’ İlan edildi

    1932: Ucube bir diyalektiği esas alan ‘dil devrimi’ kabul edildi

    İşte Cumhuriyet idaresinin icraat hanesinde yazan bunlar.

    Meydanlara dikilen donuk bakışlı, soğuk çehreli bronz heykellerle resmedilen adam bu işlerin banisi.

    Ve ilhamını O’ndan alan kalabalıklar bağırıyor:

    “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz!”

    Hiç bir zaman Cumhur’a ait olmayan bir ideolojinin müntesipleri elbette günün mana ve önemini idrak edecekler, gösterişli nutuklar atacaklardır.

    Ancak aktörlerine ve işlevine bakıp “Kimin Cumhuriyeti, Neyin Kutlaması?” sorusunu sormak da, ötekileştirilenlerin haklı sorusu olsa gerek.

    (1) Lord Kinross’u Tanımak İsteyenler İçin: 👇https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Patrick_Kinross

    Tıp Öğretimi?

    Mehmet Maksudoğlu

    Yıllarca önce, İngiltere’de iken, aynı binâda kaldığımız bir lise mezunu, İngiliz, 5 A sâhibi olarak (o zaman öyleydi; lisede okuyup 5 A alan, üniversiteye girebiliyordu), Tıp Fakültesine girmek istemiş, müracaat etmişti. Mülâkattan dönüp geldiğinde, yüzü asıktı, kabûl edilmemişti.

    O yıllarda, bizde, günümüzde olduğu gibi, üniversiteye giriş, sınavla oluyordu ve belli puanı tutturan, müracaat ettiği fakülteye giriyordu. 

    Tıp fakültesine niçin kabûl edilmediğini sorduğumuzda şunları söylemişti:

    -Bir takım sorular sordular: Niçin Tıp okumak istiyorsunuz? Âilenizde doktor var mı? Nasıl bir âilede büyüdünüz vb… 

    Haaa, demek ki, tıp öğretiminin bir özelliği var: adam doktor olacak, muâyene dolayısıyla âile mahremiyetine girecek, kimlerde hangi hastalıklar olduğunu öğrenmiş olacak, bunlara dikkat ediyorlar, diye düşünmüştüm. İşin MADDÎ ÇIKAR, PARA KAZANMAK yönü aklıma gelmemişti, çünkü, doktora gidip bedâva muâyene olabiliyordunuz; bizde o zaman, sağlık hizmetleri, şimdiki gibi gelişmiş değildi; sâdece memleket hastaneleri vardı. Şimdi, elhamdülillâh, sağlık konusunda, ‘gelişmiş’ sayılan birçok Batılı ülkeden daha iyi durumdayız. 

    Bizde ise, gerek tıp, gerek mühendislik, aklınıza NE gelirse, bunların bilgisinin verildiği fakültelere girmek için, SÂDECE orta öğretimde kafasına doldurulanları belli seviyede hâfızasında tutabilmek, belli bir puanı alabilmek ölçüdür. Dikkat ederseniz: Tıp, Mühendislik vb. ÖĞRETİMi dedim, EĞİTİMi demedim: gerçi Tıp’ta uygulama, usta-çırak ilişkisi var ama, bu, meslekî zarûret; hastanın nasıl tedâvî edilmesinin fiilen görülmesi ve gösterilmesinden Ibâret: işin AHLÂKî boyutu, bu bilgilerin kullanılışındaki sorumluluğun EĞİTİMİ var MI?

    Olmadığı içindir ki, işte, son günlerde su yüzüne çıkan bebek istismârı, depremde yıkılan binâlarda yüzlerce kişinin can verdiği gibi olaylar meydana geliyor. 1970li yıllarda, Devletin güvenlik güçlerine SİLÂH ÇEKEN, askerimizle, polisimizle ÇATIŞMAYA GİREN -yine bu milletin çocukları- gençler, en yüksek puanla girilen üniversitelerden mezun olmuşlardı. 

    Kur’ân-ı Kerîm’de, Mâide (5) Sûresi 32. Âyet-i kerîmede buyurulan “Kim bir canı, başka bir cana veya yeryüzünde fesad çıkarmasına karşılık olmaksızın ÖLDÜRÜRSE, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onun hayâtını kurtarırsa, bütün insanları KURTARMIŞ gibi olur” ilâhî hükmü, daha küçükken ve sonra, okulda öğretilse idi, böyle mi olurdu? 

     Son can yakıcı, fecî olayların göbeğinde yer alan, “her şey prosedüre uygundur” diyen kişi, Tıp Fakültesi’nde okurken TERÖR örgütü üyeliğinden hüküm giyiyor, beş yıldan çok hapiste kalıyor, çıkınca, TEKRAR Tıp Fakültesine giriyor ve mezun oluyor! “Sen Terör işlerine karıştın; Tıp okuyamazsın” diye bir kural olmadığı, laik, çağdaş yasalar bunu öngörmediği için, HİÇBİR ŞEY OLMAMIŞ GİBİ, Tıp Fakültesini bitiriyor. E… BÖYLE bir kişinin doktorluk yapamayacağını öngören bir yasa olmadığına göre… bildiği gibi, canı istediği gibi, para kazanmak için her şeyi mübah görerek gün ışığına çıkan işleri organize ediyor ve yürütüyor. 

    Belli mesleklerde iş görecek insanımız için, ÖNCE, kendisinin iyi yetişmiş, ahlâklı, âile hayâtı düzgün olmasına DİKKAT EDERDİK. Bu konuda, İhtisâb Ağası’nın, pazarı denetlerken, reçel tenekesi içindeki fâreyi göstererek:

    -bu nedir?

    demesi üzerine, pazarcının, dikkatinden kaçmış olan, farkına varmadığı fare ölüsünü, kuyruğundan tutarak:

    -bu mu efendim? reçel biraz şekerlenmiş, diyerek yutuverdiği meşhurdur. Yoksa, cezâ olarak; öyle akçe ödemek filân değil, İhtisâb Ağası’nın emrindeki görevliler tarafından oracıkta, tezgâhın önünde, kalabalığın seyrettiği şekilde falakaya yatırılıp tabanlarına belli sayıda vurulması vardı. (Birilerinin İlhan Ağabey’i, Erenköy’deki köşk’te böyle bir işleme mârûz kalmış, onun yazdıklarından, işin “tadını” öğrenebilirler. Tabiî, hiç kimsenin böyle bir muâmeleye tâbi tutulmasını istemeyiz; insanımız saptırılmamalı, o yollara düşmesine zemîn hazırlanmamalı.)

    Hemen belirtilmesi gerekir ki: Hisbe görevini üslenecek olan Kadı öyle, rastgele kadılardan biri seçilerek görevlendirilmezdi; bu görevi yerine getirecek olan kadı’nın, iyi yetişmiş, âile hayâtının DÜZGÜN olmasına dikkat edilirdi. Evdeki problemleri dışarıya aksettirip tatmin arayan, görevini bu işe âlet etme temâyülünde (eğiliminde) olan tiplerden kesinlikle İhtisab Ağası tâyin edilmezdi.

    Etiketli bir kripto yahûdî ile, bir Süryânî yurttaşımız -tabiî ikisi de son derece çağdaş- hükûmeti veryansın eleştirirlerken, “bunlar, şöyle şöyle, Şerîatı getirme hazırlığında, yolundadırlar” mâhiyetinde etkili bir performans sergiliyorlar. Kimliklerini gizlemelerine gerek yok, Tanzimat ve İslahat felâketlerinden beri zâten, hepimiz, kimyadaki bir element târifi gibi, “renksiz, kokusuz, tatsız” ve eşit duruma getirilmişiz (hoş: sorulmadı ki, gerçek kimliğimizi belirtelim; durup dururken, ben şuyum, ben buyum, diye ilân mı verecektik? diyebilirler ki, bu konuda haklıdırlar.) ve “standart” aydınımız (bizde her diploma sâhibi ‘aydın’ sayılır) onların dediklerine çok yatkındır, onların görüşlerini benimser, “öyle” imâl edilmiştir. Şeriat’ı; geriliği temsîl eden, çağdışı, KORKUNÇ, iptidâî bir şeymiş gibi görür.

    Hemen belirtelim: üzerinde yaşadığımız Yerküre, dünyâ, kendi çevresinde 24 saatte bir sefer DÖNDÜRÜLMESE, güneşe bakan yüzü hep gündüz olacak, insanda ‘zaman’ kavramı olmayacaktı. Arka yüzünde ise, hayat olmayacaktı. Dünya, güneşe öyle bir uzaklıkta DÖNDÜRÜLÜYOR ki o mesâfe biraz uzak olsaydı, soğuktan donardık, mesâfe birazcık yakın olsaydı, sıcaktan kavrulurduk. Taş, kaya, madenler, toprak yığınlarından ibâret bu ağır Yerküre, KENDİSİ karar verip de mi hem kendi çevresinde, hem de güneşin çevresinde ŞAŞMAZ bir hesapla dönüyor? Yoksa, onu bir DÖNDÜREN mi var? Kur’ân-ı Kerîm’de onu döndürenin Allah olduğu bildiriliyor: Âli İmrân (3)  Sûresi, 190. Âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: “Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün birbirleri ardınca gelip gitmesinde aklı selîm (öz) sâhipleri için delîller vardır.”

    Tabiat kanunları -yeni tâbirle Doğa Yasaları- dediğimiz düzenin İslâm’daki adı: sünnetullahdır; Allah’ın, Kâinâtı yönetmekte tuttuğu YOL demektir: Allah’ın Sünneti’nde aslâ değişiklik bulmayacaksın (We len tecide li Sünnetillâhi tebdîlâ) (Ahzâb (33) Sûresi, 62. Âyet-i kerîme) buyurulmaktadır.

    Rahmân (55) Sûre-i Celîlesinin ilk âyetleri, bu konuya kuvvetli projektör tutmaktadır: “5.Güneş de Ay da Hesâb ile ile (cereyân etmekte)dir. 7.(Bak gör) semâyı, O yükseltti ve ölçüyü koydu. 8.Ölçüde taşkınlık etmeyin. 9.Ölçüyü adâletle ve tam yapın, tartıları da eksik yapmayın.” Ölçüde, tartıda doğru davranmamak, Evren’deki düzene AYKIRI davranmak oluyor.  Şeriat; bütün bu düzeni kuran Yaratıcının, yarattıklarının NASIL davranmaları gerektiğini buyurduğu Kutlu Kanun demektir. Şeriat’a uyan, Kâinat’ın yönetilişine, gece ile gündüzün birbirinin ardınca gelmesine, suyun yukarıdan aşağıya doğru akma kanununa uymaktadır, hayatla uyum içindedir. 

    1791 yılında Üçüncü Selîm’in yanlış tercîhiye girdiğimiz, ‘her bakımdan, her şeyimizle Avrupa’lı gibi olmak’ yolunda hayli mesâfe aldık ve bu duruma geldik. Kültür İstilâsı zemîninde yetiştirildiğimiz için, diploma hâmillerimizde, Şeriat’a karşı bir soğukluk vardır. Hemen el kesmek hatıra gelir. Halbuki, el kesme cezasının verilmesi için; ‘çalınan malın belli bir meblâğda olması, muhafazalı bir yerden çalınmış olması … gibi 10 küsûr şart vardır. Günümüzde, hırsızlık, âdetâ eğlence hâline getirilmiştir. En çağdaş bir yurttaşa soralım: mersedes marka arabanız çalınsa, ve hırsız o anda tutulsa, NERESİNİN kesilmesini isterdiniz? Elinin kesilmesine râzı mısınız, yoksa başını mı keselim? deseniz: NE cevap verirdi acaba?

    Birkaç yıl önce, Galata köprüsü üzerinde, arabasının patlayan lastiğini değiştirirken, ehliyetsiz bir sürücünün çarpmasıyla bir üniversite öğretim üyesi can verdi, ehliyetsiz sürücüye, bu çağdaş kanunlar herhâlde birkaç yıl hapis cezâsı vermiştir. Sizce, adâlete uygun mu? Ya, sokakta oynayan 5 yaşındaki, çocuğu ezen sürücü?  Herkesin çocuğu, torunu tehlikede değil mi? medeniyetin ilk şartı, güvende olmak, değil midir?

    Fâtih Sultân Mehemmed çağında, bir kadın, YALNIZ BAŞINA, yanında külliyetli mikdâr altınla İKİ GÜNLÜK yola gitse, hiçbir tehlikeye mârûz kalmadan, başına hoşlanılmayacak bir şey gelmeden dönüp geleceğinden hiç kimsenin şüphesi olmazdı. Zina suçu derhâl ve şiddetle cezâlandırılırdı. (Neşrî, Cihân-Nümâ, Türk Tarih Kurumu, 1949 cilt II, s.838-840.) [(Prof) Dr Mehmet Altan Köymen ve Faik Reşit Unattarafından basıma hazırlanan bu eser, Türk Tarih Kurumu’nca 1949 yılında bastırılmıştır. Bir sayfada o zaman kullandığımız harflerle yazılmış orijinal metin, karşısındaki sayfada da aynı metnin latin harfleriyle yazılmışı vardır. Osmanlı Devleti’nin ilk devriyle ilgili, zevkle, keyifle okunacak bir kitaptır.]

    Bâzıları için “çağdışı” olan Şerîat idâresinde DURUM böyle idi. Şerîata göre yönetilen Osmanlı Devleti, Kanûnî Sultân Süleymân çağında, DÜNYÂNIN EN BÜYÜK DEVLETİ idi.

    Hemen belirtelim: Her şeyi ‘düzen’e bağlamak kolaycılığına düşmemek gerekir; hep öyle yapıyoruz: KENDİMİZi düzelteceğimiz yerde, çevreden başlıyoruz, çâreyi düzen değiştirmekte görüyoruz. Sıra, değişiklik sırası, bir türlü kendimize gelmiyor. Şeriat düzeni içinde yaşamak, Müslümanca yaşamayı kolaylaştırıyor, her şeyi halletmiyor. Önce, insanın, kendini gözden geçirmesi, yanlış düşünce ve alışkanlıklarını değiştirmesi gerekiyor. 

    Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu

    20 Ekim 2024

    Yahya Sinvar’ın Ruhaniyetine Sesleniş

    Büyük Lider Yahya es-Sinvar:

    21. yüzyılda İslam dünyasının büyük mücahidi.

    Mansur Şahir Selam

    Ey Sinvar, bu korkaklar çağında sen bu cesareti nereden buldun, gerçekten bilmiyorum.
    Ey Sinvar, bu çaresizlik, ihanet ve teslimiyet döneminde sana bu kahramanlık nereden geldi, sahiden bilmiyorum…

    Yirmi iki yıl boyunca işgal zindanlarında hapsedilmedin mi? Hapis, acı ve işkenceye katlandın ama yine de zindanlardan aslanlar gibi kükreyerek çıktın. Aslanlar gibi kükredin ve işgal zindanlarında 22 yıl süren işkenceden sonra kılıcını yeniden eline aldın. Bu, öyle bir kahramanlık ki, kıyas kabul etmez…

    7 Ekim’de siyonist Israil düşmanına senden önce kimsenin gönderemediği acı bir mesaj gönderdin… O gün Netanyahu’yu şeytan çarpmış gibi çılgına çevirdin, aklını kaybetti; korkudan titreyen bir deve kuşu gibi oldu; neredeyse yorgunluktan yıkılacaktı; ancak o ihtiyar bunak Biden tarafından kurtarıldığında rahat bir nefes alabildi…

    Ey Sinvar, sen bu çağda 2 milyar Müslümanın yapamadığı büyük işler yaptın… Sana şaşıyorum ey Sinvar, bu cesaret ve hikmet sana nereden geldi; çünkü sen ve etrafın, cesaret ve hikmetten mahrum olan Müslümanlarla dolu bir dünyadaydın…

    Ey kahraman Sinvar, sanki halifelerin ve Müslüman kahramanların yaşadığı bir dönemde yaşıyordun, bugünkü teslimiyet zilletini yaşayanların döneminde değil… Sanki Halid bin Velid, Tarık bin Ziyad, Ka’ka’, Selahaddin ve Kutuz gibi cesur kahramanlarla beraber gibiydin…

    Ey Sinvar, rahat uyu… Allah’a, dinini ve mukaddesatını koruyacağına söz vermiş olan sadık ve salih adamların uykusuna dal… Bugün, senin bu onurlu ve kahramanlık şehadetine 2 milyar Müslüman imreniyor; onurlu, şerefli, izzet ve kahramanlık meydanlarında ölmeyi arzuluyorlar ama onlar korkak ve aciz durumdalar…

    Ey Sinvar, kahramanların uykusuna dal ve tarihin cesur ile korkak, güvenilir ile hain, sadık ile yalancı, hain ile işbirlikçi hakkında konuşmasına izin ver; tarih, kendi halkının kanını ve mukaddesatını ticarete döken o hain işbirlikçilere acımayacak…

    Ey büyük lider, Allah’ın gözetimi ve himayesinde rahat uyu. Bir siyonist İsrail askerini yaralayarak şehit oldun, belki daha önce birçoğunu da öldürdün, kim bilir?
    Ey kahraman, kılıcını düşmanına ve Allah’ın düşmanlarına doğru çekerek öldün. Şehadeti arzuladın ve Allah seni dilediği gibi şehadete ulaştırdı.

    Ey büyük lider, kadınlar senin gibisini doğuramaz oldu. Bırak o korkak işbirlikçiler sıranın kendilerine gelmesini beklesinler; sıra onlara da gelecek. Ama, sadık bir şehidin ölümü ile halkını satan bir hainin ölümü arasında bariz fark vardır. Hain, halkını ve vatanını sattığı kişilerin elinde can vererek rezil ve utanç verici bir ölümle ölür. Yazıklar olsun böylelerine…

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    28.10.2024 OF

    Cihad Arkadaşının Gözü İle Yahya Sinvar:👇

    القائد العظيم يحي السنوار عملاق مجاهدي العالم الإسلامي في القرن الواحد والعشرين
    منصور شاهر سلام
    لستُ أدري حقا أيها السنوار من أين جاءتك هذه الجرأة في زمن الجبناء، لستُ أدري أيها السنوار من أين جاءتك هذه البطولة في زمن العجز والخذلان والاستسلام…
    أَلَم تُسجن 22 عاما في سجون الاحتلال، وتحملت عناء السجن والعذاب والآلام، ومع ذلك وثبتَ من السجن كما تثب الأسود، وزأرتَ كما تزؤر الأسود، وحملتَ سيفك من جديد بعد 22 عاما من العذاب داخل سجون الاحتلال، لعمري إنها بطولة لا تضاهى ولا تقارن …..
    وأوصلتَ رسالة موجعة للعدو الإسرائيلي يوم السابع من أكتوبر لم يسبقك بها أحد …
    لقد جعلتَ ناتنياهو يتخبط تلك اليوم كالذي يتخبطه الشيطان من المس، لقد فقد صوابه ،وأصبح يرتعد خوفا وجبنا كالنعامة، وكاد أن يسقط من الإعياء، ولم يتنفس الصعداء إلا عندما أنقذه ذلك العجوز المعتوه بايدن…
    أيها السنوار لقد فعلت أفعالا عظيمة لم يستطع أن يفعلها 2 مليار مسلم في هذا القرن وفي هذا الزمن…
    عجبا أيها السنوار من أين جاءتك هذه الشجاعة وهذه الحكمة، وأنت تعيش في عالم من المسلمين خلت منهم كل معالم الشجاعة والحكمة…
    أيها البطل السنوار ،وكأني بكَ أراك تعيش في زمن الخلفاء وأبطال المسلمين لا زمن اليوم زمن الخانعين المستسلمين…..
    كأني بكَ أراك تعيش مع ابن الوليد، وطارق بن زياد ،والقعقاع، وصلاح الدين وقطز، وغيرهم من أولئك الأبطال الشجعان الأفذاذ…
    نم أيها السنوار .. نم نومة الرجال الصادقين الصالحين الذين عاهدوا الله على حماية الدين والمقدسات..
    نم أيها السنوار .. فإثنان مليار مسلم يحسدونك اليوم على هذه الموتة البطولية المشرفة في ميادين الشرف والعزة والكرامة والبطولة، ويتمنون أن يموتوا هذه الموتة ولكنهم جبناء وعاجزون..
    نم أيها السنوار نومة الشجعان ودع التاريخ يتحدث عن الشجاع والجبان، عن الأمين والوفي، عن الصادق والكاذب، عن الخائن والعميل، فالتاريخ لن يرحم أولئك العملاء الخونة والمرتزقة المتاجرين بدماء بني جلدتهم وبالمقدسات والدين……
    نم أيها القائد العظيم، وعين الله تحرسك وترعاك، لقد استشهدت بعد أن جرحت جنديا إسرائيليا، وربما قتلتَ الكثير منهم قبل ذلك فمن يدري ،لقد مت أيها البطل، وأنت شاهر سيفك في وجه عدوك وأعداء الله، وفي وجه المحتل، لقد طلبتَ الشهادة فوفقك الله للشهادة بإذنه ،
    نم أيها القائد العظيم فقد عجزت النساء أن يلدنَ مثلك، ودع العملاء الجبناء ينتظرون دورهم فالدور عليهم قادم، ولكن هناك فرق بين موتة شهيد صادق وبين موتة عميل خائن باع شعبه ليلقى حتفه ممن باع عليهم شعبه ووطنه، ليمت موتة الخزي والعار فتبا لمثل هؤلاء…

    Bir Resmin Binlere Bedel Anlamı..!

    ✍️ Siyon Protokolleri Kitabında:

    • Bu kitap 1903 yılında sızdırılmıştır.
    On yedinci paragrafında şöyle deniyor:

    “Dünyayı spor karşılaşmalarının çılgınlığına boğacağız ki milletlerin ve halkların büyük meselelere dair hiçbir meşgalesi kalmasın. Böylece, düşük ve basit seviyelere inerler, boş şeylere ilgi duymaya alışırlar ve hayatın büyük hedeflerini unutur hale gelirler… Bugün olan da budur.”

    Siyon Bilgelerinin Protokollerinde (s. 241, On Üçüncü Protokol):

    “Kitlelerin, arkalarında ve önlerinde ne olduğunu ya da kendileri için neyin planlandığını bilmez bir halde kalması için, zihinlerini eğlence, hoş vakit geçirme, mizahi oyunlar, her türlü spor, zevk ve arzularını doyuracak meşgaleler ile oyalamaya çalışacağız. Ardından, süslü saraylar ve gösterişli binaları çoğaltacağız. Gazeteler, her çeşit sanat ve sportif müsabakalara yönlendirecek şekilde yazıp teşvik edecek; böylece insanların zihinleri bunlara yönelecek ve bizim hazırladığımız asıl hedeflerden uzaklaşacak, biz de onları istediğimiz istikamete sürükleyeceğiz.”

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    28.10.2024 OF

    صورة بألف معنى…..!
    ✍️-في كتاب بروتوكولات حكماءصهيون:
    -هذاالكتاب تم تسريبه عام1903
    -الفقرةالسابعةعشر تقول:
    -إنناسنُغرق العالم في جنون المباريات الرياضيةحتى لايصبح للأمم ولاللشعوب إشتغال بالأشياءالعظيمةبل ينزلون إلى مستويات هابطةويتعودون على الإهتمام بالأشياءالفارغة
    وينسون الأهداف العظيمةفي الحياة….وهذامايحدث اليوم
    وجاءفي”بروتوكولات حكماء صهيون “
    (ص241:في البروتوكول الثالث عشر):
    “ولكي تبقى الجماهيرفي ضلال لاتدري ماوراءهاوماأمامها،
    ولامايرادبها
    فإنناسنعمل على زيادةصرف أذهانهابإنشاءوسائل المباهج، والمسليات،والألعاب الفكاهيةوضروب أشكال الرياضة،
    واللهوومابه الغذاءلملذاتهاوشهواتهاوالإكثارمن القصورالمزوقة والمباني المزركشةثم نجعل الصحف تدعوإلى مباريات فنية رياضيةمن كل جنس فتتوجه أذهانهاإلى هذه الأمور،
    وتنصرف عماهيأناه فنمضي به إلى حيث نريد”.

    TC Faşist mi, Demokrat mı?

    Faşist Cumhuriyet ile Demokratik Cumhuriyet Arasındaki Farklar

    Her 29 Ekim Cumhuriyet kutlamasında koca koca adamlar, siyasi liderler, akademisyen ve yazarlar, hiç utanmadan faşizm güzellemesi yaparlar.
    Demokrasiyi ayaklar altına alıp din ve vicdan özgürlüğünü hiç hatıra getirmeden CHP’nin faşist ilkelerini halkımızın kafasına çakmaya devam ederler.
    Yönetimi eline geçirdikten sonra askeri darbeler ile halkımızı adeta koyun sürüsünü yönetir gibi aşağılayarak güden bu insanlara bir kaç sözüm olacak.
    Umulur ki; çocuklara anlatır gibi izah etmeye çalıştığım bu fikirlerden ders alınsın.
    Öncelikle şunu bilmeliyiz ki cumhurun yani halkın yönetimi olan cumhuriyetin en önemli özelliği özgurluklerdir.
    Cumhuriyet adını vererek katı ve acımasız bir tek parti diktatörlüğünü övmek; aklı, bilimi ve vicdanı ortadan kaldırmaktır.
    Tören ve merasimlerde söylenen faşist söz ve nutuklar kişileri bağlar ve ebediyete kadar bu insanları mes’ul eder.
    Şu gercegi biz de faşistlerin kafasına çakalim:
    Osmanlı Devleti 1876’da Kanunu Esasi yani anayasayı ilan ederek çok partili bir siyasi hayata adım atmıştır.
    Ne yazık ki defalarca özgürlük ve demokrasi karşıtı güçler tarafından müdahaleler yaşanmış ve sonunda 1946 yılına kadar tek partili faşist bir yönetim iktidarda kalmıştır.
    Çok partili hayat demek muhalefet ve farklı düşünceyi ön plana çıkarır. Bu nedenle ülkeyi demir yumrukla yöneten tek partili iktidarları eleştirerek bu düşüncede olanlara haddini bildirme yükümlülüğümüz vardır.
    İşte bilerek halkımızı aldatan bu cahil ve cühela takımına bir ders niteliğinde olacak hürriyet ve özgürlük tarihini güzelce izah etmeye çalışalim:
    Cumhuriyet kavramı monarşi olarak ifade edilen krallık, padişahlık, emirlik gibi babadan oğula geçen yönetimler yerine kullanılan bir sistemdir. Cumhuriyetlerde hürriyet ve özgürlük ön planda olmayıp en önemli özelliği yüzyıllarca devam eden saltanatın kaldırılarak asilzade olmayan kişilerin devleti yönetmesidir. Özgürlükçü olabildiği gibi krallıklardan daha fena uygulamaları da olmuştur.
    Kasıtlı olarak saltanat ile cumhuriyet kavramları hürriyet ve özgürlük ile karıştırılmaktadır. Sanki krallıklar baskıcı, cumhuriyetler ise özgürlükçüymüş gibi insanlar aldatılmışlardır. Bugün İngiltere, Japonya, Norveç, Hollanda, İspanya ve daha birçok krallık, özgürlüklerin yaşandığı ülkeler olduğu gibi birçok krallık, baskı yöntemlerini benimsemiş ve hala da uygulamaktadır.
    Keza faşist cumhuriyetler de bulunmakta hatta bunların bazıları krallıklardan daha ağır baskı rejimleri ile yönetilmektedir. Sovyet Cumhuriyetleri ve sonrasındaki Rusya, Arjantin, Şili, İran, Suriye ve daha birçok ülke “cumhur” yani halkın yönetimde olduğu ifade edilse de gerçek hayatta durum tam tersinedir. İktidarı ele geçiren bir kısım asker veya faşist, halka nefes aldırmayacak kadar sert ve acımasız baskı yönetimleri uygulamaktadırlar.
    Faşizm, sistematik olarak Fransız devrimi ile birlikte özellikle Napolyon döneminde ortaya çıkmıştır. Daha önceki monark yönetimlerden farklı olarak bir kişinin veya bir grubun toplumu sert yöntemlerle adeta hayvan gibi gütmesi esas alınmıştır. Şahısların hukuku nazara alınmaz temel esas devlettir.
    Yöneticiler bir grup ise oligarşik yapı tek bir kişi ise diktatörlük temel noktadır. Diktatörün talimatları kutsal metin gibidir. Karşı gelenlere yaşam hakkı verilmez. En sert cezalarla terbiye edilirler. Genellikle bu diktatörlerin kullandıkları cezalandırma sistemi idamdır.
    Osmanlı Devleti, hiç mecbur olmadığı halde Batıya meftun yöneticiler eliyle bu insan onur ve şerefine aykırı baskıcı sistemi “İttihat ve Terakki” döneminde uygulamıştır. Çeşitli askeri darbelerle Padişahı adeta bir kuklaya çeviren İttihatçılar, ülkeyi bir felaketten diğer bir felaketin içine atmışlardır.
    Fransa’da yaşanan tecrübelerden sonra İtalya’da otoriter devlet üzerine kurulu radikal milliyetçi siyasi ideoloji, daha da güç kazanmıştır. Faşist ilke ve öğretiler, “Faşizm Doktrini” adı altında Giovanni Gentile tarafından yazılarak İtalya’da Ulusal Faşist Parti kurulmuştur.
    Türkiye’de ise Halk Fırkasının iktidara gelmesinin ardından, faşizm; birçok milliyetçi ideolojiye örnek olmuştur. Bu sistemi örnek alarak doğan nasyonal sosyalizm, başta Almanya’da iyice güçlenerek birkaç sene içerisinde dünyayı kan gölüne çevirmiştir. 2. Dünya Savaşı esnasında çoğu sivil 50 milyon insanın öldüğü tahmin edilmektedir.
    Milliyetçi işçi hareketlerinden ilham alan ilk faşist hareketler, İtalya’da 1. Dünya savaşı esnasında sol fikirleri, sağcı ve ırkçı unsurlarla birleştirerek; komünizm başta olmak üzere bütün ideolojilere savaş açmıştır. Aslında komünizm de baskıcı ve otoriter bir yönetim olup kan ile beslenen acımasız yönetimlerden sadece bir tanesidir.
    Türkiye’de ise Yunan zaferinin ardından iktidarı eline geçiren Sabetaycı Dönmeler, önce zaten kukla olan Padişahı ortadan kaldırmışlar. Bunu yeterli görmeyerek 1300 yıl devam eden “Halifelik Kurumu’nu” da yok etmişlerdir. Başsız kalan İslam toplumları batılı sömürge devletlerinin esiri haline dönüşmüştür.
    Faşistler ülkelerini, kendi uluslarının kitlesel seferberliğini teşvik eden totaliter bir devlet yoluyla bütünleştirmeyi amaçlamışlardır. Faşist ideolojiye uygun ilkelerle birlikte ırkçılığı temel alıp devrimci siyasal harekete önayak olmuşlardır. Bunun için öncelikle bir partiye sahip olmayla işe başlayıp parti sayesinde bütün ülkede örgütlenmişlerdir.
    Liberalizme, demokrasiye, marksist sosyalizme ve komünizme muhalif faşist hareketler; devlete ihtiram, güçlü bir lidere bağlılık ve aşırı milliyetçilik ile militarizme verilen önem gibi ortak özelliklere sahiptir. Faşizm, siyasal şiddeti, savaşı ve emperyalizmi; ulusal uyanışa ulaşmak için bir araç olarak görmektedir. Güçlü ulusların, daha güçsüz ulusların yerine geçerek topraklarını genişletmeye hakkı olduğunu ileri sürmekle birlikte Türkiye’de içe kapalı bir rejim kurulması ile dünya üzerindeki diğer faşist devletlerden ayrı bir uygulama görülmektedir.
    İtalyan lider Mussolini ve M.Kamâl, 1920’lerde iktidara gelmelerinin hemen ardından, ortaya koydukları yönetim sistemini resmi ideoloji olarak yürütmüşlerdir. Kamalizm bu resmi ideolojilerden sadece bir tanesidir. Kısa süre içerisinde genel anlamıyla baskıcı, otoriter rejim anlayışını gösteren bu anti-demokratik, askeri otoriter ideoloji ve yönetim sistemine kısaca faşizm denilmektedir.
    Kavramın kökeni Antik Roma yöneticilerinin geniş hükümet yetkisini sembolize eden ucunda balta bulunan bir çubuk demetinin adı olan Latince “fasces” sözcüğünden ileri gelir. Aynı simge daha sonraları “İhtilali Kebir” denilen Fransız Devriminde halkın elindeki devlet gücünü temsil etmek üzere kullanılmıştır. Söz konusu sembol birtakım değişikliklerle 1926 yılından itibaren İtalya’nın ve Türkiye’nin sembolü olarak kullanılmıştır. Türkiye’de savaşçı yönü ön plana çıkaran “Altı Ok” tercih edilmiştir. Bu sembol dahi Türkiye’nin faşizme olan katkısını ortaya koymaktadır. Almanya’dan yıllar önce Türk faşistleri tarihe geçmiş ortaya koydukları zulüm ve vahşetle, tarihteki yerlerini almıştır.
    Semboller anlam olarak; cumhuriyetçilik, devletçilik, ırkçılıktır. Faşist liderler propagandalarında bu ilkeleri kullanmakla birlikte, vazgeçilmez ve asla değiştirilemez (hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemez) olduğunu anayasalara geçirmişlerdir. Bu konuda Türkiye Anayasası bütün faşist rejimlerden açık ara ayrılarak en uç örnek olarak hala benimsenmekte ve uygulanmaktadır.
    Aşırı ırkçı ve dini mukaddeslere düşman bu hareketin İtalya ve Türkiye dışında “faşist” olarak nitelenmesinin üçüncü örneği Avusturya’da görülmüştür. Avusturyalı anti-komünist aşırı milliyetçilerin ideolojisi “Austrofaschismus-Avusturya Faşizmi” olarak isimlendirilmiştir. Aynı zamanda, Almanya’da komünistler, nasyonal sosyalistleri kendi propagandaları gereğince “faschisten-faşistler” olarak isimlendirmişlerdi.
    Bir rejimin faşist olarak nitelendirilebilmesi için, o rejimin ideolojisinin ırkçı olması ve milletin varlık ve çıkarlarını her şeyin üstünde tutması gerekir. Bu yönüyle halkçılığı da içermeli ve sadece zenginlerin veya işçilerin değil, milletin bütün fertlerinin refahını sağlamayı hedeflemelidir. Bu hedefe ulaşmak için ise ekonomi üzerinde sıkı bir devlet kontrolü uygulamak, işçi ücretlerinin yeterli olmasını sağlamak, keyfi işten çıkarmaları önlemek, hayat pahalılığının önüne geçmek için fiyat kontrolü uygulamak gibi önlemler uygulamak faşizmin politikalarındandır.
    Faşizm, sınıflar arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmayı da öngörür. Bu yönde devlet eliyle sendikalar kurulur ve işçi ile işveren arasında anlaşma sağlanır. Toplumdaki yoksul ve orta sınıfın ihtiyaçları devlet tarafından karşılanır; örneğin Almanya’da çıkan toprak yasasıyla köylülerin topraklarının ipotek yoluyla ellerinden alınmasının önüne geçilmiş ve fırsatçı sermayenin köylüyü sömürmesi engellenmek istenmiştir. Bu konuda Türkiye’de benzer uygulamak yapılmak istenmişse de halk fakirleşmiş ülke kalkınmak bir yana bulunduğu noktadan geriye düşmüştür. Sanayileşme yerine ideolojinin öne çıkarılması ve “istiklal mahkemeleri” gibi sert önlemler ile binlerce insan idam edilmiştir. Haliyle bu durum yöneticilerin halktan kopmasına yol açmıştır.
    Almanya’da uygulanan nasyonal sosyalizmde ırkçılık, Türkiye gibi ön plana çıkmıştır. Milliyetçi veya ırkçı fikirlerin benimsenmesi ülkelere göre değişmektedir; örneğin İtalyan faşizminde “İtalyan vatandaşlığı” kavramı ön plandayken, Alman nasyonal sosyalizminde ise “Alman kanı taşıma” düşüncesi ön plandadır. Türkiye’de de Alman benzeri kafatasçılık örneklerinde olduğu gibi aşırı bir ırkçılık ortaya çıkmıştır. Brakisefal-Dolikosefal kafatası yapısına düşecek kadar işi çığırından çıkaran kafatasçıları vardır. “Muhtaç olduğun kuvvet damarlarındaki asil kanda mevcuttur” veya “Bir Türk dünyaya bedeldir” gibi aşırı mübalağalı söylemler hala okullarda okutulmaktadır. 12 Eylül 1980 faşist darbesinin lideri Kenan Evren’in halk huzurunda söylediği gibi bu ilkeler gençlerin kafasına çakılmak zorundadır.
    Mussolini’nin doktrininde vatandaşlık kavramı vurgulanırken, Kamalizm ve Hitler’in doktrininde ise kan bağı vurgulanmaktadır. Kısaca İtalyan faşizmi milliyetçidir, Türk-Alman nasyonal sosyalizmi ise ırkçıdır.
    Faşist yönetimlerin başa geçmesi; Türkiye’de padişahlık ve halifeliğin kaldırılması ile, Almanya’da demokrasiyle, İtalya’da hükümdarı tehdit etmekle (Roma Yürüyüşü), İspanya’da ise iç savaşın kazanılmasıyla gerçekleşmiştir. Tarihe baskıcı rejimler olarak geçen bu yönetimler, ilk yıllarda mevcut oldukları ülke halkının çoğu tarafından desteklenmiştir. 1922’de Mussolini, İtalya Kralı tarafından başbakan olarak atanmış, 1923’te M.Kamâl, Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Hitler, Ocak 1933’te Almanya Cumhurbaşkanı tarafından şansölye (başbakan) olarak görevlendirilmiş Mart 1933’te yapılan seçimlerin sonucunda iktidarda kalmıştır.
    Faşist yönetimlerin başta bulunduğu Almanya ve İtalya’da ekonomik, siyasi, askeri, sanatsal, kültürel alanlarda ilerlemeler kaydedilmiş olmakla beraber 2. Dünya Savaşı sonunda bunlar yok olmuş ve faşist yönetimler devrilmiştir. Türkiye’de ise savaş yıllarında İsmet İnönü, Sovyetler Birliğindeki marksist yönetimi benimsemiş olmakla birlikte, Stalin’in Boğazlar ve Kars-Ardahan gibi toprak talepleri nedeni ile Batı demokrasileri ile ilişkiler kurulmak zorunda kalmıştır. Nitekim 1946 yılında ilk defa çok partili seçim; hileli olsa da yine yapılabilmiştir.
    İşte Almanya, İtalya ve İspanya’yı ele geçirerek bütün dünyaya devletçilik, ırkçılık ve otoriter cumhuriyetçilik ile faşistlere ilham kaynağı olan en önemli liderlerden bir tanesi M.Kamâl’dir. Bunu dile getirmek ise ne utanç vericidir ki hala bir cesaret örneğidir. Ne ilginçtir ki faşizm bütün dünya üzerinde yıkılmış ve olumsuz bir geçmiş ile damgalanırken Türkiye’de devletin resmi ideolojisi olarak hala uygulanma imkânı bulmuştur. İşte bu yüzden anayasamızın değişmesi ve kula kulluk yöntemi olan faşizmden bir an önce kurtulmalıyız; vesselam…

    Vehbi Kara / Emekli Deniz Subayı

    Sahte Milliyetçi mi, Sahtekar Milliyetçi mi?

    ÖLÜRKEN ALLAH’A KÜFREDEN, TÜRK OLMAYAN TÜRKÇÜ ZİYA GÖKALP KİMDİR?

    Yaklaşık bir buçuk asırdır milletimize, aslan postu giydirilmiş kuzular, büyük önder, büyük mütefekkir, büyük siyasetçi ve devlet adamı olarak tanıtıldılar…
    Bunları büyük bilip aldanan milletimizin aslanca duruşu ve mücadeleleri de tesirsiz, sonuçsuz bırakıldı…
    İşte son asırda ülkemizdeki vatanseverlere, milliyetçilere, dindarlara, bir ülküsü olanlara çok büyük bir aslan gibi sunulan Ziya Gökalp de aslında bu kuzulardan biriydi..
    Bakın gerçekte bize tanıtılanın aksine nasıl bir Ziya Gökalp yaşadı;
    Ziya Gökalp Fransız Hastanesine yatırıldığında bitkin bir vaziyetteydi. Yataktan kımıldayamıyordu. Gökalp’ın hastalığı ağırlaştıkça asabiliği de artıyordu. En ufak bir hadiseye öfkeleniyor, bağırıp çağırıyordu. Öldüğü gece de başını duvardan duvara çarpmıştı.
    Ziya Gökalp’ın öldüğü geceyi Necip Fazıl şu şekilde naklediyor;
    Ziya Gökalp’ın Allah’ a karşı tavrına ait bir müşahede (gözlem)…
    Tarihin ve kimsenin bilmediği bir hadise… Benim kırk yıllık bir hatıram…
    Bundan kırk küsur yıl önce, Abdülhak Hamid’in evinde bir hanımefendiyle tanıştım. Bu hanımefendi, ömrü Avrupa’da geçmiş, ne Ziya Gökalp’ı tanıyan, ne Türkiye’yi, Türk Edebiyatını bilen, züppe, Avrupalılaşmış bir kimse… Kimsenin kastla, ne lehinde olabilir, ne aleyhinde..
    Ben Abdülhak Hamit’e, Ziya Gökalp’ın dinsizliğinden bahsederken birden doğruldu ve aynen şunları söyledi… 👇
    “İstanbul’a gelişlerimden birinde hastalandım ve Fransız hastanesine yattım. Bitişiğimdeki odadan garip sesler geliyordu.Kim olduğunu, bu sesleri çıkaran hastanın kim ve ne olduğunu sordum. Meşhur Ziya Gökalp, dediler. Mebusmuş (milletvekili). Profesörmüş…ismini bile yeni duyuyordum. Öldüğü gece, başını duvarlara çarparak, SABAHA KADAR ALLAH’A EN GALİZ (AĞIR) KELİMELERLE SÖVDÜ… O kadar fena oldum ki bu hal karşısında odamdan çıkıp başka bir yere sığındım. Öğrendiğime göre Allah’a inanmazmış…”

    Hem Allah’a inanma Hem ona söv!
    Duyulmamış görülmemiş şey…

    (Necip Fazıl, Sahte Kahramanlar, Sayfa:74–75)

    Netanyahu İtinin Eceli mi Yaklaştı?

    Sonu Yaklaşınca, Netanyahu Allah’a Meydan Okuyor.

    İşlediğimiz tüm günahlar bir kefede, Allah’a karşı edepsizlik ise diğer kefede! Allah, günahkâra mühlet verir, öyle ki insanlar bazen Allah’ın günahkârlara olan sabrına şaşırırlar. Ama Allah’a karşı edepsizlik eden birinin kurtulduğunu hiç duymadım!

    Nemrut’tan Firavun’a, Karun’dan Âd Kavmi’ne, Semud’a ve Lut Kavmi’ne kadar; bu, Allah’ın yaratıkları üzerindeki sünnetidir. Hiç kimse Allah’a karşı edepsizlik etmemiştir ki, Allah da ona kudretinin tecellisini göstermesin!

    Dün Netanyahu tuhaf bir açıklama yaptı ve dedi ki: “Allah bile onlarla olsa, yine de onları yeneceğiz!”
    İşte bu, Allah’ın insanlara olan sabrının son bulduğu sınırdır!
    Şükürler olsun ki, zorba olanları mülkünde kendisine meydan okuduklarında ve kudretinde savaş açtıklarında paramparça eden Allah’tır. O halde bekleyin, zira tarihte ibretlik emsalleri vardır!

    1. Titanic, Nuh Aleyhisselam’ın gemisinden sonra tarihin en ünlü ikinci gemisidir! Yapıldığı gün mühendislik harikası ve denizcilik alanında insanlık için büyük bir gelişmeydi! Uzunluğu 269 metre, genişliği 200 metre, derinliği 18 metreydi. 2435 yolcu ve 885 kişilik mürettebatı taşıyabiliyordu. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin dediği gibi, “Dağlar gibi dalgalar arasında yol alıyordu!” Ve tarihin en ünlü ikinci gemisi ilk seferinde battı! Titanic’i suya indirdiklerinde, basın bu olayı haber yapmak için toplandı. Bir gazeteci geminin sahibi Thomas Andrews’a geminin gücü ve güvenliği hakkında bir soru sordu. Andrews, “Bu gemi batmaz, Tanrı bile onu batıramaz!” dedi. Ve çok geçmeden Thomas Andrews, Allah’ın bunu yapabileceğini öğrendi!

    2. Brezilya Devlet Başkanı Tancredo Neves, seçim kampanyasında, “500.000 oy alırsam, Tanrı bile beni başkanlık koltuğundan indiremez!” dedi. Oyları aldı, ancak yemin töreninden bir gün önce bulaşıcı bir hastalığa yakalandı ve bir ay sonra öldü; başkanlık koltuğuna bir gün bile oturamadı!

    Adham Şarkavi

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    24.10.2024 Üsküdar

    اقتربتِ النِّهاية نتنياهو يتحدَّى الله

    كل المعاصي التي نرتكبها نحن البشر في كفة، وقلة الأدب مع الله في كفة! إنَّ الله سبحانه يمهل العاصي، لدرجة أنَّ الناس يستغربون أحياناً من حلم الله تعالى على العصاة، ولكني لم أسمع يوماً بقليل أدب مع الله نجا!
    من النمرود، إلى فرعون، مروراً بقارون، قريباً من عاد، حول ثمود، وما قوم لوطٍ ببعيد، هي سُنة الله في خلقه، ما قلل أحد أدبه مع الله إلا وجعل الناس يرون فيه عجائب قدرته!

    البارحة خرجَ نتنياهو بتصريحٍ عجيب، قال فيه: حتى لو كان الله معهم فسنهزمهم!
    وهذا هو الحدُّ الذي ينتهي عنده حِلمُ الله على النَّاس!
    فالحمدُ للهِ الذي يقسِمُ الجبارين إذا ما تحدُّوه في ملكه، وبارزوه في قدرته، فانتظروا، فإنَّ في التَّاريخ عبرة!

    1.سفينة التايتانيك ثاني أشهر سفينة في التاريخ بعد سفينة نوح عليه السّلام !
    كانتْ يوم بنائها معجزة هندسية، وفتحاً بشرياً في مجال الملاحة البحرية !
    كان طولها 269 متراً، وعرضها 200 متر، وعمقها 18 متراً، تتسعُ لـ 2435 راكباً، بالإضافة إلى طاقمها المكون من 885 فرداً !
    أشهر سفينة في التاريخ «وهي تجري بهم في موجٍ كالجبال» كما يقول ربنا في محكم التنزيل !
    وثاني أشهر سفينة في التاريخ غرقتْ في أول رحلة لها في البحر !
    عندما أنزلوا سفينة التايتانيك إلى الماء أول مرة، احتشدت الصحافة لتغطي هذا الحدث، سأل صحفي مالك السفينة «توماس أندروز» عن قوة وأمان هذا السفينة، فقال له: هذه السفينة غير قابلة للغرق، حتى الله نفسه لا يستطيع إغراقها !
    ثم إنه لم يطل الأمر كثيراً حتى عرف توماس أندروز أن الله يستطيع !

    2.رئيس البرازيل «تانكريدو نيفاس» قال في حملته الانتخابية إذا حصلتُ على خمسمئة ألف صوت حتى الله لن يستطيع إزاحتي عن كرسي الرئاسة !
    حصل على الأصوات، وقبل تنصيبه بيوم أصيب بمرضٍ معدٍ، ومات بعد شهر ولم يجلس يوماً واحداً على كرسي الرئاسة !

    أدهم شرقاوي

    “Siyonist Selefilik” ..

    Siyonistleşmiş Selefi’ler ve Hişam el-Beyli

    Siyonist Selefilik

    Bildiğiniz gibi, çağdaş Selefilik anlayışını tek bir Selefilik anlayışı ile ifade etmek mümkün değildir. Bu yüzden her zaman şunu söylerim: Çağdaş Selefiliği tek bir tarif ve hükümle ifade ederek genelleme yapmak büyük bir hata olur. Çünkü Selefi ilmi akım, cihadi Selefilik, Selefi eğilimli Müslüman Kardeşler, Müslüman Kardeş Selefiliği, Medhali Selefilik, Camiyye Selefiliği ve güvenlik Selefiliği gibi birçok çeşitleri vardır. Bu çeşitlilik, bakış açısında ve yargılarda adalet ve hakkaniyeti zorunlu kılıyor. (1)

    Ancak bir süredir ortaya çıkan ve son dönemlerdeki gelişmelerle daha belirgin hale gelen yeni bir Selefilik türü var ki, bunu “Siyonist Selefilik” olarak adlandırabilirim. Bu çeşit selefilik, özellikle Mısır ve Suudi Arabistan’da, sakallı ve cübbeli “şeyhleri” kapsar. Tüm konuşmaları (Filistin ve Gazze’deki) direnişe saldırı üzerine kurulmuş olup, onları zayıf düşürmek ve morallerini bozmak için uğraşırlar; hatta onlara karşıdırlar. Direnişi, bir Müslümana yakışmayacak sıfatlarla vasfeder, yaptıkları işleri küçümser, direnişçiler şehit olduğunda ise sevinç gösterisi yaparak onları alaya alırlar; bazen de helva dağıtırlar. Tüm bu alçakça davranışlar, sadece aşağılık bir karakterden, kötü bir ahlaktan ve pis bir ruhtan kaynaklanır. İşte, bu Selefilik çeşidine artık “Siyonist Selefilik” demeliyiz. Selefilik gibi yüce bir kelimeyi böyle vasıflarla yan yana kullanmak beni rahatsız etse de, ilim ve amel ile hemhal olan güvenilir mücahitler anlamında kullanılan bu onurlu terimi kirleten mevcut duruma karşı ne yapabiliriz ki?

    Dr. Vasfi Aşur Ebu Zeyd

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    23.10.2024 Üsküdar

    Mütercimin Notu: 👇
    Dini, fikri, idari ve politik hayatımızı, ittihatçılar vasıtasıyla etkileyip yönlendirmekte uzman olan siyonist İngilizler, İslam dünyası olarak isimlendirilen Müslüman topluluklar içerisinde oluşan dini, fikri ve politik hizipleri, meşrepleri, ya içlerine sızarak yahut yeni hizipler oluşturarak veya bölüp yeni oluşan filizleri destekleyip besleyerek kullanmaya çalışırlar.

    Çağdaş Selefilik ceryanının zeminini C.Afgani (1838 – 1897) ve M.Abduh (1849 – 1905) ile oluşturan İngilizler, Vehhabilik vb hareketlerin de hamisi ve besleyenidirler. Selefilikle Vehhabiliği birbirine karıştırmamak için aşağıda linkini verdiğim yazışmalarımızı okumanızı tavsiye ederim. (Her Vehhabi selefidir fakat her selefi vehhabi değildir.)

    Günümüzdeki Al Kaide, İŞİD ve Koko Haram gibi dini görünümlü örgütleri yetiştirip besleyen de aynı siyonist güç odaklarıdır. Bu kaynaklar sadece dini görünümlü hizip ve meşrepleri oluşturup kullanmakla iktifa etmez, İdari ve politik hareketlerin de içine sızarak veya etki ajanları vasıtası ile etkileyip yönlendirerek kullanmaktan da geri durmazlar. Bu baptan olmak üzere İttihatçılık hareketinin Kamalizme evrilişini, M.Kamal’in ölümünden sonra değişik Kamalist anlayışların ortaya çıkışını, Partilerin bölünmesi ve birbiri aleyhinde faaliyet göstermelerini dikkatle inceleyenler, bu güç odaklarının etkisini, yönlendirmesini görüp anlamakta zorlanmayacaklardır.

    Günümüzde, proje ilahiyatçı şovmenlerin, FETÖ ve KETÖ örgütünün, kavga eden tarikat varislerinin, Kamalist tacirlerin, politik bölünme ve kavgalarının etkenleri arasında bu güç odaklarının faaliyet ve gayretlerini görebilirsiniz.

    Selefilikten “Siyonist Selefilik” üretmeyi becerenler, FETÖ’cü ve KETÖ’cülerden de “Siyonist FETÖ’cü” ve “Siyonist KETÖ’cü” üretip yetiştirirlerse şaşmayın.

    “Müslüman Kamalistler” partisi şu anda dikkat çekebilecek seviyeye ulaşmamış olabilir ama
    Kamalist Tarikatçı” sinyalleri dikkat çekmeye başladı bile. Bana inanmayanlar İsmail Saymaz’ı takip edip ayrıntı öğrenebilirler.

    “Atatürkçü Müslüman”‘lara temas etmediniz deyip beni mayınlı alana girmeye zorlamayın; onu da siz araştırın; diyerek notumu noktalıyorum.

    (1) Selefilik Konusunda Daha Fazla Bilgi Edinmek İçin Bilgi Linki Vereyim: 👇
    https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Selefilik

    Vehhabilik konusunda ise şu yazışmamızı okumanızı tavsiye ederim:👇
    https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/cok-yazmak-mi-cok-okumak-mi-yoksa-yasayarak-tecrube-etmek-mi/

    ☝️هشام البيلي من السلفية المتصهينة

    السلفية المتصهينة

    تعلمون أن السلفية المعاصرة ليست سلفية واحدة، ومن هنا دائما أقول إن الحكم المطلق العام على السلفية المعاصرة بحكم واحد هو خطأ فادح؛ فهناك السلفية العلمية، وهناك السلفية المجاهدة، وهناك سلفيون إخوان، وإخوان سلفيون، وهناك السلفية المدخلية، وهناك السلفية الجامية، وهناك السلفية الأمنية، إلى غير ذلك من أنواع توجب الإنصاف والعدل في النظر والتعامل والحكم.

    لكن هناك سلفية جديدة ظهرت منذ فترة واتضح ظهورها الآن مع الطوفان، يمكن أن أسميها “السلفية المتصهينة”، تلك السلفية التي تضم “شيوخا” في بلادنا وبخاصة في مصر والسعودية، ذوي لحى وجلابيب، وكل حديثهم الهجوم على المقاومة، وتخذيلهم والإرجاف معهم بل ضدهم، ووصفهم بصفات لا يوصف بها مسلم، والتهوين مما يقومون به، والفرح عند استشهاد رجال المقاومة بإظهار الشماتة، وربما توزيع الحلوى، إلى غير ذلك من تصرفات خسيسة نذلة، لا تصدر إلا عن طبع دنيء وخلق رديء ونفس خبيثة، فهذه هي السلفية التي يجب أن نسميها من الآن بالسلفية المتصهينة، وإن كنت أشعر بحرج من وضع هذه الصفات بجوار لفظ السلفية، ذلك اللفظ الشريف الرفيع الذي لا يطلق إلا على العُدول الأثبات المجاهدين بالعلم والعمل سواء، ولكن ماذا نفعل أمام جناية الواقع على المصطلحات؟!

    د. وصفي عاشور أبو زيد

    Sudan’dan Haber Var ..

    ACİL
    Sudan deniz kuvvetleri, Kızıldeniz’deki Sudan adalarının tam kontrolünü ele geçirdiğini, milisleri bozguna uğrattığını ve Kızıldeniz’i ele geçirmek amacıyla Siyonist destekli Birleşik Arap Emirlikleri’nin inşa ettiği askeri üsleri ele geçirdiğini duyurdu.

    ACİL
    Sudan deniz kuvvetleri, Sudan adalarını geri aldığını, düzinelerce Birleşik Arap Emirlikleri askeri ve subayını esir aldığını, çok sayıda paralı askeri yakaladığını ve bu kişilerin Sudan halkına yönelik katliamlar gerçekleştirdikleri için adil bir askeri mahkemede yargılanacağını açıkladı.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    22.10.2024 Üsküdar

    Biliyorsunuz bu adalar içerisinde Türkiye’nin kiraladığı stratejik bir ada olan Sevakin Adası da var:👇
    https://www.aa.com.tr/tr/dunya/afrikanin-kapisi-sevakin-adasi/1015097
    Türkiye Sevakin Adasını 99 Yıllığına Kiraladı👇
    https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Sevakin#:~:text=Sudan’ın%20İngiliz%2DMısır%20idaresinden,yıllığına%20Türkiye’ye%20kiralanması%20kararlaştırıldı.

    Al Jazira, Dün Yukarıdaki Haberi Teyit Eden Arapça Ayrıntılı Bir Haber Yayınladı:👇https://www.aljazeera.net/amp/politics/2024/10/21/آخر-مواقع-السيطرة-العسكرية-بين-الجيش

    Bu Haberi Daha Doğru ve İyi Anlayıp Değerlendirmek İçin BAE’ni Tanımak Şart:👇

    عاجل
    القوات البحرية السودانية تعلن سيطرتها الكاملة على الجزر السودانية في البحر الأحمر ودحر المليشيا والاستيلاء على القواعد العسكرية التي بنتها الإمارات بدعم صهيوني للاستيلاء على البحر الأحمر.

    عاجل
    القوات البحرية السودانية تعلن عن إستعادة الجزر السودانية وأسر العشرات من الجنود والظباط الإماراتيين وعدد كبير من المرتزقة وسيتم محاكمتهم محاكمة عسكرية عادلة لأنهم ارتكبوا المجازر بحق الشعب السوداني.

    Sinvar ve Son Sahne ..

    “Sinvar ve Son Sahne ..”

    “Eğer kendi sonunu kendisi çizip belirleyebilseydi, şehid komutan Yahya es-Sinvar, kendisini böylesine ibretlik bir şekilde ölümsüzleştiremezdi; onu halkın ve tarihin hafızasında parlak bir yere sahip bir mücadele ve direniş simgesi haline getiren bir son oluşturamazdı.”

    Altmışını aşmış bir yaşlı, yıkılmış evin enkazları arasında bir kanepeye oturmuş, aldığı ölümcül yaralarla hayatının kalan nefeslerini alıp veriyor. Uzun saatler boyunca işgal ordusunun askerleri ve modern teçhizatlarıyla savaştıktan sonra, siyonist korkaklar bir insansız hava aracını binaya gönderir, o ise güçsüz başını çevirip bakar ve elindeki sopayı insansız hava aracına atar. Siyonistler o yere ancak tekrar bombaladıktan sonra girebilirler ve bu kahramanın bizzat Yahya es-Sinvar olduğunu, adını duyunca titredikleri adam olduğunu da bilmezler.

    Bu Sinvar’ın hayatındaki son sahne, hafızalarda eski direniş öykülerini ve bu sahneyle örtüşen coşkulu şiirleri canlandırdı. Vücut organları olarak çaresiz olduğu halde, elindeki son imkanla vurmaya devam ettiğini ve sopasını insansız hava aracına attığını gören, onun direniş ilkesini son nefesine kadar yaşatmaya çalıştığını fark eder. Tarihten, gözleri görmeyen şair Yahya bin Yusuf el-Ensari es-Sirsari’nin, Hülagu’nun ordusuyla Bağdat’a girdiğinde taşları hazırlayıp onlara attığı anı hatırlatır. Bir grubu taşlarıyla yaraladı ve onlar ona ulaştığında birini bastonuyla öldürdü, sonra kendisi öldürüldü. Bu, düşmanla mücadelede elinden gelen her şeyi yaparak Allah’a karşı mazeretini sunduğu bir andı.

    Kaderleri takdir eden Allah’a şükürler olsun, işte zamanımızda aynı ismi taşıyan bir başka kahraman: Yahya es-Sinvar; Ölümcül yaralarla kalkması engellenmişti ama insansız hava aracına sopasıyla vurdu. O an vuruşun faydasını sormadı, fakat özgürlükçü ruhlar her zaman mücadelelerine hizmet eden herhangi bir aracı sonuna kadar kullanırlar. Kanı akarken, vücudu parçalanmışken teslim bayrağını kaldırmadığını gören, direnişin simgesi Ömer Muhtar’ın düşmanına zincirler içinde söylediği şu ünlü sözü hatırlayabilir: ‘Biz teslim olmayız, ya kazanırız ya da ölürüz.’

    Kırılmış sağ eliyle kanı durdurmak için bastırırken, savaşa devam etmek için çabalıyordu. Belki de bu sahne, Filistinli şair Mahmud Derviş’in şu dizelerini hatırlatır: ‘Kolun düştü, onu yerden al… Düşmanına vur… Kaçış yok.’

    Sinvar’ın son sahnesi, işgalin ve onunla saf tutan normalleşme yanlılarının bütün iddialarını yıktı. İşte bu Sinvar, tünellerde saklandığı, adamlarını meydanlarda ölüme terk ettiği ve Gazze halkını açıkta ölüme bıraktığı iddia edilen kişi. İşte bu Sinvar, hayatını korumak için etrafını İsrailli esirlerle sardığı söylenen kişi. İşte bu Sinvar, kadın kıyafetleriyle halkın arasında saklandığı iddia edilen kişi. İşte bu Sinvar, Gazze’den güvenli bir çıkış yolu aradığı iddia edilen kişi. Sonu, beklenmedik bir şekilde, beyaz sayfasını arındırdı ve şerefli sonu, tek bir açıklama yapmadan bütün yanıltıcı hikayeleri yıktı. İşte Sinvar, ön saflarda savaşan, son ana kadar savaş kıyafetleriyle, yerin üstündeydi; yerin altında değil.

    Sinvar’ın hayatının son sahnesi bir askerin sızdırmasıyla ortaya çıktığında, işgal kendini bu durumu yönetmekte zor buldu. Sinvar’ın sonunu çarpıtmaya yönelik hiçbir girişimde bulunmadı. Bu sahne, Netanyahu’nun bu Filistinli kahramanın utanç verici bir sonunu uydurma kapısını kapattı. Bu, işgal için ölümcül bir darbe oldu çünkü sahne, Sinvar’ı ölümünde bile eşsiz bir kahraman yaptı ve ölümüne rağmen zafer siciline eklendi. Öyle ki bir İsrailli gazeteci, Sinvar’ın sonu hakkında, içinde bastırılmış bir öfkeyle şöyle yazdı: ‘Üzücü ama gerçek şu ki, ölümünde bile kazandı.’

    Bu sahne, içerde ve dışarda, doğuda ve batıda kitlelerin ve ünlülerin kalemlerini harekete geçirdi; bu eşsiz kahramanlığı kaydetmek için. Normalleşme kucaklarına düşenler ve Filistin direnişini dünyanın tüm felaketlerinden sorumlu tutanlar dışında ters yönde yazan kimse olmadı. Onlar bu konuda Siyonistlerden bile daha Siyonist oldular.

    Sinvar’ın son sahnesi, bu adamın şehadet aşkını tercüme etti ve taçlandırdı. Ölümden korkmadığını, sadece, direniş meydanlarında ölmek yerine, hastalıktan ya da bir araba kazasında ölmekten korktuğunu açıkça ifade eden kişi oydu. Sinvar, sokaklarda yürüyerek düşmana meydan okuyordu ve düşmanın onu hedef almasının onun için sunulabilecek en güzel hediye olduğunu söylüyordu. Sinnvar’ın yıkıntılar arasında bir kanepeye oturduğu son sahne, hafızalarda, enkazlar arasında benzer bir şekilde oturduğu başka bir sahneyi canlandırdı. Sanki bu adama düşmanlarına meydan okumak için bu oturuş yazılmış gibiydi. Sanki şöyle diyordu: ‘Biz hep burada olacağız, bu bizim tahtımız, yerimizi terk etmeyeceğiz.’ Ya da: ‘Yaralara ve enkazlara rağmen biz kazanacağız’

    Sinvar’ın hayatının son sahnesi, bizim neslimize ve gelecek nesillere direniş yolunun izzet, onur ve yücelik yolu olduğunu ilham edecek, yürüyenler kendi gözleriyle zafer işaretlerini göremeseler bile.

    Bu sözler Sinvar’ın şahsını yüceltmek için değil, sayfaları süslemek için yazılmış duygusal sözler de değil, ama bu mücadeleci adamın bir direnişçi, esir ve şehit olarak ömrünü geçirdiğini ve onun gibi kahramanların bu nesillerin rol modelleri olarak kabul edilmesi gerektiğinin bir kabulüdür. Atlı indi, günün birinde onların ihanetinden dolayı gözyaşı döktüğü bazı soydaşlarının oyunlarından kurtulup rahatladı. Onun, İran ve İsrail devleti lehine çalışmakla suçlanmasından da kurtuldu. Bu ümmetin kendi değerini, yerini, dostunu ve düşmanını tanımadığı bu zayıf haline duyduğu kalp sızısından da kurtulup rahatladı. Ebu İbrahim kurtulup rahatladı ve tarihe bu son sahneyi bıraktı. “Allah, mutlak hüküm sahibi ve işinde galip olandır, ama insanların çoğu bunu bilmezler.”
    İhsan al-Fakih

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    21.10.2024 Üsküdar

    السنوار واللقطة الأخيرة…

    لو كان بمقدوره أن يرسم لنفسه نهاية، لما استطاع القائد يحيى السنوار أن يصنعها لنفسه على هذا النحو، الذي جعل منه أيقونة في النضال والكفاح، تأخذ مكانها البرّاق في ذاكرة الناس والتاريخ.
    شيخٌ تجاوز الستين، يجلس بجراحه القاتلة على أريكة بين أنقاض البيت المُتهدّم، يأخذ نصيبه من الأنفاس المتبقية له في الحياة، بعدما خاض اشتباكا لساعات طويلة مع جيش الاحتلال بجنوده وآلياته، ثم يطلق الجبناء مسيّرة داخل المبنى لتتفقد الأوضاع، فيلتفت إليها برأسه الواهن، ثم يلقي عليها عصا كانت في يده، ولم يدخل الصهاينة المكان، إلا بعد معاودة قصفه، وهم لا يدركون أن ذلك البطل الأبيّ هو نفسه يحيى السنوار، الرجل الذي ترتعد لذكره فرائصهم.

    هذه اللقطة الأخيرة في حياة السنوار، فجّرت في الذاكرة ينابيع أدبيات النضال من قصص بطولية للسابقين، أو أشعار حماسية تتواءم مع اللقطة.
    فمن رأى حاله من العجز البدني وهو يصر على أن يضرب بآخر ما في جعبته، ويلقي عصاه على المسيرة كأنه يسعى لتخليد مبدأ الكفاح حتى الرمق الأخير، فقد يستدعي من التاريخ مشهد الشاعر الضرير يحيى بن يوسف الأنصاري الصرصري، الذي كان يجهز الحجارة عندما دخل هولاكو بجيشه بغداد، فرماهم بها، فهشم جماعة منهم، فلما خلصوا إليه قتل أحدَهم بعكّازه ثم قتلوه، فكان إعذارا إلى ربه، أن بذل كل ما بوسعه لمقارعة العدو.

    وسبحان من قدر الأقدار، فهذا بطل آخر في عصرنا يحمل الاسم ذاته يحيى السنوار، تعوقه الإصابات القاتلة عن النهوض، فيضرب المسيرة بعصاه، ولم يسأل حينها عن جدوى الرمية، لكنها نفوس الأحرار المناضلين، لا يتركون وسيلة إلا واستفرغوا الوسع في تسخيرها لصالح قضيتهم. ومن نظر إلى صموده مع دمه الذي ينزف وجسده الذي تهشم ولم يرفع الراية البيضاء، ربما استدعى المقولة المأثورة عن شيخ المجاهدين عمر المختار، الذي قال وهو في الأغلال لعدوه: «نحن لا نستسلم، إما أن ننتصر أو نموت».

    ومن نظر إلى يده اليمنى المهشمة التي شدّ عليها ما يوقف به نزيف الدم، ليواصل القتال، ربما استدعت ذاكرته شعر الفلسطيني الراحل محمود درويش إذ يقول: «سقطتْ ذراعك فالتقطها.. واضرب عدوك.. لا مفر».

    اللقطة الأخيرة للسنوار، نسفت كل مزاعم الاحتلال ومن تخندق معه من المطبعين، فهذا هو السنوار الذي زعموا أنه يتحصن بالأنفاق ويدع رجاله يموتون في الميادين ويترك شعب غزة للموت في العراء، هذا هو السنوار الذي زعموا أنه يحيط نفسه بدروع بشرية من الأسرى الإسرائيليين لتأمين حياته، هذا هو السنوار الذي زعموا أنه يتخفى في ملابس النساء بين الناس، هذا هو السنوار الذي زعموا أنه ينشد الخروج الآمن من غزة، قد بيضت صفحته من حيث لا يحتسب، ونسفت نهايته المشرفة كل الروايات المضللة دون أن يطلق تصريحا واحدا، فهذا هو السنوار الذي يقاتل في الصفوف الأمامية مع أنه ليس ملزما بذلك، يقاتل وهو في لباس القتال حتى الرمق الأخير، على ظهر الأرض لا تحتها.

    اللقطة الأخيرة في حياة السنوار التي سربها أحد الجنود، وجد الاحتلال نفسه متورطا في التعامل معها، دون محاولة التضليل في نهاية السنوار، وأغلق على نتنياهو الباب أمام اختلاق نهاية مذلة للبطل الفلسطيني، وإنها لضربة قاصمة للاحتلال، حيث إن اللقطة جعلت من السنوار بطلا فريدا من نوعه، وأضيفت إلى سجل انتصاراته رغم مماته، حتى إن أحد الصحافيين الإسرائيليين كتب عن نهاية السنوار وهو يكتنفه القهر: «الحقيقة المحزنة أنه حتى في وفاته انتصر».

    لقد أثارت اللقطة أقلام الجماهير والمشاهير في الداخل والخارج والشرق والغرب لأن تسجل إعجابها بهذه البطولة الفريدة، ولم يكتب في عكس الاتجاه، إلا أولئك الذين ارتموا في أحضان التطبيع، واتخذوا من المقاومة الفلسطينية هدفا ومرمى لتحميلهم كل كوارث العالم، وكانوا في ذلك صهاينة أكثر من الصهيوني.

    اللقطة الأخيرة للسنوار ترجمت وتوّجت عشق هذا الرجل للشهادة، فهو الذي كان يفصح عن خوفه لا من الموت، بل خوفه من أن يموت مرضا أو دهسا، وليس في ساحات النضال، وهو الذي كان يتحدى العدو بالمسير في الشوارع معربا عن كون استهداف العدو إياه أفضل هدية يمكن أن يقدمها له. اللقطة الأخيرة للسنوار وهو يجلس على مقعده أعادت للأذهان جلوسه على مقعد مشابه بين الأنقاض والركام، فكأنه كُتب لهذا الرجل أن يتحدى أعداءه بهذه الجلسة، كأنه يقول سوف نبقى دائما هنا، هذا عرشنا لن نبرح مكاننا، أو كأنه يقول نحن المنتصرون رغم الجراح والأنقاض.
    اللقطة الأخيرة في حياة السنوار ستلهم هذا الجيل والأجيال اللاحقة بأن طريق النضال هو سبيل العزة والكرامة والرفعة، حتى إن لم يكتب للسائرين فيه أن يروا بأمّ أعينهم بشائر النصر.

    هذه الكلمات ليست تقديسا لشخص السنوار، وليست كلاما عاطفيا تُزين به صفحات النشر، لكنها اعتراف بأن هذا المناضل الذي قضى عمره أسيرا ومقاوِما وشهيدا ومثله من الأبطال، هم أولى الناس بأن يتم تنصيبهم كقدوات لهذه الأجيال التي افتقدت القدوة والمثال. ترجّل الفارس، واستراح من كيد بعض بني جلدته بعد أن ذرف الدمع يوما لتخاذلهم، استراح من اتهامه بالعمالة والمأجورية والعمل لصالح إيران والكيان الإسرائيلي، استراح من نزيف القلب على هذه الأمة المتخاذلة التي لم تعد تعرف قدرها ومكانتها ولا صديقها من عدوها، استراح أبو إبراهيم وقد ترك للتاريخ هذه اللقطة الأخيرة، والله غالب على أمره ولكن أكثر الناس لا يعلمون.

    إحسان الفقيه

    👇

    https://www.alquds.co.uk/%d8%a7%d9%84%d8%b3%d9%86%d9%88%d8%a7%d8%b1-%d9%88%d8%a7%d9%84%d9%84%d9%82%d8%b7%d8%a9-%d8%a7%d9%84%d8%a3%d8%ae%d9%8a%d8%b1%d8%a9-%d8%ad%d9%83%d8%a7%d9%8a%d8%a9-%d8%b5%d9%85%d9%88%d8%af

    Mülakatı Aşıkkutlu ..

    Mehmet Rüşdü Aşıkkutlu Hocamızın hayatı hakkında doktora çalışması yapan İstanbul Ortaköy BüyükMecidiye cami imamı Esat Şahin Hoca’nın sorularına verdiğim cevapları aşağıda bulacaksınız: 👇

    S1- Hocam sizi tanıyabilir miyiz kendinizi genel hatları ile tanıtır mısınız şu an ne işle meşgulsünüz ?
    C1- Halen emekliyim; hayır işleri, okumak ve yazmak meşgul olduğum işlerdendir.

    Beni Tanımak İsteyenler İçin Hazırladığım Maktu Not: 👇
    www.aynamayansiyanlar.com/hakkimizda/hakkimizda/
    S2- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendi ile ne zaman ve nasıl tanıştınız?
    C2- Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Hocamız ile 1963-64 yıllarında Evinde kalan bir talebe ve evlatlık gibi eğitim aldığım yıllarda tanıştık. Bizim Hamzalı isimli şimdiki mahallemiz, 1950 den önce Hocamızın köyüne bağlı bir mahalle olması sebebi ile aynı köylü sayılırız. Babam da Onun talebesi, aynı zamanda da ustası sayılırdı. Çünkü babamdan saatçilik öğrenmişti.
    S3- Siz okurken yatılı mı kaldınız Yatılı ise hangi köyde nerede kalıyordunuz ?
    C3- Evet, Uğurlu (Çufaruksa) köyündeki evinde yatılı olarak kalırken 9 yaşında olmam sebebi ile evlatlık gibi hizmetinde bulunmanın yanında eğitim ve terbiyesinden de istifade ettiğim ikinci hocam olmuştur. İlk hocam da onun talebesi olan eniştem H.Hilmi Yıldız Hoca idi. Hafızlığı ilk hocamdan yaptıktan sonra onun yanına gitmiştim.
    S4- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendinin yanında ne kadar süre ders okudunuz?
    C4- M.Rüştü Aşıkkutlu Hocamızın evinde 1,5 sene kadar kaldım; Hafızlık kuvvetlendirme, Talim, Tecvit ve Arapça eğitimi alarak hafızlık diplomamı da ondan almıştım.
    S5- O dönemde Karadeniz bölgesinde Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendiden başka Kuran dersi ile beraber aynı anda kıraat okutan hocalar var mıydı ?
    C5- O dönemde Of’ta Hocaefendi’den başka Kıraat ilmini, onun seviyesinde, okutan başka hoca yoktu. Bir alt seviyede var olanlar da onun talebeleri idi.
    S6- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendinin karakter, kişilik ve huyu nasıldı?
    C6- Rahmetli Hocamız İlmi kadar ahlakı ile de temayüz etmiş bir insandı. Yumuşak tabiatlı, hoş görülü, ilim, ahlak ve sevgi ile otorite oluşturan bir yapıya sahipti. Ona olan hürmet ve saygımız, gönül bağımızdan kaynaklanan bir saygı idi. Hayvanların bile kendisine farklı davrandığına çok şahit oldum.
    S7- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendi camide veya derste aşır okuturmu idi okutuyorsa aşır okutma usulü nasıldı ?
    C7- Ben evinde kalmış bir talebesi olarak, camide ve kurs merkezindeki uygulamaların ayrıntısını bilme ve aktarma imkanım yok. Mısır tarikini benimsemiş bir hocamız olarak evde kıldığımız zaman, misafirine veya bana aşır okuturdu.
    S8- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendinin ders işleme usulü nasıldı toplu mu ders verirdi yoksa teker teker mi dinlerdi ya da bazen topluca bazende tek kişiye mi ders verirdi?
    C8- Yedinci soruda ifade ettiğim gibi Cami ve kurs merkezinde nadiren bulunma imkanım olurdu. Hoca efendi sadece hafızlık yaptırmaz, Kıraat ilimlerini de okutur; belli bir seviyeye kadar Arapça okuttuğu talebeleri de olurdu. İleri seviyedeki talebelerini de yardımcı hoca olarak istihdam ederdi.
    S9- Âşıkkutlu hoca efendi kıraat okumaya gelen her öğrenciyi kabul edermiydi?
    C9- Gelen talebeyi reddettiğini ne gördüm ne de duydum. Ancak talebenin yaşına, kabiliyetine ve yapısına uygun yönlendirme yaptığına şahit oldum.
    S10- Âşıkkutlu hoca efendi öğrencilere ders okuturken özellikle kapasitesi olmadığı için dili dönmeyen veya dersi hazırlayamayan öğrencilere karşı tavrı nasıldı bu öğrencilere kızar mıydı?
    C10- Hoca efendinin kızdığını veya şiddet kullandığını ne duydum ne de gördüm. Kabiliyetini yeterli görmediği talebeleri ayırır; onlara zaruri gördüğü dersleri öğretmekle iktifa ederdi. Kabiliyeti olmayanları zorlamaz, kapasitesinin hacmi ile orantılı bilgi öğretmekle iktifa ederdi.
    S10- Âşıkkutlu hoca efendinin yaramaz ve tenbel öğrenciye karşı tavrı nasıldı?
    C11- Yaramaz talebeler bile Hocamıza sıkıntı yaşatmaktan haya eder; onun görmemesi ve duymamasına dikkat ederlerdi. Hocamız da bunu bildiği ve takdir ettiği için çoğu zaman görmemeyi, duymamayı tercih ederdi; talebenin haya perdesinin yırtılmasına imkan ve fırsat vermezdi. Talebelerle ilgili istihbarat kaynaklarından biri de bendim; bana sorar durumu öğrenmeye çalışırdı. Beni çok kesin konuşur gördüğünde: “evladım, bir kapı açık bırak; geri dönmek zorunda kalırsan, o kapıdan çıkarsın” derdi.
    S12- Âşıkkutlu hoca efendi öğrencilere resmi mi yoksa samimi mi davranırdı?
    C12- Merhum Hocamız, talebelerine çocukla çocuk büyükle büyük gibi davranacak kadar mütevazi ve samimi davranırdı.
    Bana Arapça okuturken, anlamakta zorlandığım yerleri resim çizerek anlatır; her soruma ayrıntılı cevap verir; anlayacağım şekilde izah ederdi.
    S13- Aşıkkutlu hocaefendinin 1968’deki Uğurlu köyünde açtığı aşere takrib tayyibe kursu hakkında ne biliyorsunuuz ?
    C13- Bu konuda zikre değer bir bilgim yoktur. Çünkü ben 1964 yılında oradan ayrılmıştım.
    S14- Mahmud Efendi hazretleri Âşıkkutlu hoca efendinin yanında ders gördü mü?
    C14- Hacı Mahmut Efendi Aşıkkutlu Hocamızın talebesi idi. Her sene evine ziyarete gelir, misafiri olurdu. Benim evinde olduğum dönemde bir iki defa ziyaretine geldiğini hatırlıyorum. Evde cemaatle Namaz kılarken onu imamete geçirir; namazı onun kıldırmasını isterdi. H.Mahmut efendi, gelişinde ve ayrılışında elini öpmek ister, kendisine hocam diye hitap ederdi. Bir seferinde, çocukluk sadelik ve rahatlığı ile kendisine: “Hocam niçin talebenizi imamete geçiriyorsunuz diye sormuş; cevap olarak, O benden daha takvadır; dediğini çok iyi hatırlıyorum.”
    S15- Âşıkkutlu hoca efendinin siyasilerle ve siyasetle ilişkisi olurmuydu ?
    C15- Merhum Hocamız politik konulara hiç girmez; yanında konuşulanları dahi duymamazlıktan gelirdi. Politikacılarla irtibatı sadece eğitimci olarak işi ile sınırlıydı. Onun politik eğilimini benden başka duyan olduğunu zannetmiyorum.
    Ağızdan sevdiğini duyduğum tek kişi N.Erbakan Hocamız olmuştur.
    S16- Âşıkkutlu hoca efendinin halkla diyaloğu nasıldı?
    C16- Merhum Hocamızın boş vakti olmaz; gelişi güzel konuşmazdı. Onu kendi köylüleri sevdiği gibi bütün bölge insanları da sever sayardı. İlmi sorular dışında politik konularda ona kimse soru sormaz; rahatsız olacağı yaklaşımda bulunmazdı. O ihlas ve samimiyet abidesi bir insan olduğu için onu boş soru ve işlerle kimse meşgul etmek istemez; onunla gereksiz konuşmaktan haya ederlerdi.
    S17- Âşıkkutlu hoca efendinin şahsiyeti, ahlakı ve kişiliği nasıldı?
    C17- Mütevazi, cömert, sakin, ilmi ile amil bir insan olduğu için ilmi kadar hali ile örnek kabül edilen bir gönül insanıydı. Onu gören sahabeden birini görmüş gibi hürmet gösterme ihtiyacı duyardı.
    S18- Âşıkkutlu hoca efendi’nin ilmi kıraati okuturken topluca mı teker teker mi ders dinlerdi?
    C18- Ben çocuk yaşta evinde kaldığım için kendisinden sadece hafızlığımı kuvvetlendirmeye ek olarak talim, tecvid ve sarf okudum. Kıraat ilmi okumadım; bu konuda zikre değer bir bilgim yok. Çünkü o dersleri camide ve kurs merkezinde okuturdu. Evde benden başka talebe yoktu.
    S19- Âşıkkutlu hoca efendinin cami cemaati ve diğer hocalarla alakası nasıldı?
    C19- M.Rüşdü Aşıkkutlu hocamız kendi köyünde görev yaptığı halde, evi müsait olan köylülerin evinden başka, talebelerin barınacağı bir kurs binası olmadığı gibi çok sınırlı sayıda oda vardı. Bundan dolayı köylülerinin ona olan hürmet ve sevgisi sebebi ile imkanı olan herkes evini talebelerin barınması ve konaklamasına açardı. Türkiye’nin bir çok ilinden gelen talebeler köylülerin evlerinde kalırdı. Kendisinin herkesle çok iyi münasebetleri olduğunu herkes bilir ve kabül eder. Kabiliyetli gördüğü talebelerini, kendisi icazet verdikten sonra Hacı Dursun Güven ve Hacı Hasan Rami Yavuz Hocalara yönlendirir; talebelerin durumunu da o hocalara yazılı olarak bildirirdi. İlkokul okumayanları imtihan eder, okul müdürüne yazı yazarak uygun gördüğü sınıftan başlatılmalarını rica ederdi. Benim için de okul müdürüne yazı yazmış ve 3. sınıftan başlamamı sağlamıştı.
    S20- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendiyle ilgili olarak Reisül-Kurra vasfı verilerek yazılar kaleme alınmıştır bu konuda ne dersiniz Âşıkkutlu hoca efendi bizim bu günkü anladığımız manada Reisül-Kurra görevi yaptı mı yoksa bu ona saygı ve hürmeten verilen bir vasıf mı idi?
    C20- Merhum Hocamız, yaşadığı dönemde hem nazarı olarak hem de fiilen reisül kurra idi. Ondan sonraki reisül kurralar da ya fiilen onun talebesi veya hükmen onun talebesi sayılanlardan olmuştur.
    S21- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendi ile ilgili başka söylemek istedikleriniz var mıdır varsa nelerdir?
    C21- Merhum Hocamızla ilgili söylenecek her şeyi burada yazıp zikretme imkanım olamayacağını takdir edersiniz. Size yolladığım makalede bazı özelliklerinden bir nebze bahsetmiştim. 👇
    https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/sapka-ve-fotr-giymek-zorunda-kalan-hocalar/
    Şimdilik bu kadarla iktifa edelim. İlerde başka vesilelerle soracağınız sorulara da cevap vermeye çalışırım inş.

    Ayrıca Mehmet Rüşdü Aşıkkutlu Hocamızla İlgili Yazılanları Okumak İçin İrfan Dünyamız Sitesine de Bakabilirsiniz 👇

    20.10.2024 Üsküdar

    Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    Şehid Komutan Yahya es-Sinvar’ın Vasiyeti

    Şehit Komutan Yahya Sinvarın Vasiyetini Han Yunus Zekat Komisyonu Başkanı Dr. Cemil Ebu Bilal Duyurdu:👇


    Gazze Aslanı Şehid Yahya es-Sinvar’ın Vasiyeti

    Ben, gurbeti geçici bir vatana, hayali ise sonsuz bir mücadeleye dönüştüren mülteci çocuğu Yahya. Bu satırları yazarken, hayatımda geçen her anı hatırlıyorum: çocukluğumun dar sokaklarını, uzun hapis yıllarını ve bu topraklarda dökülen her damla kanı düşünüyor; hatırlıyorum.

    1962 yılında, Filistin’in yırtık bir hafıza ve siyasetçilerin masalarında unutulmuş haritalardan ibaret olduğu bir dönemde, Han Yunus Mülteci Kampı’nda doğdum. Hayatını ateş ve küller arasında örmüş bir adamım ve işgal altında yaşamanın sadece sürekli bir hapishane anlamına geldiğini erken yaşta fark ettim. Çocukluğumdan beri biliyordum ki, bu topraklarda hayat sıradan değildir. Burada doğan, kalbinde kırılmaz bir silah taşımalı ve özgürlüğe giden yolun uzun olduğunu anlamalı, bilmelidir.

    Vasiyetim buradan başlıyor, işgale karşı ilk taşı atan o çocuktan öğrendim ki o taşlar, dünyaya yaralarımız karşısında sessiz kalanlara karşı söylediğimiz ilk sözlerdir. Gazze’nin sokaklarında öğrendim ki insan, yaşıyla değil, vatanı uğruna yaptığı fedakarlıkla ölçülür. Hayatım da böyle geçti: hapishaneler, savaşlar, acı ve umutla dolu bir hayat ..

    1988 yılında ilk kez hapse girdim ve ömür boyu hapis cezasına çarptırıldım, ancak korku nedir bilmedim. O karanlık hücrelerde, her duvarda uzak bir ufka açılan bir pencere ve her demir parmaklıkta özgürlük yolunu aydınlatan bir ışık gördüm. Hapishanede sabrın sadece bir erdem değil, acımasız bir silah olduğunu öğrendim, denizi damla damla içmek gibi.

    Vasiyetim şudur: Hapishanelerden korkmayın, onlar sadece özgürlüğe giden uzun yolumuzun bir parçasıdır. Hapishane bana özgürlüğün sadece çalınmış bir hak olmadığını, acıdan doğan ve sabırla şekillenen bir fikir olduğunu öğretti. 2011’de “Vefa-ül Ahrar” anlaşmasıyla serbest bırakıldığımda, artık eskisi gibi değildim; inancım güçlendi ve yaptığımız şeyin sadece geçici bir mücadele değil, son damlamıza kadar taşıyacağımız bir kader olduğunu anladım.

    Vasiyetim şudur ki: Silaha, pazarlık konusu olmayan onurunuza ve ölmeyen hayalinize sımsıkı sarılın. Düşman, bizi direnişi bırakmaya, davamızı sonu gelmeyen bir müzakereye dönüştürmeye zorluyor. Ancak size diyorum ki: Haklarınız üzerinde pazarlık yapmayın. Direniş sadece taşıdığımız bir silah değil, her nefeste Filistin’e olan sevgimizdir; kuşatma ve saldırıya rağmen var olma irademizdir.

    Vasiyetim şudur: Şehitlerin kanına sadık kalın, bize bu dikenli yolu bırakanlar, Onlar kanlarıyla bize özgürlük yolunu açtılar, siyasetin hesaplarında ve diplomatik oyunlarda bu fedakarlıkları boşa harcamayın. Biz, öncekilerin başlattığını tamamlamak için buradayız ve ne pahasına olursa olsun bu yoldan sapmayacağız. Gazze, her zaman direnişin başkenti ve Filistin’in hiç durmadan atan kalbi olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

    2017 yılında Hamas’ın Gazze’deki liderliğini devraldığımda, bu sadece bir iktidar geçişi değil, taşla başlayıp tüfekle devam eden bir direnişin sürekliliğiydi. Her gün halkımın çektiği sıkıntıları hissediyordum ve özgürlüğe doğru attığımız her adımın bir bedeli olduğunu biliyordum. Ancak size şunu söylüyorum: Teslim olmanın bedeli çok daha büyüktür. Bu yüzden toprağınıza, köklerin toprağa sımsıkı sarıldığı gibi sarılın, çünkü yaşamaya karar vermiş bir halkı hiçbir rüzgar söküp atamaz.

    Aksa Tufanı mücadelesinde, bir grup ya da hareketin lideri değildim; özgürleşmeyi hayal eden her Filistinlinin sesi oldum. Direnişin sadece bir tercih değil, bir görev olduğuna inanıyordum. Bu mücadelenin Filistin direnişinin kitabında yeni bir sayfa olmasını, hiziplerin, gurupların birleşmesini ve herkesin düşmana karşı tek bir saf oluşturarak ayakta durmasını istedim. Düşman, hiçbir zaman bir çocukla bir yaşlı arasında ya da bir taşla bir ağaç arasında ayrım yapmadı.

    Bıraktığım şey ferdi bir miras değil, özgürlüğü hayal eden her Filistinli için, omzunda şehit çocuğunu taşıyan her anne için, hain bir kurşunla katledilen kızını acıyla yitiren her baba için ortak bir mirastır.

    Son vasiyetim şudur: Direnişin boşuna olmadığını, sadece atılan bir kurşun değil, onur ve şerefle yaşadığımız bir hayat olduğunu her zaman hatırlayın. Hapis ve kuşatma bana mücadelenin uzun ve yolun zor olduğunu öğretti. Ama aynı zamanda teslim olmayı reddeden halkların kendi elleriyle mucizeler oluşturup ürettiğini de öğrendim. Dünyadan adalet beklemeyin, çünkü ben nasıl dünyanın acımız karşısında sessiz kaldığına şahit olduysam siz de olacaksınız. Adaleti beklemeyin, adalet siz olun. Filistin hayalini kalbinizde taşıyın ve her yaradan bir silah, her gözyaşından bir umut kaynağı edinin.

    Bu benim vasiyetimdir: Silahlarınızı bırakmayın, taşlarınızı atmayın, şehitlerinizi unutmayın ve hakkınız olan hayalden vazgeçmeyin. Biz burada, toprağımızda, kalbimizde ve çocuklarımızın geleceğinde kalacağız.

    Size vasiyetim:

    Ölümüme kadar aşkla bağlı olduğum Filistin’e, asla eğilmeyen bir dağ gibi omzumda taşıdığım hayale sahip çıkın. Eğer düşersem, benimle düşmeyin; düşürmediğim bayrağı taşıyın ve kanımı bir köprü yaparak, küllerimizden daha güçlü doğacak nesiller için yol açın. Unutmayın ki vatan, anlatılan bir hikaye değil, yaşanan bir gerçektir ve bu topraktan doğan her şehitle birlikte binlerce direnişçi daha doğar; doğacaktır.

    Eğer tufan döner ve ben aranızda olmazsam, bilin ki özgürlük dalgalarının ilk damlası bendim ve yolunuzu tamamladığınızı görmek için yaşadım. Düşmanınızın boğazında bir diken, asla geri çekilmeyen bir tufan olun ve dünya, hak sahibi olduğumuzu ve haber bültenlerinde sadece birer rakam olmadığımızı kabul edene kadar durmayın.

    Yahya İbrahim Hasan es-Sinvar / Gazze


    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    19.10.2024 Üsküdar

    Zaruri Bir Açıklama 👇
    Bazı arkadaşlar bu vasiyetin bana nasıl intikal ettiğini soruyorlar:
    Bu vasiyet bana, Gazze / Han Yunus Bölgesi Zekat komisyonu başkanı olup kendisi ve oğlu hekim olan, aynı zamanda Şehid Komutanımız Yahya Sinvar’ın hem eniştesi hem kayınbiraderi olarak akrabalık bağı bulunan Dr. Cemil Ebu Bilal Bey tarafından ulaştırıldı; kendisi hem yazılı hem de sesli mesajla da teyit ettikten sonra tercüme ettim.


    Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    Muhterem Hayrettin Karaman Hocamızın İltifatı👇

    Ahmet Ziya hoca yaşa basmaz
    Sağlam teyitler alır.
    Sonra kıylü kale bakmaz ..
    H.K.

    Teşekkür ederim Ahmet Ziya’m,
    Allah razı olsun.
    Filistin’in kurtuluşunu, Filistin halkına zulmeden kâfirlerin kahroluşunu yüce Rabbim an karîbi’z-zaman bizlere göstersin.
    Mehmet Yaşar Kandemir

    Kıyam / Oğuzhan Atik Seslendirmesi İle
    Şehid Komutan Yahya Sinvar’ın Vasiyeti 👇
    https://www.instagram.com/kiyamvideolari/reel/DBWtF89t2YU/

    Aynı Seslendirme YouTube Kanalında:👇
    https://youtube.com/watch?v=Vw7YAYHos0Y&si=B2iyTQ82Gwahnl-P

    Şehid Komutan Yahya Sinvarın Hayatı İçin:👇https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Yahya_Sinvar

    Mütercimin Notu:👇

    Gazze’nin Şehid Komutanı Merhum Yahya Sinvar’ın Vasiyeti beklediğimizin çok üzerinde ilgi gördü. Bazı arkadaşlar vasiyetin keyfiyeti, nasıl yazıldığı hakkında da bilgi almak için arayıp teferruat sordular. Ben de Şehid komutanımızın hem kayınbiraderi hem de eniştesi olan ve halen Gazze/Han Yunus Zekat komisyonu Başkanlığı görevini yürüten Dr. Cemil Ebu Bilal Beye yazıp sordum. Onun ifadesine göre bu vasiyet değişik zamanlarda ve değişik mekanlarda Şehid komutanımızın yapmış olduğu vasiyetlerin bir araya getirilmesi ile oluşan bir vasiyettir; eline kalemi alıp bir defada yazıp bırakmış olduğu bir vasiyet değildir.
    Bilindiği gibi Peygamberimizin (sav) “Veda Hutbesi” olarak bilinen hutbe de Veda haccı esnasında değişik yerlerde okuduğu hutbelerin derlenip bir araya getirilmesi ile oluşmuş bir hutbedir. (1) Veda Hutbesinin, hac esnasında okunmuş hutbelerden derlenerek bir metinde toplanmış olduğu gibi değişik vesilelerle yapılmış vasiyetlerin de birleştirilip bir araya getirilmesinin mümkün olabileceği izahtan vareste olduğu kanaatindeyim.
    Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    (1) https://www.gzt.com/amphtml/derin-tarih/ved-hutbesi-sadece-arafatta-mi-gerceklesti-3594979

    وصية الشهيد يحيى السنوار

    أنا يحيى، ابن اللاجئ الذي حوّل الغربة إلى وطن مؤقت، وحوّل الحلم إلى معركة أبدية.
    وأنا أكتب هذه الكلمات، أستحضر كل لحظة مرت في حياتي: من طفولتي بين الأزقة، إلى سنوات السجن الطويلة، إلى كل قطرة دم أُريقت على تراب هذه الأرض.
    لقد وُلدت في مخيم خان يونس عام 1962، في زمن كانت فيه فلسطين ذاكرة ممزقة وخرائط منسية على طاولات الساسة.
    أنا الرجل الذي نسجت حياته بين النار والرماد، وأدرك مبكرًا أن الحياة في ظل الاحتلال لا تعني إلا السجن الدائم.
    عرفتُ منذ نعومة أظافري، أن الحياة في هذه الأرض ليست عادية، وأن من يولد هنا عليه أن يحمل في قلبه سلاحًا لا ينكسر، وأن يعي أن الطريق إلى الحرية طويل.
    وصيتي لكم تبدأ من هنا، من ذاك الطفل الذي رمى أول حجر على المحتل، والذي تعلم أن الحجارة هي الكلمات الأولى التي ننطق بها في مواجهة العالم الذي يقف صامتًا أمام جرحنا.
    تعلمتُ في شوارع غزة أن الإنسان لا يقاس بسنوات عمره، بل بما يقدمه لوطنه. وهكذا كانت حياتي: سجونٌ ومعارك، ألم وأمل.
    دخلت السجن أول مرة في عام 1988، وحُكم عليّ بالسجن مدى الحياة، لكنني لم أعرف للخوف طريقا.
    في تلك الزنازين المظلمة، كنت أرى في كل جدار نافذة للأفق البعيد، وفي كل قضيب نورًا يضيء درب الحرية.
    في السجن، تعلمت أن الصبر ليس مجرد فضيلة، بل هو سلاح.. سلاح مرير، كمن يشرب البحر قطرة قطرة.
    وصيتي لكم: لا تهابوا السجون، فهي ليست إلا جزءًا من طريقنا الطويل نحو الحرية.
    السجن علمني أن الحرية ليست مجرد حق مسلوب، بل هي فكرة تولد من الألم وتُصقل بالصبر. حين خرجت في صفقة “وفاء الأحرار” عام 2011، لم أخرج كما كنت؛ خرجتُ وقد اشتد عودي وازداد إيماني أن ما نفعله ليس مجرد نضال عابر، بل هو قدرنا الذي نحمله حتى آخر قطرة من دمائنا.
    وصيتي أن تظلوا متمسكين بالبندقية، بالكرامة التي لا تُساوم، وبالحلم الذي لا يموت. العدو يريدنا أن نتخلى عن المقاومة، أن نحول قضيتنا إلى تفاوضٍ لا ينتهي..
    لكنني أقول لكم: لا تُفاوضوا على ما هو حق لكم. إنهم يخشون صمودكم أكثر مما يخشون سلاحكم. المقاومة ليست مجرد سلاح نحمله، بل هي حُبنا لفلسطين في كل نفَس نتنفسه، هي إرادتنا في أن نبقى، رغم أنف الحصار والعدوان.
    وصيتي أن تظلوا أوفياء لدماء الشهداء، للذين رحلوا وتركوا لنا هذا الطريق المليء بالأشواك. هم الذين عبدوا لنا درب الحرية بدمائهم، فلا تُهدروا تلك التضحيات في حسابات الساسة وألاعيب الدبلوماسية.
    نحن هنا لنكمل ما بدأه الأولون، ولن نحيد عن هذا الطريق مهما كلفنا الأمر. غزة كانت وستظل عاصمة الصمود، وقلب فلسطين الذي لا يتوقف عن النبض، حتى لو ضاقت علينا الأرض بما رحبت.
    عندما تسلمتُ قيادة حماس في غزة عام 2017، لم يكن الأمر مجرد انتقال للسلطة، بل كان استمرارًا لمقاومة بدأت بالحجر واستمرت بالبندقية. كنت أشعر في كل يوم، بوجع شعبي تحت الحصار، وأعلم أن كل خطوة نخطوها نحو الحرية تأتي بثمن. لكنني أقول لكم: إن ثمن الاستسلام أكبر بكثير. لهذا، تمسكوا بالأرض كما يتمسك الجذر بالتربة، فلا ريح تستطيع أن تقتلع شعبًا قرر أن يحيا.
    في معركة طوفان الأقصى، لم أكن قائدا لجماعة أو حركة، بل كنت صوتا لكل فلسطيني يحلم بالتحرر. قادني إيماني بأن المقاومة ليست مجرد خيار، بل هي واجب. أردت أن تكون هذه المعركة صفحة جديدة في كتاب النضال الفلسطيني، حيث تتوحد الفصائل، ويقف الجميع في خندق واحد، ضد العدو الذي لم يفرق يومًا بين طفل وشيخ، أو بين حجر وشجر.
    كان طوفان الأقصى معركة للأرواح قبل الأجساد، وللإرادة قبل السلاح.
    ما تركته ليس إرثًا شخصيًا، بل هو إرث جماعي، لكل فلسطيني حلم بالحرية، لكل أم حملت ابنها على كتفها وهو شهيد، لكل أب بكى بحرقة على طفلته التي اغتالتها رصاصة غادرة.
    وصيتي الأخيرة، أن تتذكروا دائما أن المقاومة ليست عبثا، وليست مجرد رصاصة تطلق، بل هي حياة نحياها بشرف وكرامة. لقد علمني السجن والحصار أن المعركة طويلة، وأن الطريق شاق، لكنني تعلمت أيضًا أن الشعوب التي ترفض الاستسلام تصنع معجزاتها بأيديها.
    لا تنتظروا من العالم أن ينصفكم، فقد عشت وشهدتُ كيف يبقى العالم صامتًا أمام ألمنا. لا تنتظروا الإنصاف، بل كونوا أنتم الإنصاف. احملوا حلم فلسطين في قلوبكم، واجعلوا من كل جرح سلاحا، ومن كل دمعة نبعا للأمل.
    هذه وصيتي: لا تسلموا سلاحكم، لا تلقوا بالحجارة، لا تنسوا شهداءكم، ولا تُساوموا على حلم هو حقكم.
    نحن هنا باقون، في أرضنا، في قلوبنا، وفي مستقبل أبنائنا.
    أوصيكم بفلسطين، بالأرض التي عشقتها حتى الموت، وبالحلم الذي حملته على كتفي كجبل لا ينحني.
    إذا سقطت، فلا تسقطوا معي، بل احملوا عني راية لم تسقط يوما، واجعلوا من دمي جسرا يعبره جيلٌ يولد من رمادنا أقوى. لا تنسوا أن الوطن ليس حكاية تروى، بل هو حقيقة تعاش، وفي كل شهيد يولد من رحم هذه الأرض ألف مقاوم.
    إذا عاد الطوفان ولم أكن بينكم، فاعلموا أنني كنت أول قطرة في أمواج الحرية، وأنني عشت لأراكم تكملون المسير.
    كونوا شوكة في حلقهم، طوفانا لا يعرف التراجع، ولا يهدأ إلا حين يعترف العالم بأننا أصحاب الحق، وأننا لسنا أرقاما في نشرات الأخبار.
    يحي ابراهيم حسن السنوار / غزة

    Yahya Sinvar’ın Şehadeti ..

    Yahya as-Sinvar’ın Şehadeti Üzerine ..


    Bir Müslümanın kâfirler tarafından öldürülmesine ancak bir münafık sevinir. Peki ya bu Müslüman “mücahid” olup da savaş meydanlarını terk etmeyen biriyse, Eğer Yahya es-Sinvar öldüyse, Allah’tan onu şehitler arasına kabul etmesini dileriz. Allah Hayy’dır; hayattadır ve asla ölmez. Düşmana karşı direniş bir fikirdir, cihat ise İslam’ın bir ibadetidir. Sinvar’ın ölümü direnişi bitirmez, şehit olduğu haberinin doğrulanmasıyla Allah yolundaki cihat da sona ermez. Eğer Sinvar hayattaysa, Allah’tan onu korumasını, ayaklarını sabit kılmasını ve İslam’ın ve Müslümanların düşmanlarına karşı ona zafer nasip etmesini dileriz.

    Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir; ona zulmetmez ve onu düşmana teslim etmez.” Bir Müslümanın görevi, diğer Müslüman kardeşine yardım etmek ve zarar görmesi veya ölümü karşısında üzülmektir, buna sevinmek değildir. Müslümanlar arasında ihtilaf olsa bile herkes barışı sağlamak için çaba göstermelidir: “Kardeşlerinizin arasını düzeltin.” Bir Müslümanın öldürülmesine sevinmek, bu İslami kuralları ihlal eder. Yani, kan dökücü Siyonist düşman tarafından Yahya es-Sinvar’ın öldürülmesine sevinmek için hiçbir şer’i gerekçe yoktur, hatiplerin aksini söylediğine inanmış olsanız bile.

    Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar ne olursa olsun, hiçbir kimsenin zalim Siyonist işgale karşı direnen bir Müslüman’ın öldürülmesine sevinme hakkı yoktur; ki dünyadaki bütün onurlu insanlar bu işgalin kan dökücülüğü konusunda hemfikirdir.

    Sinvar, bir Müslümanı öldürmedi, halka zulmetmedi, kimseyi evinden sürmedi ve kimsenin sınırlarına veya haklarına saldırmadı. Şu kişiyi övmek veya bu kişiye teşekkür etmek onun yürüttüğü mücadelenin bir parçasıdır ve bu mücadelenin zorluklarını bizden daha iyi bilmektedir.

    Biz (savaş meydanının dışında olanlar) hiçbir Müslümanı öldüren bir düşmanı övmeyiz ve ona teşekkür etmeyiz, hatta bu düşman başka Müslüman kardeşlerimizi destekliyor olsa bile. Bu konuda farklı düşünen ve saygı duyduğumuz elitler olabilir. Fakat bu konuda farklı düşünmemiz, kardeşlerimizi yalnız bırakmamız veya onlara haksızlık yapılmasına izin vermemiz anlamına gelmez.

    Sinvar, İsmail Haniye ve Gazze ile Filistin genelindeki mücahidlere ve direnişçilere ihanet eden kimse, sessiz kalmalı ve utanıp uzak bir köşeye çekilmelidir. Kendi ölümünü ve tıpkı Sinvar gibi olan arkadaşlarının yatağında, bir kaza sonucu, beyin kanaması, kanser veya beyin kaslarında atrofi nedeniyle öleceğini düşünmelidir. Kendi yaklaşan ölümünü, dünya nimetlerini terk eden gençler ve erkeklerle karşılaştırmalıdır.

    Filistinli herhangi bir mücahidin öldürülmesine kimsenin önünde sevinmesine izin vermeyeceğim, özellikle bu kişi sadece Filistin davası için değil, tüm ümmet adına ölüm kalım mücadelesi veren biri olduğunda! Kaldı ki bu kişi Gazze’deki direnişin, sabrın ve kararlılığın sembollerinden biri idi.

    Allah’ım, salih amellerle canımızı al ve tüm samimi, temiz kardeşlerimiz için de aynısını nasip eyle!

    Yazar İhsan Fakih

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    17.10.2024 Üsküdar

    Mütercimin Notu:

    Gazze’deki arkadaşlara şehadet haberini saat 18 itibarı ile sordum:

    Verdikleri cevap aynen şöyle:👇

    Ve aleyküm selam ve rahmetullah.
    Allah sizi korusun sevgili üstadım. Şu ana kadar herhangi bir doğrulama veya yalanlama olmadı. Kesin haberi Kassam liderliğinden bekliyoruz. Ama eğer haber doğruysa, Rafah’ta, savaşın ortasında şehit oldu. Boynunda bir kefiye, ellerinde barut ve göğsünde bir savaş çantası vardı… Son fotoğrafları konuşan bir beyan niteliğindeydi. Kurşunları alnına ve başına aldı, ne sırtından ne de kolundan… Şehit oldu, geri çekilmeden ileri doğru yürüdü. Delil sundu, ihanetin açığa çıktığını ve zilletin kabullenildiğini ortaya koydu. (Ahmet Ziya)

    Yahya Sinvar’ın şehid oluşunun ceryan ediş seyri şöyle oldu:👇
    16 Ekim çarşamba günü saat 10:00’da, 450. terörist taburundan bir terörist Refah’da bir binada şüpheli kişileri tespit etti ve onlara ateş açtı. Öğleden sonra yaklaşık saat 15:00’te bir insansız hava aracı (İHA) o binaya girdi ve katlar arasında hareket eden üç kişiyi izledi. Daha sonra bu kişilerin Sinvar’ın korumaları olduğu ve bunlardan birinin, kesin olarak öldüğü, tespit edilen kişinin de şahsi koruması olduğu anlaşıldı. Üzerlerine ateş açıldı. Bölgede bulunan iki kişi başka bir kata çıktı. Sinvar ise yanındaki bir binanın ikinci katına gitti. Ona yönelik bir roket ve iki el bombası atıldı. İHA, bastonunu drone’a fırlatarak onu düşürmeye çalışan yaralı bir adamı tespit etti. Teröristler ona bir roket attı ve ertesi gün binaya girip Sinvar’ın şehadetini ve bedenini teşhis ettiler. 17.10.2024 Saat 23.55

    Al Kassam Tugayları’nın Resmi Açıklaması:👇

    Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

    “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine, onlar Rableri katında diridirler ve rızıklanmaktadırlar.”

    Askeri Bildiri:
    Şehit İzzeddin el-Kassam Tugayları

    Ey mücadeleci Filistin halkı…
    Ey Arap ve İslam ümmetinin Halkları:

    Şehit İzzeddin el-Kassam Tugayları, İslamî Direniş Hareketi Hamas’ın lideri, büyük komutan şehit Yahya es-Sinvar “Ebu İbrahim”i en yüce makama uğurlamaktadır. O, Mescid-i Aksa’yı ve halkımızın meşru haklarını savunurken kahramanca savaştı ve asla geri adım atmadı. Hareketimizin, komutanlarını askerlerden önce feda etmesi ve liderlerinin halkımızın canlarını Allah yolunda ve Filistin’in kurtuluşu için veren şehitler kervanının önünde yer alması büyük bir gurur kaynağıdır. Sinvar, korkak düşmanlarına karşı direnirken kahramanca çatışarak kardeşlerinin yanında şehit oldu.

    Komutanımız “Ebu İbrahim” uzun ve onurlu bir cihat geçmişi var. İslamî Direniş Hareketi Hamas’ın kuruluşunda ve askeri ve güvenlik teşkilatlarının temellerinde yer aldı. Gençliğinin en güzel yıllarını işgal hapishanelerinde yirmi yılı aşkın bir süre feda ettikten sonra “Vefa-ül Ahrar” (Özgürlerin Vefası) anlaşmasıyla başı dik olarak serbest bırakıldı. Hapisten çıkar çıkmaz, cihat yolunda yürümeye devam etti ve asla dinlenmedi. Hareketin askeri faaliyetlerine üç bölgede de liderlik etti ve Kudüs yolunda direniş cephelerini birleştirme yolunda önemli bir rol oynadı. Gazze’de hareketin liderliğini üstlendiği dönem, davet, siyasi ve askeri alanlardaki başarılarda büyük bir sıçrama dönemi oldu ve bu başarı “Aksa Tufanı” ile taçlandı. Sinvar, büyük komutan İsmail Heniyye’nin şehadetinden sonra hem içerde hem de dışarda hareketin liderliğini devraldı.

    Direniş hareketleri, başta Hamas olmak üzere, bu büyük ve nihai mücadeleye girmeye karar verdiğinde, Filistin halkının cihadında ve ümmetimizin mücadelesinde çok yüksek bedeller ödendiğini biliyorlardı. Ancak halkımızın haklarını çalan düşmana boyun eğmeyi veya onun zulmüne sessiz kalmayı reddeden bu hareketler, halkının önünde fedakârlık yapmaya hazırdı. Bu yüzden liderler ve askerler, Filistin’in kurtuluşu ve son Siyonist işgalci kovulana kadar cihat yolunda yürümeye devam edeceklerdir. “Aksa Tufanı” savaşının üzerinden bir yıl geçmesine rağmen halkımız diz çökmedi ve Siyonistlerin vahşi soykırım suçlarına rağmen boyun eğmedi.

    Bu suçlu düşman, Sinvar, Heniyye, Nasrallah, Aruri ve diğer büyük direniş liderlerini suikastla öldürerek direnişi söndürebileceğini veya geri adım attırabileceğini sanıyorsa büyük bir yanılgı içindedir. Tam tersine, direniş devam edecek ve halkımızın meşru hedeflerine ulaşana kadar yükselmeye devam edecektir. Şehadet, liderlerimizin en büyük arzusu ve kanları özgürlük yolunu aydınlatan bir meşale ve saldırganları yakacak bir ateş olacaktır. Liderlerimiz geride, işgalci Siyonistlerle savaşmaya kararlı yüz binlerce mücahit bırakmışlardır ve Allah’ın izniyle Filistin’i ve Mescid-i Aksa’yı bu kirli işgalden temizleyeceklerdir.

    Ve bu yolun sonu, ya zafer ya da şehadettir…

    Şehit İzzeddin el-Kassam Tugayları – Filistin
    Cuma, 15 Rebiü’l-Ahir 1446 H

    18/10/2024

    Yiğit Bir Mücahid’in Son Anı:👇

    Kesik bir el ve parçalanmış, kanayan bir bacak… Diğer elin parmakları da kopmuş…

    Ama o hâlâ hayatta…

    Tanklar etrafını kuşatmış, hava sahasında uçaklar karıncanın adımlarını bile izliyor…

    Durum şu:
    Eğer evin içinde silahlı kişinin Yahya es- Sinvar olduğunu öğrenirlerse, onu canlı yakalamak için her şeyi yapacaklardı… Ancak o, doğuştan gelen bir zeka ve Allah’ın yardımıyla hızla karar verdi… Maskeyi yüzüne geçirdi…

    Neden mi?
    Onlardan önce düşünüp hemen karar verdi… Kuşatılmış evin içinde kim olduğunu keşfetmek için onlar bir Drone gönderme kararı vermeden önce hareket etti… Drone içeri girdi ve evde silahlı, maskeli bir kişiyi görüntüleyebildi… Terörist devriye komutanının aklına, maskeli kişinin siyonist İsrail’in en çok aradığı kişi olduğu, hiç gelmedi…

    Onun sıradan bir direnişçi olduğunu düşündüler… Ona roket attılar ve onu öldürdüler… Ve bu, Sinvar’ın hayatının son dakikalarında, siyonistlerin onu canlı yakalamasını engellemek için, düşündüğü en son plandı… Ve olanlar oldu… Allah’ın rahmetine kavuştu…
    Ey şehit oğlu şehit isteme benden makber sana ağuşunu açmış duruyor peygamber.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    Şehid Komutan Yahya Sinvar’ın Son Anları:👇

    Şehid Komutan Yahya Sinvar’ı Tanımak İsteyenler İçin:👇

    لا يفرح بقتل مُسلم على يد الكُفّار إلا منافق .. فما بالكم إن كان هذا المُسلم “مُجاهد” لم يبرح ميادين القتال ؟!
    فإن كان يحيى السنوار قد مات فنسأل الله أن يتقبله في الشهداء والله حيّ لا يموت ومُقاومة العدوّ فكرة والجهاد من شعائر الإسلام .. فلا المقاومة ستموت بموته ولا الجهاد في سبيل الله سيسقط بتأكيد خبر استشهاده ..
    وإن كان السنوار حياً فنسأل الله أن يحفظه ويُثبّت أقدامه وينصره على عدوّ الإسلام والمُسلمين..

    قال النبي محمد صلى الله عليه وسلم: “المسلم أخو المسلم، لا يظلمه ولا يسلمه”
    وواجب المسلم أن يكون عونًا لأخيه المسلم، وأن يحزن لضرره أو موته، وليس أن يفرح بذلك.
    حتى إذا وقع خلاف بين المسلمين، يجب أن يسعى الجميع للصلح والإصلاح بينهم. “فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ
    والفرح بمقتل المسلم يُعدّ انتهاكًا لهذه التعاليم الإسلامية.
    ولا يوجد مبرر شرعي للفرح بمقتل يحيى السنوار على يد العدوّ الصهيوني الدموي ولو أقنعكم سِقط المتاع من مسوخ المنابر بغير ذلك ..
    مهما كانت الخلافات بين المسلمين.. لا يحقّ لأي أحد أن يفرح بمقتل مُسلم مُرابط يُقاوم المُحتلّ الصهيوني الغاشم الذي يتفق شرفاء العالم من كُل الأديان على دمويتهم !

    السنوار لم يقتُل مُسلما ولم يُنكّل بشعب ولم يُهجّر أحدا من بيته ولم يعتدِ على حدود وحُرمات أحد … إن مدح هذا او شكر ذاك، فما هو إلا جزء من المعركة التي يخوضها والتي هو أعلم بتحدّياتها منا..

    نحن ( الذين خارج الميدان) لا نشكر ولا نمدح عدوّا قتل أي مُسلم ولو كان يدعم إخوة لنا آخرين.. وفي ذلك اختلاف له اعتباراته بين مختلف النُخب التي نحترمها ..
    ولا يعني اختلافنا في هذه أن نخذل إخوتنا أو نسمح بالإساءة لهم أو ظُلمهم ..

    من خذل السنوار واسماعيل هنيّة وإخوتهم من مُجاهدين ومُرابطين في غزة وعموم فلسطين، واجب عليه أن يلتزم الصمت وأن يخجل وينزوي في رُكن بعيد..
    وليتخيّل مشهد موته ورفاقه الذين هُم من ذات طِينته في فراشهم أو في حادث او في سكتة دماغية أو بسرطان في الدم أو ضمور في عضلات المُخ ..
    وأن يُقارن بين موتته المُوشكة تلك وبين ميتة شباب ورجال تركوا الدُنيا بكُلّ مباهجها وتفاصيلها من أجل ما هو خير وأبقى..

    لن أسمح لأحد أن يُعبّر عن ابتهاجه أمامي بمقتل أي مُجاهد فلسطيني يخوض معركة مصيرية لا للقضية الفلسطينية التي نعتبرها جزءا من قضايا الأمة وحسب، بل يخوض معركة مصيرية نيابة عن الأمّة كُلّها في داخل فلسطين، فما بالكم إن كان هذا الرجل أحد رموز الجهاد والصمود والثبات في غزّة !

    اللهم اختم لنا بالصالحات ولجميع إخوتنا المؤمنين الصادقين الأنقياء ..

    Birleşik Arap Emirlikleri’nin Sırrı

    Bu harika ve ufuk açıcı bir makaledir!

    Bir buçuk milyar Arap ve Müslümanın bu ülkeye hayranlıklarından kurtulup uyanmaları ve kartondan yapılmış gibi görünen bu ülkenin, insanlara güçlü ve gelişmiş görünse de aslında öyle olmadığını fark etmeleri için mutlaka okunması gereken bir makale!

    Abu Dabi, bu zamanda çürümüş bir yeşillik gibidir!

    Makalenin metni:👇

    Birleşik Arap Emirlikleri’nin kimsenin bilmediği sırrı nedir?!!

    Yazan: Cemal Riyan

    Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Libya, Suriye ve son olarak Sudan gibi uzak ülkelerin işlerine müdahale etmeye çalışan bu ülke kimdir, neyin nesidir?

    Birleşik Arap Emirlikleri’nin sadece 75 bin kilometrekare yüzölçümü olan küçük bir ülke olduğunu ve yerli nüfusunun 800 bin kişiyi aşmadığını göz önünde bulundurursak, nasıl bu kadar hızlı bir kalkınma yaşayabilir?

    BAE’nin ne siyasi bir tarihi ne kurtuluş hareketi, ne de kültürel veya entelektüel kurumları var. Şeyh Zayed ona bir gecede gelişip büyüyen bir ülke olması için bir dua mı okudu? Batı Asya’daki en hızlı büyüyen ekonomilerden birine nasıl sahip oldu?

    Gerçek şu ki: BAE projesinin arkasında Yahudiler var. Batı’daki zengin Yahudiler, Orta Doğu’da, mali çıkarları ve ticaret hareketlerini yönetecek bir Yahudi yerleşim yeri kurmayı düşündüler, siyasi nedenlerle “ana devlet” ile muhatap olmak zorunda kalmadan.

    1971 yılında, yani BAE’nin kuruluş yılı, Batı BAE’yi altı emirliğe, ardından yediye böldü. Her bir emirliğin bir emiri, ordusu, polisi ve güvenliği var. Abu Dabi Emirliği ise yüzölçümünün üçte birinden fazlasını kaplıyor, bu da küçük emirciklerin ayrı bir devlet kurmasının zor olmasını sağlıyor.

    Resmi istatistiklere göre, BAE’nin yerli nüfusu 750 bin kişi olsa bile, bu sayı, ülkede yaşayan 9 milyon yabancı, 200 farklı millet ve 150 etnik grup karşısında ne ifade edebilir? Ülkedeki nüfusun tamamı bir istihbarat, güvenlik ve ordu gücüne dönüştürülse bile ülkelerini korumaları mümkün olamaz!

    BAE’de şaşırtıcı olan şey, ülkeye girdiğinizde kendinizi bir Avrupa ülkesinde veya gelişmiş Asya ülkelerinden birinde zannetmenizdir. Düzenli bir sistem, profesyonellik, disiplin, sokakların temizliği ve şıklığı var. Ancak “yerli” bir vatandaş bulmak zor. Havaalanından itibaren tüm işlemler yabancıların elinde.

    Farklı Arap ülkelerinden insanlar var, BAE’nin havaalanları dünyanın en büyükleriyle yarışıyor. Limanlardaki gemi sayısını bile saymak zor! Bu durum şaşırtıcı değil mi?

    Bu basit düşünceli bir “Emirati”nin, böylesine karmaşık bir sistemi yönetebileceğini akıl kabül eder mi?

    BAE, özellikle de Abu Dabi, dünyadaki en yüksek zengin oranına sahip. Ülkede 75 bin milyoner olduğu tahmin ediliyor ve bunların büyük bir kısmı zengin Yahudilerden oluşuyor. Bu da büyük mali servetler için güvenli bir ortam oluşturuyor. Bu nedenle, Muhammed bin Zayed’i İsrail’e yönlendiren kişi Yahudi milyoner Haim Saban’dır.

    BAE sadece yüksek binalar, şık caddeler, ticaret ve fabrikalarla dolu değil; aynı zamanda İslam ümmetine karşı bir komplo yuvasıdır.

    Önemli soru:
    BAE neden silah harcamalarında dünya beşincisi? Ordusu nerede? Hangi sınırları koruyor?

    Cevap:
    Tüm bu silahlar, açıklanan ya da açıklanmayan tüm anlaşmalar, bölgedeki devletlere karşı komplolarda kullanılıyor. BAE’nin ekonomik, siyasi veya güvenlik projelerine müdahil olmadığı hiçbir Arap ya da İslam ülkesi yoktur.

    Soru:
    Al Nahyan ailesi, bu kadar karmaşık dosyaları yönetebilecek zekaya sahip mi? BAE şeyhlerinin kendi ülkelerine bu kadar uzak olan diğer ülkelerin işlerine bu kadar geniş çapta müdahale etmelerinin kendilerine ne faydası var?

    Soru:
    Neden asil sermaye sahipleri doğrudan Emirlikleri yönetmiyorlar da Arap şeyhleri başta tutuyorlar?

    Bu soruya 1921 yılında Henry Ford’un yazdığı “Dünya Yahudisi” kitabı cevap veriyor: “Yahudiler, dünyayı arkadan yönetmeyi tercih ederler.”

    Başka bir soru:
    Neden İsrail yerine BAE’yi seçtiler? Özellikle Filistin toprakları gibi verimli, doğası güzel, sahilleri bulunan önemli bir coğrafi konuma sahip iken.

    Cevap:
    İsrail, yatırım için uygun değil, çünkü bir “askeri barikat” ve sürekli tehdit altında. İsrail’de iş yapmak istenmiyor; yani, “istikrarsız” ve oradaki işlemlerin muhatabı direk Yahudiler.

    Sonuç:
    BAE, 1971’den beri bir İsrail’in yerleşim bölgesidir.

    Bu rapordan sonra, BAE’nin ne olduğunu anladınız mı? Son olarak, dünyadaki en büyük mason locası BAE’dedir; uluslararası düzenin merkezi de buradadır.

    Yazan: Cemal Riyan

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    17.10.2024 Üsküdar

    BAE’nin Kuruluş Hikayesi (Arapça): 👇https://twitter.com/drhossamsamy65/status/1874136531625271575

    سرّ الإمارات العربية (العبرية)

    مقال ولا اروع وأبدع !

    يستحق ان يقرأه
    مليار ونصف عربي ومسلم ليستفيقوا من انبهارهم بهذا البلد المصنوع من ورق، وان ظهر للسذج من الناس انه متقدم ومتين !

    ان (ابو ظبي) في هذا الزمن بمثابة خضراء الدّمن !!

    ♦️نص المقال:

    ما هو سر الإمارات الذي لا يعرفه أحد؟!!
    الاعلامى: جمال ريان

    من هي الامارات التي تحاول التدخل في كل شؤون الدول البعيدة عنها اليمن ليبيا سوريا واخيرا السودان

    لا أحد يعرف كيف لبلد مثل “الإمارات،” الصغير في مساحته التي لا تتعدى الـ(٧٥) ألف كلم٢، وعدد سكانه الأصلييين، الذي لم يتجاوز حتى الآن الـ(٨٠٠) الف نسمة، أن يشهد مثل هذه النهضة السريعة !!

    “‏الإمارات” لا تملك تاريخاً سياسياً ولا حركات تحرير ، ولا مؤسسات ثقافية أو فكرية،
    هل نفخ بها الشيخ زايد سورة “يس،” لتصبح بين ليلة وضحاها مزدهرة بالبناء والإعمار،
    و تمتلك واحداً من أكثر الاقتصاديات نمواً في غرب اسيا ..؟!!

    ‏الحقيقة: إن اليهود وراء إنشاء “مشروع الامارات،” حيث فكر “اغنياء اليهود” في الغرب، بانشاء مستوطنة يهودية في الشرق الاوسط، ترعى المصالح المالية وحركة التجارة، دون الحاجة إلى التعامل مع “الدولة” الأم لأسباب سياسية وغيرها.

    ‏منذ عام ١٩٧١، وهو عام التاسيس، ضمن الغرب تجزئة الإمارات إلى ست ثم إلى سبع إمارات، ولكل إمارة أمير وجيش وشرطة وأمن و ….الخ،
    فيما إمارة أبو ظبي تشغل أكثر من ثلاثة أرباع المساحة،
    ليسهل عليهم عدم استطاعتهم تشكيل نواة دولة.

    ‏حتى لو سلمنا، وفقاً للاحصاءات الرسمية، أن عدد سكان الإمارات “٧٥٠” ألف،
    فماذا يساوي هذا، بعدد الأجانب الذين يقطنون الإمارات، و البالغ عددهم (9) مليون نسمة، من (200) جنسية، و (150) قومية؟!!
    فحتى لو تحول جميع السكان إلى جهاز مخابرات و أمن و جيش، لما تمكنوا من حماية بلدهم ..!!

    ‏المذهل في دولة الإمارات، أنك حين تدخل، وكأنك إلى بلد أوروبي، أو أحد البلدان الآسيوية المتقدمة، حيث النظام الدقيق، والتعامل المهني، والانضباط العالي في النظام، وأناقة الشوارع والنظافة،
    و لكن من الصعب أن تعثر على مواطن “أصلي؛” فجميع التعاملات التي تبدأ من المطار وحتى السكن، بيد “الأجانب”

    ‏وهناك عرب من بلدان مختلفة، فيما لا تكاد تحصي عدد الرحلات عبر المطارات، المنافسة لأكبر المطارات في العالم، في السعة والخدمات، ولا عدد السفن والبواخر في الموانئ، حتى تكاد تصاب بالذهول !!!

    ‏هل من المعقول أن هذا “الإماراتي” البسيط في تفكيره، ومديات تطلعاته، أن يدير هذه الماكنة المعقدة ..؟!!

    الإمارات عموماً، و أبو ظبي خصوصا، تضم أعلى نسبة أثرياء في العالم، حيث يقدر عددهم بـ”٧٥” ألف مليونير، فيما يشكل اليهود الأثرياء النسبة الأعلى فيهم.
    ‏و هذا يعني توفير بيئة آمنة لهذا الخزين المالي الكبير.
    لذا، ليس غريباً أن من قاد محمد بن زايد من يده باتجاه “اسرائيل،” هو المليونير اليهودي “حاييم سابان”

    الإمارات ليست مجرد عمارات شاهقة، وشوارع انيقة، وحركة تجارة والآت مصانع وورش،
    إنما هي مستوطنة للتآمر على الأمة.

    ‏السؤال المهم:
    ما حاجة الإمارات أن تكون الدولة الخامسة في الانفاق على الأسلحة ؟
    ترى أين هو جيشها ؟؟
    و عن أي حدود تدافع ؟؟؟

    الجواب:
    إن جميع هذه الأسلحة، سواء المعلن عن صفقاتها أو غير المعلن، يذهب إلى التآمر على دول المنطقة، حيث ليس هنالك من دولة عربية أو إسلامية في المنطقة، إلا وتجد أن الإمارات داخلة على مشروعها الاقتصادي أو السياسي أو الامني، وخلق الفوضى فيه.

    ‏و السؤال:
    هل تمتلك أسرة آل زايد كل هذا العقل، لتدير كل هذه الملفات المعقدة ؟؟
    و هل من مصلحة مشايخ الإمارات، كل هذا التدخل الواسع في شؤون دول، تبعد آلاف الكيلومترات عنها ؟

    ‏السؤال:
    لماذا لا يحكم أصحاب رؤوس الأموال “دولة الإمارات” بشكل مباشر، بدلاً من هذه الأعراب و عناوينها ؟.

    هذا السؤال يجيب عنه كتاب: “اليهودي العالمي،”
    لمؤلفه هنري فورد، صاحب شركة فورد عام ١٩٢١، حيث يقول:
    إن “اليهود يفضلون أن يقودوا العالم من الخلف.”

    ‏سؤال آخر:
    لماذا لم يختاروا “إسرائيل” بدلاً من “الإمارات،” كي يحركوا رؤوس الأموال، خاصة و أن أرض فلسطين وفيرة في أرضها، و في جمال طبيعتها، ولها موقع جغرافي مهم و إطلالة على البحر ؟

    الجواب:
    “إسرائيل” غير صالحة للاستثمار، لانها “ساتر عسكري،” ومهددة في كل لحظة، وغير مرغوب التعامل معها تجارياً في المنطقة،
    أي: “غير مستقرة،” وواجهة العمل فيها اليهود !!.

    الخلاصة:
    “الإمارات” عبارة عن مستوطنة إسرائيلية، منذ عام ١٩٧١ …

    بعد هذا التقرير عرفتم ما هي الإمارات
    وأخيراً: إن أكبر محفل ماسوني في العالم هو في الإمارات إنها النقطة المركزية العملية للنظام الدولي.

    BAE Kuruluş Hikayesi (Arapça): 👇https://twitter.com/drhossamsamy65/status/1874136531625271575

    Haddini Bilmek ..

    Aşağıdaki yazıyı muhterem Hayrettin Karaman hocamızın paylaşıp göndermesi üzerine okudum. Yazıyı okuduktan sonra da Fikir teatisinde bulunduk. İşte o yazışmalarımız:👇

    Salih Tuna Yazdı: Vay Yezid Vay!

    ANALİZ – 13-10-2024 19:42


    Suudi Arabistan Başmüftüsü Abdülaziz eş-Şeyh, “Müslümanların, Yahudilere karşı Şiileri desteklemesi caiz değildir, bunu yapanların Allah’a tövbe etmesi gerekir…” demiş.
    Peki, Yemen’deki Ensarullah veya Lübnan’daki Hizbullah gibi Sünni olmayan direniş örgütlerinin İsrail’e karşı Ehl-i Sünnet Müslümanlardan oluşan Hamas’ı desteklemesi caiz midir?
    “İngiliz Şiiliğine” göre caiz değildir.
    Söz konusu Suudi Müftü, İsrail’e direnenleri “terörist” tesmiye etmiş. Dahası, “İsrail’e karşı savaş haramdır!..” fetvası vermiş. Demek ki, İsrail’e karşı savaşmak haram ama Gazzeli çocuk ve kadınların sığındıkları çadırlarda İsrail bombalarıyla cayır cayır yanmaları helal.
    Savaşmadan ölmek yani öldürülmek caiz midir peki?
    Yani hastaneler, ambulanslar ve yeni doğmuş bebekler İsrail ile isteseler de savaşamayacaklarına göre maruz kaldıkları bombalar nedeniyle ölmelerinin hükmü nedir?
    Mahut Müftü Hazretleri (içtihat hesabı), “Öldüren bir sevap, öldürülen iki sevap” der mi?.. Bence der, zira onda bu cevher var!
    Allah bunların Amerikancı İslam’ından da İngiliz Şiiliğinden de sahici İslam’ı ve gerçek Müslümanları korusun.


    Suudi Müftü, “Hizbullah’a karşı İsrail ordusuyla işbirliği yapılabileceğini” de dile getirmiş.
    Nasıl fetva ama! Soykırımcı Netanyahu’dan “En Yaratıcı Fetva” ödülü alsa yeridir değil mi?
    Sanmayın ki eleman münferit. Daha geçenlerde Sabır Meşhur adlı Mısırlı bir gazeteciden bahsetmiştim bu köşecikte. Hani, İran ile İsrail arasındaki savaşı Persler ile Rumların savaşına benzetmiş ve Kuran’da Rumların desteklendiğinden hareketle İran’a karşı İsrail’i desteklemek gerektiğini söylemişti.
    Oldukça da uyanık bir eleman. Güya Osmanlı’ya meftun ve güya Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hayran olmakla muhafazakâr kesimlere şappadak sızmanın yolunu bulmuş.
    Fakat, Başkan Erdoğan “İsrail Türkiye’ye saldıracak” derken, eleman “İran Türkiye’ye saldıracak…” diyor!
    Yezid’i savunmak için de Hazreti Ali’yi itibarsızlaştıracak kadar gözü dönmüş bir mezhepçi. Hatta, “Yezitleşmeyi beka meselesi” olarak gördüğünü söylüyor.
    Hep derim: Bu topraklardaki neşvünema bulan inşa edici Ehl-i Sünnet anlayışı ile bu tür rezil Arapların Sünni anlayışının uzaktan yakından alakası yoktur.


    Yazık ki yazık, son zamanlarda bizim ülkemizde de bu kafaya yakın mürailer türedi.
    Bunun bir operasyon olduğunu düşünüyor; NATO’cu çevrelerin “İran düşmanlığı” üzerinden ABD’ye “biat” tazeleme peşinde oldukları şeklinde okuyorum.
    Bu elemanların Suudi Müftü kadar açık sözlü olmamalarının nedeni, Türkiye’nin başında Muhammed bin Selman’ın değil, Recep Tayyip Erdoğan’ın bulunması. Yoksa aynı cevher bunlarda da ziyadesiyle var.
    Bir de “İsrail kendisine saldırmayana saldırmaz” diyen “seküler müftülerimiz” var. Sanki İsrail ile ABD birbirinden bağımsızmış gibi ve sanki ABD binlerce TIR silahla vekil örgütlerini teçhiz etmemiş gibi konuşuyorlar.
    Bu seküler müftüler ile Amerikancı müftüler mevzubahis İsrail olunca nasıl da aynı mevzide buluşuyorlar!
    Sabah Gazetesi

    Muhterem Hocam,
    Yazıyı okudum; bir yazarın beyan ettiği görüşün ciddiye alınıp muteber kabül edilmesi için, okuduğu veya dinlediğini kaynağından doğru okuyup anlamaya, naklettiğini yine ilk kaynağından samimi ve doğru nakletmeye ehil olması gerekir.

    Şartlanmış, nakilde tahrif veya muhalifinin görüşünü maksadını aşacak şekilde aktarıp üzerine yorum yapma alışkanlığı olan yazarları okumuyor; ciddiye de almıyorum. Haksız mıyım?
    15.10.2024 Üsküdar
    Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    Salih’in bu çerçeveye girdiğinden emin değilim.
    Yine de acaba demekte fayda var.
    Hayırlı akşamlar.

    H.K.

    Muhterem Hocam,
    İran, İngiliz+ABD+İsrail’in temsil ettiği, siyonizmin etki ve kontrolünde bir devlettir. İran’da, Tahran gibi büyük bir şehirde dahi, Sünnilerin cuma namazını kılabileceği tek bir caminin varlığına bile izin vermeyen düşmanca bir anlayışın hakim olduğunu bilmeyen var mı? Ermenistan’ı desteklemelerini zikretmiyorum; çünkü politik konular farklı pencerelerden bakmaya açık. Fakat gerek İran’da ve gerekse Irak ve Lübnan’da yaşayan ilim ehli şiilerin görüşlerine bile kulaklarımızı tıkamak, tenkit ve uyarılarını dikkate almamak akılla izanla bağdaşır mı?

    Lübnan’da ise çok farklı bir durum var; HAMAS orada da örgütlü ve aktif. Orada İsrail’e karşı eylemler İran gibi değil, olamaz. Lübnan’daki zorunlu iş birliği ve strateji gereği Hamas’ın İran’a karşı tavır koyamamasını, İran’ın iyi niyetine delil gösteremeyiz.

    S.Arabistan ve diğerleri müstakil iradesi olmayan İngiliz sömürgeleridir. Onların davranışlarını mezhep taassubu olarak yansıtmak olaylara İngiliz etki ve zaviyesinden bakmak, müslümanları yanıltmak olur.

    Buna benzer konular, mahalli yazarların münferit görüş ve kanaatleri doğrultusunda ahkam kesilecek konular değildir; olamaz. Haddimizi bilmek, mütevazi davranmak ve istişareye önem vermek hatalarımızı azaltmanın tek yoludur. Sabır Meşhur da aynı hatayı yapıyor; her ikisinin de kutuplaştırıcı üslupları var. Had ve hudut bilmiyor; ahkam kesmekten geri durmuyorlar.

    Yanlış bilgilerle doğruyu savunmak, yahut doğru bilgileri yanlışa alet etmek çıkar yol olabilir mi muhterem Hocam?

    Bu konuda daha önce bir yazı yazmıştım; incelemenize arz etmek isterim: 👇
    https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/hz-ayse-validemizin-evlilik-yasi-ile-ilgili-bir-muzakere/

    Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    15.10.2024 Üsküdar

    Bunu ve linkini paylaştığın o Yazını da okudum.
    Evet,
    Haddini bilmek salih müminin fezailinin başlarında gelir
    Bugün sözde ümmetin ve özelde sözde ulemanın en önemli kusuru haddini bilmemektir. Bir alanda alim olmak başka alanda ahkam kesme yetkisi vermez. Ama ne yazık ki tv alimlerinin bilmediği yok.
    Hayırlı akşamlar.
    Hayrettin Karaman

    15.10.2024

    Şianın Gazze Desteği, İsrail Karşıtlığı Sorgulanmalı mı?

    “İşgal güçlerine karşı savaşta Hizbullah’ın yer alması durumunda buna sevinmeli miyiz?”

    Gazze’deki kardeşlerimizin kanı akarken ve Hizbullah, kendilerini “Aksa’nın askerleri ve Filistin’in kurtarıcıları” olarak tanıtan bir grup olmasına rağmen, bu tanıma ya da savaşın boyutuna ve dökülen kanlara oranla eşdeğer bir katılım göstermemişken, bu katılımın şimdi her zamankinden daha fazla masada olduğu açık.

    Bu durum, katılımlarıyla ilgili olarak sevinmek, sessiz kalmak ya da karşı çıkmak konusundaki tutumumuzu sorgulayan bir soruyu beraberinde getiriyor.

    Şüphesiz bu soru, genel olarak İslam ümmetinin meseleleriyle ve özellikle Filistin ve Suriye ile ilgilenen bir grup insan arasında en fazla anlaşmazlık yaratan sorulardan biridir.

    Bazı Filistinli kardeşlerimiz şöyle diyor: “Düşmanlar bizi vuruyor ve dünyanın gözü önünde gerçek bir soykırım yaşıyoruz. Ümmet bizi yalnız bıraktı ve sadece bu Şii gruplar yanımızda durdu. Sırf Şii oldukları için bizi biraz rahatlatan bu duruma sevinmemizden rahatsız mı oluyorsunuz?”

    Suriyeli kardeşlerimiz ise şöyle diyor: “Biz de sizin davanızın arkasındayız, çünkü bu, tüm Müslümanların meselesidir. Sizin acınızı en çok biz hissediyoruz, çünkü biz de aynısını yaşıyoruz. Ancak: Bu grubun çocuklarımıza ve kadınlarımıza karşı işlediği suçların, işgal güçlerinin suçlarından daha az olmadığını, hatta daha fazla olduğunu görmüyor musunuz? Biz sizin kanınızı ve haklarınızı korumak adına çocuklarımızın ve kadınlarımızın katillerine övgü yağdırmaktan kaçınıyorsak, siz de Allah’tan korkup bizim kanımızı ve haklarımızı gözetmelisiniz.”

    Bu kısa yorumda doğru olduğunu umduğum şeyi açıklayacağım:

    Öncelikle, Gazze’deki kardeşlerimizin üzerindeki baskının hafifletilmesi ve işgal güçlerinin dikkatinin dağılması gibi olumlu etkilerle ilgili kutlama ile, katılımcıları övmek ya da onlara “şehit” gibi dini unvanlar vermek arasında bir fark vardır.

    Birinci alan, içtihadi bir alandır ve burada olumlu bir şekilde tepki veren kimseye bir sakınca yoktur; özellikle de işgal güçlerinin katliamlarından kaynaklanan acının çok büyük olduğu göz önünde bulundurulursa. Bu acıların biraz olsun hafifletilmesine sevinç duyanların duygularını anlamak gerekir. Bombardıman ve ölüm altında yaşayan biriyle bu durumu yaşamayan biri bir olmaz.

    İkinci alan ise çeşitli seviyelerde problemli bir alandır ve şu şekildedir:

    1- Bu grup, Suriye’deki kardeşlerimize karşı korkunç katliamlar gerçekleştirmiştir; eğer İslam ümmeti tek bir beden ise, Filistin’de olanları Suriye’de olanlardan ayrı tutamayız. Onlar, kana susamış canilerdir ve bu yolda sonuna kadar gitmişlerdir; bunu nasıl unutabilir ya da görmezden gelebiliriz?

    2- Şii silahlı gruplar, işgal güçleri ya da Batı güçleriyle olan çatışmadan daha fazla Sünnilerle olan çatışmanın merkezi olduğuna derinden inanıyorlar. Bu inanç, olaylarla değil, ideolojik ve düşünsel temellerle bağlantılıdır. Bu insanların köklerini ve tarihini bilmeyenler, hayale kapılmamak için okusunlar.

    3- Ümmetin tarihinde bu kritik ve hassas aşama, kimlikte netlik gerektirir. Kimlik, inanç, referans ve tarih ile yakından bağlantılıdır. Bu grup ve benzerleri ile aramızdaki sorun, bir inanç, referans ve tarih sorunudur. Bu grupların bu konudaki tutumları ve kanımıza karşı umursamazlıkları ne kadar net olursa olsun ve bölgedeki savaşlar nedeniyle oluşabilecek boşlukları doldurmak için Irak gibi yerlerde yaptıkları gibi hazırlık yapıyor olmalarına rağmen, bu durum hala birçok Sünniyi yanıltmaktadır.

    4- “Allah yolunda şehitler” gibi hak ile batıl arasındaki mücadeleye ilişkin dini unvanlar, sadece Allah’ın kelimesinin yüce olması için savaşanlar için verilir. Bu grup ise bunun için savaşmamaktadır. Bu, niyetleri tartışmak anlamına gelmez, aksine bu grubun hareketlerinin ve sadakatlerinin nedenleri ile amaçlarına modern tarihin tanık olması ve eski tarihteki delillerle de bu durumun sabit olması nedeniyle böyledir.

    Sonuç olarak, bu grubun gerçek bir katılımı olsa bile, buna sevinenlerin tutumu içtihadi bir meseledir; ancak bu sevinç yüzünden onların işledikleri suçları, gerçek niyetlerini ve kimliklerinin bizim kimliğimize düşman olduğunu unutmamalıyız.

    Birisi şöyle diyebilir: “Bu, ümmeti bölme ve safını dağıtma zamanı değil; bu sözleri Gazze meselesiyle meşgulken yaymanın vakti değil!”

    Ben derim ki:

    •   Birlik ve dayanışmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var; bu yüzden ümmetin duygularını, katliam ve suç işleyenleri övme yoluyla kışkırtmak zamanı değildir; bu, bölünmeye yol açan en belirgin şeydir.
    •   Bu, hak ile batıl arasındaki farkı karıştırarak zaferin gecikmesine neden olma zamanı da değildir.
    •   Bizimle bu gruplar arasındaki ayrılığı başlatan ya da körükleyen biz değiliz; tam aksine onlar, sahabenin lanetlenmesi, Peygamberimizin (sav) eşine iftira atılması ve sünnetine karşı çıkılmasıyla dolu bir tarihe sahiptirler. Son yıllarda ise bu ayrılığı, Suriye’deki kardeşlerimize karşı acımasız savaşlarıyla pekiştirdiler. Bu savaş, savunma değil, Sünnilere karşı dini ve siyasi bir savaş olup, kendilerini bu savaşa daldılar ve en korkunç katliamları işlediler. Tüm bunları yapmışken hangi birlikten bahsediyoruz?

    Allah’tan, Gazze’deki kardeşlerimize zafer vermesini, sıkıntılarını gidermesini ve düşmanlarını yok etmesini niyaz ederiz.”

    İhsan al Fakih

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    12.10.2024 Üsküdar

    ونسأل الله سبحانه أن ينصر إخواننا في غزة ويفرج همهم ويهلك عدوهم.

    إحسان الفقيه

    هل نحتفي بمشاركة جماعة “حزب اللات” -إذا شاركت في الحرب ضد قوات الاحتلال-؟

    بعد نزيف دماء إخواننا في غزة، وعدم مشاركة جماعة “حزب الله” بالقدر الذي يوازي التعريف الذي عرّفوا به أنفسهم بأنهم جنود الأقصى ومحررو فلسطين، أو يوازي قدر المعركة والدماءِ التي نزفت والمجازر التي ارتكبت،
    إلا أن هذه المشاركة باتت الآن موضوعة على الطاولة أكثر من أي وقت مضى.
    وينبعث سؤال بسبب ذلك حول الموقف من مشاركتهم من جهة الفرح والاحتفاء أو السكوت أو المعارضة؟

    ولا شك أن هذا السؤال من أكثر الأسئلة المسببة للاختلاف بين طائفة من المهتمين بقضايا الأمة الإسلامية عامة وبقضية فلسطين وسوريا خاصة،

    فبعض إخواننا في فلسطين يقولون: الأعداء يضربوننا، ونعيش إبادة حقيقية على مرأى العالم، والأمة خذلتنا، ولم يقف معنا إلا هذه الجماعات الشيعية، أفتستكثرون علينا الفرح بما يخفف عنا لمجرد كونهم من الشيعة؟

    وإخواننا في سوريا يقولون: نحن مع قضيتكم فهي قضية المسلمين جميعاً، ونحن أكثر من يشعر بمأساتكم لأننا نعيش مثلها، ولكن: ألا ترون مقدار الجرائم والمجازر التي ارتكبتها هذه الجماعة في حق أطفالنا ونسائنا والتي لا تقل عن مستوى جرائم قوات الاحتلال بل تزيد؟
    ألا تتقون الله في دمائنا وحقوقنا بتجنب الثناء على قتلة أطفالنا ونسائنا كما نتقي الله في دمائكم وحقوقكم؟

    وسأُبيّن في هذا التعليق المختصر ما أرجو أنه الحق:

    بدايةً، هناك فرق بين الحفاوة المتعلقة بالأثر الإيجابي للمشاركة من جهة تخفيف الضغط عن إخواننا في غزّة وتشتيت قوات الاحتلال،

    وبين الحفاوة المتعلقة بتزكية المشاركين وإضفاء ألقاب الثناء عليهم أو على فصيلهم، سواء بتسميتهم بالشهداء أو بغير ذلك من ألقاب الثناء الشرعية،

    فالمساحة الأولى هي مساحة اجتهادية، لا حرج على من شارك فيها بالتفاعل الإيجابي؛ خاصة وأنّ مقدار الألم الحاصل من مجازر الاحتلال كبير جدا، فيجب تفهّم شعور الفرح بكل ما يخفف شيئا من هذه الآلام، وليس من يعيش تحت القصف والموت كمن لم يعش.

    وأما المساحة الثانية ففيها إشكال على مختلف المستويات، وذلك كما يلي:

    ١- أن هذه الجماعة ارتكبت مجازر شنيعة ومروعة ضد أهلنا في سوريا؛ ولا يمكن فصل ما يجري في فلسطين عما يجري في سوريا -إذا كنّا نتحدث عن أمة إسلامية ذات جسد واحد-، فهم جُناة سفاكون للدماء موغلون في هذا السبيل إلى نهايته؛ فكيف ننسى ذلك أو نتجاهله؟!

    ٢- أنّ الفصائل الشيعية المسلّحة لديها إيمان عميق بمركزية الصراع مع السنّة أكثر من إيمانها بمركزية الصراع مع الاحتلال أو القوى الغربية، وهذا الإيمان مبنيّ على مرتكزات عقدية وفكرية وليس مرتبطاً بمجرد الاحداث، ومن لا يعرف أصول القوم ولا تاريخهم فليقرأ حتى لا يقع في الوهم.

    ٣- أنّ هذه المرحلة الحرجة والحساسىة في تاريخ الأمة تتطلب وضوحاً في الهوية.
    والهويةُ مرتبطة بالمرجعية والعقيدة والتاريخ ارتباطاً وثيقاً.
    والإشكال بيننا وبين هذه الجماعة وأمثالها إشكالُ عقيدة ومرجعية وتاريخ.
    وعلى قدر وضوح هذا المعنى عند هذه الجماعات واستهتارهم بنا وبدمائنا، ومع كونهم يعدون أنفسهم لسدّ أي فراغ قد ينشأ في المنطقة بسبب الحروب كما فعلوا في العراق وغيرها،
    إلا أنه لا يزال غير واضح لكثير من المخدوعين من أهل السنة.
    ٤- أن إضفاء الألقاب الشرعية المتعلقة بالتدافع بين الحق والباطل كلقب (الشهداء في سبيل الله) إنما يكون للذين يقاتلون لتكون كلمة الله هي العليا، وأما هذا الفصيل فلا يقاتل لذلك.
    وهذا ليس خوضاً في النيّات بل لأن التاريخ الحديث شاهد على بواعث حركة هذه الجماعة وولائها وغاياتها، فضلاً عن شواهد التاريخ القديم.

    والخلاصة، أنّه لو حصلت مشاركة حقيقية من هذه الجماعة، فإن حفاوة من يحتفي بذلك أمرٌ اجتهادي؛ غير أنه ينبغي ألا ننسى بسببها جرائمهم، ولا حقيقة دوافعهم، ولا طبيعة هويتهم المحارِبة لهويتنا على طول الطريق.

    فإن قال قائل: ليس هذا وقت نشر الكلام الذي يفرق الأمة ويمزق صفوفها ويلهينا عن قضية غزة!
    فأقول:

    • نحن أحوج ما نكون إلى الوحدة واجتماع الكلمة ونبذ أسباب الخلاف، ولذلك فليس هذا وقت استفزاز مشاعر الأمّة بتمجيد من ارتكب المجازر والجرائم في حقها؛ فهذا من أبرز ما يؤدي إلى الفرقة.
    • وليس هذا وقت ارتكاب أسباب تأخير النصر باللبس بين الحق والباطل والخلط بين الخبيث بالطيب.
    • وأما الفُرقة بيننا وبين هذه الجماعات فلسنا من ابتدأها ولا من أثارها، بل هم الذين ابتدؤوها بتاريخ مليء بلعن صحابة نبينا ﷺ والطعن في عرض زوجته ومفارقة سنته ﷺ، ثم زادوا من هذه الفُرقة في السنوات الأخيرة بحربهم الشرسة على إخواننا في سوريا -التي لم تكن دفاعا عن النفس وإنما كانت حرباً دينية وسياسية اقتحموها بأنفسهم ضد أهل السنة- وارتكبوا فيها أبشع المجازر وأقبحها؛ فعن أي وحدة تتحدث وقد فعلوا كل ذلك ولا يزالون؟
    Gazze Cihadı Zafer mi Hezimet mi?

    Gazze, Cibalya Bölgesinden İmdat Çağrısı Var:

    CİBALYA YOK EDİLİYOR

    Şu anda Cibalya sakinlerinden Aldığımız Mesajdır:

    Arkadaşlar, kelimenin tam anlamıyla yok ediliyoruz ve şu anda burada olanlara dair hiçbir ışık görünmüyor .. Bugün, Cibalya ve özellikle mülteci kampı kuşatmasının beşinci günü. Bölgede kalan üç hastane de kuşatıldı:
    Kemal Edwan, Endonezyalı ve El-Awda hastaneleri.
    Şu an itibarıyla bu hastaneler ateş altında tahliye ediliyor, bazı sağlık çalışanları tutuklandı ve bazıları da Salahaddin Caddesi üzerinden tahliye edilirken hedef alındı. Sizden gizlemeyeceğim, sokaklarda onlarca ceset var ve herhangi birine ulaşamıyoruz çünkü bölgede yapılacak herhangi bir hareket yeni canlara mal olacak. Dün, mahalle girişinde hiçbir uyarı olmadan hedef alınan yaralıları taşımak için ambulans istedik. Ayrıca düşman ordusu tüm gıda, tıbbi ve hatta su ikmallerini dahi kesti.

    Kuzeyde, özellikle de Cebaliya’da kıtlık giderek artıyor; gıda kaynaklarının kıtlığı ve hareket zorluğu yaşanıyor. Şu anda düşman ordusu tarafından evlerimize baskın düzenlendikten sonra evlerimizi birer birer yakmaya başladılar. Siyonist Ordu tarafından kontrol edilen bölgelerde hala mahsur kalan yüzlerce aile var; onlara ne yiyecek ne su ne de ilaç ulaştırabiliyoruz? Daha da korkuncu, evlere baskın yapmaya devam edip insanları dışarı çıkmaya zorlayarak işkence ediyorlar, onları aşağılıyorlar ve nihayetinde, bölgeyi terk etmeme ve bölgede kalma konusunda ısrarcı olanları soğukkanlılıkla sokakta idam ediyorlar. Bu vahşeti işleyerek bölgeyi boşaltmak istiyorlar ve çatışmalar sırasında zırhlı araçların önünde insanlarımızı canlı kalkan olarak kullanıyorlar.

    Arkadaşlar, medya karartması nedeniyle size ulaşmayan birçok ayrıntı var ve siyonist ordu, Lübnan ve İran’a dikkat çekilmesini fırsat bilerek bizi yok etmeye çalışıyor. Şu anda düşman ordusu, Cebaliya şehrini tamamen kuşatmak ve çevrelemek için doğu ve batıdan ilerliyor. Lütfen burada olanları yaymayı bırakmayın ve bu vahşi ordunun bizi yok etmesini bir yolla engelleyin. Cibalya Halkı önce Allah’a sonra sizin duyarlılığınıza emanettir. Sizleri elinizden geleni yapmaya, sesimizi duyurmaya çağırıyorum.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    10.10.2024 Saat 12.05

    Bu tercüme mesajı paylaştığım bir whatsap gurubunda Mehmet Yalar isimli muhterem bir hocamız, mesaja şöyle bir not düştü:👇

    Bu gerçek ve yürek burkan tabloyu hala Hamas için zafer ve lanetlik İsrail için fiyasko diye niteleyen aklievvellerin kulağı çınlasın ve basireti açılsın umarım.
    Mehmet YALAR

    Bu kısa nota üzüldüğüm için o gün cevap yazmadım; bir gün sonra şöyle cevabi bir not yazdım hocamıza;👇

    Muhterem Hocam,
    İfadeniz yanlış anlaşılmaya açık bir ifade. İlk okuyunca üzüldüm; açıklayıcı not yazmak istemedim. Üzüntümün geçmesi ve sakin bir zihinle yazmak için bugün açıklayıcı bir not yazma ihtiyacı hissettim.

    40 senelik Kudüs ve M.Aksa rehberlik geçmişim var. Gazze’de bütün yetkililere ulaşma, istediğini sorup öğrenme, tetkik ve tahkik etme imkanım var.

    Sorgulayıcı yapım sebebi ile kolay kolay ikna olmam. Hürmet ettiğim insanları, hocalarımı bile yapıcı dost tenkitine muhatap kılmaktan geri durmam. Bunları söylemekten maksadım kendimi övmek değil, aşağıda yazacağım hususları doğru değerlendirmenizi kolaylaştırmak içindir. Bu meyanda:

    Gazze direnişi neden 100 yıllık Filistin tarihinin en parlak ve ihtişamlı zaferidir biliyor musunuz? Sözü uzatmamak için şu 2 linkteki yazıyı okuyup değerlendirmenizi arzu ederim:👇https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/tercumeler/hamas-zafer-mi-kazandi/

    👇https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/tercumeler/قياس-جهاد-حماس-في-غزة-علي-حروب-الدول-الع/

    Bu Yazı Arapça 👆 ama hemen altındaki linkte de Türkçe olarak muhteva benzerliği olan yazıyı okumanız yeterli olacaktır.

    Ayrıca bu tesbitlerin doğruluğunu teyit eden çok eski tarihli bir belgeyi de aşağıdaki linkten inceleyip tetkik edebilirsiniz. 👇
    https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/tercumeler/gazze-direnisi-yikim-sebebi-mi/

    Acizane teyit ettiğim gerçekler üzerine yorum ve fikir beyan etme gayretinde olan bir eğitimciyim. Buna rağmen ifade edebilirim ki;
    Tarihde bilinen hiç bir savaş bütün insanlığa Gazze Cihadı kadar olumlu ve muhteşem mesaj verememiştir. Gazze cihadının mesajı İslam aleminin yeniden diriliş tohumu olacağı için muhteşemdir; Kıyamet öncesi Raşid hilafetin tesisinin zeminini hazırladığı için kutlu bir başarıdır. Kıyamet savaşının mukaddimesini oluşturduğu, Siyonist Yahudi zihniyetini dünyaya tanıtıp onların yaşayacağı zillet anında muhtaç olacakları merhameti bulma ihtimalini ortadan kaldırdığı için parlak bir zaferdir. Unutulmuş olan İslami güzellikleri yeniden gündeme taşıdığı için imrenilecek mahiyette açık bir destandır. Sözü uzatmadan, daha önce paylaştığım bir yazının linkini tekrar paylaşarak hatırlatmak istediğim, içinde müslümanların olmadığı Uluslarası bir mahkeme kararını yeniden gündeme taşıyıp insanlığa teyit ettirdiği için ayağa kalkıp tekbir getirerek gururla haykırıp takdir edilecek bir direniş ve cihaddır. Evet Gazze fiziken yıkıldı; yerle yeksan oldu. Elli bine yakın insan, çoğunluğu çocuk ve hanım olmak üzere, şehit oldu. Onların dünyadaki sayılı günleri dolmuş ölümlerin en şereflisi olan Şehadet ünvanı ile Rablerine kavuştular. Onlar kayıp değil kazanç, kıyamete kadar hayırla yad edileceklerdir. Bir müddet önce yaşadığımız elim bir deprem sonucu Türkiye’nin 11 ili de yıkılmış; yerle yeksan olmuştu. Gazze oraların onda birinden çok daha az ve küçük bir bölge ama verdiği mesaj çok daha büyük ve anlamlı değil mi? Maddi ve Fiziki yıkımını telafi etmek ise onbir ile kıyasla çok daha kolaydır. Öyle değil mi muhterem Hocam?
    Size iki yazı linkini daha hatırlatıp notumu bitirireyim: selam dua ve muhabbetlerimi bildiriyorum.
    https://www.aynamayansiyanlar.com/?s=Kudüs+ve+Mescid-i+Aksa+Kararı
    👇
    https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/tercumeler/7-ekim-aksa-tufani-eylem-sirlarindan/

    11.10.2024 Üsküdar
    Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    Bitmez Bir Monarşi Hevesi Olarak Kamalizm

    Hukukçu Yazar Ömer Faruk Uysal “Bitimsiz Bir Monarşi Hevesi Olarak Kemalizm!” başlıklı bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı:👇

    Kemalistler en fazla cumhuriyet ile övünür. Padişah, yani tek adam ülkeden kovulmuş, bir halk rejimi olan cumhuriyet kurulmuş, ülkeye, özgürlük, demokrasi ve modernite gelmiş, Batılılara benzemişiz. Bunlar cumhuriyetin büyük kazanımlarıdır!

    Ancak hiçte iyi gitmeyen birşeyler vardır. Cumhuriyetin cumhuru, (yani halkı), Repuplic’in puplic’i yoktur. Herşey ama herşey, tek bir adamın elinde ve iki dudağının ucundadır. Cumhuriyeti kuran, Reis-i Cumhur olan, tüm yetki ve yetkeleri tek başına elinde tutan, devrimlere karar veren, diğer savaş kahramanı olan generalleri tedip eden, sözüne uymayanları asabilen bir monark, tek adam!

    TBMM üyelerini kendi belirleyen, Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrasına geçen, kendi belirlediği 8 mebusu astıran, Kazım Karabekir ve diğer arkadaşlarının, İzmir Suikastı davasında, mahkemeyi basan subaylarca kurtarıldığı, hiç serbest seçime girmemiş ve hiç seçim kazanmamış bir Cumhurbaşkanı.

    Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı müstebid denilen Abdülhamid Han seçemez ve meclisin faaliyetlerine karışamazdı. O meclis, anayasaya aykırı bir zorbalıktı, ama Sultanın azline dahi karar verebildi!

    Nasıl bir Cumhuriyet ise, serbest seçimler yerine, tek adamın atadığı mebus olur, majestelerin meclisi mahiyetindeki TBMM’de majestelerini seçerdi. Sultan Abdülhamid ve sonra gelen Sultanlarda bu gücün onda biri yoktu. En ufak bir eleştiri, itiraz ve muhalefette asılmanız işten bile değildi.

    Atanarak teşekkül eden TBMM’nin, basit bir şekilden başka fonksiyonu da yoktu. Öyle anlaşılıyor ki, Cumhurbaşkanı değil meclis, yakın arkadaşları veya danışmanlarıyla da, konuşup, istişare etmezdi.

    Erzurum Kongresi dönemleri, tarih, 28/7/1919 Mustafa Kemal, Mazhar Müfid Kansu’ya yaz bakalım; “Zaferden sonra hükumet biçimi Cumhuriyet olacaktır… Bu bir. İki Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç Fes kalkacak, medeni Milletler gibi şapka giyilecektir.” Demiştir.

    Cumhurun Reisi tamamen şahsına özel ajandasını, meclis veya arkadaşlarıyla dahi, hiçbir şekilde istişare etmez, bildirir ve not ettirirdi. Ajandasında yer almayan boş işlere ayıracak zamanı yoktu!

    Halbuki TBMM açılışının gayesi, kendi tamim’inde yazdığı gibi, vatanın birliği ile yüce Hilafet ve Saltanat makamlarının muhafazasıydı. Takiyye konusunda da pek mahirdi!

    Bu arada Cumhuriyet gibi esaslı, tarihi, bir rejim değişikliği planı akabinde, herkes şapka giyecek sözü, Cumhuriyetin nasıl, Batı özentisinden ibaret, içeriksiz, bir şekilden başka bir şey olmadığı anlaşılıyor. Ee artık kimse, en Kemalisti, CHP’lisi , Cumhuriyetçisi bile şapka (devrimi) takmıyor. Kimse Klasik Batı Müziği (devrimi) dinlemiyor! Artık şehit cenazeleri Chopin’in Cenaze Marşı ile değil, olması gerektiği gibi, Büyük Itri’nin Salat-ı Ümmiye’si ile kaldırılıyor. Zira şehitlerimiz, Batılı birer Hristiyan değiller. Ümmi Peygambere komşuluklarıyla şerefyab olurlar.

    Cumhuriyet ilanı öncesi hiçbir istişare, hazırlık, açıklama, yapılmıyor. 28 Ekim gecesi Gazinin içki sofrasında; “Arkadaşlar yarın Cumhuriyeti ilan ediyoruz” deniyor ve 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanununa “Türkiye Devletinin şekl-i Hükumeti, Cumhuriyettir” ibaresi ekleniyor. Kanunda da vurguladığı gibi bu şekilden ibaret bir şey. Fes yerine şapka takılması gibi! Cumhuri, katılımcı, millet iradesine dayanan, demokratik bir muhtevadan yoksun bir biçim, form, “şekl-i hükümet”!

    Cumhuriyet değerleri ve kazanımları derken, Hitler, Musollini, Lenin, Stalin, Mao, Saddam, Çavuşesku, Enver Hoca, Hafız ve Beşşar Esad, Kuzey Kore Cumhuriyetinde; dede Kim Jong- sung, 0ğul, Kim Jong- il, torun, Kim Yong-un, vs. vs. diktatörlerin hepsi Cumhurbaşkanlarıdır!!! Ortak akıl, millet iradesi, meclis, denetim, şeffaflık, hak getire.

    Batı’ya özenmişiz ama Batı’da İngiltere, Belçika, Hollanda, İspanya dahil 11 tane Meşruti Monarşi var. Ve demokrasinin beşiği olarak Fransa Cumhuriyeti değil, İngiliz Krallığı kabul ediliyor. Avrupa Monarşileri bizden ve çoğu Cumhuriyetten daha demokratik, açık, katılımcı, sayılıyor! Biz Osmanlı Meşruti Monarşi’sini ve Osmanlıyı kendi ellerimizle niye yok ettik? Avrupalı düşmanlarımızın tüm gayesi de bu değilmiydi? Neden düşmanlarımızın maksadına hizmet ettik? İttihat ve Terakki ve tek parti döneminde istisnasız herşey daha kötüye gitti. Koca cihan İmparatorluğunu yedik bitirdik. İstibdat, tarihimizin hiçbir döneminde olmadığı kadar koyulaştı. Hanedan-ı Ali Osman, zalim, katliamcı, sömürgeci, İngiliz Windsor hanedanı kadar saygıyı haketmiyor muydu? Bize Osmanlıyı kovun, Hilafeti kaldırın diyen İngilizler, Krallıklarına toz kondurmuyor! Kral tüm Anglikan Kilisesinin reisi aynı zamanda, laiklik te yok tabii.

    Denebilir ki, Lenin, Stalin, Hitler, Musollini, Mao diktatördü, Atatürk de mi diktatör? Cevabı kendisi versin;

    “Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır […] Halbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak istemiyorum.”

    Veya “[…] Milletin, şahıslara kendini unutacak ve kendini kaptıracak kadar meclup (hayran) olması iyi netice vermez.” “Cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım” derken bile, cumhuriyetin aslında tamamen şahsi, kişisel, bir tasarrufu olduğunu da ikrar etmiş oluyor! Yaptım veya yapmadım tamamen kişisel bir tasarruf değil mi? Böylelikle, diktatörlük, istibdat, Kemalizm, eleştirisi yapmış oluyor ki, takdire şayandır. Ancak bir başkasının eleştirisine de asla tahammül edemiyor.

    “Kanla yapılan inkılaplar daha muhkem olur, kansız inkılap ebedileştirilemez. Fakat biz bu inkılaba vasıl olmak için lüzumu kadar kan döktük. Bu kanlarımız yalnız muharebe meydanlarında değil, aynı zamanda memleketin dahilinde de döküldü” (Söylev ve Demeçler) (Mesela, Rizenin iki gün boyunca bombalanması! Harpte düşman’a karşı kullanmadığımız donanmayı, Sulh te, düşmanla savaşmış, kanını dökmüş, kendi milletimize karşı kullandık!

    Keza Nutuk’ta, saltanatın kaldırılması hususunu görüşmekte olan TBMM komisyonuna hitaben; istediğimi yapmazsanız, “ihtimal bazı kafalar kesilecektir” diye ağır bir tehdit savurduğunu kendisi beyan ediyor.

    Mustafa Kemal herşeyden önce bir askerdir, Gazi bir asker! Hedeflerine ulaşmak, rakiplerini ve muhaliflerini bertaraf etmek, politik kariyerini realize veya konsolide etmek için, askeri metotları sert, acımasız ve çok kullanan bir asker! Bu gerçeği uygulamalarından gördüğümüz gibi, yukarıda arz olunduğu üzere kendi beyanlarında da görmekteyiz. Bu hal bir monarşi midir? Evet, tam bir tek adam, tek parti, tek ideoloji rejimi! Tarihimizde hiçbir sultan, bu kadar keyfi davranma, kendi halkına hayatta görmedikleri şeyleri dayatma, ağzından çıkanın yasa -anayasa olduğu bir otoriterlik vuku bulmamıştır. Müstebid ithamına en çok maruz kalan Abdülhamid Han, tek adamlıkta oldukça amatör kalır.

    Ankaranın valisi, belediye başkanı ve tek parti CHP ‘nin Ankara il başkanı tek bir kişiydi; Nevzat Tandoğan. CHP’nin altı oku, anayasa ile korunmaya alınan anayasal ilkelerdi. Bir başka parti kurulamaz, kazara kurulmuş ise, Atatürk’ün seçtikleri dahi olsa o parti mebusları asılırdı.Hiçbir şekilde serbest seçim yapılmaz, mebusların tamamını Mustafa Kemal atardı. Onları da ister atar, isterse de tutardı!

    Peki, bunlar geçmişte kaldı, neden bitimsiz bir monarşi? Şundan bitimsiz bir monarşi! Başta anayasa, her türlü yasalar, MEB ve YÖK mevzuatı, asker, mebus, hukuk, hekim ve her türlü yeminler Atatürk’e sadakat dayatıt. Her yerde Kemalist bir endokrinasyon (beyin yıkama) ısrarlı ve vurguludur. Onun fotoğrafı olmayan bir sınıf, işyeri, kurum, olamaz. Heykeller ve zorunlu saygı duruşları vs. vs.

    F. Castro; “Öldükten sonra dahi ülkesini yöneten tek lider, Atatürk” diyor. Sözcü gazetesi bunu sevinçle manşet yapıyor. Em. Tümgeneral Dr. Naim Babür’de; “Atatürk ölmedi, ülkeyi halen o yönetiyor” diyor, gururla. Yani seçimler, demokrasi, çoğulculuk ve ortak akıl, hak getire. Davul kimin omzunda olursa olsun, tokmak hep Kemalistin elinde! Türkiyeyi halen Atatürk yönetiyorsa, Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan nasıl diktatör olabiliyorlar?

    Ölmüş bir insan elbette koca bir ülkeyi yönetemez. Yönetenler veya yönetme çabasında olanlar, Atatürk’ü ağır bir şekilde istismar edenlerdir. Ve bir asır geçti, artık seçilmiş meşru yöneticiler yönetsin’i de kabul etmiyorlar. Bu monarşik düzen hiç bitmesin, istiyorlar. Son tahlilde Kemalist istismarcılar, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Özel, Atatürkün bitimsiz monarşisini paylaşamıyorlar!

    “Atatürk gibi bir ulu önder gelmemiştir ve gelmeyecektir”

    İddiası, Türk milletine, geçmişteki ve gelecekteki evlatlarına ve liderlerine bir hakaret değil mi? Alpaslan, Fatih, Yavuz, Kanuni Süleyman sıradan liderler midir? Atatürk, Alpaslan gibi Anadolu kapılarını mı açtı? Çağ açıp çağ kapamış bir Fatih midir? Frenk tabiriyle, bir muhteşem Süleyman mıdır? Ataları Osmanlılar gibi, üç kıta yedi denize mi hükmetti? Hiç böyle bir ülküsü oldu mu? Yoksa küçük bir Türkiye çerçevesi mi çizdi? Gelecekteki liderlerin sıradan olacağına nasıl hükmedilebilir? Tarihi 1920’lerde dondurmak mümkün müdür? Bu aynı zamanda İnönü, Ecevit, Baykal ve Kılıçdaroğlu’nu da gömmek değil mi? Kemalistler neden ikinci bir Atatürk beklentisi içindeler? İmamoğlu’na bile İBB’yi kazandığında, işte ikinci Atatürk demediler mi? Bir seçim kazanmak ve yurt içindeki rakibini yenmek kişiyi ikinci Atatürk yapar mı? Atatürk hiç seçim kazanamadı! Cumhurbaşkanı Erdoğan onlarca kazandı! Bir lider çıksa Kıbrısın tamamını, Adalar denizi adalarını, Musul, Kerkük, vs’yi vatan topraklarına katsa, Misak-ı Milli sınırlarını realize etse, Atatürk’ten küçük bir lider mi sayacağız? Veya İslam ülkelerinin liderliğini üstlenip, BM’de veto yetkili bir Türkiye olsa küçümseyecek miyiz?

    Av. Ömer Faruk Uysal

    Siyonist İsrail Neden İran’ı Vurmadı?

    Terörist İsrail neden İran’ı vurma kararından vazgeçti?

    Netanyahu neden savaşın ismini kıyamet savaşı (Armageddon) olarak değiştirdi?

    Önceki makalemde de belirttiğim gibi, İran’a yönelik saldırı, başarı şansı %60’ı geçmedikçe gerçekleşmeyecek. İsrail’in İran’ın nükleer tesisine ulaşmasını engelleyen bazı teknik nedenler var:

    1.İran’ın nükleer reaktörü yerin 65 metre altında bulunuyor.
    2.Reaktör dağların altında yer alıyor ve bu da derinliği iki katına çıkarıyor.
    3.İsrail’in elinde olup kendi uçakları ile taşıyabileceği bombalar, 28 metre derinliğe kadar etkili; bu bombalar Hasan Nasrallah’ı öldürmek için kullanıldı.
    4.Dolayısıyla Amerikan yapımı M2 bombalarını kullanmak gerekiyor ve bu bombalar yalnızca dev Amerikan B52 bombardıman uçakları tarafından taşınabiliyor. Bu da Amerika’nın doğrudan müdahalesi ve Amerikan silahlarının kullanımı anlamına gelir ki bu, üçüncü dünya savaşının başlaması demektir. Bu nedenle Biden, Camp David tatilini yarıda keserek Beyaz Saray’a geri döndü.
    5.İran hava sahasını kapattıktan sonra İsrail’e hızlı bir haber ulaştı: İran’ın Rus yapımı 400 ve 500 füzelerine sahip olduğu öğrenildi. Bu, İsrail uçaklarından bazılarının düşeceği ve İsrail hava kuvvetlerinin kontrol üstünlüğü efsanesinin sona ereceği anlamına geliyor.
    6.İsrail hava kuvvetleri bazı ülkelerin hava sahasından geçecek ve bu ülkeler (özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri) hayatlarının işleyişini felce uğratacak füze saldırılarıyla karşı karşıya kalacaklar.

    Saldırı, nükleer reaktöre değil, ekonomik tesislere yönelik cerrahi bir operasyon olarak gerçekleştirilebilmesi için geçici olarak ertelendi. Netanyahu, savaşı kaybettiği için inançları karıştırarak İsrail toplumuna, Talmud’da geçtiği gibi, Tanrı’nın onlar için zafer kazanacağı Armageddon savaşının yaklaştığını ima etmek istiyor.

    Tüm bu gelişmeler ve küresel olaylar sürerken, Araplar derin bir uykuda. Batı emperyalist projesini ve İsrail’in başını çektiği bu projeyi, Arapların resmi rejimi kadar engelleyen hiçbir şey olmadı. Elektronik sineklerin zırvalarına bakın, Arap rejiminin kim olduğunu hemen anlarsınız.

    Dr. Ömer el-Asufi
    7/10/2024

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    08.10.2024 Üsküdar

    لماذا تراجعت اسرائيل عن ضرب إيران.?

    ولماذا غير نتنياهو اسم الحرب الى يوم القيامة(هرمجدون)
    سبق وان قلت في مقال سابق لي ان الضربة على إيران لن تتم إلا اذا كانت نسبة نجاحها تفوق60%.
    لاسباب فنية لن تتمكن اسرائل من الوصول الى المفاعل النووي الإيراني منها.
    ١-
    ان المفاعل النووي الإيراني يقع على عمق٦٥ م تحت سطح الإرض.
    ٢- ان المفاعل مقام تحت جبال تجعل من العمق يتضاعف.
    ٣- ان القنابل التي بحوزة اسرائيل وتستطيع ان تحملها الطائرات الاسرائيلة تؤثر الى عمق٢٨ م وهي التي استخدمت في قتل حسن نصرالله.
    ٤- إذا لابد من إستخدام القنابل الامريكةm2والتي لاتحملها الا طائرة B52 الامريكية العملاقة وهذا يعني تدخل امريكي مباشر وبالسلاح الامريكي مما يعني تدشين الحرب العالمية الثالثة ولهذا السبب بايدن قطع إجازته من منتجع كامب ديفد وعاد الى البيت الابيض.
    ٥- وصل خبر سريع الى اسرائيل بعد ان اغلقت إيران مجالها الجوي بأن إيران تمتلك صواريخ 400,و500 الروسية مما يعني سقوط عدد من الطائرات الاسرائيلية وسقوط اسطورة سيطرة سلاح الجو الاسرائيلي.
    ٦- ان الطيران الاسرائيلي سيمر من اجواء دول وهذه الدول ستواجه بضربات صاروخية تصيب كل العصب المحرك للحياة لديها(تحديدا،السعودية والامارات).
    الضربة أجلت مؤقتا لكي تتحول الى ضربة جراحية لا تمس المفاعل النووي بل المرافق الاقتصادية بعد تهيئة الموقف الجيوسياسي لها.
    نتنياهو الذي خسر الحرب يريد ان ينبش المعتقدات ويوحي للمجتمع الإسرائيلي اننا امام معركة هرمجدون كما وردت في التلمود والتي سينتصر فيها الرب لهم حسب زعمهم.
    كل هذه التطورات والاحداث العالمية المتدحرجة تجري والعرب يغطون في سبات عميق وما اعاق الأمة المشروع الإستعماري الغربي ورأس حربته اسرائيل بقدر ما اعاقها نظامها العربي الرسمي .. انظروا الى غثاء الذباب الالكتروني تعرفون فورا من هو النظام العربي.


    د.عمر العسوفي
    7/10/2024

    Sığınmacı mı, Göçmen mi, Muhacir mi?

    Hemen altta yer verdiğim notu bana, kendisini Milliyetçi, Atatürkçü bir Müslüman olarak tanıtan, Em. Albay Hüseyin Akkaya Bey yolladı. Tabi ne diyeceğimi merak ettiği için. Notu okudum; aklıma gelenleri olduğu gibi, sade bir üslupla yazdım.

    GÖÇ MES’ELESİ VE SONUÇLARI ..

    Yakın tarihte iki ülke sığınmacı nedeniyle 30 yılda tümüyle değişti.
    -Biri Lübnan. 1980’lerde Filistinli sığınmacılar ülkeyi dönüştürdü ve Lübnan çöktü. Ne ordusu kaldı ne ekonomisi. Ortadoğu’nun Paris’iydi. Turizm cennetiydi.
    -Diğeri Pakistan. 1980’de 4.5 milyon Afganistanlı sığınmacıyı kabul etti ve uyuşturucu, çeteleşme, terör, kaçakçılık zirveye çıktı. Pakistan bir daha gün yüzü görmedi. Hindistan’la rekabet ediyordu.
    -Sırada Türkiye var. Bu iki ülkeden çok daha fazla sığınmacı kabul etti. Ve ekonomi dahil, toplumun huzuru, güvenliği, sosyolojisi, kültürü bozuldu. Küresel suçlarda zirveye çıktı, insan kaçakçılığı, uyuşturucu, kokain ticaretinin ana merkezlerinden biri oldu. Mafya suçları sıçradı. Ve Türkiye gün yüzü görmüyor. Eğer sığınmacı/göçmenler gönderilmezse ülke çöker. Bu tarihi ve sosyolojik gerçektir. Siyaset üstüdür ve milli bir BEKA sorunudur. Bu BEKA sorununun iktidarı, muhalefeti olmaz. TBMM bu duruma el koymalıdır. Hamasetle, dini yaklaşımlarla bu BEKA sorunu giderilemez.
    Paylaşan:
    Em. Albay Hüseyin Akkaya
    07.10.2024

    Albayım,
    Paylaştığınız bu notu okuyunca, Vah Türkiyem vah, demek zorunda kaldım. Neden diye sorarsanız, şunları yazmak zorundayım:
    Toplumu, ideolojik düşmanlıklara zemin hazırlayarak bölüp parçalayan komitacı, darbeci ve ittihatçı zihniyet, bugün kendi ektiği fitne tohumlarının sorumlusunu aramak üzere gerekçe üretmeye çalışıyor. Sanki Suriye ve Afganistan’dan başka ülkemizde göçmen getirilmemiş gibi fatura sadece bu iki ülke göçmenlerine kesilmeye çalışılıyor. Çünkü onlar Müslüman ve tehlike arzediyor; öyle mi?
    Oysa bugün Türkiye’nin nüfusu 90 milyon, zikredilen ülkelerden gelen göçmenler ise 3-4 milyon civarında, bu göçmenlerin toplamı nüfusa oranla % 5 in altında görünüyor; yani Türkiyede yaşayan 100 kişiden sadece 4 kişi göçmenlerden oluşuyor. Mevcut bu durumun da insani sebepleri ve gerekçeleri olduğu gibi, geçici bir durum olduğunu da dikkate almalıyız.

    Halbuki 1927 yılına kadar Türkiye’ye getirilip köşebaşlarına yerleştirilen Sabatayist, Rum, Ermeni’lerin sayısında ihtilaf olsa da en düşük sayı zikredenler bile 500 bin sayısından bahsediyor; bir milyon diyenler de var. Üstelik bunların hepsine vatandaşlık verilmiş ve ittihatçı zihniyetin hakimiyeti için devlet kurumlarının köşe başlarına, en merkezi noktalara yerleştirilmişler; bugün “O olmasaydı biz olmazdık” diyen güruhun çoğunluğu bu güruhtur.

    1927 den önceki Osmanlı nüfus kayıtlarında bunların kayıtları olmadığı için, bunların kimler olduğunu öğrenmenin çok zor olmadığını söyleyebiliriz. O tarihlerde Türkiye’nin nüfusu 11-12 milyondu. Nüfusun çoğunluğu da çocuk ve kadınlardan oluşuyordu. Bu göçmenlerin Türk toplumunun yapısına etkisini, bugünkü sorumsuzluk, bozulma ve ahlaksızlığa olan tesirini araştırmaktan söz eden duydunuz mu? Türkiye’ye Ukrayna ve İsrail, hatta Lübnan hiristiyanlarından gelen göçten bahsedilmezken neden hep Suriye ve Afganistan’dan gelen göçmenlerden bahsedilmesinin sebebini hiç düşündünüz mü?

    Türkiye’nin bir savaşla karşı karşıya kalmasını arzu etmez ve istemeyiz. Ancak Ufukta görülmeye başlayan böyle bir tehlikenin varlığını da inkar edemeyiz. Allah korusun böyle bir durumda, Türkiye’den kaçmak isteyenlerin başında, “O olmasaydı biz olmazdık” diyen bu güruhun olacağını görenler şaşırmamalı. O güruh “Türkiye Rakıdır; Rakı Türkiye’dir.” diyen güruhtur. Onlardan başlayarak Türkiye’ye zarar veren göçmenler ülkelerine dönmeli diyenleri anlamakta zorlanmayız. Hedef saptırmak için gürültü çıkartan gayri Müslim, Ermeni Rum, Sabatayist göçmenler, İsrail’in Kıbrıs’ta aldığı gayri menkuller için feryat ediyor mu? Gözünüz onların üzerinde olsun. Suriye ve Afgan göçmenleri ile kafayı bozanlar da onlardır. Uzun zamandan beri ellerinde olan Türkiye’nin kontrolü ellerinden çıkmak üzere olması onların çıldırtan temel sebeplerden biri olup gerisi lafügüzaftır vesselam.
    07.10.2024 Üsküdar
    Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    İngiltere Başbakanının Açık İtirafı ..

    İngiltere’nin Yeni Başbakanı Keir Starmer’dan İbretlik Bir Makale:

    Bu makale, İşçi Partisi lideri ve Britanya’nın yeni başbakanı Keir Starmer’ın itiraflarıdır. Bu nedenle, özellikle Batı’nın liberal ve modernist liderlerinin biz Araplar ve Müslümanlarla (en azından El Aksa fırtınasından bu yana) nasıl bir yaklaşım sergilediğini anlamak adına dikkatle okunmalıdır. Bu önemli ve tehlikeli makale, Britanya’nın köklü gazetelerinden The Sun’da yayımlanmıştır:

    Starmer diyor ki:

    Kendimize karşı dürüst olmalıyız; Arap ve İslam dünyasıyla olan ilişkimiz konusunda net olmalıyız. Bu nedenle çocuklarımıza gerçeği söylemeliyiz ki, bir gün onlarla çatışmayalım veya onlar zihni karmaşa ve çelişkiler sendromu yaşamasınlar; liberal değerlere olan inançları ve ulusal güvenlik ihtiyaçlarımız arasındaki çelişkiyi hissetmesinler. Bilgi devrimi ve kıtalararası sosyal medya araçları, bu çelişkileri daha da arttırdı.

    Aslında sıkıntılarımız, İslam dünyasının halkları veya yönetimleriyle değil. Çünkü bu yönetimler bizim yörüngemizde dönüyor, varlıklarını bizden alıyor ve ulusal güvenlik politikalarımızı öncelikle Batı’nın güvenliğini gözetecek şekilde uyguluyorlar.

    Öyleyse, umumen İslam dünyası ve bu dünyanın merkezi olarak Arap dünyasıyla ilişkilerimizdeki krizin gerçek kaynağı nerede?

    Gerçek problemimiz, İslam’la (İslam’ın kendisi ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed iledir.) Çünkü İslam, medeniyetle ilgili tüm varoluş ve kültürel sıkıntılara ayrıntılı cevaplara sahip olan bir medeniyet dinidir ve Batı medeniyetine karşı zorlu bir rakiptir. Batı medeniyeti parıltısını kaybetmeye başlarken, İslam ve Muhammed, Avrupa toplumlarımızda bile daha fazla parlamaktadır. Liberal değerlerin düşünce özgürlüğüne imkan tanıdığı ve kilisenin otoritesini zayıflattığı bu toplumlarda, bu saf özgür düşünce birçok elit ve genci İslam’ı kabul etmeye yöneltti. Çünkü İslam’da, Batı medeniyetimizin onları boğduğu psikolojik, ruhi, varoluş ve içtimai ihtiyaçlarının cevaplarını buldular.

    Gerçek sıkıntımız İslam’ın kendisiyledir ve öyle kalacaktır. Çünkü İslam ve İslam düşüncesinin akışını çeşitli yollarla karşılamaktan başka bir tercihimiz yoktur. Diğer tercih, İslam’ın Allah’ın hak dini, İsa’nın ve tüm peygamberlerin dini olduğunu kabul etmektir ki bu da bizi onu kabul etmeye yöneltir, böylece dünya ve ahiret hayatında Allah’ın hakimiyetine ulaşabiliriz. Bu, Hristiyan düşüncesindeki din ve devlet çatışmalarında bizi en başa döndürecektir. Bu meselelerde İslam ve Hristiyanlık arasında büyük bir fark vardır.

    Bizim tek tercihimiz, gerekirse liberal değerlerimizden vazgeçmek de dahil olmak üzere İslam’a direnmekten ibarettir. İsveç’te olduğu gibi, eşcinsellik, sapkınlık ve ateizmi teşvik eden yasaları yürürlüğe koymalıyız; bu, Müslümanların Avrupa’dan ayrılmasını ya da medeniyetimize entegre olup İslam’a olan inançlarını kaybetmelerini sağlar. Aynı zamanda, İslam dünyasından Avrupa ve Amerika’ya göçü engellemeliyiz, gerekirse İslam ülkeleriyle işbirliği yaparak. Müslüman olmayan halkların göçüne ise kapıyı açmalıyız.

    Öte yandan, İsrail’e verdiğimiz desteği, İsrail’in alacağı önlemler ne kadar sert olursa olsun sürdürmeliyiz ki, Gazze’de İslami bir sistemin temelleri atılarak İslam dünyasının bu deneyimi örnek almasına izin verilmesin. Bu konuda, Arap ülkelerinin, herhangi bir İslami veya demokratik sistemin kurulmasından korkarak İsrail’e verdikleri büyük destekten faydalanabiliriz. Bu noktada üçüncü önemli mesele, Arap yönetimlerini, kurumlarını, ordularını ve çeşitli güvenlik güçlerini desteklemek ve Muhammed’in öğretilerinden ve kutsal kitabından değerlerini alan herhangi bir sistemin kurulmasını engellemektir.

    Yaptığımız şeyin doğru, yanlış, yasal ya da yasadışı olup olmadığı önemli değil. Bu konu çözülmüş olmalı ve biz bu şekilde çalışmalıyız. Şu anda liberal değerlerimiz ve ulusal güvenliğimiz arasında büyük bir çatışma var. Bu iki değer şu anda birbiriyle çelişiyor ve dünyanın her yerinden yükselen buhar gibi nereden çıktığını bilmediğimiz İslami akışa karşıyız. İslam’ın değerlerinin doğruluğunu veya yanlışlığını denemememiz gerekiyor, çünkü bu bizi İslam’a ve Muhammedi dini değerlere yöneltebilir. Aynı zamanda, Hristiyanlığın belirli bir şekilde yeniden dozajına ihtiyaç var, ancak bu Batı medeniyetinin başarılarını etkilemeyecek şekilde, İslam’ın topraklarımızda yayılmasını sınırlamak amacıyla olmalı.

    Şu anda çelişkili ve korkutucu tercihlerle karşı karşıyayız. Liberal değerlerimizi sürdürmek, İslami yayılmaya karşı bizi savunmasız bırakıyor. Kiliseye dönüş, liberal değerlerimizi yok eder ve medeni başarılarımızı etkiler. Batıda Hristiyanlığa inanmayan ve kiliseye dönüş yapamayacak nesiller yetişti. Çünkü sınırsız açıklık rüzgarları bu durumu değiştirdi.

    Gelecekte karşımıza çıkacak tek tercih, büyük bir savaşı teşvik etmek, özgürlükleri sınırlamak, kamusal yaşamı karmaşık hale getirmek, İslam ülkelerinde bitmeyen savaşlar çıkarmak ve İslam’ın yayıldığı barış ortamlarını yok etmek olmasından korkuyorum.

    Eğer durumu kurtaramazsak, camiler ve minareler Avrupa’yı dolduracak ve İslamcılar, herhangi bir Avrupa seçiminde parlamentoda ve kamuoyunda söz sahibi olacak, ekonomiyi kontrol edecek ve ardından Avrupa’yı İslam’ın emir ve kuralları ile yönetecekler.

    İngilizceden Arapçaya Tercüme:
    Lora Edvard

    Arapçadan Türkçeye:
    Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    03.10.2024 Üsküdar

    هذا المقال لرئيس وزراء بريطانيا الجديد كير ستارمر!!

    *مقال بغاية الاهمية، فهو اعترافات زعيم حزب العمال ورئيس الوزراء البريطاني الجديد كير ستارمر، لذلك يجب قراءته بتمعن شديد لمعرفة كيف يفكر قادة الغرب الليبراليون والحداثيون، في التعامل معنا كعرب ومسلمين (منذ انطلاق طوفان الأقصى) على الاقل، ارجوكم لا تهملوا قراءة هذا المقال المهم والخطير الذي نشرته صحيفة ذا صن
    The Sun
    البريطانية العريقة:
    *يقول ستارمر:*
    علينا أن نكون صادقين مع أنفسنا، وواضحين في نفس الوقت حيال علاقتنا بالعالم العربي والإسلامي، ونقول الحقيقة لأبنائنا حتى لا نتصادم معهم يوما، أو أن يشعروا بالاضطراب الفكري ومتلازمة التناقضات النفسية، بين إيمانهم بالقيم الليبرالية واحتياجات أمننا القومي، والتي زادت من تناقضاتها الثورة المعرفية وتقتية المعلومات ووسائل التواصل العابرة للقارات.

    نحن خلافاتنا في الحقيقة ليست مع الشعوب الإسلامية ولا الأنظمة الحاكمة، لأن الأنظمة تدور في فلكنا وتستمد بقاءها من جانبنا، وتنفذ سياساتنا التي تخدم الأمن القومي الغربي اولا بغض النظر عن أمنهم القومي.

    إذن فأين تكمن حقيقة الأزمة في علاقاتنا بالعالم الإسلامي ككل والعربي كونه مركز هذا العالم؟

    إن مشكلتنا الحقيقة تكمن في (الإسلام ذاته ومع محمد نبي الإسلام نفسه) لأنه دين حضاري يمتلك الإجابات التفصيلية لكل الأسئلة الوجودية والحضارية وهو منافس عنيد للحضارة الغربية التي بدأت تفقد تألقها، بينما الإسلام ومحمد يزداد تألقا حتى داخل مجتمعاتنا الأوربية التي أتاحت لها القيم الليبرالية حرية التفكير، وأضعفت سلطة الكنيسة، وهذا التفكير الحر المجرد قاد الكثير من النخب والشباب إلى اعتناق الإسلام، لأنهم وجدوا فيه كل الإجابات عن احتياجاتهم النفسية والروحية والوجودية والاجتماعية التي أغرقتهم فيها حضارتنا المتناقضة.

    نحن مشكلتنا الحقيقة مع الإسلام نفسه وستظل كذلك لأنه ليس لنا إلا خيار مواجهة التدفق الإسلامي والفكر الإسلامي بشتى الطرق، لأن الخيار الآخر هو أن نعترف أن الإسلام دين الله الحق ودين يسوع وكل النبيين، وهذا سيقودنا إلى اعتناقه، حتى نصل إلى ملكوت الله في الدنيا وما بعد الحياة. وهذا سيعيدنا إلى المربع الأول في صراعات الدين والدولة في الفكر المسيحي، على أن هناك فرقاً شاسعا بين الإسلام والمسيحية في تلك القضايا.

    ليس لنا خيار سوى مقاومة الإسلام ولو أدى ذلك إلى تخلي بلداننا ومؤسساتنا على القيم الليبرالية، وعلينا أن نسن القوانين التي تدفع المسلمين إلى مغادرة أوروبا، ولنا مثال في السويد التي تفرض قوانينها المثلية والشذوذ والإلحاد وهذا أكثر ما يدعو المسلمين إلى مغادرة أوروبا أو الانصهار في حضارتها وفقدان إيمانهم بالإسلام، وكذلك علينا أن نمنع الهجرة من العالم الإسلامي إلى أوروبا وأمريكا ولو بالتعاون مع الدول الإسلامية ونفتح المجال لهجرة الشعوب غير المسلمة.

    ومن جهة الأخرى يجب الاستمرار في دعم إسرائيل مهما كانت إجراءاتها قاسية، حتى لا تسمح بإقامة نواة لنظام إسلامي في غزة يشجع الشعوب الإسلامية على احتذاء التجربة، وممكن في هذا المجال الاستفادة من الدعم الكبير الذي تحظى به إسرائيل من الدول العربية، التي تخاف من قيام أي نظام إسلامي أو ديمقراطي، وهذه نقطة ثالثة مهمة وهي دعم الأنظمة العربية ومؤسساتها وجيوشها وأجهزتها المختلفة التي تمنع قيام أي نظام يستمد قيمه من تعاليم محمد ومن كتابه المقدس.

    لا يهم إن كان ما نقوم به خطأ أو باطلا أو شرعيا أو غير شرعي، فهذه مسألة يجب أن تكون محسومة ونعمل عليها ومن خلالها، نحن أمام تحد كبير بين قيمنا الليبرالية وأمننا القومي وهما الآن قيمتان متناقضتان وبين الزخف الإسلامي المنبعث من كل مكان في العالم وكأنه بخار الماء الذي لا ندري من أين طلعت عليه الشمس، لا يجب أن نختبر صوابية وخطأ القيم الإسلامية لأن ذلك قد يقود أكثرنا إلى الإسلام والقيم الدينية المحمدية، وفي نفس الوقت هناك حاجة إلى جرعات من المسيحية ولكن بصورة منضبطة لا تؤثر على إنجازات الحضارة الغربية، بهدف الحد من توغل الإسلام إلى ديارنا.

    نحن الآن بين خيارات متناقضة ومخيفة لأن الاستمرار في خياراتنا الليبرالية يفقدنا الحصانة من الزحف الإسلامي، والعودة إلى الكنيسة يهدم قيمنا الليبرالية ويؤثر على منجزاتنا الحضارية، وقد نشأت أجيال في الغرب لا تؤمن بالمسيح ولن تستطيع العودة إلى الكنيسة بعد رياح الانفتاح اللامحدودة.

    ما أخشاه أن لا نجد أمامنا في المستقبل إلا خيارا واحداً يتمثل في الدفع نحو قيام حرب كبرى تحد من الحريات وتربك الحياة العامة وتشعل حروب غير منتهية في الدول الإسلامية، وتفقد الإسلام مناخات السلام التي يتمدد من خلالها.

    مالم نتدارك الأمر فستملأ المساجد والمآذن أوروبا ويسيطر الإسلاميون في أي انتخابات أوروبية على مقاعد البرلمان وعلى الرأي العام والاقتصاد ثم يحكمون أوروبا بتعاليم الإسلام.

    ترجمة: لورا أدوارد

    https://ida2at.org/article/117947–271

    Hangi İslam Ülkesi?

    Diyorlar ki: Bana bir tane şu standartlarda (insan hakları, işçi hakları, kadın hakları vb.) bir İslam ülkesi gösterin!

    Doğrudur, gösteremem. Ama bunun suçlusu İslam değil, onu temsil konumunda görülenlerdir.

    Bana da hiçbir sömürge ülkesi olmayan ateist, komünist, sosyalist, hıristiyan ülkesi gösterin. Medeniyet falan aramıyorum. Afrika’daki altınları sömürmeyen bir ülke olsun!

    Batı ülkelerinin birçoğunun onlarca sömürge ülkesi var. O ülkeler ekiyor, bunlar yiyor, onlar ölüyor, bu ülkedekiler yaşıyor.

    Asılları ve kökenleri Fransız, İngiliz, İspanyol olmadığı halde bu dilleri resmi olarak konuşan elli kadar sömürülen ülke var.
    İslam hakim iken tüm inançlar rahat idi. Zira İslam’ın hakim olduğu yerde din ve inanç özgürlüğü vardı. Günümüzde adı İslam ülkesi olsa da inanç özgürlüğü kısıtlanmıştır. Sebebi ise aşırı milliyetçilik, ırkçılık, din taassupçuluğu, ötekileştirmeye yönelik verilen eğitim, medya yanılgısı, sahte propagandalar, cehalet, nefret, eskiyle bağı koparmadır.

    Bizler islam ülkesinin Müslümanları değiliz. İdeolojiler arasında İslam’la hasbelkader tanışmış ve günümüz dünyasının algısıyla olaylara bakan Müslümanlarız.

    İslam’a muğayir tüm ideolojilerden ve fikirlerden arınmadıkça İslam’ı doğru anlayamayız.

    Murat Padak

    Murat Padak Beyi Tanımak İsteyenler:👇https://www.muratpadak.com/hayati

    Hamd ve Şükür ..

    Hamd ile Şükür Arasındaki Fark

    Hamd, şükürden daha geniş kapsamlıdır. Kim Allah’a hamd ederse, O’na şükretmiş ve O’nu övmüş olur. Aralarındaki fark, âlimlerin dediğine göre, hamd hem nimetlere hem de diğer durumlara karşı yapılır. Misal, bir kişinin güzel ahlakını övmek gibi. Şükür ise sadece bir iyilik ya da nimet karşılığında yapılır. Bazılarına göre ise hamd ve şükür eş anlamlıdır. İbn Manzur, “Lisanü’l-Arab” adlı eserinde “hamd ve şükür birbirine yakın, fakat hamd daha kapsamlıdır” der. Çünkü insanı hem onun doğuştan gelen güzel özellikleri hem de verdiği şeyler için överiz ama onun özellikleri için teşekkür etmeyiz. Bu nedenle “Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamd etmeyen kimse, O’na şükretmemiştir” hadisi bulunmaktadır. Kelime-i tevhid imanın başı olduğu gibi, hamd de şükrün başıdır. Çünkü hamd, nimeti ortaya koymak ve onu yüceltmektir. Ayrıca şükürden daha kapsamlıdır, hem şükür hem de daha fazlasını ihtiva eder.

    “Tacü’l-Arus” adlı eserde, hamdın, övgünün zıddı olduğu belirtilmiştir. Lahyani ise hamdı şükür olarak tanımlamış ve aralarında fark gözetmemiştir. Sa’leb, hamdın hem iyilik karşılığında hem de karşılıksız yapılabileceğini, ancak şükrün sadece bir iyilik karşılığında yapılabileceğini söylemiştir. Ahfeş ise “Hamd, Allah’a övgüdür” demiştir. Ezheri’ye göre ise şükür, sadece yapılan bir iyilik için olurken; hamd, hem iyilik için şükür hem de birini övmek için başlangıç olabilir. Allah’a hamd etmek, O’nu övmektir ve bu, Allah’ın herkesi kapsayan nimetleri için şükretmek anlamına da gelir. Bu nedenle hamd, şükürden daha kapsamlıdır.

    Ayrıca, şükrün yalnızca dil ile sınırlı olmadığına da dikkat edilmelidir. Şükür; kalp ile boyun eğme ve teslimiyet, dil ile övgü ve itiraf, uzuvlarla ise itaat ve teslimiyet şeklinde yapılır.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    02.10.2024 Üsküdar

    الفرق بين الحمد والشكر

    الحمد أعم من الشكر، فمن حمد الله تعالى فقد شكره وأثنى عليه، والفرق بينهما -كما قال أهل العلم- أن الحمد يكون على النعم وعلى غيرها، كأن تثني على شخص لحسن أخلاقه، وأما الشكر فلا يكون إلا عن يد أي نعمة وإحسان، وقيل هما مترادفان، قال ابن منظور في اللسان: والحمد والشكر متقاربان والحمد أعمهما، لأنك تحمد الإنسان على صفاته الذاتية وعلى عطائه ولا تشكره على صفاته، ومنه الحديث: الحمد رأس الشكر، ما شكر الله عبد لا يحمده ـ كما أن كلمة الإخلاص رأس الإيمان، وإنما كان رأس الشكر، لأن فيه إظهار النعمة والإشادة بها ولأنه أعم منه، فهو شكر وزيادة.

    وفي تاج العروس: الحمد نقيض الذم، وقال اللحياني: الحمد: الشكر، فلم يفرق بينهما.

    وقال ثعلب: الحمد يكون عن يد، وعن غير يد، والشكر لا يكون إلا عن يد.

    وقال الأخفش: الحمد لله: الثناء.

    وقال الأزهري: الشكر لا يكون إلا ثناء ليد أوليتها، والحمد قد يكون شكرا للصنيعة، ويكون ابتداء للثناء على الرجل، فحمد الله: الثناء عيه، ويكون شكرا لنعمه التي شملت الكل، والحمد أعم من الشكر.

    مع التنبيه على أن الشكر ليس مقصورا على اللسان فقط، بل يكون بالقلب خضوعا واستكانة، وباللسان ثناء واعترافا وبالجوارح طاعة وانقيادا.

    İbretlik Bir Konferans ..

    (Aşağıda tercümesini yaptığım Arapça yazıyı, paylaşımlarını önemseyip dikkate aldığım, emekli büyükelçilerimizden Fikret Özer Bey bana gönderdi.)

    Konferans…
    Bir Amerikan istihbarat görevlisi ve subayı tarafından
    Bu konferans, Amerikan Harp Okulu’na bağlı Strateji Enstitüsü’nde askeri strateji uzmanı olan Profesör “Max Manwaring” tarafından verilmiştir.

    Konferans yeri:
    İsrail
    Tarih: 1 Aralık 2018
    Davetliler:
    NATO’nun üst düzey subayları ve Siyonist ordu!

    Profesör Max, konferansına geleneksel savaş yöntemlerinin eskidiğini söyleyerek başladı ve artık yeni olan şeyin dördüncü nesil savaş olduğunu belirtti!
    Aynen şöyle konuştu (kendi ifadesi):
    “Bir milletin askeri kurumunu yok etmek veya askeri gücünü yok etmek amaç değildir; amaç (yıpratma ve yavaş aşındırma), ama istikrarlı bir şekilde!
    Amacımız, düşmanı irademize boyun eğdirmektir!”

    Aynen şöyle ekledi:
    “Amaç, istikrarsızlık üretmektir.!
    Ve bu istikrarsızlık, düşman devletin vatandaşları tarafından uygulanarak başarısız bir devlet oluşturulacaktır!
    Burada kontrol sağlayabiliriz!
    Bu vetire, süreç, düşman devletin vatandaşlarını kullanarak yavaş ve sakin adımlarla yürütülür; böylece düşmanınız uyandığında ölmüş olur!”

    Bu konferans, yakın ve modern tarihteki en tehlikeli konferans olarak nitelendirildi çünkü İslam dünyasında meydana gelen tüm savaşları ve silahlı iç çatışmaları açıklıyor!
    Konferansta en dikkat çeken ifade ise “yıpratma ve yavaş aşındırma” idi.!

    Ama biz soruyoruz:
    Neden hızlı bir çöküş yerine yavaş ve sakin bir erozyon, aşındırma?
    Bu konferansın en tehlikeli kısmı burasıdır!
    Yavaş erozyon, aşındırma, şehirlerin kademeli olarak tahrip olması, insanların şaşkın sürülere dönüşmesi ve düşman ülkenin temel ihtiyaçları karşılayabilme kabiliyetinin felç edilmesi anlamına gelir; hatta bu ihtiyaç eksikliğini savaşın bir başka yüzüne dönüştürmek, dikkatle planlanmış ve organize edilmiş bir çalışmadır!

    Profesör, sadece dördüncü nesil savaş uzmanı değil, aynı zamanda eski bir istihbarat subayıdır; bu konferansı bir kreşte veya kültür merkezinde değil, Siyonist varlığın ve NATO’nun üst düzey generallerine vermektedir. (Verildiği yer) İsrail’dir!
    Konferansta generallere yönelik, alaycı bir şekilde açıkça söylediği dikkat çeken bir ifade var:
    “Bu tür savaşlarda ölü çocuklar veya yaşlılar görebilirsiniz, bu yüzden rahatsız olmayın!
    Hedefe doğru ilerlemeliyiz.”

    Yani, bu sahneler karşısında duyguların hedefe ulaşmanıza engel olmasına izin vermeyin.
    Aynı usul Irak, Suriye, Yemen, Libya’da ve belki ekonomik olarak Lübnan’da uygulandı, yarın sıranın kimde olduğunu bilemeyiz!
    Bir kez daha en önemli soru:
    Neden devletleri birden yıkıp çökertmek yerine “yıpratma ve yavaş yavaş aşındırma, erozyon?”

    Cevap:
    Yıpratma stratejisi, savaşı bir cepheden diğerine, bir bölgeden diğerine taşımak, düşman devletin tüm kabiliyetlerini kademeli olarak tüketmek ve “düşman devleti” çok cephede savaştırarak yerel çakallarla her yönden kuşatmak, bir cepheyi ısıtmak ve diğerini soğutmak, yani krizi yönetmeye devam etmek, çözmek değil.
    Devletin hızlı bir şekilde çökmesine izin verilmemelidir çünkü hızlı çöküş, devletin ve toplumun birçok unsurunun ve kurumunun varlığını korumasına yol açar. Bu nedenle en iyi yol, yıllar süren yavaş ve sakin bir aşındırma, erozyondur; “yerel acımasız ve kötü savaşçılar” aracılığıyla, masum kurbanların olması umursanmadan, çünkü gaye kontrol sağlamak ve devleti ve toplumu uzun bir süreç boyunca yıkmaktır!

    Bu planın, açıkça ve utanmadan kabul edildiğini ve ilan edildiğini görmek üzücü; bu planı kendi ellerimizle, insan hakları, demokrasi ve teröre karşı savaş gibi gürültülü sloganlar altında uyguluyoruz!
    Peki şimdi “krizleri çözmek” yerine neden “krizleri yönetme” usulünü kullandıklarını anladık mı?
    Ve çatışmanın, bölünme ve ayrışmanın devlet içindeki gruplar arasında sürmesi, hatta ülkeler ve halklar arasında çatışma çıkararak bölgemizdeki halkların potansiyellerini yok etmek ve onları güçsüz, bağımlı kılmak amacıyla nasıl plan yaptıklarını?

    Keşke halkımız, çok geç olmadan bunu anlayabilseydi.

    Kelimesi kelimesine nakledilmiştir.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    02.10.2024 Üsküdar

    Mütercimin Notu:👇

    Max Manwaring, özellikle askeri strateji, düşük yoğunluklu çatışmalar ve düzensiz savaş konularında uzmanlaşmış bir Amerikalı akademisyen ve emekli albaydır. Uzun yıllar Amerika Birleşik Devletleri Ordusu’nda görev yapmış ve Latin Amerika üzerine çalışmalar yapmıştır. Askeri ve güvenlik stratejileri üzerine birçok kitap ve makale yazmıştır. Amerikan Harp Okulu’na (U.S. Army War College) bağlı Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nde (SSI) çalışmış ve düzensiz savaş (irregular warfare), dördüncü nesil savaş ve hibrit tehditler gibi konularda önemli katkılarda bulunmuştur. (Ahmet Ziya İbrahimoğlu)

    محاضرة …
    ‏لضابط ومسؤول في المخابرات الامريكيه
    ‏المحاضرة ألقاها البروفسور “ماكس مانوارينج” خبير الاستراتيجية العسكرية في معهد الدراسات التابع لكلية الحرب الأمريكية.

    ‏مكان المحاضرة:
    ‏اسرائيل
    ‏التاريخ ٢٠١٨/١٢/١
    ‏المدعوّون للمحاضرة:
    ‏كبار الضباط من حلف الناتو،
    ‏والجيش الصهيوني!!!

    ‏استهل البروفسور ماكس محاضرته بالقول بأن اسلوب الحروب التقليدية صار قديماً، والجديد هو الجيل الرابع من الحرب!!!
    ‏وقال حرفياً (والنص له):
    ‏”ليس الهدف تحطيم المؤسسة العسكرية لإحدى الأمم، أو تدمير قدرتها العسكرية، بل الهدف هو: (الإنهاك-التآكل البطيء )
    ‏لكن بثبات!!!!
    ‏فهدفنا هو ارغام العدو على الرضوخ لارادتنا”!!!
    ‏ويضيف حرفياً:
    ‏”الهدف زعزعة الاستقرار!!!
    ‏وهذه الزعزعة ينفذها مواطنون
    ‏من الدولة العدو لخلق الدولة الفاشلة!!!
    ‏وهنا نستطيع التحكم!!!
    ‏وهذه العملية تنفذ بخطوات
    ‏ببطء وهدوء وباستخدام مواطني
    ‏دولة العدو، فسوف يستيقظ
    ‏عدوك ميتاً”!!!

    ‏هذه المحاضرة التي قيل إنها أخطر محاضرة في التاريخ الحديث حيث توضح كل ما جرى ويجري من حروب وصراعات أهلية مسلحة في العالم الاسلامي!!!
    ‏وأكثر ما يلفت الانتباه في هذه المحاضرة هي عبارة:
    ‏”الإنهاك، والتآكل البطيء”!!!

    ‏لكننا نسأل:
    ‏لماذا لا يتم الانهيار السريع بدل
    ‏التآكل الهادئ والبطيء؟!!!
    ‏هذا هو الجزء الأخطر في المحاضرة!!!
    ‏ومعنى التآكل البطيء يعني خراب متدرج للمدن، وتحويل الناس الى قطعان هائمة!! وشل قدرة البلد العدو على تلبية الحاجات الاساسية،
    ‏بل تحويل نقص هذه الحاجات الى وجه آخر من وجوه الحرب، وهو عمل مدروس ومنظم بدقة!!!

    ‏البروفسور وهو ليس خبير الجيل الرابع للحرب فحسب، بل ضابط مخابرات سابق، لا يلقي المحاضرة في روضة أطفال ولا في مركز ثقافي، بل لجنرالات كبار في الكيان الصهيوني، وحلف الناتو. (والمكان) في اسرائيل! وفي عبارة لافتة في المحاضرة يقول بكل وقاحة مبطنة مخاطباً الجنرالات:
    ‏” في مثل هذا النوع من الحروب قد تشاهدون اطفالا قتلى او كبار السن، فلا تنزعجوا!!!
    ‏علينا المضي مباشرة نحو الهدف،” بمعنى لا تتركوا المشاعر أمام هذه المشاهد تحول دون: تحقيق الهدف.”
    ‏والاسلوب نفسه طبق ويطبق في العراق وسوريا واليمن، وفي ليبيا، وربما إقتصاديا في لبنان .. وغدا لا ندري من سيكون عليه الدور؟!!!
    ‏ومرة أخرى السؤال الأهم:
    ‏لماذا “الانهاك والتآكل البطيء، بدل اسقاط الدول مرة واحدة؟!!!
    ‏الجواب:
    ‏ان استراتيجية الانهاك تعني نقل الحرب من جبهة الى أخرى، ومن أرض الى أخرى، واستنزاف كل قدرات الدولة العدو على مراحل متباعدة، وجعل “الدولة العدو” تقاتل على جبهات متعددة محاصرة بضباع محليين من كل الجهات، والتخطيط
    ‏لتسخين جبهة وتهدئة جبهة أخرى، اي استمرار ادارة الازمة وليس حلها.
    ‏ولكي لا يتم انهيار الدولة السريع، لأن الانهيار السريع يبقى على كثير من مقومات ومؤسسات الدولة والمجتمع، وبالتالي فإن أفضل الطرق هو التآكل البطيء، بهدوء وثبات عبر سنوات من خلال محاربين “محليين شرسين وشريرين” كما يقول هو، بصرف النظر عن وقوع ضحايا أبرياء لأن الهدف هو السيطرة وتقويض الدولة والمجتمع أهم من كل شيء، أي محو الدولة والمجتمع عبر عملية طويلة!!!

    ‏من المؤسف أن هذا المخطط الذي يعترفون به ويعلنونه بكل وقاحة، هو الذي نراه بأعيننا، ويطبق بأيدينا نحن، تحت شعارات صاخبة من حقوق الانسان والديمقراطية، والحرب على الارهاب!!!
    ‏فهل عرفنا الآن لماذا اسلوب استمرار ادارة الازمة بدلا من حلها ؟؟!!! وكيف يخططون ليظل النزاع والخلاف بين فئات الدولة. بل والاقتتال بين الدول والشعوب من أجل القضاء على مقدرات الشعوب في منطقتنا و تحويلهم الى تابعين لا حول لهم و لا قوة؟

    ‏يا ليت قومي يعلمون قبل فوات الأوان.

    منقول حرفيا

    ⁦‪smallwarsjournal.com/author/max-g-m…
    👇
    https://x.com/bughaniiim/status/1841043867673452922?t=Un3vIkKNiB3NXlQ7ywtKoA&s=08

    İlim ve Teknolojide Bizi Geri Bırakan Zihniyet ..

    BİZ NEDEN İLİMDE VE TEKNOLOJİDE GERİ KALDIK?

    Bize okulda kafasına elma düşen, hamamda duş alan vs. vs. adamları anlattılar da Avrupa’nın 600 sene üniverstelerinde okuttuğu İslam alimlerinin kitaplarını okutmadılar.
    Çünkü birileri (İttihatçı Kafalılar) o kitapları ayağının altına almıştı. Fırınlarda yaktırmıştı. Kalanlarını da HARF KATLIAMI yoluyla cahil bırakılan millet okuyamaz oldu.

    Âlimlerimiz….

    1. Akşemseddin: Pasteur ’dan 400 sene önce mikrobu bulmuştur
    2. Ali Kuşçu: Büyük astronomi bilgini. İlk defa ayın şekillerini anlatan kitabı yazmıştır.
    3. Ebul-Vefa: Trigonometri’de tanjant, cotanjant, sekant, kosekant ’ı bulan büyük alimdir.
    4. Birûni: İlk defa dünyanın döndüğünü ispat etmiştir.
    5. Ebu Kamil Şü’ca: Avrupa’ya matematiği öğretmiştir.
    6. Ebu Ma’şer: Med-Cezir (Gel-Git) olayını ilk o bulmuştur.
    7. Battani: Dünyanın en büyük kaşifidir. Trigonometrinin kaşifidir
    8. Cabir Bin Hayyan: Atomun parcalabilecegi ve sonuçları hakkında ilk kitabı yazmıştır. Atom bombasının fikir babası ve kimya biliminin atası büyük alim…
    9. Cezeri: 8 asır önce otomatik sistemin kurucusu ve bilgisayarın babasıdır.
    10. Demiri: Avrupalılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazmıştır.
    11. Farabi: Ses olayını ilk defa fiziki yönden açıklamıştır. Sesin fiziki izahını ilk defa o yapmıştır.
    12. Gıyasüddin Cemşid: Matematikte ondalık kesir sistemini ilk o bulmuştur.
    13. İbn Cessar: Cüzzamın sebebini ve tedavisini 900 sene önce açıklamıştır
    14. İbn Hatip: Vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklamıştır.
    15. İbn Firnas: Wright kardeşlerden bin sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştirdi.
    16. İbn Karaka: 900 sene önce harika bir torna tezgahı yapmıştır.
    17. İbni Türk: Cebirin temelini atan bilginlerdendir.
    18. İdrisi: Yedi asır önce bugünkü ne çok benzeyen dünya haritası çizmiştir.
    19. İbni Sina: Eserleri Avrupa üniversitesinde 600 sene ders kitabı olarak okutmuştur. Tıbbın babasıdır. AVRUPA’ya göre adı: AVICENNA’dır!..
    20. Kadızade Rumi: Yaşadığı asrın en büyük matematik ve astronomi bilginidir. Fizik kurallarını astronomiye uyarlamıştır.
    21. Kambur Vesim: Verem mikrobunu R. Koch’tan 150 sene önce keşfetmiştir.
    22. İbnünnefis: Avrupalılardan üç asır önce küçük kan dolaşımını keşfetmiştir.
    23. Piri Reis: 400 sene önce bugünküne en yakın haritasını çizmiştir. Yıl 1913 Gülhanede bilimsel araştırma kurumu olan Bakterıyolojihane-i Osmanİyenin çalısmaları dünya çapında üne sahipti.

    Öyleki:
    Bu kurumda
    1) Difteri serumu üretimi
    2) Dizanteri serumu üretimi
    3) Tüberkülin üretimi
    4) Mallein testi üretimi
    5) Tifo aşısı üretimi yapılmaktaydı
    Şunu da unutmayalım ki Osmanlı bilimde hiçbir zaman geri kalmadı; yıkılmasının tek sebebi içinde besleyip büyüttüğü JÖN TÜRKLER ve onları yönlendiren dışarıdaki hainlerdi.

    Daha fazla yazıp kafanızı zonklatmayayım. Çünkü anlayan anlamıştır.
    Anlamayacaklar ise RAKIYI 14 liraya indirecek kafa yapısına sahip birilerin kölesi ve uşağı olan satılmış “İttihatçı anlayışın” arkasındaki kuş beyinlilerdir.
    Ekim Ay’ımız ve geleceğimiz yeniden silkinişimize ve şahlanışımıza vesile olması dileğiyle Rabbımız İslam Hukuku çerçevesinde MİLLETÇE yücelmemizi nasib etsin.
    01.10.2024
    Yusuf Şahin
    Emekli Müftü
    Bursa/Orhangazi

    Batının Vahşiliği ..

    BAŞBAKANLARINI PARÇALAYIP KIZARTARAK YİYEN BATI ÜLKESİ?

    Hollandalılar başbakanlarını önce parçalamış, sonra kızartıp afiyetle yemiş!
    Dr. Richard Sugg Mumyalar, Vampirler ve Yamyamlar (Mummies, Vampires and Cannibals) adlı kitabıyla 18. yüzyıl dahil Avrupa saraylarında hanedanlar ve aristokratlar arasında insan kanı, insan eti, insan yağı ve insan kemiği (mumyalar dahil) tüketildiğine dair sarayların arşiv belgelerini ortaya koydu. Buna “ceset tıbbı” deniliyormuş. Ayrıca genç birinin baltayla idamından sonra akan kanın bir kovaya toplanması için saraydan görevlilerin gönderildiğini ve mahkûmun kafası kesildikten sonra saraya getirilen kanın yaşlı kralı veya kraliçenin yemeklerine gençlik iksiri olarak katıldığını belgelerle açıkladı.

    Fakat bir olay var ki hem daha yakın tarihli hem de Hollanda Başbakanının başından geçmiş olması dolasıyla hepsini bastıracak kadar merak uyandırıcıdır.

    Yıl 1672.
    Osmanlı Devleti Köprülüler döneminde yaşarken Avrupa’nın kuzey batısında ilginç olaylar cereyan etmekteydi. Hollanda tahtında Oranj hanedanı oturmaktadır ama eyaletlerin seçtiği ‘Başbakan’ (Great Pensionary) John de Witt, İngiliz çağdaşı Oliver Cromwell gibi kralın mutlak iktidarını sınırlamaya adamıştır ömrünü. Hanedanın iktidarı karşısına halkın temsilcisi olarak cesaretle dikilmektedir.

    Aynı 1672 yılının güzünde John de Witt adlı bu çok yetenekli entelektüel lider –meşhur filozof Spinoza’nın da arkadaşıydı-, kardeşi Cornelius ile birlikte patlak veren bir ayaklanmada önce tüfekle vurulacak, ardından idam edilecek, dahası öfkesi dinmek bilmeyen düşmanlarının hücumuna uğrayan cesetleri kurbanlık hayvanlar gibi önce ayaklarından asılacak, ardından indirilerek cinsel organları, ciğerleri ve kalplerine varıncaya kadar paramparça edilecek, nihayet koyun veya sığırlar gibi parçalara ayrılan vücutları hıncını alamayan kalabalıktan birileri tarafından pişirilerek afiyetle yenilecekti. Evet, yenilecekti!…

    Hemen Bu bilginin kaynağı nedir? diye soracaklar buyursun: Hem de Cambridge Üniversitesi Yayınları tarafından 2002 yılında yayımlanan California, Wisconsin ve Rutgers üniversitelerinde tarih dersleri veren profesör Herbert H. Rowen’ın, John De Witt: Statesman of the “True Freodom” adlı kitabının 218. sayfasına baksınlar zahmet olmazsa.

    Paylaşan: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    Maşa Örgütler ..

    Lübnan’da Yaşanan Olayların Seyri Hakkında
    Arapça Bilenlerin Ufkunu Açan Bir Konuşma

    مقابلة أمين المجلس العربي الإسلامي محمد علي الحسيني
    https://youtube.com/watch?v=s6JUr4yS6OU&si=U47JpbYdF4J3CFAX

    Paylaşan: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    Lübnanlı Güvenilir Bir Yazarın Görüşü:👇

    هذا كان صديق نصر الله
    فاختلفا
    سجنه نصر الله بتهمة العمالة لإسرائيل
    ثم خرج ولجأ الى السعودية
    فأعطته الجنسية
    واعلن اعترافه بخلافة أبي بكر وعمر

    بشكل عام انا لا اصدقه
    لكن كلامه الأخير عن بيع إيران لنصر الله كان دقيقا
    وهو قاله قبل ٢٤ ساعة من اغتيال نصر الله

    Muhammed Ali al-Hüseyni Hakkında:👇

    Bir Karşı Mahalle Yazısı Üzerine ..

    Vefatından sonra hatırladığımda bile muhabbet duygularımı besleyen aziz ağabeyimiz ve değerli bir mü’min olan, Beyin Cerrahı merhum Dr. Yusuf Akkaya’nın ağabeyi emekli Albay, samimi bir Atatürkçü Hüseyin Akkaya Bey, bana kendi whatsap guruplarında paylaşılan aşağıdaki yazıyı yollayıp görüşümü merak etmiş: 👇


    Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük aydınlardan,
    İki yıl önce aramızdan ayrılan Doğan Kuban
    (10 Nisan 1926 Paris] – 22 Eylül 2021, İstanbul),
    Türk mimar ve akademisyendir. Türkiye’nin ilk ve en önemli mimarlık tarihçilerindendir.

    “hocaların hocası” Prof.Dr.Doğan Kuban‘ın her zaman okunacak başucu yazısı..

    Kuban, Ülkedeki bozulmanın nedenini ortaya koymuş!..

    “T Ü R K İ Y E,
    C E H A L E T İ Y L E
    Ö V Ü N E N
    B İ R Ü L K E”

    Ve çıkar yolu da vurgulamış.

    “Çamlıca'ya inşa edilen cami konuşmaya bile değmez.

    Sultanahmet’in kopyası, cami dediğin cemaat uğradığı zaman cami olur, dağa tepeye cami yapılmaz, Anadolu’yu dolaşın,bulamazsınız.
    *
    “Restorasyon, ancak ideal tarih bilinciyle mümkün olur, kendimizi kandırmayalım, bu bilinç bizde eskiden de yoktu, padişah bile babasının yaptırdığını yıkar, kendisininkini yapardı, yıka yıka giderdi, Topkapı da buna dahildir, göçerliktir bu.”

    “İstanbul’da artık plan yapılamaz, dünyada da bu kadar büyük şehri planlayamazsınız, çareyi Anadolu’da aramalı, Anadolu şehirlerini eğitim ve sanayiyle cazibe merkezi haline getirmeli.”

    “Toplumda kültür yok. 200 küsur üniversite var ama, hoca yok, cehalet kurbanı olarak devam ediyoruz, vasatlık her yerde.”

    “Bir kültürün birikmesi, bakkaldan mal almaya benzemez. Kentli olmak, kente her taşınanın kentli olduğu anlamına gelmez. Kentli olmak, çağdaş uygarlığı bütünüyle olmasa bile, biraz anlamış olmak demektir.”

    “Beştepe’ye yapılan sarayla ilgilenmedim bile, mimari olarak iyi isimlerle çalışmıyorlar, değerlendirmesi yapılacak bir şey değil. “Zaten orada asıl mesele yeşili yok etmiş olmak!”

    “En tehlikeli şey inşaatçılıktır, çünkü inşaatçı aslında bir şey üretmez, arkasında entelektüel bir gelişme yoktur. İktidar, eğitime-sanayiye para harcayacağına, ekonomiyi inşaata indirgiyor, halkı istismar ediyor, cahil bir kitle para kazanmış oluyor, bu kadar, inşaatçılık ülkeyi batıracak.”

    “İşe gitmek için her gün yolda üç saat kaybediyorsan, geri kalmış bir şehirde yaşıyorsun demektir.”

    “Eski Türkiye daha namusluy du. Şimdi namussuz demek istemiyorum, ama cahil olduğu için kolayca kötülük yapabiliyor, haksızlık, adaletsizlik, cahilliğinden kaynaklanıyor, bir gün sonrasını düşünmediği için böyle oluyor.”

    “Bu ülkede ağaç ve orman katliamı var, su katliamı var, insan ve özellikle kadın katliamı var, hepsinin üzerinde, hayvanlarıyla birlikte doğa katliamı var, kent yaşamı katliamı var.”

    “Atlı bozkır göçerleri yağmayla yaşardı, fethettikleri toprakları yağma ederler, halkı esir alırlardı, biz de kendi kentlerimizi yağma ediyoruz, atlı bozkır göçerleriyle atsız göçerlerin yağması arasında pek bir şey değişmedi, kentlerimizi yağmalıyoruz, içine de kendimizi hapsediyoruz.”

    “Türkiye cehaletiyle övünen bir ülke.”

    “Türkiye, tarihi hastalığı olan cehaletle ve yolsuzlukla savaşıyor. Bu savaşı halk, kendine karşı yapıyor.”

    “ ister kadınları boğazlamak, ister tarihi ve doğal çevreyi yok etmek, ister ağaç kesmek, ister hırsızlık yapmak, ister tarih bilmeden onunla övünmek, ister dindar olmadan dini istismar etmek… Hepsi cehalete dayalıdır.”

    “Bürokrasinin cahiller elinde toplanması, hastalık alametidir.”

    “Çağdaş hiçbir ülke cahil kadrolarla idare edilmez.”

    “Eğitimin her düzeyde çökmesi, hastalıktır.”

    “Düşünenler çoğalmadı ve bundan utanmıyoruz. En çok ölüleri, cenazeleri, camileri, AVM’leri, borsaları, gökdelenleri, yolları, sarayları, otomobilleri düşünüyoruz.”

    “ planlama yok, çünkü planlama yapacak adam işbaşına getirilmiyor. Önce yağma yapılıyor, sonra plan yapılıyor, birisi oy almak istiyor, öbürü ev sahibi olmak istiyor, bu ikisi birbirleriyle çok iyi anlaşıyor !”

    “Türkiye’de felsefe olmadığı için, eleştiri kavramı gelişmedi. Az gelişmiş toplumda eleştiri yaptığın zaman, küfür etmiş sayılıyorsun!”

    “Türkiye Cumhuriyeti, İslam toplumları tarihinde gerçekleştirilen en büyük uygarlık projesidir. 20’nci yüzyılın en büyük toplumsal devrimi, Türk devrimidir.

    Şimdilerde ise maalesef, İslam toplumlarının çağdaş dünyayla sürüp giden uyuşmazlığı, Türkiye’ye de bulaştırıldı.”

    “Atatürk ‘benim tek mirasım akıl ve bilimsel düşüncedir’ demiş. Hiçbir devlet adamı veya devlet kurucusu böyle bir şey söylememiş.

    “Türk aydını, Amerikan sömürgeciliği ve kırsal kültür tarafından esir alındı, olan bitenler ahlaki ve entelektüel iflastır, aydınlar doğrudan katılmıyor olsalar da, toplumu saran ahlaki çöküntüyü sanki normal bir olguymuş gibi izlemekle yetinerek, hoş göstererek, ona ortak oluyorlar.”

    Oysa;
    Bu toplumda, hangi koşullarda olursa olsun, insanlık için düşünüp çalışacak çok insan olduğunu Kurtuluş Savaşı’nda öğrendik.
    Günümüzde de varlıklarıyla geleceği hazırlayan milyonlar var.
    Sesleri az ya da çok çıkabilir, düşünceleri bulanık olabilir, ama çağdaş dünyanın ortaklarıdır

    “Bu Ülkenin dünyayla er geç buluşacağı tek yol, çağdaş uygarlık yoludur.”
    Prof.Dr. Doğan KUBAN

    Bu yazı üzerine benim yazdığım ve emekli Albay Hüseyin Akkaya Bey’e gönderdiğim not ise şöyle:

    Albayım,
    Sizin mahallede “büyük aydın olma” kriterleri, ölçüleri nelerdir, sizden daha iyi olmasa da bayağı bilgi sahibiyim. Bu kriterlerin ideolojisi ve hissiliği üzerinde de durmayacağım; sadece bu ölçülerin evrensel olmadığı, kendi içinde bile tenakuzları barındırdığını hatırlatmakla iktifa edeceğim. Tahdit için değil temsil için bir kaç misal zikrederek ifadelerime de nokta koyacağım:
    1- Türkiye 115 senedir ittihatçı zihniyetlerle yönetiliyor. RTE ve benzerleri de bu zihniyetin koyduğu ilke ve kuralların esasına dokunma yetkisine sahip değildir. Hatta % 90 oy alsa bile, ittihatçı zihniyetin temel ilkelerini değiştiremez. Bu zihniyeti savunanlar hangi hakla kime serzenişte bulunuyorlar?
    2- Övündüğünüz kişi ve kurumların faziletleri varsa hepsi Osmanlı ürünü ve eseridir. En büyük dâhi ve öncü kabül ettiğiniz kişiler Sultan 2.Abdülhamid’ın kurup açarak yönettiği kurumlarda yetişti. Ondan sonra 115 yıl boyunca benzerleri yetişmedi; yetişemedi. Yetişebilecek temel kurumlar kurulamadı. Öyle değil mi?
    3- Türkiye şimdi cehaleti ile övünen bir ülke haline geldi ise, buna sebep olanlar utanması gerekmez mi? Buna sebep olanların Allah belasını versin diyen biri çıksa “amin” diyebilir miyiz?
    4- Çamlıca’ya cami yapılmasından rahatsız olup şikayet edenler, camiye gitme alışkanlığı var mı bilemem ama ben Çamlıca camiine 4-5 defa gidebildim. Biri bayram, diğeri cuma namazı olmak üzere, cami tıklım tıklım dolu idi. Avluların da bile yer bulmakta zorlananlar oldu. En son gidişim evvelki gün ikindi ve akşam namazlarını kılmak için oldu. Süleymaniye’den daha fazla cemaati olduğunu görünce sevindim. İmamların tatlı ve güzel Kur’an okuyuşunu dinleyince huzur hissettim. Kendi Milletinin değerlerine yabancı kalanlardan aydın olmaz; olamaz albayım.
    5- Sizin mahallede Aydın diye bakılan kişilerin ülkemizde müşahhas olarak hangi eserleri vardır? diye sorsam neler sayabilirsiniz? Şikayetçi olduğu Türkiye manzarası, onların temsil ettiği zihniyetin eseri değil midir?
    6- Bugün Türkiye’yi yeniden ayağa kaldırmaya çalışanlar, sizin mahallenin beğenmediği, şikayet etmeye çalıştığı, bozuk sistem içerisinde imalat hatası olarak yetişen, Müh. Mahmut Akşit, Müh.Selçuk Bayraktar gibi İHL mezunu imanlı gençlerimiz değil midir?
    7- İngiliz ve Siyonistlerin Türkiye için üretip halkımız üzerinde uygulamaya çalıştığı projelerin borazanlığını yaparak aydın olunamayacağı gibi vatansever de olunamaz albayım.
    8- Sizin mahalle sakinlerinden olup bizim mahalleye de ziyarete gelen aydınlarımız yok değil, bizim onlara da saygımız var. Hiç olmazsa onları Aydın kabül edip istifade etmekte mutabakat sağlayabilsek? Misal mi istiyorsunuz? İşte size bir kaç misal:

    • Oktay Sinanoğlu
    • ⁠Teoman Duralı
    • ⁠Kemal Tahir
    • ⁠(……vb…..)
      Bilmiyorum sizin mahalle, Türkiye’nin bu değerli Aydınlarını Aydın kabül eder mi? Bunlar İngiliz ve Siyonist projeleri savunmayan yerli aydınlarımız. Bizim mahallede oturmadıkları halde biz onları okur; dinler ve istifade etmeye çalışırız.

    Dediğim gibi albayım, yukarıdaki yazının tamamını değerlendirmeye kalksam bayağı hacimli bir kitap yazabilirim ama size okuma zorluğu yaşatmamak için sözlerimi burada noktalıyorum. Saygılarımla ..
    28.09.2024 Üsküdar
    Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    Değerli Hocam,
    Ben bu mahalle muhabbetini sevmedim… Bizim bir tek mahallemiz var, O da ÜLKEMİZ, CUMHURİYETİMİZ VE TÜRK DEVLETİ…
    Bu nedenle Ülkemize bilimin, ilimin, fennin ışığında hizmet etmemiz ve projeler üretmemiz gerek .. Bir avuç Hollanda, Japonya’ya hayran kalmamak mümkün mü? Eskiden beş yıllık kalkınma plânları yapılır ve takip edilirdi. Şimdi padişahlarda olmayan yetkilerle donatılmış bir liderle yol almaya çalışıyoruz. Halk ekonomik ve sosyal bunalımda .. Siz Türkiye’de yaşamıyor musunuz? Geçmişe takılıp kalmışsınız. Bir ittihat ve terakki anlayışı ile sorunllara cevap vermeye çalışıyorsunuz. Ne Amerika, ne İngiliz ve de Rusya bize baz olamaz. Bu dış güçler ve emperyalistlere işi yüklemek kolaycılığını artık bırakmalıyız. Daha realist ve akılcı olmalıyız. Emevi anlayışı ile islâmıda artık bırakmalıyız. Hz. Ebu Bekir ve Hz .Ömer (R.A) anlayışına dönmeliyiz. Bilmiyorum yanlış mı düşünüyorum…
    Hüseyin Akkaya

    Albayım,
    Yaşanmış bir ömrün fikri sabitlerini değiştirmenin mümkün olmadığını bilen bir eğitimci olarak sizin fikrinizi değiştirmek veya kendi fikrimi size dikta etmek gibi bir niyetim olmadığını bilmenizi arzu ederim.

    Yorumlar bilgiler üzerine bina edilir. Dolayesiyle bilgiler eksik veya hatalı ise yorumlar da eksik veya hatalı olabilir. Bir konuda sizin bilginiz benden daha fazla ve sağlam olursa, o konuda benden daha isabetli ve doğru yorum yapma imkanınız olabilir. Bu zaviyeden bakarak:
    1- Mahalle ifadesi, maddi anlamı ile kullanılabileceği gibi, mecazi anlamda da kullanılabilir. Ben mecazi anlamda kullanıyorum; ifade bana ait olmasa da hoşlanılmayacak, rahatsız olunacak bir ifade olmadığı kanaatindeyim. Aynı mahallede olup farklı düşünen insanlar da olabileceği muhakkaktır. Bu inceliğin farkında olarak bu ifadeyi kullananlardanım. Türkiye Cumhuriyeti, Türk Devleti idaresinde yaşayanların, hatta sistemi oluşturanların bile aynı düşüncede olduğunu iddia edebilir miyiz? Düşünce farkını bir deyimle ifade etmemiz gerektiğinde nasıl ifade edebiliriz?
    2- Politikadan hiç hoşlanmam, politik düşünce farklılıkları üzerinde de fazla durmak istemem. Benim önem verdiğim, ilmin, selim aklın ışığında hayata doğru bakışımız ve yaşantımıza samimi yansımalarıdır.
    3- Medeniyet ile teknolojiyi birbirine karıştırmayan bir fikrin sahibi olarak, Hollanda, Japonya gibi ülkeleri, teknik terakkîleri açısından, takdir ederim ama medeniyetleri açısından hayranlık duymam; bilakis bizim medeniyetimizden çok geride görürüm. Başbakanlarını önce parçalamış, sonra kızartıp afiyetle yiyebilen, teknik imkanlardan mahrum kaldığında vahşileşen bir Hollanda’ya nasıl hayran olabiliriz? Hayran olamadığımın sebebini merak edenler şu iki yazıyı okumalı

    Batının Vahşiliği👇
    https://www.aynamayansiyanlar.com/misafir-yazarlar/batinin-vahsiligi/
    Şok Eden Bir İngiliz+ABD Hikayesi👇
    https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/tercumeler/sok-eden-bir-ingiliz-abd-hikayesi/
    4- Geçmişe takılıp kalmak ile ifade ettiğiniz şey, bugün eksikliğini yaşadığımız, şikayetçi olduğumuz temel sıkıntıların sebebini doğru okuyup görmek ise, şikayetlerden kurtulma şansımızı kaybetmeye razı olmamızı istemiş olursunuz ki, siz benden daha fazla şikayet etmiyor musunuz? Mevcut uygulanan sistemin temelleri ilim ve selim akla mı dayandığını zannediyorsunuz? Altta linkini verdiğim yazıyı okursanız farklı bir pencereden bakma imkanı bulabilirsiniz.👇
    https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/osmanliyi-dogru-ve-insafli-degerlendirmek-gerekir/
    5- İslam, Kur’an ve Sünnetin çerçevesini çizdiği, din ve devletten oluşan bir hayat nizamıdır. Peygamber Allah’ın elçisi olarak hem dinin tebliğ edip öğreteni ve şarihi, hem de ilk İslam devletinin başkanıdır.
    Allah’ın elçisi olma vasfının vekili olamaz; olamayacağını Allah (cc) Kitabı olan Kur’anı Kerim’de açık ve net olarak bildirmiştir. Devlet başkanlığı sıfatının ise Halifeleri olmuştur; olması gerekir. Bir ailenin reisi öldüğü zaman öksüz kalan çocukları gibi, bugün İslam alemi başsız kalmış, batının şamar oğlanına dönmüştür. Batı dünyası birliğini korumak için maddi ve manevi bütün değerlerini korumaya çalışırken, bize aksini telkin etmesini kabül etmek, Emevi İslamı safsatasını uydurup karşı çıkma iddiası ile İngiliz İslamınına yapışmak olur.
    6- Aynı dünyada yaşadığımız halde Gazze’de yaşananlara bakışımız farklı olabildiği gibi Türkiye’de yaşanan olaylara bakışımızda farklı olabiliyor.
    Bunun temel sebebi ne olabilir?

    Bizim esasta farkımız, Kur’an ve Sünnetin, bizi çağırdığı akletme, düşünme, sorgulamanın gereğini yaparak Kuranla aydınlanmış ilmin ışığında bir hayat yaşamak isteyişimizdir; İngiliz telkinlerine aldanmama şuur ve kararlığı içerisinde olmaya gayret edişimizdir albayım. Bunun dışındaki her şey teferruattır. Selam ve Saygılarımla ..
    30.09.2024 Üsküdar
    Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    Değerli Hocam,

    Detaylı bilgilendirme için teşekkür ederim. Sizin olaylara bakış pencereniz ile benim bakış penceremin elbette farklı olması gerekir. Siz tefekkür ve düşünce insanısınız. Dünya ve âhiret vizyonunuz geniş. Bilgi ve tecrübeleriniz daha derin..
    Ben sizi üzmek istemem… Benim basit ve dar görüşüm, sade bir vatandaş görüşüdür… Ben temelde sizinle aynı mahallede olduğuma inanıyorum…
    Dost selâlarımla… 30.09.2024

    Hüseyin Akkaya

    Şer’i Bir Açıklama ..

    Düşmanlarımızın kalplerini Allah birbirine düşman kıldığında ve onları birbirine saldırttığında, bu büyük bir nimet ve İslam ümmeti için büyük bir fırsattır; Allah’a şükretmek ve kendi hazırlığımızı yapmak, saflarımızı sıklaştırmak ve zaafiyetlerimizi gidermek gerekir.

    Bir suçlu -hangi taraftan olursa olsun- düştüğünde sevinmek, mübah ve fıtri bir şeydir; bunda ihtilaf edilmemelidir. Burada sadece suçluların yok oluşundan bahsediyorum, masum sivil kurbanlardan bahsetmiyorum.

    Ancak hata, en büyük yanlış, dar grup çıkarları için kalplerimizin bu düşmandan ya da diğerinden yana meyletmesi ve dillerimizin onları övmesi olur. Bu, bizi sanki karşıt iki siperden birinin içine sokar ve Allah’ın düşmanlarımızdan (berî olma) farzını çiğnemek, aynı zamanda müminler arasında (dostluk kurma) farzını da ihlal etmek olur.

    Gazze meselesi her Müslümanın meselesi olduğu gibi Suriye meselesi de her Müslümanın meselesidir.

    Gazze’deki halkımızı öldüren kişi Suriyelilerin dostu olamaz, Suriye’deki halkımızı öldüren kişi de Gazze’lilerin dostu olamaz. Bu durum Müslümanların tüm meselelerinde geçerlidir.

    Bu, uyulması gereken şer’i sabitedir. İşgale karşı direnmek bir yerde farzken, başka bir yerde haram olamaz.

    Unutmayalım ki (şii milisler) Irak’ta bizimle Amerikan hava desteği altında, Suriye’de de Rus hava desteği altında savaştılar.

    Bugün ise bu Şii milislerle Siyonistler arasındaki nüfuz paylaşımı savaşı kızıştıktan sonra, ki bu 7 Ekim’den çok önceydi, Gazze’yi savunma sloganını yükseltmeye başladılar; Gazze onlardan beridir. Bu tuzağa düşmemeli, kartları karıştırmamalı ve bu anın esiri olup onların ihanet ve suç dolu tarihini unutmamalıyız.

    Peki ya sorarsanız: Bu düşmanlarımız arasındaki çatışmayı farklı davalarımız lehine nasıl kullanabiliriz? Bu, bir miktar bilgelik, ustalık, istişare, koordinasyon ve iş birliği gerektirir. Bunların hepsi şer’i vecibelerdir; gidip gelen, değişen duyguların ve karşıt çıkarların karmaşasında unutulmamalıdır.

    Bu, gördüğüm ve Allah’a karşı sorumluluğunu üstlendiğim şer’i bir husus ve duruştur.

    Muhammed Ayyash el-Kubeysi


    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    27.09.2024 Üsküdar

    Mütercimin Notu: 👇

    Yazının Arapça Orijinalinin altına 4 video linkini ben ekledim. Çok uzun olmayan bu 4 videoyu da dinlemeniz halinde, Muhammed Al Kubeysi Hocayı daha kolay ve daha doğru anlayacağınızı zannediyorum.

    Ahmet Ziya

    Bir Arap Yazarın Konu Hakkındaki Yorumu:👇
    SelamünAleyküm ve rahmetullahi ve berekatüh…

    Hayırlı sabahlar dilerim.

    Birçok değerli arkadaşım bana hâlâ Hasan Nasrallah’ın suikastının bir tiyatro olduğunu düşünüp düşünmediğimi soruyor.
    Evet, bu kesinlikle bir tiyatro.

    Birinci nokta:
    Hasan Nasrallah, kendisini önemli bir oyuncu zannetti. Yerinin doldurulamayacağını düşündü. Büyüklerle oynadığını zannetti ama aslında kendisinin, Hizbullah adında dışarıdan yönetilen bir şirkette çalışan bir memur olduğunu unuttu. Şirketin sahibi, genel müdürü değiştirebilir, yöneticileri ve bölüm başkanlarını değiştirebilir, hatta şirketin görevlerini bile sahibinin ihtiyaçlarına göre değiştirebilir. Yönetimi tamamen değiştirmesi bile önemli değildir, yeter ki gelecek aşama ona süreklilik sağlasın.

    İkinci nokta:
    ABD Başkanı John F. Kennedy’nin suikastını hatırlıyor musunuz? ABD istihbaratı, bir suikastçıya Kennedy’yi öldürme görevini verdi. Suikastı gerçekleştirdiğinde, istihbarat bu suikastçıyı öldürdü. Sonra suikast emrini vereni öldürdüler ve ardından bu emri verenin emir sahibini de öldürdüler. Üç kişiyi çok kısa bir zaman aralığında öldürdüler ki dava bugüne kadar karışık, karanlıkta kalsın.

    Hasan Nasrallah ve yoldaşlarıyla olanlar da aynı şekilde oldu; oyunu oynadılar ve sonra onu öldürdüler. Kendini önemli bir oyuncu sandı ama bilmiyordu ki kendi lideri onun aleyhine gelecek aşamayı hazırlıyordu: Hizbullah’ın Litani Nehri’nin gerisine çekilmesi ve Hizbullah’ın üç bölüme ayrılması.

    Birinci bölüm, İsrail’i korumak için yeni liderliklerle yeniden kalacak. İkinci bölüm, Lübnan şehirlerine, özellikle Sünni bölgelere nüfuz etmek amacıyla gidecek. Üçüncü bölüm ise, Suriye’de demografik değişim yapmak ve Kürtlerle uyum içinde Türkiye’ye baskı yapmak amacıyla Suriye bölgelerine gönderilecek.

    Geçen birkaç gün içinde geriye dönecek olursak, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, birçok kez Gazze’den sonraki hedefin Türkiye olduğunu ifade etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, konumunun hassasiyeti ve sahip olduğu karmaşık dosyalar nedeniyle ayrıntılara çok fazla girmek istemiyor; ancak Türkiye’ye karşı nelerin planlandığını biliyor. Aynı zamanda İsrail, Hizbullah ve şirketin sahibi de oyunlarını açığa çıkarmak istemiyor ki aralarındaki tiyatrolar ve karşılıklı çıkarlar devam etsin.

    “Ben Lübnan pastasından vazgeçeceğim, sen de bana Suriye’de bir pay vereceksin” anlayışıyla aralarındaki sahte düşmanlık tiyatrosunun devamı konusunda da anlaşmaya varıyorlar.

    Bu nedenle Allah en iyisini bilir ama Suriye’nin yeniden savaşa döneceğini ve Beşar Esad’ın Hizbullah’a yönelik saldırılar karşısındaki sessizliğinin oyuncular arasındaki anlaşmanın bir parçası olduğunu düşünüyorum.

    Bu benim görüşüm, mutlak gerçeği sadece Allah bilir.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    28.09.2024 Üsküdar

    Bir başka arkadaşımızın da şöyle bir yorumu oldu:👇Oyunlar Artık Amatör Oynanmıyor.


    İRAN-HİZBULLAH; İSRAİL İSTİHBARAT AĞI

    Hizbullah lideri Hasan Nasrallah kendisinin bile bilmediği bir yerde öldürüldü. Fransız medyasından yayılan bir habere göre ise Nasrallah’ın yerini İsrail’e bildiren İranlı bir ajandı.

    Peki bu olay nasıl gerçekleşti? İsrail nasıl bir istihbarat ağı kullandı?

    Yıllardır Orta Doğuyu yakinen takip ederim. Bölgeyi iyi okumak adına kulaktan doğma, devşirme bilgilerle değil, bizatihi orada yaşayan ve alanında ehil olmuş kişilerle konuşur, dinlerim. Yazılan çizilen ne varsa imkanım dahilinde kendimce analiz etmeye çalışırım.

    Bundan 9 ay önce Eski Mısır Tel Aviv konsolosu Dr. Rıfat el Ensari’nin konuşmalarını dinlediğim de bazı müphem kalan kısımlar olduğunu düşünmüştüm. Şimdi tekrar düşününce Hizbullah’ın yaşadığı ağır güvenlik zafiyetini daha da iyi anlıyorum.

    7 Ekim Aksa Tufanı’nın asıl hedefi müzik festivali değil, Beyt Hanun kontrol noktasıydı. Bu yer İsrail’in askeri istihbarat noktalarından birisi olarak biliniyor. Ayrıca İsrail’e ajanlık yapan Filistinlilerin bilgileri de bu noktada tutuluyordu. Yahya Sinvar, bu bilgilerin olduğu diskleri ele geçirdi. Elde edilen bu listeler sayesinde temizlik yapıldı. Bunu doğrulayan en büyük gelişme de Sinvar’ın İsrail’e ajanlık yapan Filistinlilerin cesetlerini Şifa hastanesinin önüne atması olayıdır.

    7 Ekim’i gerçekleştirirken Sinvar ve ekibi bu eylemin bilgisini Hamas’ın siyasi kanadı dahil kimse ile paylaşmadı. Bugün bu kararın ne kadar doğru olduğunun bir kez daha görüyoruz. Sinvar bu konuda çok titiz davranan birisi. Haniye Tahran’da, Nasrallah kendisinin dahi tam olarak nerede olduğunu bilmediği bir yerde öldürüldü. Bu da bize İran ve Hizbullah’ın içeriden Mossad ajanlarıyla kuşatılmış olduğunu gösteriyor. Sinvar’ın İsrail’e ajanlık yapanları ortadan kaldırması, İsrail’in bir yıldır rehinelerin yerlerini tespit edememesine imkan sağladı. 1 Ekim 2024

    Ömer Ahu / Bursa

    ‏بيان شرعي
    ‏.
    ‏حينما يخالف الله بين قلوب أعدائنا فيضرب بعضهم ببعض، فهذه نعمة عظيمة وفرصة كبيرة لأمة الإسلام تستوجب الشكر لله تعالى وحده، ثم العمل على إعداد عدتنا وبناء صفنا ومعالجة ضعفنا.
    ‏.
    ‏وحينما يسقط منهم مجرم -من هذا الطرف أو ذاك- فالفرح أمر مشروع وهو كذلك أمر فطري، لا ينبغي أن نختلف فيه. وهنا أتكلم عن هلاك المجرمين فقط، وليس الضحايا من المدنيين الأبرياء.
    ‏.
    ‏إنما الخطأ كل الخطأ والباطل كل الباطل أن تميل قلوبنا وتلهج ألسنتنا بمدح هذا العدو أو ذاك لمصالح فئوية ضيقة، فنكون في النتيجة كأننا في خندقين متقابلين، وبذلك نخالف حكم الله تعالى في وجوب (البراءة) من أعدائنا، و نخالف حكم الله أيضا في وجوب (الموالاة) بين المؤمنين.
    ‏.
    ‏إن قضية ⁧‫غزة‬⁩ هي قضية كل مسلم.
    ‏كما أن قضية ⁧‫سورية‬⁩ هي قضية كل مسلم.
    ‏.
    ‏فلا يمكن أن يكون الذي يقتل أهلنا في غزة صديقا للسوريين، ولا الذي يقتل أهلنا في سورية صديقا للغزاويين.
    ‏وهكذا قل في كل قضايا المسلمين
    ‏.
    ‏هذا هو الثابت الشرعي الذي ينبغي الوقوف عنده.
    ‏فلا يمكن أن تكون مقاومة الاحتلال في بلد واجبا، ومقاومته في بلد آخر حراما.
    ‏.
    ‏ولنتذكر أن (المليشيات المجرمة) قد قاتلتنا في العراق تحت غطاء الطيران الأمريكي، وقاتلتنا في سورية تحت غطاء الطيران الروسي.
    .
    ‏أما اليوم فبعد أن تأجج الصراع بين هذه المليشيات وبين الصهاينة على تقاسم النفوذ، وكان ذلك قبل 7 أكتوبر بكثير، بدأوا برفع شعار الدفاع عن غزة، وغزة منهم براء.
    ‏فلا ينبغي أن نقع في الفخ ونخلط الأوراق ونكون أسرى لهذه اللحظة وننسى كل تأريخهم المليء بالغدر والإجرام.
    ‏.
    ‏أما إذا سألت: كيف نستثمر هذا الصراع بين أعدائنا لصالح قضايانا المختلفة فهذا يتطلب قدرا من الحكمة والحنكة والتشاور والتنسيق والتعاون، وهذه كلها واجبات شرعية، لا ينبغي نسيانها في زحمة العواطف المتباينة والمصالح المتقابلة.
    ‏.
    ‏هذا هو الموقف الشرعي الذي أراه وأتحمل مسؤوليته أمام الله.
    ‏.
    محمد عياش الكبيسي

    لمعرفة حياة محمد عياش الكبيسي إضغط علي الرابط

    https://ar.m.wikipedia.org/wiki/محمد_عياش

    أمين المجلس العربي الإسلامي محمد علي الحسيني قال Olaydan Sadece 2 Gün Önce H.Nasrallah’ı Uyardı
    İbretle Dinlenmeli, Gerçekler Net Görülmeli:👇
    https://www.instagram.com/reel/DAdOeARNfeu/?igsh=Mm9scnRwc2o5NTY1

    Bu Video da H.Nasrallah’ın Yaptıklarının Kendi İfadesi İle İtirafı👇

    Üçüncü Link Olarak Türkçe Bir Video👇

    Dördüncü Linkteki Video 1. Linkteki Videonun Tartışılması ve Yorumudur.👇

    Muhammed Ali al Hüseyni Hakkında:👇

    Emekli Amiral Cihat Yaycı Paşa Diyorki:👇

    İran’ın Terörist İsrail’e Yolladığı Füzelerin İçyüzünü Öğrenince Şaşıracaksınız👇
    https://x.com/turkdegs/status/1842113687198306743?s=46&t=fVUmB9yo1vYWot5tLYwXqA

    🔴Cihat Yaycı: “Terörist İsrail’de Vadedilmiş Topraklar Bakanlığı var!”
    Yayının tümünü aşağıdaki linkten izlemenizi tavsiye ederim👇
    https://youtu.be/gDEZx_bRjok?si=gnU-OuzuxOisJmcL

    Tolstoy ve İslam ..

    Rus medyasında son zamanlarda büyük Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy’un hayatının son döneminde İslam’ı kabul ettiğine dair bir hikâye yayımlandı. Bu konudaki tartışmalar hâlâ devam etmekte. Peki, Tolstoy’un insani düşünceleri nelerdi ve bu düşünceler günümüzde ne kadar hayati ve etkili? 21. yüzyıl insanı için nasıl duyulabilir olabilir? Tolstoy’un dini inançları neydi ve İslam’a bakışı nasıldı? Lev Nikolayeviç Tolstoy’un sosyal, felsefi, ahlaki ve dini inançları ile ruhi eğilimi hâlâ büyük ilgi görmekte ve etrafında bazen şiddetli tartışmalar yapılmaktadır. Son yıllarda İslam dünyasında da Tolstoy’un edebi mirasına olan ilginin arttığı gözlemlenmektedir.

    İnsani Değerler

    Rus edebiyatı araştırmacıları ve akademisyenleri, bu edebiyatın dünya çapında yayılmasının ve sanat eserleri mirasında sahip olduğu konumun başlıca sebeplerinden birinin, büyük Rus yazarlarının eserlerinin derin ahlaki ve felsefi düşünceler ihtiva etmesi olduğunu belirtmektedir. Bu durum, eşsiz bir üne sahip olan Tolstoy’un eserleri için de tamamen geçerlidir.

    Tolstoy, 1828 yılında Moskova’nın güneyindeki Tula şehrinde doğdu. 23 yaşındayken Çeçenistan’a geldi ve burada ilk kitabı olan “Çocukluk” adlı eserini 1851 yılında yazdı. Kafkas halkının hayat tarzı ve üslubundan etkilendiği “Hacı Murat” ve “Kazaklar” adlı eserlerinde de bunun yansımasını buluruz. Çeçenistan’a varışından iki hafta sonra, günlüğüne “Allah’ın yüce eli bana yol gösterdi ve bunun için çok minnettarım. Burada bana bir kötülük gelmeyeceğinden çok eminim, her şey yolunda gidecek, çünkü bu benim kaderim ve Allah’ın iradesi” şeklinde yazmıştır. Bu dönemin günlük ve mektuplarının analizi, Tolstoy’un yerel halkların ruhi yapısını, adetlerini ve geleneklerini sürekli olarak anlamaya çalıştığını ve bu konuda ferdi izlenimler oluşturduğunu göstermektedir. Kafkasya’daki hizmeti sırasında, halkın sözlü sanatını derlemeye ve bu folkloru yaymaya büyük önem vermiştir. 1852 yılında, Müslüman Çeçen arkadaşlarının sözlerinden iki Çeçen halk şarkısını yazmıştır ve bu kayıtları eserlerinde kullanmıştır.

    Dinlerin İncelenmesi

    Tolstoy, ellili yaşlarına yaklaştığında hayatında büyük bir değişiklik oldu; eleştirmenlerin açıklamakta zorlandığı bir manevi dönüşüm yaşadı. Bu dönem, art arda gelen başarılarla doluydu ve edebi konumunun zirvesine ulaşmıştı, mutlu ve huzurlu bir aile reisi olarak yaşamaktaydı. Buna rağmen, derin köklere sahip bir psikolojik kriz yaşadı. Dini bir inanç içinde hayatın anlamı ve amaçlarına dair kesin bir cevap bulmak için gayret gösteriyordu. Bu ruhi sıkıntılarını şöyle ifade etmiştir: “Benimle çok garip bir şeyler oluyordu; başta kaybolmuşluk hissine kapılıyor ve melankoliye dalıyordum, bu his geçtikten sonra ise eskisi gibi yaşamaya devam ediyordum. Ancak bu şaşkınlık anları gittikçe daha sık ve aynı şekilde tekrarlanıyordu ve bu durum hep aynı soruları ortaya çıkarıyordu: Neden? Ve bundan sonra ne olacak?”

    Tolstoy, çeşitli dini inançları okumuştu ve hayatının en önemli işinin Doğu ve Batı’nın bilgeliğini bir cümlede birleştirmeye çalışmak olduğuna inanıyordu. Doğu çalışmaları, özellikle İslam’daki zühd ilkeleri, onun maddi hayata olan nefretini artırdı.

    Doğu Düşüncesi

    Tolstoy’un Doğu düşüncesiyle ilk bağlantısına bakacak olursak, doğuya olan ilgisinin gençlik yıllarına kadar uzandığını görürüz. Gelecekte uzmanlaşmak üzere Arapça ve Türkçeyi seçmiş ve iki yıl boyunca uzman hocalardan bu dilleri öğrenmiş, ardından bu dillerde sınavlardan geçer not alarak Arapça ve Türkçe öğrencisi olmuştur. Edebi kariyerinin başında, Doğu’nun manevi mirasının sahip olduğu eşsiz önemi fark etmişti.

    Bu nedenle Doğu’nun düşünce ve felsefelerini hevesle incelemiş, özellikle düşünürlerin hayatın anlamına dair kavramlarını aramıştır. Ancak Tolstoy’un Doğu’ya olan ilgisi öncelikle dinlerle ilgilidir. Doğu’dan çıkan dini düşüncenin özgünlüğüne inanmıştır. Bu düşünce, ahlaki değerlerin yüzyıllar boyunca sınandığı ve halkların tarihinde değişmez bir gerçek olarak kalması gereken bir düşüncedir.

    Dine Derinlemesine Giriş

    Tolstoy’un üretici eserlerinde en önemli mesele, hayatın anlamı, insanın görevi ve ahlaki normların etkinliğindeki rolüdür. Arap dünyasından bazı şahsiyetlerle, örneğin Şeyh Muhammed Abduh ile yazışmaları olmuştur. Ayrıca Arap dünyasındaki sıradan insanlarla da özel bir yakınlıkla yazışmıştır. Yazar, İslam’a ve çağdaşı olan Müslüman düşünürlere karşı derin saygı besliyordu. Tolstoy, Tataristan’daki birçok Müslüman şahsiyetle de şahsen yazışmıştır.

    İslam, Tolstoy’un incelediği dinler arasında önemli bir yer tutmuştur ve kendisi de bunu belirtmiştir: “Budizmi, Hz Muhammed’in mesajını kitaplardan, Hristiyanlığı ise kitaplardan ve etrafımdaki yaşayan insanlardan inceledim.” Kişisel kütüphanesinde İslam’ı açıklayan birçok kaynak bulunuyordu. Kur’an-ı Kerim’in mesajları da dikkatini çekmişti ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hadisleri sevgisini kazanmıştı, çünkü bu hadislerde inandığı ve savunduğu birçok fikri bulmuştu ve bu nedenle İslam’ı tanıtmayı bir görev olarak görmüştü.

    Bu alandaki yazılarında, “Hz. Muhammed’in Hikmetleri” adlı kitap öne çıkmaktadır. Bu kitap, Peygamber’in hadislerini ihtiva etmektedir ve Tolstoy bu hadisleri kendisi seçmiş, Rusçaya çevrilmesini denetlemiş ve bu çalışmanın önsözünü yazmıştır. Kitabın önsözünde İslam’ın tevhid inancına, sevap ve cezaya ve akrabalık bağlarının korunmasına değinerek, “Bu dinin özü, Allah’tan başka ilah olmadığı ve O’nun bir ve tek olduğudur. Çok sayıda tanrıya ibadet edilmemelidir ve Allah merhametli ve adildir. İnsanın nihai kaderi sadece ona bağlıdır; Allah’ın emirlerine uyarsa ödül kazanacaktır, aksi takdirde Allah’ın şeriatına karşı çıkarsa cezalandırılacaktır.” demektedir. Peygamberlerin sonuncusuna ve hayatına olan hayranlığı, onu Peygamber’in hayatını konu alan halk baskıları hazırlamaya yöneltmiştir. Ayrıca Rus çocukları için Peygamber’in hayatı ve eserleri hakkında kısa bir kitapçık hazırlamayı düşünmüştür.

    Aydınlanma

    Tolstoy, 20 Kasım 1910’da 82 yaşındayken evinden ve lüks yaşamından kaçarken yolda zatürreden dolayı vefat etti. Yasnaya Polyana adlı mülkün bahçesine defnedildi, çünkü papazlar, Ortodoks dini törenlerine göre gömülmesini reddettiler. Bazı Rus araştırmacılar, Tolstoy’un İslam’ı kabul etmiş olabileceği konusunda güçlü bir ihtimal olduğunu belirtiyorlar. Kur’an’ı Rusçaya çeviren Rus yazar Valeria Prokhova’ya göre, Tolstoy hayatının son dönemlerinde İslam’ı kabul etmiş, İslami usüle göre defnedilmesini vasiyet etmiş olduğunu söylemiş ve mezar taşında haç işareti bulunmamasını buna delil olarak göstermiştir. Hatta bazı edebi çevrelerde gerçekten Müslüman olduğu söylentisi yayılmıştır. Bu gerçek, Arap ve İslam dünyasında pek bilinmemektedir. Hayatının son yıllarında sürekli olarak hayatın anlamı üzerine düşünüyor ve Allah’a ulaşma yollarını arıyordu.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    27.09.2024 Üsküdar

    أصل المقال باللغة العربية
    Makalenin Arapça Aslı İçin:👇
    https://orient-news.net/ar/news_show/89277

    Mütercimin Notu:
    Yapay zekaya, Ünlü Fransız düşünür ve yazar, ölmeden yıllar önce Müslüman olduğu halde ölümünde cesedi yakılarak sadece külleri defnedilmişti. Kimdi bu düşünür? Neden İslama göre defnedilmediğini bana yorumlar mısınız? diye sordum.
    Cevabı Şöyle Oldu:
    Bahsettiğiniz ünlü Fransız düşünür ve yazar, Roger Garaudy’dir. Roger Garaudy, Fransız filozof, Marksist düşünür ve 1982 yılında İslam’ı kabul eden bir yazardır. Müslüman olduktan sonra adını “Ragıp” olarak da kullanmıştır ve İslam hakkındaki yazıları ve eleştirileriyle oldukça tanınmıştır.

    Roger Garaudy’nin Müslüman olmasına rağmen cenazesinin İslamî usullere uygun olarak defnedilmemesi konusunda birkaç sebep olabilir:

    1. Aile ve Yakın Çevre Tercihi: Garaudy’nin ailesi ve yakın çevresi, Müslümanlık inancını benimsememiş olabilir. Bu durumda, onun Müslüman kimliğini ve vasiyetini tam anlamıyla anlamamış ya da kabul etmemiş olabilirler. Bu tür durumlarda, ölüm sonrası işlemler genellikle ailenin kararına bırakılabilir ve bu da İslamî ritüellerin yerine getirilmemesine neden olabilir.
    2. Vasiyetin Belirsizliği: Roger Garaudy, Müslüman olmasına rağmen ölüm sonrası nasıl defnedilmek istediği konusunda açık ve bağlayıcı bir vasiyet bırakmamış olabilir. Bu durumda, ailesi ya da yetkili kurumlar cenaze işlemlerini kendi inançlarına ya da Fransız kültürel normlarına uygun şekilde gerçekleştirmiş olabilirler.
    3. Fransa’da Geleneksel Cenaze Uygulamaları: Fransa’da cenaze törenleri genellikle sekülerdir ve birçok kişi, dinsel inançlarından bağımsız olarak yakılarak defnedilir. Fransa’da dinî törenlerin, özellikle İslamî ritüellerin uygulanması yerel kültüre ve hukuka uygun olmayabilir ya da yeterince kolay bir şekilde organize edilemeyebilir.
    4. Kültürel Etki ve Baskı: Garaudy’nin Müslüman olması, Fransız toplumunda bazı kesimlerde tepki yaratmış olabilir. Ölümünden sonra İslamî ritüellere uygun bir şekilde defnedilmesi, özellikle seküler ve Katolik çoğunluğun bulunduğu bir ülkede, kültürel ve sosyal baskılara maruz kalmış olabilir.
    5. Felsefi ve Kişisel Tercihler: Garaudy, felsefi olarak hayatı boyunca özgün bir düşünce yapısına sahipti ve belki de kendi cenazesinin nasıl düzenleneceği konusunda farklı düşünceleri olabilir. Bu tercihler, ailesi ve yetkililer tarafından yakılarak gömülmesiyle sonuçlanmış olabilir.

    Sonuç olarak,

    Roger Garaudy’nin Müslüman olmasına rağmen İslamî usullere uygun olarak defnedilmemesinin ardında aile, kültürel baskılar, vasiyetin belirsizliği veya kişisel tercihler gibi birçok farklı sebep olabilir. Her ne kadar Müslüman olarak hayatını devam ettirmiş ve İslam’a büyük bir bağlılık göstermiş olsa da, ölüm sonrası süreç tamamen kişinin kontrolü dışında, çoğunlukla ailesine ve çevresine bağlı olarak gelişmektedir.

    Yukarıdaki örneği tahdit için değil temsil için zikrettim. Batıda benzer bir çok isim zikredebiliriz. Bunların içerisinde durumu şüpheli görülenler olsa bile kesin olanlar çoğunluktadır. Buradan yola çıkarak Rus mütefekkir Tolstoy’nın de Müslüman olduğu halde gizlenmiş olabileceği yüksek ihtimaldir. Ciddiye alınabilecek araştırmalar bizi böyle düşünmeye sevkettiğini söyleyebilirim.
    Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    Roger Garaudy Hakkında Bilgi İçin:👇https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Roger_Garaudy

    Lev Nikolayeviç Tolstoy Hakkında:👇https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Lev_Tolstoy

    Ateizmin Yayılmasına Sebep Olmak mı?

    Hamas Böyle mi Ateizmin Yayılmasına Sebep Oldu!

    Salahaddin Eyyubi’nin Mısır’daki hükümdarı Necmeddin Eyyub’a karşı savaşmak için Haçlılarla ittifak yapan Kral Salih İsmail, Haçlıların Şam’a girmesine ve silah satın almasına izin verdiğinde, büyük âlim İzzeddin bin Abdüsselam, Haçlılara silah satmanın haram olduğunu çünkü bu silahları Müslümanlara karşı kullanacaklarını haykırarak karşı çıktı. Büyük Emevi Camii’nde ihaneti kınayarak kralı şiddetle eleştirdi, vaaz ve fetva vermesi yasaklandı, tutuklandı, sonra serbest bırakıldı ve ev hapsine alındı. Ancak görüşlerinden vazgeçmedi ve tüm otorite baskılarına rağmen sultanın himayesi altına girmeyi reddetti.

    702 Hicri yılında Moğollar Şam’a geldiğinde, yenilgi taraftarları korku yayarak insanları Moğolların gücüyle korkutuyordu. Ancak İbn Teymiyye onlara cesaret verip zafer vaat ediyordu ve kesin bir şekilde Müslümanların galip geleceğine yemin ediyordu. Sözleri insanların kalbini rahatlattı. Moğollara karşı savaşılmasına itiraz edenler vardı çünkü bu dönemde Moğollar İslam’ı benimsediklerini göstermişlerdi. Fakat İbn Teymiyye, onların saldırgan olduğunu belirterek, onlara karşı savaşmanın gerekli olduğuna dair fetva verdi. “Eğer beni Moğolların safında, başımda Kur’an ile görürseniz, beni öldürün” dedi. Sonra kılıcını kuşanarak savaşa katıldı. Merj es-Suffar’da, Şam yakınlarında, Sultan’ın savaş konusunda tereddüt ettiğini gördü ve ona cesaret vererek savaşa katılmasını sağladı. Sultan ve ordusu, İbn Teymiyye’nin liderliğinde zafer kazandılar.

    Bu iki örnek, âlimlerin düşman saldırılarına karşı topraklarını savunmada oynadıkları role dair birçok örnekten sadece ikisidir. O dönem âlimleri, toplumlarını savunmaya teşvik ediyor, onlara cesaret veriyorlardı. Ancak günümüzde, sözde âlimler, düşman safında yer alarak fetvalar vermekte, özellikle son dönemde Gazze’ye yapılan saldırılarda bu tutumlarını daha da bariz hale getirdiler. Bu sahte âlimler, Filistin direnişine karşı insanları kışkırtmaktan başka bir şey yapmıyorlar.

    Bu sözde âlimler, hükümetlerin politikalarını desteklemeyi görev bilerek, Filistin’i savunan bir fetva bile vermemişlerdir. Bilakis direnişe karşı fetvalar yayımlamışlardır. Bu sahte âlimler, politik sistemlerin heveslerine göre hareket ederler, Kur’an ve sünnetten değil.

    Bu durumu anlatırken, İbn Sa’d’ın “Tabakat” kitabında Abdullah bin Akim’den aktardığı şu sözü hatırlıyorum: “Osman’dan sonra hiçbir halifenin kanına el uzatmam.” Ona: “Ey Ebu Ma’bed, Osman’ın kanına mı yardım ettin?” diye sorulduğunda, “Onun hakkında kötü konuşmam, onun kanına yardım etmek demektir” cevabını verdi. Oysa bugünkü sahte âlimler, milletin direnişine karşı konuşmakta bir beis görmüyorlar.

    Filistin direnişinin sadece 7 Ekim’de başladığını zanneden bu sahte âlimler, 75 yıldır İsrail’in Filistin halkına yaptığı zulmü görmezden geliyorlar. Hatta bir tanesi, Gazze’de öldürülen sivillerin şehit olup olmadığını tartışmaya açtı ve bu kişilerin şehit olmadığını çünkü cihadın onlara farz olmadığını söyledi. Şu anda en önemli mesele bu mu gerçekten?

    Bu sahte âlimler, Hamas’ın savaş nedeniyle ateizmi teşvik ettiğini iddia ediyor. Nasıl mı? Hamas’ın İsrail’e karşı kaybettiğini ve böylece Yahudilerin haklı olduğunu ispatlayarak insanları ateizme yönlendirdiğini söylüyor. Bu sözde âlimin bu saçma iddiaları, direnişe duyduğu kin ve nefretin bir yansımasıdır. Oysa tarihte Müslümanların birçok savaşta yenildiğini biliyoruz. Acaba Müslümanlar her yenildiklerinde haklı değiller miydi? Uhud Savaşı’nda peygamberimiz ve sahabeler yenildiğinde de mi haksızlardı?

    Bu sözde âlimin iddialarının ne kadar saçma olduğunu İslam kültürüne aşina olan herkes görebilir. Peygamberimiz, bir adamın malını almak isteyen biriyle savaşmasını tavsiye etmiş ve bu mücadelede öldürülürse şehit olacağını belirtmiştir. Eğer mal için savunma yapma hakkı tanınmışsa, din, toprak ve namus için savunma yapmanın daha da meşru olduğu aşikardır.

    Bu sahte âlimler, ateizmin arttığını söyleseler de, Batı’da birçok insanın Gazze savaşı sonrası İslam’a geçtiği haberleri göz ardı edilemez. Bu direnişin cesareti ve onurlu duruşu, İslam’a olan ilgiyi artırdı.

    Bir sosyal medya kullanıcısının bu sözde âlimler hakkında dediği gibi: “Eğer İbnü’l Cevzi hayatta olsaydı, bu insanları ‘Ahmaklar ve Aptallar’ kitabına dahil ederdi.” Bu sahte âlimler, politik sistemlerin rüzgarlarına göre hareket ederler, ancak Allah’ın hükmü galip gelecektir ve insanların çoğu bunu bilmezler.

    İhsan el-Fakih (Ürdünlü Yazar)
    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    25.09.2024 OF

    هكذا تسببت حماس في نشر الإلحاد!

    عندما تحالف الملك الصالح إسماعيل مع الصليبيين، وأذن لهم في دخول دمشق وشراء السلاح لقتال نجم الدين أيوب حاكم مصر، وقف العالم الجليل العز بن عبد السلام صارخا بحرمة بيع السلاح للصليبيين لأنه تحقق من كونهم يشترونه ليقاتلوا به المسلمين، ووقف على منبر المسجد الأموي الكبير يشنع بالخيانة ويشدد النكير على الملك، فمُنع الخطابة والإفتاء، وتم اعتقاله ثم أفرج عنه وحُدّدت إقامته، ورفض كل محاولات السلطة لإغرائه للعدول عن آرائه والدخول تحت جناح السلطان.
    وعندما جاء التتار إلى الشام سنة 702هـ، كان دعاة الهزيمة ينشرون الفزع في القلوب ويخوّفونهم بأس التتار، فكان شيخ الإسلام ابن تيمية يثبتهم ويعدهم بالنصر ويحلف لهم بيقين، بأنهم منصورون، فاطمأنت بكلامه القلوب وسكنت النفوس. وانبرى المخذّلون يعترضون على قتال التتار، لأنهم في هذه الحقبة أظهروا الإسلام، قالوا ذلك رغم أنهم مدافعون لا مهاجمون، فحينها جهر الشيخ بفتاواه من وجوب دفع عدوانهم وقال: «إذا رأيتموني في ذلك الجانب ـ أي مع التتار- وعلى رأسي مصحف فاقتلوني»، فتحركت النخوة، وامتطى صهوة جواده محاربا ومحرضا على القتال. وفي مرج الصفر قرب دمشق رأى من السلطان ترددا في القتال، فاجتمع به ابن تيمية يحثه على الجهاد والقتال، فثارت فيه الحمية والعزم، فقاتلوا ومعهم شيخ الإسلام بنفسه حتى انتصروا.
    صورتان من صور قيام العلماء بدورهم المنوط بهم في الدفاع عن الأرض التي يهاجمها الأعداء، سقناهما على سبيل المثال لا الحصر، هكذا كان العلماء وهكذا كان صنيعهم وقت الأزمات، وهكذا كانوا يعبئون الأمة للدفاع عن شرفها وأرضها وعرضها. ولكن ما أكثر ما ابتليت الأمة في هذا العصر بأدعياء علم يصدحون بفتاوى يكاد يجزم المرء بأنهم يقفون فيها في مصاف الأعداء، وظهر هذا أكثر ما ظهر خلال فترة العدوان على غزة منذ انطلاق طوفان الأقصى. أدعياء العلم لم يكتفوا بالصمت عن المجازر التي يرتكبها الصهاينة بحق أهلنا في غزة، وإنما أصبح همهم الأكبر هو النيل من المقاومة الفلسطينية، وتخذيل الناس عنها، هؤلاء الأدعياء الذين ينتمون غالبا لتيار المداخلة والجامية، الذين لا هم لهم إلا الترويج للسلطة والدفاع عنها مهما كانت سياساتها، لم يصدروا فتوى واحدة بوجوب نصرة أهل غزة والدفاع عن فلسطين ضد العدو الصهيوني المحتل، وإنما صبوا الفتاوى صبا ضد المقاومة التي تدافع عن أرض فلسطين.

    علماء السلاطين لا تحركهم نصوص قرآنية ولا نبوية، إنما تحركهم أهواء وأمزجة الأنظمة السياسية، ولا هم لهم إلا مجاراة هذه الأنظمة في توجهاتها السياسية

    تحضرني هنا مقولة أوردها ابن سعد في «الطبقات الكبرى» عن عبد الله بن عكيم قال: «لا أُعينُ على دم خليفة أبدا بعد عثمان»، قيل له: «يا أبا معبد، أَوَأَعَنْتَ عَلَى دَمِهِ؟ فقال: «إِنِّي أَعُدُّ ذِكْرَ مَسَاوِيهِ عَوْنًا عَلَى دَمِهِ». فالرجل قد اعتبر ذكر ما يراه مساوئ في عثمان المظلوم وقت الفتن والاضطرابات نوعا من الإعانة على دمهم، أما هؤلاء الأدعياء فلا يرون بأسا بأن يطلقوا سهامهم على المدافعين عن أرضهم ضد أعداء الأمة في أوج محنتها، ويدعون بذلك أنهم يبلغون الحق للناس، مع أنهم بذلك يعينون على الدم الفلسطيني، فالمقاومة ما هي إلا من شعب غزة، هم أبناء كل شارع وحي ومدينة فيها، هم أبناء جامعاتها ومساجدها ومستشفياتها ومؤسساتها، اجتمعوا ليذودوا عن فلسطين والأقصى. وكما يُقتل سكان غزة في ديارهم وخيامهم، يُقتل كذلك عناصر المقاومة في ميادين القتال والنضال. هؤلاء الأدعياء للعلم يتعاملون مع القضية الفلسطينية على أنها بدأت في السابع من أكتوبر بالهجوم الذي شنته حماس على المستوطنات واقتيادها الأسرى الصهاينة إلى غزة، فأين هم من 75 عاما تسحق فيه القوات الإسرائيلية الغاشمة أهل فلسطين بأسرها؟ وأين هم من 75 عاما دنسوا فيها المسجد الأقصى وقاموا بمكائدهم ومؤامراتهم المستمرة لتهويده توطيدا لهدمه وبناء هيكلهم المزعوم؟ أحدهم ترك كل ما ينبغي أن يقال في هذه المحنة، وناقش أمام الناس وصف القتلى من المدنيين في غزة بالشهداء، يفتي أتباعه بأن هؤلاء ليسوا شهداء، لأنهم لم يُشرع في حقهم الجهاد، وليسوا مأمورين به. يا الله، أهذا كل ما تبرأ به ذمته في هذه المحنة، أهذا كل ما يشغله؟ أن يفتي بأن هؤلاء الضحايا ليسوا شهداء؟ وأحدهم يُعلّم أبا عبيدة الطريق، ويدعوه أن يجاهد بالسنن، وكأن الإسلام لم يأمر أهله بالدفاع عن عرضهم وشرفهم وأموالهم وأرضهم. آخر صيحات هؤلاء الأدعياء التي سمعتها عن أحدهم، القول بأن حماس بقتالها الصهاينة روجت للإلحاد؟
    كيف ذلك يا جهبذ زمانك وعلامة عصرك؟
    يرى الدعيّ أن حماس تخسر أمام الاحتلال، وهي بذلك نصرت الصهاينة على الأمة، بأنهم أثبتوا أن الحق مع اليهود، فحركوا الناس ناحية الإلحاد والقول بأن الإسلام لو كان حقا لانتصر على الأعداء. هل حقيقة أنني أسمع هذه الكلمات من رجل ينتسب إلى العلم زورا وبهتانا، ليس فقط لظهوره في موقع يستحق عليه الثناء من حاخامات الصهاينة، لكن لأنه ضرب بالتأصيل الشرعي عرض الحائط، وأفتى بوجهة نظره الخائنة. فمن الناحية العلمية أتساءل كيف انطلق هذا الرجل في فتواه هذه؟ وما هو مستنده سوى الكراهية للمقاومة والحنق عليها. ماذا عن المعارك الحربية التي هزم فيها المسلمون على مرّ التاريخ؟ هل كانوا على الباطل لأن عدوهم انتصر عليهم؟ هل كان النبي صلى الله عليه وسلم وأصحابه على الباطل عندما هُزموا يوم أحد؟ ومن جهة أخرى، تجاوز هذا المخرّف كون المقاومة تقوم بواجبها الديني في الدفاع عن الأرض، ضد العدوان الذي بدأ قبل خمسة وسبعين عاما، وقدمت فيه طيلة هذه الحقبة الدماء الزكية لتحرير الأقصى والأرض الفلسطينية، ومن المعلوم أن دفع الصائل لا يُشترط له التكافؤ في القوة. إن أي شخص لديه قدر من الثقافة الإسلامية العامة، يدرك بوضوح سفاهة ما ذهب إليه هذا الدعيّ، فالنبي صلى الله عليه وسلم أجاب على من سأله بشأن رجل أتاه يريد أخذ ماله، بأن لا يعطيه ماله حتى إن اضطر إلى قتاله، فإن قَتل المتعدي فلا شيء عليه، وإن قُتل فهو شهيد والصائل في النار، فإن كان هذا قيل بحق الدفاع عن الأموال، التي تُعوض، فكيف بالدفاع عن الدين والأرض والشرف والعرض، لذلك أقر في أحاديث أخرى بأن من قتل دون ماله أو أهله أو دينه أو دمه (أي دفاعا عن نفسه) فهو شهيد، ولم يشترط النبي، صلى الله عليه وسلم، أن يكون هناك تكافؤ للقوة بينهم وبين أعدائهم، فمن أين لهذا الدعيّ بهذه الفتاوى؟ هذا الدعيّ الذي يتهم المقاومة بالترويج للإلحاد وفقا لمنطقه العفن، تعامى عن الأخبار المتواترة عن دخول أعداد غفيرة من جماهير الغرب في الإسلام بعد معركة طوفان الأقصى، وتعرف كثير منهم على الإسلام بعد الصورة النقية التي قدمتها المقاومة في التعامل مع الأسرى، وفي شجاعتهم وإقدامهم في الدفاع عن قضيتهم، وفي صمود أهالي القطاع الذين يتعرضون لأبشع مجازر العصر.
    صدق أحد المعلقين على هذا الدعي في وسائل التواصل الاجتماعي عندما كتب: «لو كان ابن الجوزي حيا لأدرج مثل هؤلاء في كتابه «أخبار الحمقى والمغفلين». أمثال هؤلاء من علماء السلاطين لا تحركهم نصوص قرآنية ولا نبوية، إنما تحركهم أهواء وأمزجة الأنظمة السياسية، فنصبوا من أنفسهم إمّعات لا هم لهم إلا مجاراة هذه الأنظمة في توجهاتها السياسية، والله غالب على أمره ولكن أكثر الناس لا يعلمون.
    كاتبة أردنية: إحسان الفقيه

    Maskeli Tilkinin Oyunları

    İBRETLİK BİR İNGİLİZ OYUNU
    Osmanlıyı yıkmayı başaran İngiliz öncülüğündeki Siyonist güçler, Tekke Zaviye ve Tarikatların orijinallerini ittihatçı zihniyete yasaklattırırken, aynı anda bizde ve Osmanlı coğrafyasının her yerinde daha önce yasaklattırdıkları Tekke, Zaviye ve Tarikatları kullanıp emellerine alet etmek üzere sahtelerini üretiyor; besliyor; destekliyor ve etkinlik kazandırıp kullanmaya çalışıyorlar. Bu kadar mı? Hayır, hurafelerle iğdiş edilmiş, bu sahte meşrep ve tarikatları gündemimize sokup onlarla uğraştırarak bizi de kendi istedikleri gündemle meşgul etmeye gayret ediyorlar. Sakal şalvar, cübbe aksesuar olarak her geçen gün daha sempatik kullanma aracı haline gelebilir mi bilmiyorum ama bu şeytanların tilkiliklerini keşfedebilmek için klasik bilgiler, sakal sarık cübbe asla yeterli değildir. Bundan eminim. Türkiye’de F.Gülen’i Sünnilere Halife yapamayı becerip başaramayanlar, şimdi Arnavutluk’ta Bektaşi Tarikatının Egemen Ruhani Devletini oluşturmaya çalışıyorlar.

    Osmanlının yıkılması ile başsız kalan İslam dünyasındaki Müslümanlar, öksüz kalan yetimler gibi, çaresizlik içerisinde Siyonizmin şamar oğlanına dönmüş; acınacak zavallılar halinde yaşamaya çalışıyorlar. Aşağıdaki linkte anlatılan haber ve altındaki yorum sadece bir misal, tahdit için değil temsil için okumanızı tavsiye ederim.👇

    https://www.yenisafak.com/gundem/bektasi-devleti-projesinde-feto-israil-ve-soros-izi-kureselciler-arnavutlukta-ne-planliyor-4646514

    Yukarıdaki Haberin Yorumlu Hali:👇https://www.konuyorum.com/2024/09/21/irana-rakip-arnavutlukta-bektasi-devleti-kuruluyor/

    Aynı Konuda Görüntülü ve Sesli Yorum:👇
    https://youtu.be/6XlGBqF338s?si=LFc1BuJa3R-RNS1v
    Hazırlayan: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    23/09/2024 OF

    “CHP Rakıdır, Rakı CHP’dir”

    Hukukçu yazar Av. Ömer Faruk Uysal, ‘CHP rakıdır, rakı CHP’dir’ başlıklı bir yazı kaleme aldı.

    Özgür Özel; “İktidar olduktan on yıl sonra… Bir litre rakı 140 lira olacak!” Önce Marmara adasında, sonra da Avşa adasında bu büyük müjdeyi iki defa verdi Özel. Bundan 3,5 yıl sonra, seçimi kazanıp iktidar olurlarsa 10 yıl daha geçecek ve toplam 13,5 yılın sonunda bu vaad gerçekleşecekmiş! At yalanı…

    Daha önce de; “Kayseri’de iki tane turist balık restoranında bir bardak beyaz şarap istesin bakalım. Kayseri’de, Konya’da, Ak Partinin uzun süredir yönettiği yerlerde bir tane içkili mekan yok.” Demişti sayın Özel.

    İkincisi değil de, ilk vaadi “Rakı 140 lira olacak” sözü CHP çevrelerinde ve CHP’li aydınlarda, büyük heyecan dalgalarına yol açtı. Demek ki bir yaraya parmak basmış.

    Nevşin Mengü; “Özgür Özel’in ‘rakı örneği iyi oldu. Eskiden ‘Rakı demeyin, muhafazakar seçmen kaçar’ falan derlerdi. Artık o bariyeri de aştı CHP. Normal olan şeyleri, İslamcıların anormalleştirme tuzağına düşmemek lazım. Beğensen de beğenmesen de rakı milli içkimiz. İnsanlar rakı içemez hale geldi.” dedi.

    Asıl bombayı Yılmaz Özdil patlattı; “Bakın rakı 140 lira olacak vaadi yüzünden, ama rakı demeyeyim falan diye kıvırmadan, rakıyı hiç eğip bükmeden, cesur bir şekilde dile getirdiği için ben kendisini yürekten kutlarım. Rakı içki değildir. Rakı vatan sevgisidir. İki tek attığında böyle, n’olcak bu memleketin hali diye kafa yormanızın sebebi ondandır. Vatan sevgisidir. Rakı mesela ciddi iştir. Yalanı kaldırmaz, sahtesine denk gelirsen ölürsün. Rakı Türkiyedir, Türkiye rakıdır

    Ertuğrul Özkök’te 13.8.2008’de; Erdoğan’a hitaben “Lütfen bir kadeh sayın Başbakan” başlıklı bir yazı yazmıştı!

    Milli içki olarak rakı, vatan sevgisi olarak rakı, normalleşme göstergesi olarak rakı, elinde kadeh olan bir Erdoğan. Cesaret göstergesi olarak rakı. CHP’nin yeni aşmış olduğu bir bariyer olarak rakı. “Rakı Türkiyedir, Türkiye rakıdır” mottosuyla rakısız Türkiyeyi ve Türkleri, Türkiye dışında bırakma edepsizliği, dayatması, hadsizliği!

    Farkındaysanız, rahat rakı içemiyoruz diye değil, ötekiler de neden rakı içmiyorlar serzenişi! Neden bize benzemiyorsunuz? Elinde kadeh olmayan bir Cumhurbaşkanı mı olur? hayreti, kızgınlığı! Burada CHP’li seçmen ve yazarların esas sevinci, rakıyı 13,5 yıl sonra ucuzlatma vaadi değil. (Buna elbette kimse inanmaz.) Genel başkanlarının, rakıyı açıkça telaffuzu ve sahiplenmesi, CHP’nin rakı bariyerini aşmasıdır. “cesareti” ve “kıvırmamasıdır” Pek de hazzetmedikleri, fakat mecbur kaldıkları, altılı masa yerine rakılı masanın kurulmuş olmasıdır.

    Bütün ufuk, vizyon, planlama, öngörü ve vaatleri bu. Üçüncü dünya savaşının eli kulağında, fakat 13,5 yıl sonra rakı on’da bir fiyata düşecek! Adamların derdine bakın siz! Özel, önceleri bedava traktör vadediyordu. Bunun hem vadesi kısa, faydalı, hem de kulağa daha hoş geliyordu! Yalanın dahi bir usturuplusu, namuslusu olur değil mi!

    İşte Türkiyenin ve dünyanın ciddi bir sorunu! Fakat 13,5 yıl sonrasına dair, büyük bir ucuz rakı müjdesi! Çok önemli bir de demokrasi sorunu. Cumhurbaşkanı ve hükümet, kafası kıyak kesimlere hiç benzemiyor. Ağızlarına bir yudum içki almıyorlar, halktan uzaklar, alkolik vatandaşlarını hiç anlamıyorlar. Böyle bir demokrasi olur mu? Hemen Alkollü İçkiler Bakanlığı kurulmalıdır! Atamız ne güzel içerdi. Beyaz leblebi ve rakı bir efsaneydi! Her akşam köşkte sofralar kurulur ve bakanlar kurulu da hazır olurdu. Halk lehine ne kadar faydalı ve isabetli kararlar alınırdı! Ne kadar bira ve rakı fabrikası açılmıştı. Biranın çocuklara bile yararlı olduğuna dair kamu spotları ne kadar da güzeldi!

    İçki içmeyenler neden içmezlerki? El-cevap; İçki içmek haramdır. Kebairdendir, yani büyük günahtır. “İçki bütün kötülüklerin anasıdır.” Hadis-i Şerif.

    İyi ama biz modern, laik bir ülkeyiz. Modern laik (Hristiyan) ülkelerin tamamında içki satışları ciddi sınırlamalara tabidir. Yurttaşları alkolden korumak, çok önemli bir devlet siyasetidir. İçkinin sağlığa, ekonomiye, toplumsal barışa, zararları saymakla bitmez. Herkesin malumudur; Cinayetlerin, trafik kazalarının, tecavüzlerin, kavga ve yaralamaların, yolsuzlukların, en önemli sebebi içkidir. Zarardan başka tek bir faydası yoktur. Hiçbir ebeveyn, çocukları alkolik olsun istemez!

    İçkinin zararlarını, bizatihi CHP’ye hasarlarını, Kılıçdaroğlu şöyle anlatıyor; “Ama bir elitistler var. Rakı sofralarında Türkiyeyi kurtarılar. Bunlardan partiyi temizleyeceğim. Bunu herkes iyi bilsin. Bana çalışan adam lazım, rakı sofralarında konuşan adam değil.”

    Doğru söze ne denir? Ancak google’le de küçük bir araştırma gösterirki, Kemal bey’in de elinde kadeh, pek çok fotoğrafı mevcut. Hatta bir tanesi, katıldığı iftar programından sonra bir kokteylde çekilmiş! 8.1.2023’te de şöyle buyurmuş; “Alkollü içecekler yapılan zamlar yıldırmadır, zulümdür. Devlet bir hayat tarzını kuşatamaz, taciz edemez.” CHP’nin zulüm ve tacizden anladığı budur! CHP budur! “Mücahit Kılıçdaroğlu” diyen SP’nin, DEVA ve GP’nin kulakları çınlasın. Olsun yine de mebuslukları  kaptılar ya.

    CHP zihniyeti için rakı hayatidir, Kemalizm ve Laikliğin de güvencesidir; “Örgüttür rakı! Peynir, kavun, rakı, PKR’dir. Ama bölücü değildir, birleştirici örgüttür. Türk’ü de içer, Kürt’ü de. Ermenisi’de, Yahudisi de… Rumlar öyle meze yaparlar ki kardeşim, helali hoş olsun, Kıbrısı veresin gelir!” Yılmaz Özdil

    Ermeni, Yahudi, Rum’un olduğu bu örgütte, Türkiye’de, (rakı Türkiyedir) Müslüman Türkün yeri yoktur. Güzel mezenin değerine mukabil, Kıbrısın değeri yoktur. Altılı masanın rakı içmeyenleri, masanın sadece mezeleridir!

    Çok zararlı, bağımlılık yapan, aklı başından alan, yıkıcı, ölümcül, alkol alışkanlığını, edepsiz ve Hadsiz bir şekilde yüceltme çabası!

    Şüphesiz ki, rakı Türkiye, Türkiye rakı değildir. Burası şehitlerin, gazilerin, hilafetin ana vatanıdır. Fakat, CHP rakıdır, rakı CHP’dir, diyebilirsiniz. Ancak o zihniyete bu yetmiyor. Rakı içmeyen büyük çoğunluğa tahammülleri yok. İçki içme serbestisi değil, içkiyi hakim kılma imtiyazı, (özgürlüğü) peşindeler. Üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek istiyorlar.

    CHP zaman zaman, neden %20’leri aşamıyoruz, diye araştırma yaptırır. Türkiye rakıdır, bol bol için, inadına mini etek, inadına dekolte giyinmeyi siyaset bellemişlere, aziz Türk milleti, şu tablodan bir iktidar çıkarır mı? Sadece bu ayyaşlıktan! Fakat CHP son yerel seçimde tarihinin en iyi sonucunu almış olduğundan, bir özgüven patlaması yaşamış. Rakıları gizli içelim tedbirini bırakmış. Bariyerleri o yüzden yıkabiliyor. Fakat zamanı gelince tekrar görecektir ki, bariyerler kendi başına yıkılmıştır. 100 yıldır kazanamadığı seçimi tekrar kazanamamıştır.

    Kılıçdaroğlu; “Bize rakı sofralarında konuşan adam lazım değil” sözünün arkasında duramadı, duramazdı. Son sözü sosyalist Prof. Dr. Baskın Oran söylesin; “CHP değişmez, değişirse CHP olmaz!”

    Av. Ömer Faruk Uysal

    Küfür Tek Millettir.

    ABD Lübnan’daki Pagers çağrı cihazlarını patlatma olayından haberdar olmadığını iddia etti. Ancak yalanın ömrü kısadır!
    Küfür Tek Millettir.

    Beyrut Amerikan Üniversitesi Hastahanesi, Pagers çağrı cihazlarını patlatma olayından bir hafta önce bütün memurlarından bu cihazları toplayıp almış.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    19.09.2024 OF

    ادعت أمريكا جهلها بجريمة البياجر،
    لكن حبل الكذب قصير!
    الكفر ملة واحدة.

    مستشفي الجامعة الأمريكية في بيروت
    تسحب أجهزة ال Pagers من موظفيها قبل أسبوع ..

    Gazze’den Direk Cehenneme ..

    Siyonistler, Katiller ve Zalimler İçin Yaşasın Cehennem ..
    Mücahidler, Gazze’den 4 Siyonist Teröristi Daha Cehenneme Gönderdi .. Darısı Diğer Siyonist, Katil ve Zalimlerin Başına .. 👇 Cehennem Zebanileri Onları Bekliyor ..

    İbranice medya, dün gece Refah şehrinin güneyindeki Gazze Şeridi’nde yer alan Tel Sultan mahallesinde Hamas’ın askeri kanadı olan Kassam Tugayları tarafından düzenlenen pusuda dört Siyonist İsrail askerinin öldürüldüğüne dair ayrıntıları ortaya çıkardı.

    Siyonist İsrail ordusuna yakınlığıyla bilinen İbranice haber sitesi /0404/, Çarşamba günü şunları bildirdi: “Askerler, Refah’taki Tel Sultan mahallesindeki bir binada patlayan bir bombanın sonucunda öldüler.”

    Site, “tarama operasyonları sırasında bombaların yerini belirlemek için tasarlanan özel cihazların bombayı tespit edemediğini ve askerler binaya girdikten sonra bombanın patlatıldığını” belirtti.

    Siyonist İsrail ordusu, dört askerin ölümünü, aralarında bir birlik komutan yardımcısının da bulunduğunu resmen kabul etti ve “askerlerin Refah’taki Tel Sultan mahallesindeki bir binada patlayan bomba sonucu öldüğünü” açıkladı.

    Böylece, 7 Ekim 2023’ten bu yana Siyonist İsrail ordusunda ölen asker sayısı 714’e yükseldi.
    (Bu sayı siyonistlerin sadece resmen itiraf ettikleri)

    Kassam Tugayları, “Siyonist İsrail işgal ordusuna ait bir birliği mükemmel bir pusuya düşürdüklerini ve tüm üyelerini Refah’ta öldürdüklerini veya yaraladıklarını” duyurdu.

    Siyonist İsrail işgal ordusu, ABD ve Avrupa’nın desteğiyle 348 gündür Gazze Şeridi’ne saldırılarını sürdürüyor. Uçakları hastanelerin çevresini, binaları, kuleleri ve Filistinli sivillerin evlerini bombalayarak yıkıyor ve bu yerlerde yaşayan insanların üzerine çökertiyor. Ayrıca su, gıda, ilaç ve yakıt girişini de engelliyor.

    Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre, işgalin Gazze’ye yönelik devam eden saldırıları sonucunda 41.252’den fazla kişi şehit olurken, 95.497 kişi yaralandı ve Gazze nüfusunun %90’ı yerinden göç etmeye mecbur edildi.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    18.09.2024 OF

    Türkiye’yi Kimler Dinsizleştirdi?

    Metin ÖZER

    TÜRKİYE’Yİ KİM DİNSİZ YAPTI?
    20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen ilk anayasanın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) 2’nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin dininin İslam olduğu yazıyordu.
    1923’de Cumhuriyeti kuran ekip 1924’de yeni bir anayasa için kollarını sıvadı.
    18 Temmuz 1923 günü Ankara İstasyonundaki binada Teşkilat-ı Esasiye ‘de yapılması düşünülen değişiklik müzakere ediliyordu.
    Bu müzakerelere belli isimler çağrılmıştı.
    Çağrılmayanlardan birisi de İstiklal Savaşı’nın önemli komutanı Kazım Karabekir’di.
    Karabekir Paşa ne olduğunu merak edip Ankara İstasyonundaki binaya gitti.
    Karabekir içeriye girdiğinde, haraketli bir şekilde yeni cumhuriyetin dininin ne olacağı tartışılıyordu.
    Kendisi Sabetay yani Yahudi olan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, büyük bir ısrarla Devletin dini kısmından İslam ibaresinin çıkartılması gerektiğini savunuyordu.
    Aras, İslam dininin Türklerin değil Arapların dini olduğunu, Türkiye’nin Batılılaşmak istiyorsa bu dini terk etmesi gerektiğini iddia ediyordu.
    Tevfik Rüştü Aras bu kanaatini her yerde haykıracağını söyleyince, Karabekir Paşa’nın tepesi attı;
    ”Teşkilatı Esasiyede dinimizin İslâm olduğu yazılıdır Tevfik Rüştü Bey. Hangi kanaati haykıracaksın? Hıristiyanlığı mı?”
    Cevap Yahudi Aras yerine Türkçü gözüken dönemin Adliye Vekili Mahmut Esad Bozkurt’tan geldi;

    • “Evet Hristiyanlığı. Çünkü İslâmlık terakkiye manidir. Bu dinle yürünmez mahvoluruz. Ve bize de kimse ehemmiyet vermez.”
      Ne kadar acı değil mi?
      Sözde Türkçü, Türk milletinin dininin Hıristiyanlık olmasını istiyor…
      Bunun dedesi Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesi için İstanbul’a giden ekipte yer almıştı.
      Kazım Karabekir söz alıp şöyle dedi:
    • İslamlığın terakkiye mani olduğu Avrupalıların uydurmasıdır.
      Bu meseleyi istediğiniz kadar münakaşa edebiliriz. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, din değiştirme gayretidir.
      Netice İslam kalırsak mahvolmayız, fakat din değiştirme oyunu ile bizi kolay mahvedebilirler.
      Hıristiyan Bizans’ı Müslüman Türk yıkmış ve yerine geçmiştir.
      Fransızlar 1855’te Müslüman Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak yaparak Hıristiyan Rus İmparatorluğuna karşı harp yaptılar.
      Dünya Savaşında Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan yine Müslüman-Türk’le ittifak yaptılar. Ve Hırıstiyan İtilaf Devletlerine karşı birlikte savaştılar. Yüzümüze kimse bakmaz ne demek?
      Bu kez dönemin Başvekili Fethi Okyar söz alıp Karabekir’e sert karşılık verdi:
    • Evet Karabekir… Türkler İslâmlığı kabul ettiklerinden böyle kaldılar. Ve İslâm kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Bunun için İslâm kalmayacağız…
      Duyduklarından sonra Karabekir geri adım atmayıp daha da sertleşti ve şöyle dedi;
    • Fethi bey, bu yabancı fikri şiddetle reddederim. Geri kalmamıza sebep din değildir. Fütühatçılık, temsil kudreti gösterememek, Avrupa’nın ilim ve irfan cephesiyle temassızlık, idarede istibdat gibi mühim sebepler vardır.
      “İslamlık terakkiye manidir” fikrini de garip bulurum. Bu yabancı ve tehlikeli fikrin, aramızda da münakaşaya tahammül edemeyecek kadar taraftar bulmasından çok müteessir oldum.
      Ben iddia ediyorum ki, Türk Milleti ne Hırıstiyan olur, ne de dinsiz kalır. Hakikat budur.
      Bir milletin asırlardan beri, en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğine inanışınız objektif bir görüş değil, hayâlinizdir. Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdat ile başlar ve İstiklal Harbinin birliğini de birbirine katar.
      Böyle bir iç savaşın nasıl bitebileceğini de söyleyebilirim: Düşmanlarından kanı pahasına istiklâlini kurtaran Türk Milleti, hürriyetini kendi evlatlarına boğdurmayacak. Buna cüret edenlerin de hakkından gelecektir Fethi Bey…
      Kazım Karabekir Paşa’nın bu sert sözleri ve milletin ayaklanacağını ima etmesi, herkesi suspus ettirdi.
      Karabekir daha sonra Mustafa Kemal’e dönerek;
    • Paşam, Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız görüyorum ki, bizi fikir kuvvetiyle mahvedecekler. Buna müsaade edecek misiniz?
      Millet Meclisini tekbirler, sâlatlar arasında açtınız. İslamlığın en yüksek bir din olduğunu hutbelerle ilan ettiniz. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız…
      Bu tartışmaları kesmeden ve araya girmeden dinleyen TBMM Meclisi Başkanı Mustafa Kemal, Karabekir’in sözünü keserek, “Müzakereler çok hararetlendi, burada kesiyorum.” dedi.
      Kazım Karabekir’in “Devleti dinsiz ederseniz, halk ayaklanır” sözü ilerleyen günlerde çok tesirli oldu.
      1924 Anayasası’nda “Devletin resmi dini İslam’dır” ibaresi korundu.
      Korundu korunmasına ama içimizdeki Sabetayların ve din düşmanlarının çabaları durmadı.
      Bu kez dinin temel eğitim yerleri olan tekkeler kapatılıp, din adamları İstiklal Mahkemeleri’nde birer birer asıldı.
      İstiklal Mahkemeleri ile ahali sindirilirken, Şapka Kanunu ile batıya alıştırıldı.
      1928 yılında, İsmet İnönü Malatya Mebusu olarak, 120 arkadaşıyla birlikte, Anayasanın Maddelerinin Tadiline Dair Teklif verdi.
      İnönü’nün değiştirilmesini istediği maddelerden bir tanesi; Anayasa’nın 2 maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” hükmü idi.
      10 Nisan 1928 tarihinde “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” hükmü anayasadan çıkartıldı. Milletvekillerinin yeminlerindeki “vallahi” kelimesi “namusum üzerine söz veririm” ifadesiyle değiştirildi.
      Meclisin görevleri arasında yer alan “ahkâm-ı şer ’iyenin tenfizi” (dini hükümlerin yerine getirilmesi) maddesi anayasadan kaldırıldı.
      İnönü ve 120 CHP’li vekilin teklifiyle, Türkiye Cumhuriyeti DİNSİZ bir devlet yapıldı.
      Oylama yapıldığında TBMM’de toplam 316 milletvekili vardı.
      Bu milletvekillerinden 264’ü, Dinsiz devlete kabul oyu verdi. Sadece 52 milletvekili teklifi reddetti.
      Kısaca milletvekillerinin yüzde 84’ü, dinsizliğe el kaldırdı.
      4 sene önce Karabekir Paşa’nın karşı çıkmasıyla ertelenen tasarı, 4 sene sonra 10 Nisan 1928 yılında hayata geçirildi.
      Peki, o tarihte Karabekir Paşa ne durumda idi.
      Karabekir Paşa, İzmir’de Mustafa Kemal’e suikast iddiasıyla İstiklal Mahkemesi’nde idam cezasıyla yargılanıyordu. Olaya karıştığına dair hakkında bir delil yok idi.
      Buna rağmen hakkında tam idam kararı çıkacaktı ki, mahkeme salonunun üzerinden alçak uçuş yapan savaş uçaklarından, “Karabekir Paşa suçsuzdur” yazıları atıldı.
      Askerler ayaklanmıştı…
      Karar günü bir grup silahlı subay mahkemeyi basarak, Mahkeme Başkanı Kel Ali’yi tehdit etti.
      Ordu Karabekir’in arkasında durunca, Atatürk ivedi olarak kendisini affetti.
      Bu yapılanları hazmedemeyen Karabekir Paşa evine çekildi. Siyasetten elini eteğini tamamen çekti.
      10 Nisan 1928 yılı Türk milletinin asla unutmaması gereken kara bir gün olarak tarihe geçti.
      Atam Oğuz Kaan’dan bu yana İslam’ın bayraktarlığını yapan, 3 kıtaya İslam’ı yayan Türk milleti, 264 CHP’li vekil sayesinde resmen dinsiz yapıldı.
      Kâğıt üzerinde devleti dinsiz yaptılar ama Türk milletinin gönlünden İslam’ı asla silemediler.
      Dönemin Dışişleri Bakanı Sabetay Yahudi’si Şükrü Saraçoğlu, Anayasa’dan İslam ifadesin çıkardıktan sonra, “Din zehirdir. İslam’ı milletin kalbinden tamamen söküp çıkarmak için daha 30 yıla ihtiyacımız var” demişti.
      Fenerbahçe Stadına adı verilen Yahudi dönmesi çok fena yanıldı.
      Onların anayasadan çıkardığı İslam’ı bu millet asla gönlünden çıkarmadı. Çıkarmadığı gibi 20 senedir de memleketi bir Müslüman partiye teslim etti.
      Kendisi gibi dinsizler geriledi, astıkları Müslümanlar ilerledi.
      Söz buraya gelmişken bazı cemaatlere ve partilere iki çift lafım var.
      Son seçimlerde bir kısım cemaatler CHP’yi destekledi. O destekleriyle İstanbul ve Ankara gibi şehirler CHP’nin eline geçti.
      O cemaatlerden birisi, CHP’ye geçişe sebep olarak, AK Parti’nin bir mescitlerini yıkmasını gerekçe gösterdi.
      İyi de kardeşim!
      AK Partili belediye ruhsatsız mescidini yıktı diye senin dinini yıkmaya kalkan CHP’ye geçmek de ne oluyor.
      Müslüman kinine ve nefsine göre değil, hak ile batıla göre davranır.
      Bir sözüm de Karamollaoğlu’na…
      “Tayyip Bey parti kurarken gelip bize danışmadı” diye köpürttüğünüz kibiriniz, boyunuzu aştı.
      DÜN DİNDAR İKEN BUGÜN KİNDAR OLDUNUZ.
      Bu kin gözünüzü o kadar kör etti ki, düşmanınız olan CHP’nin ocağına düştünüz.
      Bay Temel, bir koyun ömrü kadar bir ömrün ya var ya yok.
      Yakışıyor mu size bu yaşta, CHP’nin tandırına tezek taşımak?
      Dikkat edin de, ayağınız tökezleyip taze tezekle tandıra düşmeyesiniz!
      Yanlış anlama olmasın.
      Ben kimseye, “Gidip AK Parti’ye oy verin” demiyorum.
      Ben, “Dini ve devleti yıkmaya çalışanlara oy vermeyin” diyorum.
      Sonuç şu;
      Dinin sahibi Yüce Allah’tır. Dinini koruyanda odur.
      Kim bu dine saldırırsa, er veya geç belasını bulur.

    Metin ÖZER

    Yukarıdaki yazıyı okuyanlara aşağıdaki yazıyı okumalarını da tavsiye ederim:👇

    İSLÂM DEVLETİ OLARAK KURULDU

    Cumhuriyet 1923’te dualarla bir İslâm devleti olarak kuruldu. Anayasada açık ve net şekilde “Devletin dini İslam’dır” hükmü vardı. 1926’ya kadar Mecelle yani İslam hukuku/Şeriat yürürlükteydi.

    Sonra bu kuruluş felsefesinden vazgeçildi ve bu hiç bir şekilde “demokratik” yöntemlerle olmadı. Devletin ele geçirilen gücü kullanılarak halka tamamen farklı bir rejim dayatıldı.

    Aslında hikâye biraz okuyan, düşünen herkes tarafından biliniyor. Ama laiklik dinine inanmış olanlar bunun bir zorunluluk olduğunu söylüyor.

    Zorunluluk eğer dış güçlerin dayatmasından kaynaklanıyorsa bağımsızlık mücadelesi henüz bitmemiş demektir. Yok zorunluluk devlet ve ordu gücünü kullanan azınlık bir kesimin halka rağmen bunu dayatmasından kaynaklanıyorsa o zaman bu sistemin adı demokrasi olamaz.

    Manzara kısaca şöyle gözüküyor: Önce Cumhuriyet halkın uğruna savaştığı Din, vatan, namus değerleri için yapılmıştır, sonra gücü ele geçirenler halkın arzusuna aykırı şekilde “din”i kurban ederek dinsiz bir sistem kurmuşlardır.

    Bugün artık 100 yıl sonra evet değişen çok şey var, bu zoraki değişimin altından çok sular aktı. Ama bu ülkede hala İslam’a ve Müslümanlara laiklik adına tehditler savruluyor ve zulümler yapılıyor.

    Bu tehdidin ortadan kalkması için laikliğin kaldırılması gerekiyor. Dünyanın batısında ve doğusunda yer alan pek çok ülkenin anayasasında laiklik yok. Ülkemizde de olmasa olur. Bunun zoraki yapılmasına ben de karşıyım. Ama en azından bunun konuşulması ve tartışılması gerekiyor.

    Kimsenin kimseyi tehdit etmesi, kimsenin kimseye seviyesizce küfür etmesi gerekmiyor. Sadece ahlak ve seviyeyi koruyarak tartışmak gerekiyor. Baskıyla, zorla, tehditle dayatılan sistemler uzun ömürlü olmuyor.

    Selametle kalın.

    Prof. Dr. Mehmet BOYNUKALIN

    İsrail’i Bekleyen Kara Gün ..

    Kara Günün Kaçınılmazlığı

    Avrupa’da Le Crime de l’Occident (Batı’nın Suçu) başlıklı bir kitap yayımlandı. Kitap, Fransız yazar Viviane Forrester tarafından yazıldı ve Batı’nın Filistin halkına karşı işlediği suçu ele alıyor. Kitap, aslında bu suçun Batı’nın Yahudilere karşı işlediği bir suç olduğunu açıklıyor. Batılılar, Yahudilere karşı işledikleri bu suçu düzeltmek için Balfour Deklarasyonu’nu ortaya attılar. Avrupalıların desteğiyle, Yahudilere Filistin halkına karşı korkunç katliamlar yapma, onları yerinden etme ve ülkeleri Filistin’i işgal etme hakkı verildi.

    Bu kitapta, Fransız yazar Viviane Forrester, Avrupa hükümetlerine ve Avrupa toplumuna şu soruları soruyor:

    • Kim kimi yaktı? Filistinli Araplar mı Avrupa Yahudilerini yaktı yoksa Avrupalılar mı bu katliamı gerçekleştirdi?
    • Kim kimi aç bıraktı? Filistinli Araplar mı Avrupa Yahudilerini aç bıraktı yoksa biz Avrupalılar mı bunu yaptık?
    • Toplu mezarları kim kurdu? Filistinli Araplar mı bunu yaptı yoksa Avrupalılar mı?
    • Filistin’in yerli halkını kim sürgün etti ve sonrasında burayı zorla ve korkuyla işgal etti? Filistinliler mi, yoksa Yahudiler mi?

    Yazar, kitabında Yahudilerin Endülüs’te Araplarla birlikte yaşadıklarına işaret ediyor; Beyrut, Bağdat, Kahire, Suriye ve Irak’taki bankalarda danışmanlık yapıyorlardı. Kuzey Afrika’da da onlar, diğer insanlar gibi saygın bir konuma sahiptiler.

    Yazar şöyle devam ediyor: Biz Avrupalılar, Filistin halkı için bu trajediyi, Arap dünyası içinse bu kaosu ürettik. Biz Avrupalılar, Yahudileri dışladık ve onları Filistin’e attık. Biz Avrupalılar, utancımızı Filistinlilerin kanıyla yıkadık ve Yahudilerin, Filistinlileri öldürmelerine, katletmelerine, evlerini yıkmalarına, onları yerlerinden etmelerine ve topraklarına el koymalarına göz yumduk. Onların ülkelerini gözlerimizin önünde işgal etmelerine izin verdik ve mazlumları zalim teröristler haline getirdik.

    Yazar kitabını şu cümleyle bitiriyor: Yahudileri Avrupa’ya geri gönderin, Yahudi soykırımlarını ve gaz odalarını Avrupa’da arayın, Filistin’de değil.

    İsrailli Yedioth Ahronoth gazetesi, “Tersine Göç ve Kara Gün İçin İsrail Dışında Ev Alımı” başlıklı bir makale yayımladığında, bu, bir Yahudi devletinin kurulmasının imkansız olduğunu ve İsrail devletinin dağılacağına dair kesin inancın Siyonistlerin zihnine kazındığını gösteriyor. “Kara Gün” ifadesi, Siyonist zihniyetin İsrail devletinin yok olmasının kaçınılmaz olduğuna artık kesin olarak inandığını gösteriyor.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    16.09.2024 OF

    حتمية اليوم الاسود

    صدر كتاب في أوروبا تحت عنوان:
    ‏Le Crime de l’occident
    «جريمة الغرب» قامت بوضعــه الكاتبـة الفرنسيـة «ڤيڤيان فورستييه» شرحت فيه كيفية ارتكاب الغرب جريمته بحق الشعب الفلسطيني، وهي في عمقها جريمة اوروبية ارتكبت بحق اليهود، ومن ثم أطلقوا وعد بلفور البريطاني، وبتأييد من الأوروبيين، الذين منحوا اليهود حق ارتكاب مجازرهم البشعة بحق الشعب الفلسطيني، وفي تشريدهم وتهجيرهم، وصولاً لاحتلال وطنهم فلسطين.

    في هذا الكتاب وجهت الكاتبة الفرنسية فيفيان فورستييه للحكومات الأوروبية وللمجتمع الأوروبي أسئلة واضحة :

    مَن أحرق مَن؟ أهم عرب فلسطين الذين أحرقوا يهود أوروبا أم الأوروبيون هم الذين ارتكبوا المحرقة؟
    مَن جوّع مَن؟ أهم عرب فلسطين الذين جوّعوا يهود أوروبا أم إننا نحن من قام بذلك؟
    مَن أقام المقابر الجماعية أهم عرب فلسطين الذين قاموا بذلك أم نحن الأوروبيون؟
    مَن قام بتهجير السكان الأصليين لفلسطين ومن ثم احتلالها بالقوة والترهيب، اهم الفلسطينيون أم اليهود؟

    تشير الكاتبة في كتابها إلى أن اليهود كانوا يعيشون مع العرب في الأندلس؛ كانوا مستشارين في مصارف بيروت وبغداد والقاهرة وسورية والعراق،، وفي المغرب العربي كان لهم شأن ومقام كسواهم.

    تضيف الكاتبة نحن الأوروبيون، صنعنا هذه المأساة للشعب الفلسطيني والفوضى للعالم العربي، نحن الأوروبيون، لفظنا اليهود ورمينا بهم في فلسطين. نحن الأوروبيون، غسلنا عارنا بدماء الفلسطينيين، وتركنا اليهود يتفننون في قتل وذبح وهدم بيوت الفلسطينيين، وتهجيرهم والاستيلاء على أرضهم، واحتلال بلدهم تحت أعيننا، وجعلنا من المظلومين إرهابيين ظالمين.

    وتختم الكاتبة قائلة: ردوهم إلى أوروبا، وابحثوا عن محارق اليهود وأفران الغاز في أوروبا وليس في فلسطين.

    حين تنشر صحيفة يدعوت أحرونوت الإسرائيلية مقالاً تحت عنوان «الهجرة المعاكسة وشراء شقق خارج إسرائيل تحسباً لليوم الأسود» فذلك يعني استحالة قيام دولة يهودية واليقين بتفكك الكيان الإسرائيلي صار متجذراً في وجدان الصهاينة، أما جملة، تحسباً لليوم الأسود، فهي تعني أن عمق الوجدان الصهيوني صار متيقنا من حتمية زوال دولة إسرائيل.

    Muhammed Gazali’nin İbretlik Şahitliği ..

    Şeyh Muhammed el-Gazali’nin 1992 yılında Farac Fuda’nın öldürülmesi davasında Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde verdiği ifade:

    Mahkeme şahidi çağırdı ve şu soruyu sordu:
    S1: Adınız nedir?
    C1: Adım Muhammed el-Gazali Ahmed es-Sakka, 76 yaşındayım, İslam Araştırmaları Akademisi üyesiyim ve Doki, Dr. Süleyman Meydanı, 10 Kambiz Caddesi’nde ikamet ediyorum. (Yemin etti).

    S2: Bilginiz nedir?
    C2: Savunma tarafından, savunmanın talebi üzerine mahkemece çağrıldım.

    Savunmadan gelen soru:
    S3: İslam din ve devlet midir? Bu ifadenin anlamı nedir?
    C3: İslam bir inanç ve şeriattır, ibadet, muamelat, iman, nizam, sistem, din ve devlettir. Bu ifadenin anlamını şu ayet açıklıyor: “Ve sana her şeyi açıklayan bu kitabı indirdik, Müslümanlar için bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak.” (Nahl: 89).
    Allah başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa size kitabı detaylandırılmış bir şekilde indirdi.” (En’am: 114). İslam, on beş asırdan bu yana din ve devlettir. Dünyevi otorite manevi anlamlardan ayrılamaz. Namaz, oruç, kısas, cihad gibi hükümler birbirini tamamlar. Kur’an’daki en uzun ayet borçla ilgilidir ve İslam’ın her fert, toplum ve devletle ilgili hükümler vazettiğini gösterir.

    Savunmadan gelen soru:
    S4: İslam şeriatının uygulanması zorunlu bir farz mıdır?
    C4: Bu sorunun cevabını Kur’an’ın kendisi versin. Allah şöyle buyuruyor: “Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa: 65).
    Başka bir ayette: “Onlar cahiliye hükümlerini mi arıyorlar? İman eden bir topluluk için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Maide: 50).

    Savunmadan gelen soru:
    S5: İslam şeriatının uygulanmasını reddeden veya alay eden birinin hükmü nedir?
    C5: İslam şeriatı, İslam dünyasında hüküm sürüyordu. Ancak sömürgeci güçler, şeriatı iptal etti ve insanlar keyfi olarak yönetilir oldu. Kur’an’da recm, kısas gibi şeriat hükümleri açıkça yazıyor. Şeriat hükümlerinin iptal edilmesi karşısında bir Müslümanın sessiz kalması kabul edilemez. Şeriatın uygulanmasını savunanlara alay edenler var, ama bir Müslüman için bu hükümler Allah’ın bir emridir. Bu hükümleri reddeden birinin imanından şüphe edilir.

    Savunmadan gelen soru:
    S6: Allah’ın hükmünü değiştirmeye çalışan ve haramı helal kılmaya çağıran biri Müslüman mıdır?
    C6: Hayır, Allah bu kişiler hakkında şöyle buyuruyor: “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Onu tanımamaları kendilerine emredildiği halde tâgūtun önünde mahkemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları büsbütün saptırmanın yollarını arıyor.” (Nisa: 60).
    Soru 7: Bu eylem, sahibini dinden çıkaran küfür muhtevalı bir eylem midir?

    Cevap 7: Evet, Allah’ın indirdiği hükümleri reddeden ve alay eden bir kimse, şüphesiz ki dinden çıkar.

    Soru 8 (savunmadan): Bilerek ve kasıtlı olarak bu küfür muhtevalı fiili ya da sözü yapan Müslümanın durumu nedir?

    Cevap 8: Benim görevim bir alim olarak ona hakikati açıklamak ve şüphelerini gidermektir. İnsanların hatalarını araştırmak ve onları tuzaklara düşürmek benim görevim değildir. Ben hastaları tedavi eden bir doktorum ve onları onları yok eden mikroplardan kurtarmak isterim. Eğer kişi inatçıysa ve söylediğim her şeyi reddediyorsa ve Allah’ı ve Resulünü yalanlamaktan başka bir şey istemiyorsa, onun mümin olduğunu söyleyemem.

    Soru 9 (savunmadan): İslam’ın hükümlerini uygulamayı reddeden ve yerine insanların koyduğu kanunları uygulamaya çağıran bir kişi, Müslüman olduğunu iddia edebilir mi?

    Cevap 9: Öncelikle Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İnsanlardan bazıları, ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ derler, fakat onlar inanmış değildirler.” (Bakara, 8).

    Bazı insanlar, mümin olduklarına yemin edebilirler, ancak kâfirlere eğilimleri ve İslam’ı savunmaktan korkmaları, dinlerini geçersiz kılar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah adına yemin ederler ki onlar da sizdendir. Hâlbuki onlar sizden değildir. Fakat onlar korkan bir topluluktur.” (Tevbe, 56-57).
    Ayetin anlamı, insanların mümin olduklarını iddia etmeleri ama fiillerinin bu iddialarını yalanlamasıdır. İman, tüm alimlerin görüş birliğine göre söz, inanç ve ameldir. Ayrıca, dinimizin adı İslam’dır, yani Allah’a teslim olmak demektir. Şeytan da Allah’ın hak olduğunu biliyordu, fakat itaat etmeyi reddetti. Dolayısıyla Allah’ın emir ve yasaklarını reddetmek, kişiyi dinden çıkarır.

    Soru 10 (savunmadan): Küfür ihtiva eden bu fiilleri ya da sözleri yapan kimse, dinini değiştiren ve cemaatten ayrılan biri olarak mı kabul edilir?

    Cevap 10: Evet, İslam’dan dönen bir mürted olarak kabul edilir.

    Soru 11 (savunmadan): Şer’i hükme göre bu mürtedin durumu nedir?

    Cevap 11: Mürtedin durumu şeriatta açıktır. Kendi şahsi görüşüm de şudur: İslam’da genel kanaat, bu kişinin hatalı olduğudur. Mürtedin çeşitli sebepleri olabilir; kişi bir şüpheye düşmüş olabilir ve delili doğru anlamamış olabilir. Benim görevim, şüpheyi ortadan kaldırmak ve delili açıklamaktır. Hükümdar, ölüm cezası yerine kişinin ömür boyu hapsedilmesine karar verebilir. Hudeybiye Barışı sırasında Peygamberimiz ile Mekke liderleri arasında bir tartışma oldu ve peygamber, Medine’yi terk eden kişilere müdahale etmeyeceğini söyledi. Sahabeler bu konuda peygambere sorduklarında, “Bu bir kötülük, ama sizden uzak tutmak istiyorum,” demişti. Benim kişisel görüşüm, birisi dinden dönerse onun peşine düşmem, ancak toplumda kalması bir mikrop gibidir ve İslam’ı bırakmaları için insanları teşvik eder. Bu durumda hükümdar onu öldürmelidir.

    Soru 12 (savunmadan): Küfür muhtevalı bir söz söyleyen ya da fiil işleyen bir kişiye delil ulaştıysa durumu nedir?

    Cevap 12: Bu, Firavunların küfrü gibidir; Allah’ın varlığını inkar etmiş ve Musa’ya karşı gelmişlerdir. Bu açık ve kesin bir irtidattır.

    Soru 13 (savunmadan): Mürtedin cezasını kim uygulayabilir?

    Cevap 13: Bu görevi yargı sistemi yerine getirmelidir. Hudutları, cezaları ve kısası yargı sistemi belirler. Fertlerin böyle bir yetkisi yoktur, aksi takdirde kaos olur.

    Soru 14 (savunmadan): Peki ya hakim mürtedin cezasını uygulamazsa?

    Cevap 14: Bu yargının ve sorumlularının hatasıdır, bu durumda kanun hatalıdır.

    Soru 15 (savunmadan): Eğer uygulanan kanun mürtedin cezasını öngörmüyorsa, yine de ceza uygulanmalı mıdır?

    Cevap 15: Allah’ın hükmünü kimse iptal edemez. Ceza uygulanmalıdır.

    Soru 16 (savunmadan): Fertlerden biri bu cezayı uygularsa, bir suç işlemiş mi olur?

    Cevap 16: Evet, yetkili mercilere müdahale etmiş olur, ancak yetkililerin yapması gereken bir şeyi yerine getirmiş olur.

    Soru 17 (savunmadan): Yetkili merci bir ceza uygularsa, yetkili olmayan kişiye bir ceza var mıdır?

    Cevap 17: İslam’da böyle bir ceza hatırlamıyorum.

    Mahkemeden soru 18: Başka söyleyecekleriniz var mı?
    Cevap 18: Hayır.
    İfadesi tamamlandı ve “Muhammed el-Gazzali” imzaladı.

    Şeyhin İfadesinin Toplum Üzerindeki Etkisi:

    Şeyhin ifadesi, hem Mısır’da hem de Arap ve İslam dünyasında büyük bir yankı uyandırdı. İslami düşüncenin düşmanları, İslami çözümlerden korkanlar ve İslam’a düşmanlık besleyenler adeta ayağa kalktı. Şeyhe yönelik tenkitler, komünistler, yenilmişler, yurt dışında yaşayan mazlumlar ve laik düşünceli kişiler tarafından fırsat bilinip kullanıldı. Ancak bu tenkitleri yapanlar, şeyhin “etinin zehirli” olduğunu unuttular. Medyada bu konu üzerine büyük tartışmalar yaşandı, ancak şeyh bunlara aldırış etmedi.

    Bazı Kıpti Hristiyanlar dahi tartışmaya katıldı ve daha önce İslam alimlerine söz etmeye cesaret edemedikleri halde, bu kez şeyhe karşı saygısızca ve küstahça tenkitlerde bulundular.

    “Allah’tan başka kimseden korkmayan alimlerin duruşudur bu.

    Şeyh Muhammed Gazali’nin mahkemedeki ifadesi kelimesi kelimesine kayıtlara geçirilmiştir.”

    Kaynaklar:

    • Ahmed es-Seyyufi’nin “Mürtedlerin Yargılanması” kitabı ve buna yapılan yorumlar.
    • Dr. Seyid Hüseyin el-Afâni’nin “Zehra el-Besatin: Alimlerin ve Rabbanilerin Tutumları” adlı eserinin 3. cildi.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    13.09.2024 OF

    شهادة الشيخ محمد الغزالي أمام محكمة أمن الدول في مقتل فرج فودة سنة 1992..

    المحكمة إستدعت الشاهد فسألته بالآتي،
    س: ما إسمك؟
    ج١: اسمي محمد الغزالي أحمد السقا، وسني (76) سنة، وأعمل عضوًا بمجمع البحوث الإسلامية، ومقيم بالدقي (10) ش قمبيز بميدان الدكتور سليمان – وحلف اليمين
    س: ما معلوماتك؟
    ج٢: أنا مستدعى من قبل الدفاع بناءً على طلب المحكمة استجابة لطلب الدفاع.

    س: من الدفاع: هل الإسلام دين ودولة؟ وما معنى هذه المقولة؟
    ج٣: الإسلام عقيدة وشريعة، وعبادات ومعاملات، وإيمان ونظام ودين ودولة .. ومعنى هذه المقولة ذكرته الآية الشريفة: {وَنَزَّلۡنَا عَلَيۡكَ ٱلۡكِتَٰبَ تِبۡيَٰنٗا لِّكُلِّ شَيۡءٖ وَهُدٗى وَرَحۡمَةٗ وَبُشۡرَىٰ لِلۡمُسۡلِمِينَ} [النحل: 89]، كما قال الله تعالى: {أَفَغَيۡرَ ٱللَّهِ أَبۡتَغِي حَكَمٗا وَهُوَ ٱلَّذِيٓ أَنزَلَ إِلَيۡكُمُ ٱلۡكِتَٰبَ مُفَصَّلٗا} [الأنعام: 114]، فالإسلام دين شامل منذ بدأ من خمسة عشر قرنًا، وهو دين ودولة لم تنفصل فيه السلطة الزمنية عن المعاني الروحية، وقد جاءت النصوص متشابهة في إيجابها لشتى الأركان، فمثلًا: {يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُواْ كُتِبَ عَلَيۡكُمُ ٱلصِّيَامُ} [البقرة: 183]، {يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُواْ كُتِبَ عَلَيۡكُمُ ٱلۡقِصَاصُ} [البقرة: 178]، و{كُتِبَ عَلَيۡكُمُ ٱلۡقِتَالُ وَهُوَ كُرۡهٞ لَّكُمۡ} [البقرة: 216]. وجاءت هذه الأقوال في عبادة جنائية كالقصاص، وفي عبادة شخصية كالصيام، وفي عبادة دولية كالقتال. فالعبارة واحدة وإن اختلفت اتجاهات التشريع. ومعروف أن أطول آية في القرآن هي التي نزلت في الدَّين وهي عبادة اقتصادية، والتي تبدأ آياتها: {يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓاْ إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيۡنٍ إِلَىٰٓ أَجَلٖ مُّسَمّٗى فَٱكۡتُبُوهُ} إلخ الآية [البقرة: 282]. وبالإحصاء والاستقرار نجد أن الإسلام دين للفرد والمجتمع والدولة، وأنه لم يترك شيئًا إلا وتحدث فيه، ما دام هذا الشيء يتصل بنظام الحياة وشئون الناس.

    س: من الدفاع: هل تطبيق الشريعة الإسلامية فريضة واجبة؟
    ج٤: أدع الإجابة عن هذا السؤال للقرآن نفسه، فالله يقول لنبيه: {فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤۡمِنُونَ حَتَّىٰ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيۡنَهُمۡ ثُمَّ لَا يَجِدُواْ فِيٓ أَنفُسِهِمۡ حَرَجٗا مِّمَّا قَضَيۡتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسۡلِيمٗا} [النساء: 65]، وقوله في آية أخرى: {أَفَحُكۡمَ ٱلۡجَٰهِلِيَّةِ يَبۡغُونَۚ وَمَنۡ أَحۡسَنُ مِنَ ٱللَّهِ حُكۡمٗا لِّقَوۡمٖ يُوقِنُونَ} [المائدة: 50].

    س: من الدفاع: ما حكم من يجاهر برفض تطبيق الشريعة الإسلامية جحودًا أو استهزاءً؟
    ج٥: الشريعة الإسلامية كانت تحكم العالم العربي والإسلامي كله حتى دخل الاستعمار العالمي الصليبي – وكرهه للإسلام واضح – فألغى أحكام الشريعة الإسلامية، وأنواع القصاص، وأنواع التعزير، وأنواع الحدود، وحكم الناس بالهوى فيما يشاءون. وقد صحب الاستعمار العسكري استعمار ثقافي مهمته هي جعل الناس يطمئنون إلى ضياع شريعتهم وإلى تعطيل أحكام الله دون أن يتبرموا، وأنا كأي مسلم أقرأ قوله تعالى: {ٱلزَّانِيَةُ وَٱلزَّانِي فَٱجۡلِدُواْ كُلَّ وَٰحِدٖ مِّنۡهُمَا مِاْئَةَ جَلۡدَةٖ} إلخ [النور: 2] أجد الآية مقلوبة في المجتمع، وأجد القانون يقول: إذا اتفق شخصان بإرادة حرة على مواقعة هذه الجريمة فلا جريمة، وقد تسمى حبًّا، وتسمى عشقًا. ولكن نص الشريعة عُطل وروح الشريعة أزهقت … فكيف يقبل مسلم هذا الكلام أو يستريح لهذا الوضع، وبالتالي كيف يسخرون مني إذا قلت يجب إقامة الشريعة؟ وأعرف أناسًا كثيرين يرون تعطيل الشريعة، ويجادلون في صلاحيتها، ويثبتون حكم الإعدام الذي أصدرته الحكومات الأجنبية أو الاستعمار العالمي على هذه الشريعة التي شرفنا الله بها. إنهم يعدمونها إعدامًا ويريدون تثبيت هذا الإعدام، ويجادلوننا باستهزاء أحيانًا في صلاحية الشريعة للتنفيذ. هذا كما قلت وكما قال الله تعالى، وليس بمؤمن يقينًا من يجاهر برفض تطبيق الشريعة الإسلامية جحدًا أو استهزاءً، بل كما قال الله تعالى في وصف هؤلاء الناس في قوله تعالى: {وَمَن لَّمۡ يَحۡكُم بِمَآ أَنزَلَ ٱللَّهُ فَأُوْلَٰٓئِكَ هُمُ ٱلۡكَٰفِرُونَ} [المائدة: 44]، {فَأُوْلَٰٓئِكَ هُمُ ٱلۡفَٰسِقُونَ} [المائدة: 47]. ويعرف الإنسان أنه منافق من رفض حكم الله. وقد قال تعالى: {وَيَقُولُونَ ءَامَنَّا بِٱللَّهِ وَبِٱلرَّسُولِ وَأَطَعۡنَا ثُمَّ يَتَوَلَّىٰ فَرِيقٞ مِّنۡهُم مِّنۢ بَعۡدِ ذَٰلِكَۚ وَمَآ أُوْلَٰٓئِكَ بِٱلۡمُؤۡمِنِينَ} [النور: 47]، {وَإِذَا دُعُوٓاْ إِلَى ٱللَّهِ وَرَسُولِهِۦ لِيَحۡكُمَ بَيۡنَهُمۡ إِذَا فَرِيقٞ مِّنۡهُم مُّعۡرِضُونَ 48 وَإِن يَكُن لَّهُمُ ٱلۡحَقُّ يَأۡتُوٓاْ إِلَيۡهِ مُذۡعِنِينَ 49 أَفِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ أَمِ ٱرۡتَابُوٓاْ أَمۡ يَخَافُونَ أَن يَحِيفَ ٱللَّهُ عَلَيۡهِمۡ وَرَسُولُهُۥۚ بَلۡ أُوْلَٰٓئِكَ هُمُ ٱلظَّٰلِمُونَ} إلى آخر الآيات في نفس الموضوع [النور: 48 – 50].

    س: من الدفاع: ما حكم من يدعو إلى أن يستبدل بحكم الله شريعة وضعية تحل الحرام وتحرم الحلال؟
    ج٦: ليس هذا بمسلم يقينًا: يقول الله تعالى في هؤلاء: {أَلَمۡ تَرَ إِلَى ٱلَّذِينَ يَزۡعُمُونَ أَنَّهُمۡ ءَامَنُواْ بِمَآ أُنزِلَ إِلَيۡكَ وَمَآ أُنزِلَ مِن قَبۡلِكَ يُرِيدُونَ أَن يَتَحَاكَمُوٓاْ إِلَى ٱلطَّٰغُوتِ وَقَدۡ أُمِرُوٓاْ أَن يَكۡفُرُواْ بِهِۦۖ وَيُرِيدُ ٱلشَّيۡطَٰنُ أَن يُضِلَّهُمۡ ضَلَٰلَۢا بَعِيدٗا} [النساء: 60].

    س: هل يُعَدّ هذا العمل عملًا كفريًّا يُخرج صاحبه من الملة؟
    ج٧: نعم، فمن رفض الحكم بما أنزل الله جحدًا واستهزاءً هو بلا شك يخرج من الملة.
    س: من الدفاع: فما حكم المسلم الذي يأتي هذا الفعل الكفري أو القول الكفري عن تعمد وعلم بمعانيه ومراميه؟

    ج٨: مهمتي الشخصية هي أن أشرح له كعالِم وأدحض شبهاته وأبيّن له الحقيقة. وليست مهمتي كداعية إلى الله أن أتلمس العيوب للناس، ولست أفرح بإيقاع أقدامهم في الحبائل والشباك … وإنما أنا طبيب أعالج المرضى، وأريد أن أنقذهم من الجراثيم التي تفتك بهم. فإذا كان عنيدًا يرفض كل ما أقول، ويأبى إلا تكذيب الله ورسوله، فلا أستطيع أن أقول إنه مؤمن.

    س: من الدفاع: هل يصح لإنسان نطق بالشهادتين الادعاء بالإسلام مع المجاهرة ورفض تطبيق الشريعة الإسلامية، والدعوى إلى أن يستبدل بشرع الله شرائع الطواغيت من البشر؟
    ج٩: أولًا يقول الله تعالى: {وَمِنَ ٱلنَّاسِ مَن يَقُولُ ءَامَنَّا بِٱللَّهِ وَبِٱلۡيَوۡمِ ٱلۡأٓخِرِ وَمَا هُم بِمُؤۡمِنِينَ} [البقرة: 8]، بل إن بعض الناس كان يحلف أنه مؤمن ولكن ميله للكفار وجبنه عن مقاتلتهم والدفاع عن الإسلام نفى الدين عنه، قال تعالى: {وَيَحۡلِفُونَ بِٱللَّهِ إِنَّهُمۡ لَمِنكُمۡ وَمَا هُم مِّنكُمۡ وَلَٰكِنَّهُمۡ قَوۡمٞ يَفۡرَقُونَ 56 لَوۡ يَجِدُونَ مَلۡجَ‍ًٔا أَوۡ مَغَٰرَٰتٍ أَوۡ مُدَّخَلٗا لَّوَلَّوۡاْ إِلَيۡهِ وَهُمۡ يَجۡمَحُونَ} [التوبة: 56، 57]. ومعنى الآية أن قولهم مؤمنون مع تكذيب أعمالهم لهم لا يقبل، والإيمان باتفاق العلماء قول وعقيدة وعمل. ثم ألفت النظر إلى أن ديننا اسمه الإسلام … أي الخضوع لله، ومعنى ذلك أن إبليس كان يعلم أن الله حق ويجادله … فرفض الأمر والنهي يخرج الإنسان عن الملة.

    س: من الدفاع: هل يُعَدّ من يأتي هذه الأفعال الكفرية، والأقوال الكفرية مبدلًا لدينه مفارقًا للجماعة؟
    ج١٠: نعم، يُعَدّ مرتدًّا عن الإسلام.

    س: من الدفاع: ما حكم هذا المرتد شرعًا؟
    ج١١: حكم المرتد في الشريعة واضح، وأنا لي رأي خاص. فالرأي العام في الإسلام أنه مخطئ، وأن الارتداد قد تكون له أسباب، فيمكن أن يكون لإنسان شُبهة ولا يحسن فهم الدليل … فأنا مهمتي كشف الشبهة وبيان الدليل. وقد يرى الحاكم بدل أن يقتل أن يسجن سجنًا مؤبدًا لأمر ما. وعندما كان الجدال بين النبي وزعماء مكة في صلح الحديبية فقد عرض أمر على الرسول. وقد انتهى الرسول إلى أن من ترك المدينة وجاء لمكة لا يمنعه الرسول، ومن ترك مكة وذهب إلى المدينة يمنعه الرسول، وقد سأل الصحابة الرسول في ذلك فقال لهم: «شر وأريد أن أبعده عنكم». ورأيي الخاص لو أن واحدًا من الناس ارتد لا أتعقبه، ولكن بقاءه في المجتمع جرثومة ينفث سمومه ويحض الناس على ترك الإسلام، فيجب على الحاكم أن يقتله.

    س: من الدفاع: قررتم فضيلتكم أنه قد يكون صاحب القولة الكفرية لديه شبهة أو لم تبلغه الحجة، فماذا إذا بلغته الحجة؟
    ج١٢: هذا ككفر الفراعنة … جحدوا وجود الله وعصوا موسى، وهذا يكون ارتدادًا صريحًا حاسمًا.

    س: من الدفاع: من الذي يملك إيقاع الحد على المرتد المستوجب قتله؟
    ج١٣: المفروض أن جهاز القضاء هو الذي يقوم بهذه المهمة، فهو الذي يقيم الحدود ويقيم التعازير ويحكم بالقصاص، ولا يكون ذلك لآحاد الناس حتى لا تكون فوضى.

    س: من الدفاع: فماذا لو كان القاضي لا يعاقب على الردة والقضاء لا يوقع الحدود؟
    ج١٤: هذا عيب القضاء، وعيب المسئولين عنه، والقانون معيب.

    س: من الدفاع: ماذا لو أن القانون المطبق لا يعاقب … هل يبقى الحد على أصله من وجوب الإيقاع؟
    ج١٥: حكم الله لا يلغيه أحد … والحد واجب الإيقاع.

    س: من الدفاع: ماذا لو أوقعه فرد من آحاد الأمة، هل يُعَدّ مرتكبًا جريمة أو مفتئتًا على السلطة؟
    ج١٦: يُعَدّ مفتئتًا على السلطة، وأدى ما يجب أن تقوم به السلطة.

    س: من الدفاع: هل هذا المفتئت على السلطة بفرض أن السلطة توقع حدًّا، هل له عقوبة في الإسلام؟
    ج١٧: أنا لا أذكر أن له عقوبة في الإسلام.

    س: من المحكمة: هل لديك أقوال أخرى؟
    ج١٨: لا.
    تمت أقواله. ووقع «محمد الغزالي».

    • أثر شهادة الشيخ في الحياة العامة:
      زلزلت الأرض زلزالها بعد شهادة الشيخ؛ لمكانته المرموقة في مصر والعالم العربي والعالم الإسلامي والعالم كله، وثارت ثائرة خصوم الفكر الإسلامي، وأعداء الحل الإسلامي، وكل الحاقدين على الإسلام، والخائفين منه، والمبغضين له، وتكالبت الأقلام المسعورة والمأجورة على الشيخ الجليل، وانتهزها الشيوعيون المهزومون، والمغتربون المقهورون، والعلمانيون الموتورون، انتهزوها فرصة لينهشوا من لحم الشيخ، ناسين أن لحمه سم زعاف.
      وسالت أنهار الصحف بالكلام عن الشهادة والشاهد، ولم يعبأ الشيخ بما قيل ويقال.
      حتى بعض الأقباط دخل في المعركة، وهاجم الشيخ بوقاحة وسلاطة، مع أنهم كانوا من قبل لا يجترئون على أن يمسوا بكلمة علماء الإسلام!
      رجال لاتخشى الا الله
      شهادة الشيخ هنا كما سجلها حرفيًّا

    كتاب الأستاذ أحمد السيوفي «محاكمة المرتدين» وكذلك التعليقات عليها

    كتاب زهرة البساتين من مواقف العلماء والربانيين – ج 3 للاستاذ الدكتور سيد حسين العفاني

    Tebliğ Merhametle Yapılmalı ..

    GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARINA LÜTFEN KIZARAK BİR ŞEY SÖYLEMEYİN.
    MERHAMETLE YAKLAŞARAK İSLAMI TEBLİĞ EDİN. ÇÜNKÜ MAZERET ve MAĞDURİYETLERİ VAR. ZİRA İNSAN BULUNDUĞU TOPRAĞIN ve TOPLUMUN ÜRÜNÜDÜR

    Hiçbirimiz dinimizi Hazreti Ali’den öğrenmedik. Hiçbirimiz bir soruyla karşılaşınca gidip Hazreti Aişe’ye sormadık. Hiçbirimiz Hasan Basrî’nin meclisinden feyiz almadık. Hiçbirimiz Ahmed bin Hanbel’den hadis öğrenmedik. Hiçbirimiz Kurtubî’den tefsir dersi almadık. Hiçbirimiz Gazalî’den adap ve edep öğrenmedik. Hiçbirimiz İmam Rabbanî’den irfan öğrenmedik.

    Hepimiz dinimizi televizyonlardan öğrendik. “Açıköğretim Müslümanı” olarak yetiştik. Kopya çekerek, çıkmış soruları tekrar ederek, taklit ederek bugüne geldik.

    İtikadımız bozuk. Ama İtikadımızı İmam Maturidî’den mi öğrendik? Ya da Eş’arî’den mi öğrendik? Ya da Şeyhul İslam’dan mı?

    Ahlakımız bozuk, ibadetlerimiz bozuk, davranışlarımız bozuk, yaşantımız bozuk, giyimimiz absürt, ticaretimiz berbat, günlük hayatımız laşka…

    Ama ne yapalım? Bir önceki kuşakta yaşayanlardan ancak bu kadarını öğrenebildik. Biliyorum masum değiliz ama suçlu da değiliz. Bazı İslam ülkelerinde yüzlerce yıl İslam hasretiyle yaşadılar Müslümanlar. Bazılarında elli yıl beklediler bir dini okul açılsın diye. İşte bizim ülkemizin durumu ortada. Yirmi yıla yakın ezan sesi duymadı bu millet. Elli yıl Kur’an öğrenmek yasaktı. Seksen yıl örtünmek yasaktı. Yüz yıldır Müslümanım diye haykırmak yasak!

    Ey genç davetçiler, ey kanı hızlı gençler, lütfen bu insanlara acıyın! Onların öğrendiği hakikat budur işte. Sahte dini, din diye öğrendiler. Laiklik ile şetiatı bir öğrendiler. Feminizmle islam’ı bir öğrendiler. Zekâtı öğrenemeden sosyalizmi öğrendiler. Ümmetçiliği öğrenemeden milliyetçiliği öğrendiler. Kardeşlikten önce ırkçılığı öğrendiler.

    Tesettürden önce mayoyla, bikiniyle, mini etekle tanıştılar. Namazdan önce futbolu öğrendiler. Sahabe isimlerinden önce futbolcu isimlerini ezberlediler. Esmaul Hüsna’dan önce sanatçıları öğrendiler.

    Rabiatu’l Adeviyye’den önce yerli Madonnaları öğrendiler. Sokaklarda adalet dağıtan Adil Ömer’den önce Turist Ömer’i öğrendiler. Şaban’ı Veli hazretlerinen önce İnek Şaban’ı tanıdılar. Ramazan’ı Şerif’ten önce Düdük Ramazanı tanıdılar. Recep ayının kutsallığından önce Recep İvedik’i tanıdılar. Esma Binti Ebu Bekir’den önce seksen kocalı öcü Hülya’yı tanıdılar. Kalplerine Fatıma girmeden önce duvarlarına Seda’nın posterlerini astılar…

    Yani bu insanların İslam’ı ancak bu kadar olur. Bundan fazlasını beklemeyin. Bunu düzeltmeye çalışın. Bunlar bu halleriyle Müslüman. Biz onların zamanında olsaydık, bundan farklı bir şey öğrenmezdik.

    Genç davetçiler, sevgili hocalarım! Lütfen ama lütfen birini suçlamadan önce kendinizi onun yerine koyun. Ben onun yerinde olsaydım bundan farklı hareket eder miydim diye kendinizi sığaya çekin!

    Rabbim cümlemize şuur ve basiret ihsan eylesin! Bizi birbirimize sevdirsin!

    Murat Padak

    Murat Padak Hakkında Bilgi İçin: 👇

    https://www.muratpadak.com/hayati

    Bir Yalakaya Of’lu Nasihati

    Tarihimizin En Büyük Yanıltanı M.Kamal’ı, Onun Hiç İstemediği Şekilde Savunmaya Çalışanlara Of’lu Nasihatı:👇

    Toplumu Yanıltmaya Çalışanlar Dürüst Değildirler; Yalakalık Yapıyorlar
    https://youtube.com/watch?v=3VWS2fAwccc&si=cGH5uKScHuqfja8_

    Atatürkçü Emekli bir Albay bana 👆yukarıdaki linkte olan videoyu gönderip görüşümü merak etmiş; ben de kendisine alttaki notu yazıp yolladım. Tepkisi ne oldu dersiniz?

    M.Kamal’in bizzat kendisi 5 Mart 1924 Tarih ve 316 sayılı Bakanlar Kurulu kararnamesi ile Hutbelerde isim zikredilmesini istemediğini ilgili bütün kurumlara resmi tebligat ile bildirmesine rağmen, son zamanlarda onun adının hutbelerde zikredilmesini provake etmeye çalışanlar görüyoruz.

    Ebedi aleme göçmüş tarihi bir şahsiyeti sevmek veya yermek adına insanları yanıltıp yönlendirmeye çalışarak baskı yapmak gündemimizde olmamalı. Çünkü bütün dünya insanlığının bir araya gelip ölmüş bir insanı yermesinin o kişiye bir zararı olmayacağı gibi, övmesinin de ona hiç bir faydası olmaz; olamaz.

    Tarihi şahsiyetleri doğal konumunda değerlendirmek gerekir. Aşırılıklar zıt kutuplar üretmekten başka hiç bir işe yaramaz.

    Tarihi şahsiyetler adına zulüm yapanlar, onun adına darbe yaparak hortumculuk ve talan zemini oluşturanlar, onun adına insanlara fikir empoze edip baskı yapmaya çalışanlar, onu taciz etmiş olduklarını bilemeyecek kadar gaflet ve dalalet içerisindedirler.

    Ölmüş, Rabbi’ne kavuşmuş bir insana düşmanlığı bir meşgale edinenler de hata ediyorlar. En büyük İslam düşmanı olmakla ünlü Ebu Cehil ile bile meşgul olmayı hedef haline dönüştürmeyi doğru bulmaz, isabetli görmeyiz.

    Taraftarlık veya karşıtlık üzerinden sadece fitne üretebiliriz; asla hiç bir noktaya varamaz, ittifak edemeyiz.

    Biz aksiyoner olmak, inandığımız dini ve milli hedefleri gerçekleştirmek üzere birlik olmak zorundayız. Bu birliği sadece peygamber gibi Allah’ın görevlendirdiği öncüler ve bu öncülerin samimi bağlıları ve yolundan gidenleri sağlayabilir. Çünkü Onlar toplumu yanıltmaz, dürüst davranır; kendilerine düşman olanların güvenine bile mazhar olabilirler.

    Aksini söyleyip iddia edenler insanlığı köleleştirmek isteyenlere hizmet etmiş olur; enerjimizi boşa harcatmış olur. Bu yol çıkar bir yol değildir. İnsanlık Tarihinde hiç bir Firavun başarıya ulaşamamış olduğuna göre onlar adına başarıya ulaşmayı ummak veya iddia etmek akıllı bir insanın yapacağı bir iş değildir; olamaz, olmamalı.
    11.09.2024 OF
    Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    Gazze’de Yahya Sinvar Dönemi ..

    Yahya Sinvar Döneminde Hamas’ın Uygulamasında Ne Değişti?

    Yahya es-Sinvar’ın, kendisinden önceki selefi olan İsmail Haniye’nin Tahran’da suikaste uğramasının ardından, bir ay önce Hamas’ın siyasi büro başkanlığına seçilmesinin ardından herkes, bu beklenmedik liderlik değişiminin hareket üzerinde ne gibi sonuçlar doğuracağını merakla bekliyor.

    Sinvar, 7 Ekim’deki “Aksa Tufanı” operasyonunun en önemli planlayıcılarından biri olarak öne çıkmaktadır ve İsrail zihniyetini en iyi anlayan direniş liderlerinden biridir. Sinvar, hayatının bir bölümünü İsrail hapishanelerinde geçirmiş ve Gazze Şeridi’nde savaşı yerinden yöneten bir askeri liderdir. Hamas liderlerinin ve hareketin Şura Konseyi’nin Sinvar’ı seçmesi, hareketin liderliğinin birliğini ve Hamas’ın en zor koşullarda hızlı ve uygun kararlar alma yeteneğini yansıtmaktadır.

    Sinvar’ın seçimi, Heniyye’nin suikaste uğramasının ardından liderler arasında bir öfke patlaması sonucunda yapılmadı. Aksine, İsrail’in savaşı sürdürme niyetini, müzakereleri başarısızlığa uğratma ve ancak tam bir zaferle yetinme kararlılığını ortaya koymasının ardından, hareketin liderliğine bir diplomat yerine bir savaşçı getirilmesi, Hamas’ın direniş ve savaş seçeneğine sonuna kadar bağlı kalacağının net bir mesajıdır.

    Sinvar liderliğindeki Hamas’ın taktiklerindeki değişikliklerin hızlı ve savaşın hızına uygun olduğu açıktır. Bu değişikliklerin en belirgin üç yönü şunlardır:

    Birincisi: Müzakerelerde daha az esneklik. Heniyye liderliğindeki Hamas, müzakerelerde iyi bir manevra yapıyor ve esneklik gösteriyordu, gerek esir değişim anlaşmalarında, gerek ateşkes tekliflerinde. Ancak, Sinvar’ın liderliği devralmasından sonra Hamas, savaşı sonlandırma müzakerelerinde daha az esneklik gösterdi; bilinen ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalıyor: Savaşın tam ve nihai olarak durdurulması, Gazze’den tamamen çekilme, sınır kapılarının açılması, yardımların girişi ve bölgenin yeniden inşası. “New York Times” gazetesinin bildirdiğine göre, Hamas son günlerde Filistinli esirlerin serbest bırakılmasıyla ilgili yeni talepler ekledi. Amerikalı yetkililer, ABD’nin, Katar’ın Hamas’ı bu şartlardan vazgeçmeye ikna edebileceğini umduğunu aktardı. Bu sert tutum, bu dönemin gerektirdiği bir durumdur. Her ne kadar Amerikalılar ve İsraillilere göre Hamas’ın müzakereleri tıkadığına dair bir fırsat vermiş olsa da, bu durum aslında İsrail’in moralini bozmakta ve İsrail halkının kendi liderlerine olan öfkesini artırarak, Hamas’ın taleplerine boyun eğmeleri için baskı yapmasına neden olmaktadır.

    İkincisi: Batı Şeria’yı ateşlemek. Sinvar döneminde meydana gelen en önemli değişikliklerden biri, Batı Şeria’daki bıçaklama, araçla ezme, silahlı saldırı ve fedai operasyonlarının artmasıdır. Bu saldırılar, işgal güçlerinin Batı Şeria kamplarına yönelik askeri operasyonlarıyla eş zamanlı olarak artmıştır. Sinvar’ın liderliğinde geçen bir ayda, direnişçiler birçok operasyon gerçekleştirdi. Bunlar arasında, 6 Ağustos’ta Rabi’ Dragma’nın Ürdün Vadisi’ndeki Tubas yakınlarındaki Bkaot yerleşim birimine ateş açması; beş gün sonra, Kassam Tugayları tarafından bir İsrail devriyesine düzenlenen ve bir askerin öldüğü, diğerinin yaralandığı saldırı yer almaktadır.

    18 Ağustos’ta ise, Qalqilya’nın doğusunda gerçekleşen “Çekiç Operasyonu” sırasında, bir Filistinli direnişçi, Gazze’ye karşı savaşta yer alan İsrailli asker Gidon Perry’nin başına çekiçle vurup öldürdü ve silahını ele geçirdi. Aynı gün, İsrailli bir yerleşimci, içinde patlayıcılar bulunan bir çantanın erken patlaması sonucu öldü, diğer bir yerleşimci yaralandı. Direnişçiler, bu çantayı Nablus’tan Tel Aviv’deki Bloomfield Stadyumu’na fedai saldırısı düzenlemek üzere getirmişti. Kassam Tugayları ve Kudüs Seriyyeleri, bu operasyonun Gazze’deki katliamlar, sivillerin zorla göç ettirilmesi ve suikastlara misilleme olarak yapıldığını açıkladı.

    30 Ağustos’ta, Kassam Tugayları, Gush Etzion ve Karmi Tzur yerleşimlerinde karmaşık bir operasyon düzenledi; bu operasyon sonucunda altı yerleşimci ve asker öldü. Kassam Tugayları, şehit Muhammed Marka’nın, Gush Etzion yerleşimindeki bir benzin istasyonunda bir bomba yüklü aracı patlatarak İsrail kuvvetlerini tuzağa düşürdüğünü, bu saldırıda birçok askerin, aralarında Etzion Tugay Komutanı Gal Rich’in de bulunduğu kişilerin öldüğünü ve yaralandığını belirtti. Ayrıca, Zehdi Ebu Afife’nin Karmi Tzur yerleşim alanına girerek, güvenlik görevlisini ezip yerleşimcilere ateş açtığını ve aracını yerleşim alanında patlattığını ifade etti. Eylül ayı başında ise, direnişçi Muhannad el-Asoud, Hebron’un batısındaki Tarqumiya kontrol noktasında düzenlediği silahlı saldırıda üç İsrailliyi öldürdü.
    Ağustos ayının sonunda yapılan Hamas lideri Halid Meşal’in konuşması, intihar saldırılarının yeniden benimsenmesini ifade ederken, bu tür bir durumun ancak açık çatışmayla çözülebileceğini vurguladı. Batı Şeria’daki operasyonların genişletilmesi, Gazze Şeridi üzerindeki baskıyı hafifletme, Filistinli direnişçilere çeşitli seçenekler sunma ve işgal altındaki Batı Şeria’nın ilhak planına karşı durma amacını taşıyor. Bu durum, bu operasyonların yeni bir intifadaya yol açıp açmayacağına dair spekülasyonlara neden oluyor.

    Üçüncü olarak: Esirler Dosyası

    Sinvar’ın liderliğinden önceki dönemde, İsrailli rehinelerin hayatlarını korumak ve buna öncelik vermek üzerinde duruluyordu. Bu rehineler, işgalciyle müzakerelerde koz olarak kullanılıyordu. Ancak Sinvar döneminde esirlerle ilgili yeni taktikler ortaya çıktı. İlk olarak, bir gardiyan İsrailli esirlere ateş açtı, bu olayda bir esir öldü, iki esir yaralandı. Bunun üzerine Kassam Tugayları sözcüsü Ebu Ubeyde, gardiyanın çocuklarının işgal güçlerinin bir katliamında şehit düştüğü haberini aldıktan sonra intikam amacıyla bu saldırıyı gerçekleştirdiğini belirtti. Ayrıca, bu hareketin Kassam’ın ahlaki değerlerini yansıtmadığını ve bu tür olaylardan dolayı İsrail’in sorumlu olduğunu ifade etti.

    Olayda dikkat çeken nokta, Kassam’ın bu olayı duyurmasıydı, bu da olayın tekrarlanabileceğine dair bir uyarı niteliğindeydi. Bu durum, Kassam Tugayları’nın İsrail üzerinde yeni bir baskı aracı haline geldi. Tugaylar, öldürülen esirin fotoğrafını “Talihsiz Bir Olay” başlığıyla yayınladı ve fotoğrafın altında “Zulmunuz, esirleriniz için yakın bir tehlike haline geldi… Zaman tükeniyor” ifadesini ekledi.

    Esirler dosyasındaki diğer değişikliklerden biri de Ebu Ubeyde’nin, esirleri korumakla görevli direnişçilere İsrail ordusunun esirlerin tutulduğu yere yaklaşması durumunda nasıl davranmaları gerektiğine dair yeni talimatlar verildiğini açıklamasıdır. Ebu Ubeyde, Netanyahu’nun baskı yoluyla esirleri serbest bırakma ısrarının, onları tabutlar içinde ailelerine geri göndermek anlamına geleceğini söyledi. Kassam Tugayları ayrıca bir direnişçinin elinde tabanca tuttuğu ve yerde bir esirin oturduğu bir fotoğraf yayınladı. Fotoğrafın altında ise “Askeri Baskı = Ölüm ve Başarısızlık. Esir Takası = Özgürlük ve Yaşam” yazılıydı.

    Kassam’ın, İsrail saldırılarında öldürülmeden önce İsrailli esirlerin videolarını yayınlaması da dikkat çekiyor. Bu videolarda esirler, Netanyahu hükümetini suçluyor ve bombardıman nedeniyle her an ölümle burun buruna olduklarını anlatıyorlar. Bu durum, Kassam Tugayları’nın esirler dosyasını yönetme yeteneğini ve İsrail’deki kamuoyunu etkileyip sokağı daha da ateşlendirme kabiliyetini gösteriyor. Bu durum, İsrail sokaklarında hükümeti anlaşmaya varmaya ve Netanyahu’yu istifaya çağıran yarım milyon İsraillinin protestolarını artırdı.

    Sinvar döneminde yaşanan değişiklikler, direnişin rotasını koruduğunu, yeni bir intifada atmosferi oluşturup ürettiğini, İsrail’deki iç durumu karmaşıklaştırdığını ve tersine göç riskini artırdığını doğruluyor. Ayrıca, bu durum, direniş ekseni olarak bilinen unsurları da, zayıf da olsa İsrail’e karşı saldırılara devam etmeye zorlayacaktır. Allah, işinde galip olandır ama insanların çoğu bunu bilmez.

    Yazar: İhsan El-Fakih

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    10.09.2024 OF

    ما الذي تغير في أداء حماس في عهد السنوار؟!

    شهرٌ مضى على تولي يحيى السنوار رئاسة المكتب السياسي للحركة، بعد اغتيال سلفه إسماعيل هنية في طهران، بينما يترقب الجميع ما الذي يسفر عنه هذا الانتقال غير المتوقع لرئاسة حركة حماس.

    السنوار أبرز العقليات المدبرة لعملية «طوفان الأقصى» في السابع من أكتوبر، وأكثر قيادات المقاومة فهما للعقلية الإسرائيلية، إذ قضى سنوات من عمره في سجون الاحتلال، وهو قيادي عسكري ميداني يدير الحرب من داخل القطاع، فجاء إجماع قيادات ومجلس شورى الحركة على اختيار السنوار، ليعكس وحدة قيادات الحركة، وقدرة حماس على سرعة اتخاذ القرار المناسب في أصعب الظروف.

    لم يكن اختيار السنوار – الذي ارتبط بمظنّة التصعيد – ناتجا عن حالة غليان وسط القيادات لاغتيال هنية، بل هو اختيار رجل المرحلة، بعد أن أظهر الكيان الإسرائيلي اعتزامه المضي في الحرب وإفشال المفاوضات وعدم القبول إلا بالربح الكامل، بناء على ذلك صدّرت الحركة رجلا مقاتلا لا دبلوماسيا لقيادتها، في رسالة واضحة بتمسك حماس بخيار المقاومة والقتال حتى آخر رجل فيها.

    ومن الواضح أن التغيير في تكتيكات الحركة تحت قيادة السنوار كان سريعا، مناسبا للإيقاع السريع للحرب، وأبرز هذه التغيرات تتمثل في ثلاثة أمور:

    أولا: مرونة أقل في المفاوضات، حماس تحت قيادة هنية كانت تناور جيدا في المفاوضات، وأبدت مرونة في مراحل التفاوض، سواء في صفقات تبادل الأسرى، أو في مقترحات وقف إطلاق النار.
    وبعد تولي السنوار قيادة الحركة، أبدت حماس مرونة أقل في شأن مفاوضات إنهاء الحرب، إذ أنها تتمسك بشكل قطعي بثوابتها المعروفة، المتمثلة في الوقف الكامل والنهائي للحرب، والانسحاب الكامل من غزة، وفتح المعابر وإدخال المساعدات وإعادة إعمار القطاع، بل كشفت صحيفة «نيويورك تايمز» أن الحركة أضافت في الأيام الأخيرة مطالب جديدة في ما يتعلق بإطلاق الأسرى الفلسطينيين، ونقلت عن مسؤولين أمريكيين أن أمريكا تأمل في أن تتمكن قطر من إقناع الحركة بالتخلي عن هذه الشروط. هذا التصلّب هو عين ما تقتضيه المرحلة، فعلى الرغم من أنه منح الأمريكيين والإسرائيليين فرصة التأكيد على أن حماس هي من تعرقل المفاوضات، إلا أنه على أرض الواقع يحطم معنويات الاحتلال، ويثير غضب الشعب الإسرائيلي تجاه قيادته والضغط عليها للنزول عند مطالب حماس لافتكاك الرهائن.

    ثانيا: إشعال الضفة، وهو أبرز التغيرات في عهد السنوار، إذ ازدادت وتيرة عمليات الطعن والدهس وإطلاق النار والعمليات الاستشهادية في الضفة الغربية، تزامنا مع العملية العسكرية التي يشنها الاحتلال على مخيمات الضفة.
    فخلال شهر تحت قيادة السنوار، نفّذ المقاومون عمليات عدة، منها إطلاق الشاب ربيع دراغمة النار على مستوطنة بكعوت قرب طوباس في الأغوار الشمالية، في السادس من أغسطس، وبعدها بخمسة أيام نفذت كتائب القسام عملية إطلاق نار ضد دورية إسرائيلية قتل فيها جندي وأصيب آخر.

    وفي يوم 18 أغسطس، وفي شرق قلقيلية، حدثت عملية الشاكوش، حيث قام مقاوم فلسطيني بضرب الجندي الإسرائيلي الذي شارك في الحرب على غزة جدعون بيري، بالشاكوش على رأسه فأرداه قتيلا واستولى على سلاحه. في التاريخ نفسه أيضا، قتل مستوطن إسرائيلي وأصيب آخر نتيجة انفجار حقيبة تحتوي على متفجرات، انفجرت قبل أوانها، كان أحد المقاومين قد نقلها من نابلس إلى تل أبيب لتنفيذ عملية استشهادية في ملعب بلومفيلد، تبنت كتائب القسام وسرايا القدس العملية وأعلنتا أنها رد على مجازر الاحتلال في غزة وتهجير المدنيين والاغتيالات.

    وفي 30 أغسطس نفذت القسام عملية مركبة في مستوطنتي «غوش عتصيون» و»كرمي تسور» قرب الخليل، أسفرت عن مقتل ستة من المستوطنين والجنود، وأصدرت القسام بيانا قالت فيه إن الاستشهادي محمد مرقة تمكن من تفجير مركبة مفخخة في محطة للوقود بمستوطنة غوش عتصيون لاستدراج القوة الإسرائيلية، التي قامت القسام باستهدافها وأوقعت فيها قتلى وجرحى، وعلى رأسهم غال ريتش قائد لواء عتصيون، بينما تمكن زهدي أبو عفيفة من اقتحام مستوطنة كرمي تسور بعد دهس حارسها، وقام بإطلاق النار تجاه المستوطنين قبل أن يفجر مركبته داخل المستوطنة.
    وفي مطلع سبتمبر الجاري نفذ المقاوم مهند العسود عملية إطلاق نار عند حاجز ترقوميا غرب الخليل، وأوقع ثلاثة من القتلى.

    ويأتي خطاب القيادي خالد مشعل في نهاية أغسطس المنصرم معبرا عن عودة تبني العمليات الاستشهادية، إذ دعا إليها باعتبار أن هذه حالة لا يصلح لها إلا الصراع المفتوح.
    من شأن توسيع العمليات في الضفة تخفيف الضغط على قطاع غزة، وتنويع الخيارات أمام المقاوم الفلسطيني، والتصدي لمخطط ضم الضفة إلى المحتل، وهو ما يثير التكهنات حول ما إذا كانت هذه العمليات سوف تقود لانتفاضة جديدة.

    ثالثا: ملف الأسرى، طيلة الفترة التي سبقت قيادة السنوار، كان التأكيد على الحفاظ على حياة الرهائن الإسرائيليين وإعطائه الأولوية، لأنها تمثل أوراق الربح في التعامل مع الاحتلال. في عهد السنوار، ظهرت تكتيكات جديدة في التعامل مع الأسرى، ففي البداية أطلق أحد الحراس النار على أسرى إسرائيليين، ما أسفر عن مقتل أسير وإصابة أسيرتين، فأصدر المتحدث باسم الكتائب أبو عبيدة بيانا، ذكر فيه أن الحارس أطلق النار بدافع انتقامي بعد تلقيه نبأ استشهاد طفليه في أحد مجازر الاحتلال، موضحا أنه تصرف فردي لا يعبر عن أخلاقيات الحركة، محملا الكيان الإسرائيلي المسؤولية عن مثل هذه العمليات، نتيجة المجازر التي يرتكبها بحق سكان القطاع.

    اللافت في الواقعة، هو إعلان القسام عنها، بما يعني أنها رسالة تحذيرية من إمكانية تكرار الحادث، ما مثل ضغطا جديدا على الاحتلال، استغلته القسام لمزيد من تأجيج الجماهير الإسرائيلية، ونشرت صورة للقتيل حملت عنوان «حادث مؤسف» وكتبت أسفل الصورة «وحشيتكم باتت خطرا داهما على أسراكم… الوقت ينفد».

    ومن مظاهر التغير الحادث في ملف الأسرى، ما صرح به أبو عبيدة من صدور تعليمات جديدة للمقاومين المكلفين بحراسة الأسرى، بخصوص التعامل معهم حال اقتراب جيش الاحتلال من مكان احتجازهم، وأضاف أن إصرار نتنياهو على تحرير الأسرى من خلال الضغط العسكري، بدلا من إبرام صفقة، سيعني عودة الأسرى إلى أهلهم داخل توابيت، وعلى عوائلهم الاختيار إما قتلى وإما أحياء، ونشرت القسام صورة يظهر فيها مقاتل يحمل مسدسا، بينما يقبع أسير على الأرض، ومكتوب على الصورة «ضغط عسكري = موت وفشل. صفقة تبادل = حرية وحياة.

    وإذا أضفنا إلى ذلك المقاطع المصورة التي تبثها القسام ويظهر فيها أسرى إسرائيليون قبل مقتلهم بالغارات الإسرائيلية، وهم يلقون اللائمة على حكومة نتنياهو، ويتحدثون عن تعرضهم للموت كل لحظة بسبب القصف، سنجد أننا أمام قدرة هائلة للقسام على إدارة ملف الأسرى، واللعب بأعصاب الاحتلال، والإمعان في تأجيج الشارع الإسرائيلي، الذي بالفعل زاد من فعالياته الاحتجاجية المطالبة بإبرام الصفقة وإقالة نتنياهو، فأصبح هناك نصف مليون إسرائيلي في الشارع يصعّدون ضد الحكومة الإسرائيلية.

    التغيرات التي حدثت في عهد السنوار، تؤكد بقاء المقاومة على مسارها، وخلق مناخ انتفاضة جديدة، ويعقد الأوضاع في الداخل الإسرائيلي، ويزيد من خطر الهجرة العكسية للكيان، إضافة إلى أنه سيجبر ما يعرف بمحور المقاومة على الاستمرار في توجيه ضربات ضد الكيان، حتى لو كانت ضعيفة، والله غالب على أمره لكن أكثر الناس لا يعلمون.

    إحسان الفقيه

    https://alquds.co.uk/%d9%85%d8%a7-%d8%a7%d9%84%d8%b0%d9%8a-%d8%aa%d8%ba%d9%8a%d8%b1-%d9%81%d9%8a-%d8%a3%d8%af%d8%a7%d8%a1-%d8%ad%d9%85%d8%a7%d8%b3-%d9%81%d9%8a-%d8%b9%d9%87%d8%af-%d8%a7%d9%84%d8%b3%d9%86%d9%88%d8%a7%d8%b1

    Ölümün Habercileri ..

    Hayatın temposu hızla artarken, maddiyatçılık korkutucu bir şekilde insanları etkisi altına aldı. Bu sert hayat tarzı içerisinde, tüm canlıların, inançları ve yönelimleri ne olursa olsun, hemfikir olduğu büyük bir gerçeği unuturuz: ölüm. Bu, hatırlamaktan ve üzerinde düşünmekten kaçınamayacağımız bir gerçektir.

    İlahi hikmet gereği, ölümün zamanı kullardan gizlenmiştir. Eğer insan, ölüm vaktini bilseydi, endişe içinde yaşayarak ölümü beklerdi. Bu durumda, hayat durur ve insanlar, yeryüzünde Allah’ın emri doğrultusunda varlık göstermeye ve evreni imar etmeye yönelik görevlerini yerine getiremezdi.

    Eğer kul, ölüm zamanını tam olarak bilseydi, bu durum onun için isyan ve itaatsizliği hafifletir, ömrü boyunca sorumsuzca yaşamaya teşvik ederdi. Ölüm yaklaştığında ise tövbe eder ve işlerindeki yanlışları düzeltirdi. Ancak bu durum, yaratılışın amacına aykırıdır. Allah, “Cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım” buyurmuştur.

    Ölüm, beklenen en yakın gerçektir ve gelen her şey yakındır. Ancak, ölüm yaklaşmadan önce Rabbimizin bize gönderdiği bazı uyarılar vardır. Bu uyarılar, bizleri gaflet uykusundan uyandırmak ve ölümün yakınlaştığını hatırlatmak için gelir.

    Bu uyarıların ilki, çevremizdeki insanların ani ölümüyle gelir. Kaç tane sevdiğimiz, yakınımız, komşumuz veya arkadaşımız vardı ki, bizimle güler, geleceğine dair planlar yapar ve yarın için randevu ayarlarken, aslında kefeni çoktan dokunmuştu.

    Bu ümmetin salihleri cenazelerden ibret alır ve bunların, sona eren bir hayatın ardından gelen yeni bir hayatı hatırlattığını anlarlardı. Ebû Hüreyre (ra), bir cenaze gördüğünde, “Devam et, biz de senin ardından geleceğiz” derdi. Hasan-ı Basrî (rh) ise bir cenazenin yanından geçtiğinde şöyle demiştir: “Ne büyük bir ders, ama ne kadar çabuk unutuluyor. Kalplerin diri olduğu bir zamana ne güzel bir öğüt olurdu. Fakat insanlar, sanki onu rüyada görmüş gibi toplu bir gaflet içindeler; bugünün ölüsü, yarının ölüsünü defnediyor.”

    Bununla birlikte, aile üyelerinden birinin ölümü, özellikle anne-baba, kardeş, çocuk ya da eşin ölümü, en güçlü uyarılardandır. Her ev halkı, bir sevdiklerinin ölümüyle sarsılır ve bu, Allah’a yemin ederim ki, en etkili mesaj ve en açık uyarıdır.

    Bu uyarılardan bir diğeri ise, insanın hastalanmasıdır. Eski bir bina nasıl ki duvarları çatlayıp yıkılmak üzereyken, o binanın sakinleri onu tamir etmeye ihtiyaç duyar, işte hastalık da böyledir. Allah, hastalıklarla kullarını uyarır ki, ölmeden önce tövbe etsinler ve hazırlıklı olsunlar. Hasan-ı Basrî şöyle der: “Kim aniden ölmezse, aniden hastalanır. Allah’tan korkun ve Rabbinizin ansızın gelişine hazırlıklı olun.”

    İnsanlar, Muhammed bin Vâsi’yi ölüm döşeğinde ziyaret ettiklerinde, onlara son bir nasihat verdi: “Ey kardeşlerim, farz edin ki Allah’tan geri dönüşü istedik ve size bunu verdi, fakat bana vermedi. O zaman kendinizi kaybetmeyin.”

    Ve saçlarda ve sakallarda beliren beyazlık, yani aklar, bu uyarılardan en belirgin olanıdır. Beyaz saçlar, insanın yaşlandığını ve ölümün hızla yaklaştığını gösterir. Bu durum, insanı geçmişiyle yüzleştirir, geleceğe dair düşünmeye zorlar ve kendini sorgulatarak, Allah ile olan bağını yenilemesine vesile olur.

    Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Size düşünme melekesi verecek kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O hâlde zulmedenlerin sığınacak bir yeri yoktur.” (Fatır 35:37). İbn Kesîr, bu ayetteki “uyarıcı”nın şiddetle karşılaştıklarında beyazlayan saçlar olduğunu belirtir.

    Muaviye bin Ebî Süfyan’ın (ra) ölüm anı yaklaştığında, oturmak istedi ve oturtuldu. Allah’ı zikretmeye, tesbih etmeye başladı ve şöyle dedi: “Muaviye, şimdi mi Rabbini anıyorsun, gençliğin taze ve canlı olduğu zamanlar yerine? Sonra hıçkırarak ağladı ve şöyle dedi: ‘Ey Rabbim, bu günahkâr yaşlı adamı affet, bu katı kalpli adamı affet. Hatamı ört, yanlışlarımı bağışla. Senin rahmetinden başka kimseye güvenmedim.'”

    Bir beyitinde şair şöyle der:
    “Kınadığın bu beyaz saçları kına ile örtüyorsun,
    Peki, Malik’ten (cehennem bekçisi) onu ateşten örtmesini isteyebilir misin?
    Beyaz saçlar bir eve girdi mi,
    O evden çıkmaz, ta ki ev sahibi de o evden çıkana kadar.”

    Ölümden önce acele edin ve hazırlanın. Bugün çalışma ve hesap yok; yarın hesap var, çalışma yok. Kendime ve size, Peygamber Efendimiz’in (sav) tavsiyesini hatırlatıyorum: “Dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi ol.” (Buhari).

    Allah’tan bizi iman üzere öldürmesini ve ölümü bizim için her türlü kötülükten bir rahatlık kılmasını niyaz ediyoruz. Allah, işinde galip olandır; fakat insanların çoğu bunu bilmez.

    Yazar: İhsan el-Fakih

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    10.09.2024 OF

    لقرائة أصل المقالة بالعربية يمكنكم أن تظغط علي
    Yazının Arapça Aslı İçin:
    👇
    https://search.app/7PgHuqqxapQmJjA3A

    Karakaşi-Kapani Kavgası ..

    Karakaşi-Kapani Kavgası ve Türkiye’nin Siyasi Hayatına Etkileri

    Gazetecilik bilinmeyenleri yazmaktır. “Çevir kazı yanmasın” türünden yazı yazmak; yani devamlı surette aynı bilgileri okuyucuya baygınlık verecek şekilde dile getirmek değildir. Bağlı olduğu medya kuruluşunun ideolojik yapısı doğrultusunda tavır belirlemek ve yazı yazmak yazarlarımızın vazgeçemediği türden bir hastalıktır.

    Ne var ki; ülkemizdeki güç odakları ve özellikle de Sabetay Yahudileri, medyaya hakim olduklarından “bilinmeyenleri yazmak” oldukça netameli bir iştir. Bu nedenle düşünce ufkumuza yeni hiçbir şey katmayan bu yazarları okumak zorunda kalan insanlarımıza acımamak elde değildir.

    Hükümet içinde de oldukça güçlü olan bu gizli Yahudiler, sırları açığa çıkmasın diye her türlü fena yola tevessül etmektedirler. Hatta Sabetaycılığın 2 ana kolu olan Karakaşi ve Kapani grupları; yüzyıllarca süren ve halen de devam eden bir kavganın içinde olduğu halde; bundan kimsenin doğru dürüst bir haberi bile yoktur.

    O halde boş lakırdılara benzeyen çoğu zaman magazin sınırlarını aşmayan medya mensuplarının ilgilendiği konuların dışına çıkıp bilinmeyenleri yazmaya çalışacağız. Bu sayede Türkiye’nin siyası hayatının nasıl şekillendiği daha güzel anlaşılacaktır.

    Bu arada yazılarımın uzunluğu yüzünden peşinen özür diliyorum. Çünkü mana bütünlüğünü bozmamak adına ve ancak haftada üç defa yazabildiğim için; böyle uzun yazılarla karşınıza çıkıyorum. Eğer haftalık yazı sayım arttırılırsa daha kısa yazıları bulabileceksiniz…

    Osmanlı Devletinin son yüzyılında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin çok büyük bir bölümünde; aslen Yahudi olduğu halde Türk isimlerini kullanan ve Müslüman gibi görünen Sabetaycı Aşiretler söz sahibi olmuşlardır. Bu aşiretler arasında çok ciddi kavgalar da olmuştur. Örneğin Kapani grubunun Karakaşilere karşı tasfiye hareketinden bir tanesi “İzmir Suikastı” bahanesi ile gerçekleştirilen idamlardır.

    Takriri sükun kanunları nedeni ile kimsenin sesini çıkaramadığı “İzmir Suikastı Mahkemeleri” Türkiye’nin siyasi hayatını derinden etkilemiştir. Uzun yıllar tek partili bir yönetim sorunu yüzünden özgürlükler daima askıya alınmıştır. Fakat bu konuda neredeyse ciddi hiçbir çalışmaya rastlanılmaz.

    Halbuki bu suikast yargılaması; teşebbüs aşamasına dahi geçmediği halde devrin en önemli siyasetçilerinin idamı ile sonuçlanmıştır. Osmanlı Devletinin bakanlarının da yer aldığı bu idamlıklar siyasi yaşamımızı derinden etkilemiştir.

    Bu mahkemede yargılanan ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Başkanı Kazım Karabekir’de idam edilecek idi. Lakin bazı subaylar, mahkeme salonuna silahlı olarak girip mahkeme başkanı hakkında “Kel Ali, Kel Ali…” şeklinde tempo tutarak slogan atmaları yüzünden; idamdan kurtulmuştur. Fakat sonuçta diğer muhalif Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticilerinin de tasfiye edilip bir kısmının idam edilmesi ve önemli kişilerin de yurt dışına kaçmaları yüzünden Karabekir; yıllarca ev hapsine tutulmuştur.

    1926’daki bu mahkemede tutanakları incelediğimizde çok ilginç sonuçlara ulaşabiliyoruz. Örneğin Osmanlı’nın Maliye Bakanı Cavid Bey sorgulanırken kendisine İzmir Suikasti ile ilgili ciddi bir soru sorulmadığı halde bu suçla alakalı olarak idam edilmek durumunda kalmıştır. Çünkü İttihat Terakkiden kalma temizlik operasyonları,yıllarca sonra yeniden benzer şekilde devam ediyordu. Askeri otoriteyi büyük ölçüde eline geçirmiş olan Kapani Sabetaycılar; Karakaşi olan diğer Sabetaycıları mahkeme kararları ile ortadan kaldırıyorlardı.

    Mahkemede sorulan sorular bu açıdan çok önemlidir: Çünkü suikast olayı ile hiç alakası olmadığı halde “Niçin İttihat ve Terakki Partisini tekrardan kurmaya çalıştığı” ve “Neden Parti Tüzüğü hazırladığı” gibi absürt sorular sorulmuştur. Ayrıca Mahkeme Başkanı Kel Ali tarafından sanki yapılamazmış gibi “hazırladığınız parti tüzüğü neden Halk Fırkasının tüzüğü gibi 9 maddeden oluşuyor?” diye; asıl gayeye yönelik yani parti kapatmaya yönelik sorular sorulmuştur. Unutmayalım ki mahkeme başkanı Kel Ali (Ali Çetinkaya), Halit Paşa isimli milli mücadele kahramanı bir generali; hem de Meclis’te öldürmüş ve kayıtlara bu şekilde geçmiş birisidir.

    ÖNE ÇIKAN VİDEO

    Elbette takriri sükun kanunlarının geçerli olduğu bu dönemde; mahkemeden adil bir karar çıkması beklenmezdi. Mahkeme başkanı olan zatın bir katil olmasının da ayrı bir önemi vardı. Zira bir parça hukuk altyapısı olan bir kişi teşebbüs aşamasına dahi geçmemiş bir iddia yüzünden; 13 kişiyi idam etmezdi.

    Bu mahkemede idam edilenlerin tamamı Sabetaycı ve Karakaşi değildi. Fakat Kapani grubunun muhalifleriydi ve devleti ele geçirmek için kıyasıya savaşan iki gruptan birisine siyasi destek verdikleri için suçlanıyorlardı. Zira Meclis kürsüsünden “ihtimaldir ki bazı kelleler kesilecektir” nutukları atılabilen; olağanüstü bir dönem yaşanıyordu.

    İzmir Suikastı bahanesi ile toplanan fakat asıl gayesi muhalif bir partiyi suçlayarak kapatmak amacında olan İstiklal Mahkemesi, 26 Haziran 1926’da duruşmalara başladı. Bir hafta içinde elliden fazla kişi tutuklanarak İzmir’e gönderildi. 12 Temmuz’da son savunmalar alındı. 13 Temmuz Salı günü, öğleye doğru, duruşmaların yapıldığı Elhamra Sinemasında Kel Ali, kararı okumuştu.

    Kararda; 15 kişinin idamına hükmedilmişti. Bunlardan Kara Kemal ve eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey yakalanamamıştı. Asılarak idam edilenler ise şunlardı: Eski Bakan Cavid Bey, Dr. Nazım Bey, Şükrü Bey, Gürcü Yusuf, Ziya Hurşit, Laz İsmail, Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Bey, Rüştü Paşa, Abidin Bey, İstanbul Mebusu İsmail Cambolat, İttihat ve Terakki Genel Sekreterlerinden Nail Bey ve Albay Rasim Bey vardı.

    Nail Bey idam sehpasına giderken “Bu bize Tevfik Rüştü’nün oyunudur” demiştir. Bu durum akla bazı soruları getirmektedir. Çünkü tek parti döneminin uzun süre Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan Tevfik Rüştü Aras’ın, idam edilenler yani Karakaşi grubuna mensup bir Sabetaycı olduğu halde; Kapanilerle birlikte hareket ettiği anlaşılmaktadır.

    İzmir Suikastı örneğinden anlaşılacağı üzere Sabataycı aşiretler, kendi aralarında birbirlerini idam edecek derecede şiddetle çekişebiliyordu. İşte bu büyük menfaat kapışması, ikbal hırsı ile birleşince akıllara durgunluk veren siyasi idamlar ortaya çıkmaktadır. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardında yatan gerçeklerden bir tanesi de budur. Yine bir Kapani grubu, yine Karakaşileri darbe ve idamlarla tasfiye etmiş; daha önemlisi yüzyıllık rakiplerinin gözlerini korkutmuşlardır.

    İşin ilginç yanı resmi tarih ve darbeler incelenirken bu Karakaşi-Kapani kavgası daima es geçilip üzerinde hiç durulmamıştır bile. Çünkü “kol kırılır yen içinde” misali, bu kavga daima kamuoyundan gizlenmiş; bu sırları ortaya çıkaranların başı beladan kurtulamamıştır. O halde 27 Mayıs 1960 darbesine bir parça odaklanarak Türkiye’nin siyasal hayatına ne derece önemli etkileri bulunduğunu anlamaya ve çözmeye devam edelim. Zira gazetecilik bunu gerektirir.

    Adnan Menderes, Başbakan olur olmaz Ezanı Muhammediyi yeniden ihya ettiği için İslam kahramanı olmuştur. Bunun bedelini şehit olarak idam edilerek ödemiştir. Fakat onun şanlı ve övgü dolu hayatı, Sabetaycı bir ailenin çocuğu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Keşke diğer Sabetaycı çocuklarda bu zatı örnek alıp gerçek bir İslam fedaisi gibi örnek bir hayat yaşasa. Fakat çoğu Sabetay çocuğu; dinsiz olarak yaşamakta ve ailelerinde gördükleri iğrenç hayat tarzını da benimseyerek dünyayı kendilerine hem de Müslümanlara zindan etmektedirler. İntihar olayları bu Sabetaycı grupların hepsinde çok yüksektir.

    Özellikle “mum söndü” gibi gayri ahlaki davranışları görüp ideal aile yaşamını sürdürmek çok güçtü. İşte diğer Sabetaycı gruplardan çok farklı bir hayat tarzı yaşayan Berrin-Adnan Menderes çifti; iki yüzlü yaşam biçiminden uzaklaşarak halkımızın değerlerine yönelmiş ve ekonomik, siyasi, kültürel hayatımıza çok büyük katkılar sunmuştur.

    1924 sonrasında Türkiye’nin siyasi hayatında etkili olanlar; Kapani grubundan olan kişilerdi. Fakat 11 Kasım 1938’den sonra siyasette aktif olan Karakaşiler olmuştur. Örneğin Kazım Karabekir’in ev hapsine son vererek CHP milletvekili olarak meclise girmesi sağlanmıştır. Ayrıca uzun yıllar görev yapan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, görevden alınıp yerine Mehmet Şükrü Saraçoğlu atanmıştır.

    En büyük değişiklik 1942’de çıkarılan “Varlık Vergisi” kapsamında “D harfi ile damgalanan” ve ağır vergi ödemek zorunda kalan Sabetaistlerin önemli bir kısmı Kapani grubundandır. Bu durum bazı Kapani grubundan olan Sabetaycıların neden İsmet İnönü’ye düşman olduğunu bir parça izah etmektedir.

    Aynı şekilde 1946’da Demokrat Partiyi kuranlar arasında da Kapanilerin ağırlıkta olduğu görülmektedir. Partinin kurulmasına büyük destek veren Tevfik Rüştü Aras’ı ve Damadı olan Fatin Rüştü Zorlu’yu görmekteyiz.

    CHP’ye karşı siyasi mücadele vermeye başlayan ve Demokrat partide ağırlığını koyan Kapaniler, 1951’de Atatürk’ü koruma kanununu çıkarmaya da muvaffak olmuşlardır. Fakat 27 Mayıs 1960’da Demokrat Partiyi indiren bu sefer Karakaşi grubu olmuştur.

    Kısaca söylemek gerekirse Türkiye’nin siyasi hayatı 1924’ten 1950’ye kadar tek partili bir dönem sürmüş ve önce Kapanilerin sonrasında da Karakaşi grubun etkisine girmiştir. Çok partili hayat ile birlikte bu sefer ABD’nin destek ve yardımı ile Karakaşi-Kapani çatışması tekrar şiddetlenmiş yönetim dönem dönem bir o tarafın bir bu tarafın etki altına girmiştir.

    Bu çatışma mason localarına da sıçramıştır. Aynı Sabetaycılar gibi faaliyetlerini gizli olarak sürdüren Masonlar, yurt dışındaki İslam düşmanları ile de işbirliği içindedir. Bununla birlikte Hristiyan, Yahudi ve daha bir çok farklı etnik ve dini kökenli insanlara da hizmet etmektedirler. Günümüzde bunlara ilave olarak bir de FETÖ örgütü aralarına katılmıştır. Sabetaycı ve Fetocular, Masonların değişik localarına kayıt yaparak ülkemizin siyasi hayatını gizli yollarla etkilemeye devam etmektedirler.

    Ülkemizde dört farklı Mason teşkilatı bulunduğu tahmin edilmektedir. Bunların bir kısmı “kainatın yüce mimarı” diyerek tanrı’ya inanmayanları üye kabul etmemektedir. Diğer bir kısmı ise ateist veya agnostiktir. Bunlar arasında da geçimsizlik, kavga, çekişme vardır. İşte ülkemiz siyasetçileri onların bu kavgası sayesinde bir parça nefes almaktadır. Eğer bunlar birleşip ortak hareket etmiş olsa idiler; gerçekten de işimiz çok zor olacaktı.

    Sabataycıların Yakubiler grubunun genellikle Kapancılara karşı Karakaşileri destekledikleri gözlenmektedir. Türkler arasına karışarak büyük ölçüde asimile olan bu grubun niçin bu şekilde hareket ettiği üzerinde çalışmalar yapılması gerekir. Elbette en güzeli Yakubilerden birisinin çıkıp meseleyi izah etmesidir. Lakin böylesi bir çalışma büyük cesaret ister. Sabetaycıların derin sırlarına vakıf olan kişilerin yapacağı ve vatanperverlik gerektiren cinsten işlerdir. Bunu beklemek ise ham hayaldir. Biz ise sadece kamuoyuna yansıyan ve kayıtlara geçen bilgilerden yararlanarak bazı analizler yapabiliyoruz.

    Türkiye Sabataycıları arasında kapalı kapılar ardında gizli toplantılar yapıldığı ortaya çıkmakta ve bu konuda duyumlar alınmaktadır. Karakaşi-Kapani-Yakubi gruplarının ileri gelen zenginleri; anlaşmaya ve özellikle de ABD’den gelen baskılar nedeni ile Ak Parti hükümetine karşı ortak tavır almaya çalıştığı gözlenmektedir. 15 Temmuz 2016 darbesine halkın direnç göstererek karşı çıkması, yeni bir yapılanmaya ihtiyaç göstermektedir.

    Artık gizli yollardan ülke yönetimini ele geçirme imkanı kalmayınca “kavgayı bırakıp işbirliği yapma kararı” kendileri açısından önem kazanmıştır. Bu duruma karşı hükümetin uyanık olması ve Sabetay Yahudileri üzerinde akademik çalışmalar yapılması için YÖK’ü ve üniversiteleri uyarması gereklidir. Keza bu konuda araştırma yapması gereken kamu kurumlarının da üzerlerine büyük görev düşmektedir.

    Eğer bunu yapmazlar ise; gizli olarak faaliyet yürüten ve ülkemize onarılması zor zararlar veren bu Sabetaycı grupların yaptıkları fenalıklar, artarak devam edecektir, vesselam…

    Vehbi Kara / Emekli Deniz Subayı

    Seyyid Kutub’u Neden Seviyorum?

    Çünkü, göğsümde düğümlenip kalan ve zihnimde yoğunlaşan, ifade edemediğim pek çok şeyi dile getirdi. Onları Seyyid’in kalemiyle yazılmış olarak karşımda buldum. O, kalbimin sırlarını benden daha iyi ifade edebildi ve kendimle konuşmamı anlamamı sağladı.

    Seyyid’i seviyorum çünkü beni Kur’an’ın gölgesinde yaşamaya yönlendirdi. “Bu, sadece tadına varanların bildiği bir nimettir .. Ömrü uzatan, bereketlendiren ve arındıran bir nimet.” Allah’ın, insan olarak, yaratıcı büyük Allah’ın kelamıyla bana hitap etmesinden ve O’nun sözlerini okuyabilmemden, ezberleyebilmemden, yazabilmemden ve tefsir edebilmemden daha büyük bir nimet olabilir mi?

    Seyyid’i seviyorum çünkü beni zaman makinesine soktu ve kendimi “eşsiz Kur’an nesli” ile birlikte buldum. Bu neslin neden farklı olduğunu, bu büyük mesajı ufuklara taşıyacak liyakata nasıl sahip olduklarını anladım. Defalarca sahabe hayatlarını okudum ama Seyyid’in zaman makinesi beni onlarla beraber yaşamaya götürdüğünde, aklım ve kalbimle bu nesille yaşamayı başardım.

    Seyyid’i seviyorum çünkü ondan iman üstünlüğünün ve İslam gururunun anlamını öğrendim. Onu okuduktan sonra anladım ki bu dini anlamaya ne kadar derinlemesine dalarsam, kendime olan güvenim o kadar artıyor ve cahiliyenin yeryüzünde kaynadığını ve halkının küçük ve cılız ilgilerinin ne kadar değersiz olduğunu o kadar net bir şekilde anlıyorum.

    Seyyid’i seviyorum çünkü onunla Müslüman kimliğimi keşfettim; küçük işlerden arınan ve inancıyla başkalarından ayrılan bir kimlik… Anladım ki ben kaybolmuş insanların sürüsüne değil, Adem’den Nuh’a, Muhammed’e kadar ve binlerce elçiyle bu yüce yolda yürüyen en üstün ve büyük insanlara aidim. Onlardan sonra ise tarihteki en iyi nesle, sahabelere, insanların içinden çıkarılmış en hayırlı ümmete aidim. Bu aidiyetle, Seyyid ile birlikte “Müminin akidesi onun vatanıdır, kavmidir, ailesidir… Ve böylece insanlar yalnızca ona odaklanırlar, hayvanların otlak ve sürü için toplandığı gibi değil!” anladım.

    Bu kimlik ile diğer aidiyetler arasında belirgin ve net bir çizgi olduğunu öğrendim, ne bir köprü, ne de gri alanlar var. “(Sizin dininiz size, benim dinim bana)” Yarı yolda buluşma yoktur, ne kadar cahiliye İslam örtüsüne bürünse ya da bu başlığı iddia etse bile. “Cahiliye, cahiliyedir; İslam ise İslam. Aralarındaki fark büyük, ve yol cahiliyeden bütünüyle çıkıp bütünüyle İslam’a yönelmektir.”

    Seyyid’i seviyorum çünkü onunla Allah’ın kelimesinin en yüce olması ve dinin bütünüyle Allah’a ait olması anlamını öğrendim. “Kendisinden önceki kitabı doğrulayan ve onu koruyan” anlamını anladım. İslam, insanların ruhlarında ve kalplerinde etki yaratmak için fırsat arayan bir din olarak gelmedi; o, hakim olmak ve hükmetmek için geldi. Allah’ın kelimesi en yüce olmalı, dinin otoritesi hakim olmalı ve tüm cahiliye adetleri ayaklar altında olmalıdır.

    Seyyid’i seviyorum çünkü onunla İslam’ın evrenselliği anlamını ve alemlere rahmet anlamını öğrendim. Seyyid’den önce bu evrenselliğin anlamını en fazla, Hristiyan misyonerler gibi ya da Tebliğ Cemaati usulüyle her türlü yönetim altında herkese barışçıl bir davet olarak anlıyordum. Ama Seyyid’den sonra anladım ki İslam, yalnızca bir ülke için değil, birden fazla ülke için değil, tüm dünyada yayılana kadar durmayan bir otorite olarak gelmiştir.

    Seyyid’i seviyorum çünkü onunla bu dinin hayatın her alanındaki mutlak referansını öğrenip hazmettim. Bize kitap ve sünnetin referans olduğunu öğrettiler, ama biz onların sadece abdest, namaz, evlilik ve boşanma gibi konularda referans olduklarını düşündük. İbrahim Peygamber’in “De ki: Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir” sözünün anlamını, Seyyid’in bana bu dinin en yüce otoritesinin ne olduğunu gösterene kadar anlayamadım.

    Seyyid’i seviyorum çünkü ondan öğrendim ki doğru inanç sadece teorik metinler değil, gerçek sonuçları ve duygularda, sözlerde, davranışlarda ve tutumlarda yansımasıyla birlikte gelir. Ondan saf tevhidin sadece sözlü bir ezber olmadığını, Allah’tan başka her şeyden tamamen kurtulmak olduğunu öğrendim. Bu yüzden neden şehitlerin efendisinin zalim bir yönetici karşısında hak sözü söyleyen kişi olduğunu anladım, çünkü bu makamda hak sözü söylemeye karar veren kişi, Allah’tan başka hiçbir şeyin önemi olmadığını ve hiçbir güç ya da irade olmadığını kesin bir şekilde anlamalıdır.

    Seyyid’i seviyorum çünkü ondan öğrendim ki gerçek özgürlük, Locke veya Hobbes’un özgürlüğü değil, Allah’tan başka her şeyden kurtulmak demektir. Seyyid’den öğrendim ki şehvetlere, arzulara ve insan kanunlarına boyun eğmek özgürlük değil, ne kadar süslü ve güzel görünüyor olursa olsun, başka bir tür köleliktir.

    Seyyid’i seviyorum çünkü ondan öğrendim ki gerçek adalet, ancak Allah’ın şeriatıyla olabilir; hiçbir insan yasası göklerin adaletine denk olamaz. Dünyanın en tarafsız hukuk sistemlerinde bile yargıçlar ne kadar gayret edip adaletle karar verirlerse versinler, onların hükmettikleri kanunlar insan yasalarıdır ve göklerin adaletiyle kıyaslanamaz.

    Seyyid’i seviyorum çünkü ondan öğrendim ki zalimlere küçümsemek gerektiğini ve onların gücünün aslında sadece kendilerine “halk” denilen koyun sürüsünün zayıflığından kaynaklandığını fark ettim. “Zalim aslında güç ya da otorite sahibi bir birey değil; gerçekte, ona sırtını veren, boynunu uzatan, başını eğen ve onurundan ve haysiyetinden vazgeçen cahil ve itaate alışmış kalabalıklardır.”

    Bunu, Seyyid’in kişiliğinde gördüm; hakim ona “Nasır’ı öldürmeye teşebbüs etmekle suçlanıyorsun” dediğinde, “Nasır’ı öldürmek küçük bir hedeftir. Biz, Nasır gibilerin çıkmadığı bir millet inşa etmeyi hedefliyoruz” cevabını vermiştir.

    Seyyid’i seviyorum çünkü ondan bu dine ve onun getirdiklerine gurur duymayı öğrendim ve bazı Müslümanların savunma ve utanma eğilimlerini, yenilgi psikolojisini küçümsedim. “İslam’da utanılacak hiçbir şey yoktur, savunmak zorunda kalacağımız bir şey yoktur, başkalarına gizlice yaklaştıracağımız bir şey yoktur, ya da onun gerçeğini açıkça söylemekte tereddüt edeceğimiz bir şey yoktur.”

    Seyyid’i seviyorum çünkü bu dinin insanlara bir rehber olduğunu, insan kapasitesiyle ele alındığını öğrendim. Bu, gerçekçi bir metodoloji; onu uygulamak, yaymak ve uğrunda cihat etmek bizim sorumluluğumuzdur, bizim çabamızla ve insan kapasitemizle. Peygamber Muhammed (sav) bile mucizelerle değil, kendi cihadı ve arkadaşlarının cihadıyla zafer kazandı. Mekke’de on üç yıl bekledi, Uhud’da başına gelenlerle yüzleşti, Hendek’te kuşatıldı ve Huneyn’de ordusu neredeyse bir felaketle karşılaştı.

    Allah’ın kelamı üzerine Seyyid’in yorumunu okuduğumda neşelenir ve yüksek bir semada uçuyorum: ” Düşmanınıza iki mislini verdirdiğiniz kayıp kendi başınıza gelince “Bu nereden başımıza geldi?” mi diyorsunuz? De ki: “O, kendinizdendir.” Doğrusu Allah her şeye kadirdir.” (Al-i İmran, 3:165).
    Ve biliyorum ki biz de diğerleri gibi Allah’ın yasalarına tabiyiz; Müslümanlar için Allah’ın yasalarından bir istisna yoktur. (Allah’ın yasasında bir değişiklik bulamazsın, Allah’ın yasasında bir sapma bulamazsın.) Seyyid’i seviyorum çünkü o, yumuşaklığı ve yenilgi ruhunu reddediyor ve Müslümanın her durumda üstün bir ruh haliyle hareket etmesini istiyor. Çünkü “Bu dinin fıkhı, kitaplar ve soğuk kağıtlarla uğraşanlardan alınamaz” ve “Kolay bir davayı her zayıf üstlenebilir, ancak zorlu ve çetin bir davayı sadece güçlüler üstlenir ve sadece en sağlamlar başarabilir” dediği için. “Cihadın bedelini ödemeyen, oturmanın bedelini ödeyecektir” dediği için. Ve “Eğer İslam’ın etkili olması isteniyorsa, İslam’ın hükmetmesi zorunludur; bu din, manastırlara ve tapınaklara çekilmek ya da kalplerde ve vicdanlarda saklanmak için gelmedi” dediği için. Ve “Abdestin bozulması konusunda fetva isteyen, ancak İslam’ın bozulması konusunda fetva istemeyen Amerikan tarzı bir İslam” isteyenlere karşı olan öfkemde Seyyid’in beni nasıl rahatlatmış olduğunu düşünüp anladım.

    Seyyid’i seviyorum çünkü onun sertliği, ciddiyeti, meydan okumaları ve kararlı inatçılığına rağmen, İslam çerçevesinde sevgi anlamları üzerine duygusal yorumlarında olağanüstü bir zarafet vardı. Peygamberimiz (sav)’in Hatice ve Aişe’ye olan sevgisi, sahabelerine olan sevgisi, ifk hadisesiyle başa çıkması, Cüveyriye ile evliliği, kızı Zeynep’e karşı olan yumuşaklığı ve Ebu’l-As olayında nasıl davrandığı üzerine yaptığı yorumlarla beni çok etkiledi.

    Seyyid’i seviyorum çünkü onun cihat, savaş, izzet ve üstünlük anlamları üzerine konuşması zihninizi ele geçirirken, manevi terbiye üzerine yaptığı konuşmalar kalbinizi fetheder, duygularınıza hâkim olur ve ruhunuzu huşu içinde dalgalandırır; tasavvufun manevi halleri veya ariflerin vecdi gibi şeylere ihtiyaç duymazsınız. Seyyid’in, tasavvufun safsata ve hurafelerinden, mutezilenin kuruluğundan arındırılmış, saf sünnî metodu ruhani olarak benim için nasıl bir uçuş yaşattığını itiraf ediyorum. “Medaricu’s-Salikin” ve “İhya-u Ulumi’d-Din” kitaplarını seviyorum, ama bu kitaplar beni Seyyid’in ruhani uçuşları kadar etkileyemiyor.

    Seyyid’i seviyorum çünkü en zor tevazu türünü, yani entelektüel tevazuyu başardı; sürekli olarak müftü veya ilmî bir otorite olmadığını tekrarladı ve “Fi Zilalil Kur’an” kitabını tefsir olarak nitelendirmeyi reddetti, böylece şer’i bir otorite sorumluluğunu üstlenmek istemedi. Sonrasında ise, önceki yazılarında sahabelerden bazılarına yönelik aşırılık ve edebi anlamlardaki rahatlığı konusunda geri adım atarak tevazuyla hakikate döndü ve hayatının sonunda önceki kitaplarına bakılmamasını, İslam’ın saflığı konusunda net bir görüş edinmeden önce yazdıklarının dikkate alınmamasını tavsiye etti.

    Seyyid’i seviyorum çünkü o, üstünlük, direniş, izzet ve onurun, manevi yönlerin örneğiydi. “Allah ile çalışmaktan dolayı özür dilemeyeceğim” ifadesi beni etkiliyor. “Namazda Allah’ın birliğine şehadet eden işaret parmağı, zalim bir hükümdarın hükmünü kabul eden bir kelime bile yazmaz.” ifadesi de beni etkiliyor. “Neden merhamet dileyeyim? Hak ile hüküm giydiysem, hak hükmünü kabul ederim; batıl ile hüküm giydiysem, batıldan merhamet dileyecek kadar küçük değilim.” ifadesi de beni etkiliyor. “Şehit, Allah’ın kanununun kendi hayatından daha değerli olduğunu ispatlayan kişidir.” ifadesi de beni etkiliyor. İdam edileceği zaman saray alimi ona kelime-i şehadet telkin ettiğinde “Beni buraya getiren ‘La ilahe illallah’ değil mi?” ifadesi de beni etkiliyor. Allah aşkına, davası uğruna Rabbi ile buluşmayı arzulayan kişinin iman gücünden, sağlam psikolojisinden ve davasına olan bağlılığından şüphe eden birisi olabilir mi?

    Ve son olarak, onu seviyorum çünkü kendisini isimlendirmeden geleceğini öngördü; “Bin yıl yaşasa bile davasına hizmet edemeyecek nice şehit var ki, davasını şehitliği ile savundu.” dedi. “Eğer beni öldürürlerse, kelimelerim daha güçlü olacak.” dedi. “Fikirlerimiz ve kelimelerimiz, uğrunda ölene veya onları kanla besleyene kadar cansız kalır; o zaman dirilirler ve yaşayanlar arasında yaşarlar.” dedi.

    Onu seviyorum çünkü kendisini ünlü şiiri “Kardeşim, sen duvarların ardında özgürsün” ile övdü; “Allah bizi davası için seçti ve biz de onun yolunda yürüyeceğiz” dediği şiirinde, “Bizden bir kısmı, vaat edilen vakitte ölmeyi seçti ve bir kısmı da sözünü yerine getirmek için hayatta kaldı…”

    Ve Allah onun gözünü aydınlattı; yeryüzünü dolduran ve cahiliye liderliğini şaşırtan bütün cihad hareketlerinde büyük bir rol oynadı… Ve Allah emrinde galip olandır; ancak insanların çoğu bunu bilmez…

    Yazar: İhsan el-Fakih

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    08.09.2024 OF

    لماذا أُحبّ سيد قطب؟!

    لأنه تحدث بكثير مما تحشرج في صدري، وازدحم في ذهني، وعجزتُ أن أُخرجه، فوجدته مكتوبا أمامي بقلم سيد..
    فكان أقدر على البوح لي مني بأسرار قلبي وتمكيني من فهم حديثي لنفسي.

    أحب سيدا لأنه هو الذي أخذ بيدي للعيش في ظلال القرآن، “فأدركتُ أنها نعمة لا يعرفها إلا من ذاقها..نعمة ترفع العمر وتُباركه وتزكيه”. وأيّ نعمة أكبر من أن يخاطبك الله الخالق العظيم بكلامه هو، ويمكنك من تلاوته وحفظه وكتابته وتفسيره، وأنت البشر الضعيف.

    أحب سيدا لأنه أدخلني آلة الزمن، فوجدت نفسي مع “جيل قرآني فريد”، وأدركت لماذا تميز هذا الجيل، ولماذا كان أهلا لأن يحمل هذه الرسالة العظمى للآفاق. وكم مرة قرأت سيرة الصحابة فلم أتمكن من العيش بوجداني وروحي وقلبي وعقلي مع هذا الجيل بمثل ما نقلني سيد في آلته الزمنية.

    أحب سيدا لأني تعلمت منه معنى استعلاء الإيمان وكبرياء الإسلام،
    وأدركت -بعد قراءتي له- بأنني كلما استغرقت في فهم حقيقة هذا الدين مقابل مناهج البشر التائهين كلما ارتفعت هامتي وترسخت ثقتي بنفسي وأحسست بيقين “أنني أنظر من علو إلى الجاهلية التي تموج في الأرض، وإلى اهتمامات أهلها الصغيرة الهزيلة.”

    أحب سيدا لأنني اكتشفت به هويتي كمسلمة ترتقي عن الصغائر وتتميز عن البقية بعقيدتها التي لا يقارن بها أي انتماء..
    علمت أني لا أنتمي إلى قطيع البشر الضالين، بل لمسيرة طويلة كان فيها أرقى البشر وأعظمهم منذ آدم إلى نوح إلى محمد مرورا بآلاف الرسل الذين كرمهم الله بالوحي والرسالة. وأنتمي بعدهم إلى أفضل جيلٍ مرّ على التاريخ، جيل الصحابة، خير أمة
    أخرجت للناس، ونِعم الفخر ونعمت الكرامة.

    بهذا الإنتماء أدركت مع سيد أن “عقيدة المؤمن هي وطنه، وقومه، وهي أهله.. ومن ثم يتجمع البشر عليها وحدها، لا على أمثال ما تتجمع عليه البهائم من كلأ ومرعى وقطيع وسياج !”
    وعلمتُ أن الخط الفاصل بين هذه الهوية والإنتماءات الأخرى خط واضح وعزل بائن لا برزخ فيه ولا مناطق رمادية
    “(لكم دينكم ولي دين) ولا أنصاف حلول، لا إلتقاء في منتصف الطريق، مهما تزيّنت الجاهلية بزي الإسلام أو ادَّعَت هذا العنوان.
    “إن الجاهلية جاهلية، والإسلام إسلام، والفارق بينهما بعيد، والسبيل هو الخروج عن الجاهلية بجملتها إلى الإسلام بجملته.“
    أحب سيدا لأنني فهمت معه معنى أن تكون كلمة الله هي العليا، ومعنى أن يكون الدين كله لله، ومعنى “مصدقا لما بين يديه من الكتاب ومهيمنا عليه”..
    لم يأت الإسلام ليتسول الفرصة للتأثير في النفوس والقلوب بل جاء ليحكم ويسيطر ويهيمن وتكون كلمة الله هي العليا وسلطة الدين هي المهيمنة وقوى الجاهلية كلها تحت الأقدام.
    أحب سيدا لأنني من خلاله عرفت معنى عالمية الإسلام، وعرفت معنى رحمة للعالمين.
    لقد كان غاية فهمي لهذه العالمية -قبل سيد- أن الإسلام دعوة سلمية لكل البشر تحت أي حكم كان على طريقة التبشير المسيحي أو جماعة التبليغ، لكنني -بعد سيد- أدركت أن الإسلام جاء ليكون سلطة كاملة شاملة، لا لقطر واحد، ولا بضعة أقطار، بل حكما ممتدا لا يتوقف حتى لا يبقى بيت مدر ولا وبر إلا ودخله بعز عزيز أو بذل ذليل.

    أحب سيدا لأنني تشربت معه المرجعية المطلقة لهذا الدين في كل حياة الناس. لقد علمونا أن الكتاب والسنة هما المرجع لكننا ظننا أنهما مرجعية الوضوء والصلاة والزواج والطلاق، ولم أدرك معنى كلام نبي الله إبراهيم “قل إن صلاتي ونسكي ومحياي ومماتي لله رب العالمين” حتى دلني سيد على مفهوم الحاكمية العليا لهذا الدين، ومنها دلني على المرجعية الشاملة في كل شيء، في حياة الفرد والمجتمع والدولة والعالم، فلا فرصة لأي شيء في الحياة إلا بالله ولله وعلى المنهج الذي يرضي الله.
    أحب سيدا لأنني تعلمت منه أن العقيدة الصحيحة ليست نصوصا نظرية دون مقتضياتها الحقيقية، ودون تمثلها في الشعور والكلام والسلوك والمواقف. وتعلمت منه أن التوحيد الخالص ليس في تلقين لفظي، بل هو في التحرر الكامل من غير الله. وهنا أدركت لماذا سيد الشهداء هو من يقول كلمة الحق أمام سلطان جائر، ذلك لأنه في هذا المقام لن يعزم على قول كلمة الحق إلا وقد تيقن حقيقة أن لا هيبة إلا لله، ولا قدرة ولا إرادة إلا لله، وهنا التحقيق المثالي للتوحيد.
    أحب سيدا لأني تعلمت منه أن الحرية الحقيقية ليست حرية (لوك ولا هوبز) بل هي التحرر من كل شيء إلا الله،
    وتعلمت من سيد أن الخضوع للشهوات والهوى والخضوع لتشريع بشري ليس تحررا بل هو نوع آخر من العبودية
    مهما زركشوه وجمّلوه.
    أحب سيدا لأني أدركت أن العدل الحقيقي لن يكون إلا بشريعة الله التي لا يوازيها أي قانون من شرائع البشر. ومهما اجتهد القضاة وتجردوا في العدل بين المتخاصمين في أنزه أنظمة القضاء في العالم فالقانون الذي حكموا به قانون بشري لا يقارن بعدالة السماء.
    أحب سيدا لأني تعلمت منه أن أحتقر الطغاة، وأدركت أن قوتهم لم تأت إلا من ضعف القطيع الذي يسمى شعبا،
    “وما الطاغية إلا فرد لا يملك في الحقيقة قوة ولا سلطانا، إنما هي الجماهير الغافلة الذلول، تمطي له ظهرها فيركب! وتمد له أعناقها فيجر! وتحني له رؤوسها فيستعلي! وتتنازل له عن حقها في العزة و الكرامة فيطغى! العبيد هم الذين يهربون من الحرية فإذا طردهم سيد بحثوا عن سيد آخر؛ لأن في نفوسهم حاجة مُلِحَّة إلى العبودية لأن لهم حاسة سابعة: حاسة الذل”
    ورأيت ذلك متمثلا في شخصيته، حين سأله القاضي إنك متهمٌ بمحاولة قتل عبدالناصر، فقال: إن قتل عبدالناصر هدفٌ تافه، إننا نهدف لبناء أمة لا يخرج فيها مثل عبدالناصر !
    أحب سيدا لأني تعلمت منه أن أفتخر بهذا الدين، وبكل ما جاء فيه، واستسخف نهج الدفاع والخجل عند بعض المسلمين، والتبريرات الإنهزامية لبعض الأحكام والمباديء. “ليس في إسلامنا ما نخجل منه، وما نضطر للدفاع عنه، وليس فيه ما نتدسس به للناس تدسساً، أو ما نتلعثم في الجهر به على حقيقته. إذا كان هناك من يحتاج للدفاع والتبرير والاعتذار فليس هو الذي يقدم الإسلام للناس، وإنما هو ذاك الذي يحيا في هذه الجاهلية المهلهلة المليئة بالمتناقضات وبالنقائض والعيوب، ويريد أن يتلمس المبررات للجاهلية. وهؤلاء هم الذين يهاجمون الإسلام ويلجئون بعض محبيه الذين يجهلون حقيقته إلى الدفاع عنه، كأنه متهم مضطر للدفاع عن نفسه في قفص الاتهام!”

    أحب سيدا لأني تعلمت منه أن هذا الدين منهج للبشر، نتعامل معه بقدرات البشر، منهج واقعي، نتحمل مسؤولية تطبيقه ونشره والجهاد من أجله، نحن بجهدنا وبقدراتنا البشرية. وحتى محمدا عليه الصلاة والسلام لم ينتصر بالمعجزات بل بجهاده وجهاد من معه رضي الله عنهم، وهو الذي انتظر ثلاثة عشر عاما في مكة، ولاقى ما لاقى في أحد، وحوصر في الخندق، وكاد أن تقع لجيشه كارثة في حنين. وأطرب وأنتشي وأحلق في سماء عالية حين أقرأ تعليق سيد على كلام الله (أولما أصابتكم مصيبة قد أصبتم مثليها قلتم أنى هذا قل هو من عند أنفسكم)، وأعلم أننا خاضعون لسنن الله مثل غيرنا، فلا استثناء للمسلمين من سنن الله (ولن تجد لسنة الله تبديلا ولن تجد لسنة الله تحويلا).
    أحب سيدا لأنه يرفض الميوعة وروح الهزيمة، ويريد للمسلم أن يتعامل بنفسية فوقية في كل ظروفه، لأن ”فقه هذا الدين لا يجوز أن يؤخَذ عن القاعدين، الذين يتعاملون مع الكتب والأوراق الباردة”، ولأن “الدعوة الهينة يتبناها كل ضعيف، أما الدعوة العتية الصعبة فلا يتبناها إلا الأقوياء ولا يقدر عليها إلا الأشداء”، ولأن “من لم يدفع ثمن الجهاد، فسوف يدفع ثمن القعود،” ولأنه “إذا أريد للإسلام أن يعمل، فلابد للإسلام أن يحكم، فما جاء هذا الدين لينزوي في الصوامع والمعابد، أو يستكن في القلوب والضمائر” ولكم شفى غليلي سيد في هؤلاء الذين ”يريدون إسلاما أمريكانيا، إسلاما يُستفتى في نواقض الوضوء، ولكنه لا يُستفتى في نواقض الإسلام.”

    أحب سيدا لأنه رغم صلابته وجديته وحياة التحدي والعناد الصارم كان فائق الرقة في تعليقاته الوجدانية على معاني الحب الواقعة داخل إطار الإسلام. وكم بهرني في تعليقاته على حب النبي صلى الله عليه وسلم لخديجة وعائشة، وحبه لصحابته، وتعامله مع قصة الإفك، وزواجه من جويرية، ورقته تجاه ابنته زينب في قصة أبي العاص، وكلامه عن الإخوة بين المهاجرين والأنصار!!

    أحب سيدا لأنه مثلما يأسر عقلك حديثه عن معاني الجهاد والقتال والعزة والهيمنة، فإن حديثه عن التربية الروحية يأخذ قلبك ويستولي على مشاعرك ويسيح بروحك في فضاء الخشوع فلا تحتاج لتجليات الصوفية ولا وجد العارفين. واعترف أني ممن يحب مدارج السالكين وإحياء علوم الدين، لكنها لا تحلق بي مثلما يحلق بي سيد روحانيا بالطريقة السنية الصافية الخالية من خزعبلات الصوفية وجفاف المعتزلة.

    أحب سيدا لأنه حقق أصعب أنواع التواضع وهو التواضع الفكري فلطالما كان يكرر أنه ليس مفتيا ولا مرجعا علميا وأصر على تسمية كتابه في ظلال القرآن ورفض أن يعتبره تفسيرا حتى لا يتحمل مسؤولية المرجعية الشرعية. ثم جمع بين التواضع والعودة للحق حين تراجع عما كتبه سابقا مما فيه تجاوز على بعض الصحابة وتبسط في المعاني الأدبية وأوصى في نهاية حياته أن لا يلتفت إلى الكتب السابقة قبل ان تتضح له صفاء هذا الدين.
    أحب سيدا لأنه كان مثال كل ذلك
    مثال الإستعلاء ومثال الصمود ومثال العزة والكرامة ومثال الروحانية
    تطربني عبارته “لن أعتذر عن العمل مع الله”
    وعبارته “إن إصبع السبابة الذي يشهد لله بالوحدانية في الصلاة ليرفض أن يكتب حرفا واحدا يقر به حكم طاغية.”
    وعبارته “لماذا أسترحم؟ إن كنت محكوما بحق فأنا أرتضي حكم الحق، وإن كنت محكوما بباطل، فأنا أكبر من أن أسترحم الباطل.”
    وعبارته في تعريف الشهيد “هو الذي شهد أن شرع الله أغلى من حياته”
    وعبارته حين حين جاء عالم البلاط يلقنه الشهادة “وهل أتى بي للمشنقة إلا لا إله إلا الله”
    فبالله عليكم هل يراود أحد الشك في قوة إيمانه وصلابة نفسيته وشوقه للقاء ربه من أجل قضيته
    وأخيرا أحبه لأنه استشرف مستقبله دون أن يسمي نفسه
    فهو كما قال “كم من شهيد ما كان يملك أن ينصر عقيدته ودعوته ولو عاش ألف عام، كما نصرها باستشهاده”
    وقال “ستكون كلماتي أكثر قوة لو قتلوني”
    وقال “إن أفكارنا وكلماتنا تظل جثثا هامدة ، حتى إذا متنا في سبيلها أو غذيْناها بالدماء انتفضت حية وعاشت بين الأحياء“

    وأحبه لأنه رثى نفسه بقصيدته المشهورة اخي انت حر وراء السدود والتي قال فيها
    قد اختارنا الله في دعوته و إنا سنمضي على سُنته
    فمنا الذين قضوا نحبهم ومنا الحفيظ على ذِمته…
    وها قد أقرَ الله عينه فكان له دور كبير في كل المسيرة الجهادية التي ملأت الأرض وأربكت قيادة الجاهلية..
    والله غالب على أمره ولكن أكثر الناس لا يعلمون ..

    الكاتبة إحسان الفقيه

    Rabî’ el-Medhalî ve Seyyid Kutub ..

    Bu mektup, Suudi Arabistan’daki kıdemli alimlerden olan Şeyh Bekir Ebu Zeyd’in, Rabî’ el-Medhalî’ye yazdığı bir mektuptur. Bu mektupta Ebu Zeyd, el-Medhalî’nin Seyyid Kutub’u tenkit ettiği “الأضواء الإسلامية” adlı kitabını gözden geçirmiş ve kitaptaki sert tenkitlerin haksız ve yersiz olduğunu belirtmiştir. İşte mektubun Türkçe tercümesi:👇

    Rabî’ el-Medhalî ve Seyyid Kutub

    Rabî’ el-Medhalî, Seyyid Kutub’u tenkit etmek amacıyla “الأضواء الإسلامية” adlı kitabını yazmış ve Suudi Arabistan’daki Kıdemli Âlimler Heyeti üyesi olan Şeyh Bekir Ebu Zeyd’e sunarak onun takdirini ve övgüsünü ummuştu. Ancak Şeyh Ebu Zeyd’in cevabı, Rabî’ el-Medhalî için oldukça sert ve onun mübalağa ve yalanlarını açığa çıkaran bir nitelikteydi. Şeyh Beker Ebu Zeyd’in Rabî’ el-Medhalî’ye yazdığı altın değerindeki bu mektup şöyledir:

    Saygıdeğer Kardeşim Şeyh Rabî’ b. Hadi el-Medhalî,

    Selamun Aleyküm ve Rahmetullah ve Berekatuhu.

    Size, gönderdiğiniz “Seyyid Kutub’un Akidesi ve Fikirleri Üzerine الأضواء الإسلامية” adlı kitabı okuma isteğinize cevaben, bu kitabı inceledim ve bazı değerlendirmelerim var. Bu değerlendirmeler, bu projenin rafa kaldırılmasını mı gerektirir yoksa düzeltildikten sonra yayınlanması mı mümkün kılar bilemem, Kitabınızın, ahirette sizin için bir sermaye, dünyada ise Allah’ın dilediği kullarına bir ışık olmasını temenni ediyorum. İşte görüşlerim:

    1. Kitabın içindekiler bölümünün ilk sayfasına baktığımda, Seyyid Kutub hakkında toplanmış bazı başlıklar gördüm. Bunlar arasında küfür, ilhad (inkârcılık), zındıklık, vahdet-i vücud inancı, Kur’an’ın yaratılmış olduğunu savunmak, Allah’ın sıfatlarını aşırı yüceltmek, mütevatir hadisleri kabul etmemek, kesinlikle inanılması gereken itikadi konularda şüphe uyandırmak ve toplumları tekfir etmek gibi başlıklar bulunuyor. Bu başlıklar, müminlerin tüylerini diken diken edecek kadar ağır ithamlar ihtiva ediyor. Müslüman âlimlerin bu kadar büyük günahlara karşı uyarıda bulunmamaları üzüntü verici. Bu başlıkların, Seyyid Kutub’un kitaplarının yayılması ve bu kitaplardan birçok kişinin faydalanması ile nasıl bağdaştırılabileceğini merak ediyorum. Siz bile yazdığınız bazı eserlerde ondan faydalandınız. Başlıklar ve muhtevalar arasındaki tutarsızlıkları gördüğümde, haberin haberi yalanladığını fark ettim. Bu başlıklar, genel olarak Seyyid Kutub’a iftira atmak ve onu küçük düşürmek amacıyla sıradan okuyucuyu kışkırtacak nitelikte. Ben kendim, sizin ve diğer Müslümanların günaha ve haksızlığa düşmesini istemiyorum. Kişinin sevaplarını, sevmediği ve düşman gördüğü birine hediye etmesi büyük bir hata ve kayıp olur.
    2. Bu kitabın şu eksiklikleri olduğunu tespit ettim:
    • İmi araştırma ilkeleri,
    • İlmi tarafsızlık,
    • Tenkit usülü,
    • Nakletme ve bilgi aktarımında dürüstlük,
    • Hakları gasp etmeme.

    Kitapta bu eksikliklerin yanı sıra edep, üslup kalite ve seviyesi ile takdim güvenirliliği de yoktur.

    İşte ispatları:

    İlk olarak, kitabın bazı bölümlerinde Seyyid Kutub’un eski baskılarına atıfta bulunduğunuzu gördüm. Misal, “Zilal” ve “Sosyal Adalet” adlı eserlerin tenkidini eski baskılarına dayandığınızı fark ettim. İlmi tenkit ve dürüstlük ilkelerine göre, tenkitin, her kitabın son baskısındaki metinlere yöneltilmesi gereklidir. Çünkü son baskılarda yapılan değişiklikler, önceki baskılardaki hataları geçersiz kılar. Bu durumun temel bilgilere sahip olduğunuzdan dolayı size de aşikar olduğunu düşünüyorum. Ancak bu durumu bilmez görünmeniz, size bilgi sağlayan bir öğrencinizin hatasından kaynaklanıyor olabilir. Bu durum, geçmiş alimlerin yaşayıp karşılaştığı durumlara da benzemektedir. Misal olarak, İbn Kayyim’in “Ruh” kitabında bazı kimseler, bu kitabın yazarın hayatının başlarında yazılmış olduğunu düşündü. Benzer şekilde, diğer bazı eserlerde de bu tür durumlar olmuştur. “Sosyal Adalet” kitabı da Seyyid Kutub’un İslami konularda kaleme aldığı ilk eserlerden biridir. Allah yardımcımız olsun.

    İkinci olarak, kitabın içindekiler bölümünde yer alan “Seyyid Kutub, Allah’tan başkasının da kanun koyabileceğini savunuyor” başlığına rastladığımda, cildim ürperdi. Hemen bu başlığı inceledim ve Seyyid Kutub’un “Sosyal Adalet” kitabından aktarılan uzun paragrafların bu başlıkla alakası olmadığını fark ettim. Farz edelim ki, bu ifadede yanlış anlaşılan veya yanlış yorumlanan bir cümle var; bu durumda bile bu ifadeyi küfre götüren bir tenkide dönüştürmek doğru değildir. Seyyid Kutub, hayatını Allah’ın tevhidini (hüküm ve teşrih konusunda) savunmaya, insan yapımı kanunları reddetmeye ve bu tür eylemlerle mücadele etmeye adamıştır. Allah, her işte adaleti ve dürüstlüğü sever ve umarım siz de adalet ve dürüstlüğe geri dönersiniz.

    Üçüncü olarak, kitabınızın başlıklarından bir diğeri “Seyyid Kutub’un vahdet-i vücud inancını savunması” şeklindedir. Seyyid Kutub, Hâdîd ve İhlâs surelerini tefsir ederken bazı benzer ifadeler kullanmıştır ve bu ifadeler onun vahdet-i vücud inancını savunduğunu iddia etmek için kullanılmıştır. Ancak, Seyyid Kutub’un Bakara suresi tefsirinde bu inanca açıkça karşı çıktığını da aktarmışsınız. Özellikle “İslami Düşünce Temelleri” adlı eserinde vahdet-i vücud inancına yönelik tatmin edici bir reddiye bulunuyor. Bu sebeple, Seyyid Kutub’un muğlak ifadelerini küfre götüren bir suçlama olarak nitelendirmek doğru olmaz. Dolayesiyle, Seyyid Kutub’un dolaylı olarak tekfir edildiği bu ifadeleri silmenizi teklif ediyorum.

    Dördüncü olarak, kitabınızda “Seyyid Kutub’un ‘Lâ ilâhe illallah’ kavramını alimlere ve dilcilere aykırı bir şekilde yorumladığı ve Seyyid Kutub’un rablık ve ilahlık kavramlarını tam olarak anlamadığı” şeklinde bir başlık yer alıyor. Sevgili kardeşim, bu ifadelerle Seyyid Kutub’un tevhid anlayışını ve hayatı boyunca savunduğu değerleri yok saymışsınız. Ancak Seyyid Kutub, tevhidin gerekliliklerinden biri olan hüküm ve teşrihte Allah’ın birliğini savunmuştur. Seyyid Kutub, Allah’ın şeriatının uygulanmasının yasaklanmasına karşı durduğu ve insan yapımı kanunların uygulanmasına büyük bir cesaretle karşı çıktığı için bu konuda çok fazla vurgu yapmıştır. İslam ümmeti, 1342 (Hicri) yılından önce böyle bir cesaret görmemiştir.
    Beşinci Nokta: İçindekiler bölümünde yer alan “Seyyid’in Kur’an’ın yaratılmış olduğu ve Allah’ın kelamının iradeden ibaret olduğu sözü” başlığına gelince; belirtilen sayfalara döndüğümde, Seyyid’in (Allah ona rahmet etsin) bu ifadeyi (Kur’an yaratılmıştır) açıkça belirttiğini gösteren tek bir harfe bile rastlamadım. Bu tür tekfir edici ifadelerin kullanılmasındaki bu kolaycılık nasıl olabilir? Gördüğüm en son şey, Seyyid’in “Ancak onlar, bu harflerden -yani muqatta’a harflerinden- bunun gibi bir kitap oluşturamazlar, çünkü bu Allah’ın eseridir; insanların eseri değil” gibi bir ifadesiydi. Bu ifade elbette hatalıdır; ancak bu ifadeden hareketle Seyyid’in bu küfür muhtevalı görüşü (Kur’an’ın yaratılmış olduğu) savunduğunu mu hükmedelim? Allah’ım, bunu üstlenemem… Bu ifade bana, merhum Şeyh Muhammed Abdülhalik Azime’nin “Kur’an-ı Kerim’in Üslubu Üzerine Çalışmalar” adlı kitabının önsözünde söylediği bir ifadeyi hatırlattı. Bu kitabı İmam Muhammed bin Suud İslam Üniversitesi’nin takdirleriyle basıldı. Peki, herkesi Kur’an’ın yaratılmış olduğunu söylemekle suçlayacak mıyız? Allah’ım, hayır.

    Bu noktada konuya dair söylediklerim bu kadar. Diğer açıdan şunları da ifade etmek istiyorum:

    1. Bu kitabın müsveddesi 161 sayfa olup el yazısıyla yazılmıştır. Farklı el yazıları mevcuttur. Geleneksel olarak yazdığınız sayfalardan hiçbirini tanımadım; ancak yazınız değişmiş olabilir ya da beni yanıltmış olabilir. Seyyid Kutub’un (Allah ona rahmet etsin) kitapları, öğrenciler tarafından hazırlanmış ve her bir öğrenci, denetiminiz veya dikte etmeniz altında uygun gördüğü şeyleri çıkarmış olabilir. Bu nedenle, bu kitabın size ait olduğundan emin değilim, ancak kitabın kapağında “yazar” olarak isminiz yer alıyor. Bu, sizin şahsınıza dair bir güvenilirlik belgesi olarak benim için yeterlidir.
    2. El yazıları farklı olsa da kitabın baştan sona aynı tarzda ilerlediği görülmektedir. Bu tarz, sürekli gergin bir ruh hali, sürekli bir heyecan, metni baskı altında tutarak büyük hataların ortaya çıkmasına neden olan bir tutum ve şüpheli ifadelerin kesin bir hükümle tartışılmaz bir şekilde ele alınmasıdır. Bu, ilmi tenkitin tarafsızlığını ihlal etmektedir.
    3. Biçim açısından, Seyyid’in üslubuyla karşılaştırıldığında, bu kitap onun seviyesinin altında kalıyor. Seyyid, yüksek bir seviyeye ulaşmışken, bu üslup “hazırlık” seviyesindedir ve ilmi bir makamı olan bir öğrencinin ortaya koyacağı bir şey değildir. Edebi zevk ve ifade kabiliyeti açısından eşdeğer bir kapasiteye sahip olunmalı ve takdim kabiliyeti iyi olmalıdır, aksi takdirde kalem kırılmalıdır.
    4. Kitapta baştan sona heyecan ve korku dolu bir üslup hakimdir. Bu nedenle, ilmi tenkit usülü eksiktir.
    5. Kitapta baştan sona saldırganlık, dar görüşlülük ve ifadelerde gerilim hakimdir. Bu nedendir; sebebi nedir?
    6. Bu kitap, gençlerin zihninde yeni bir partizanlık ruhunu canlandırıyor. Kimi zaman yasaklama, kimi zaman tenkit, kimi zaman bunun bir bidat olduğunu, diğerinin ise bidatçı olduğunu söylüyor. Yeterli delil olmaksızın, dinî kibir ve üstünlük duygusu geliştiriyor. Bu, bir kişinin bu eylemi gerçekleştirdiğinde, sırtından bir yük atmış ve bu yükten kurtulmuş gibi hissetmesine neden olur. Sanki ümmeti uçurumdan kurtarıyormuş gibi ve diğerleri tarafından daha fazla takdir edilmek için kendini yükseltiyor gibi bir duruma neden olur. Bu, yeterince araştırılmadan aslında bir yıkımdır ve yüksek şerefiyelerle yapılan bir inşaat olarak görülse de çöküşe ve ardından kuvvetli rüzgarlara kapılmasına yol açacaktır.

    Bu kitap, yukarıda belirtilen altı özellikten faydalanmıştır, bu yüzden keyif vermeyen bir şey haline gelmiştir. İsteğiniz doğrultusunda bu kadar söylemek yeterlidir ve gecikme için özür dilerim, çünkü bu adamın kitaplarını okumakla ilgilenmiyordum, ancak sizin bahsettiğiniz konular beni bu adamın umumen kitaplarını birkaç kez okumaya yöneltti. Kitaplarında çokça hayır, şerefli bir iman ve İslam’a yönelik düşman planları konusunda derin analizler buldum. Ancak, keşke bu cümleleri hiç söylememiş olsaydı dediğim pek çok cümleleri var. Ve bu hataların çoğunu başka bir yerde doğru olan bir sözüyle çelişiyor ve kusursuzluk nadirdir. Adam, edebi bir eleştirmen iken, daha sonra İslam’a hizmet etmeye yöneldi ve Kur’an-ı Kerim, sünnet ve peygamberin temiz yaşamı üzerinden çalıştı. Ve onun zamanının meselelerinde aldığı tavırlarından sonra, Allah yolunda tavırlarını sürdürdü. Ve o, boynunu uzatarak, kalemiyle özür dilemesi istendiğinde, bilinen imanî sözünü söyledi; “Şehadet için kaldırdığım bir parmakla, onunla tenakuz teşkil eden bir kelime yazmam.” ya da buna benzer bir şey. Bu nedenle, herkesin onun için af dilemesi ve onun ilminden faydalanması gerekir. Onun hatalarını tespit edip, bu hataların ilimlerinden ve kitaplarından yararlanmamızı engellememesi gerektiği hususunda uyarmalıyız. Allah seni korusun, onun durumunu, Şeyhülislam İbn Teymiye’nin savunduğu ve hatalarına rağmen savunduğu Ebu İsmail el-Harawi ve Abdulkadir Geylani’nin durumu ile karşılaştır. Ve Şeyhülislam İbn Teymiye, “Menasikü’s-Sairin”deki tuhaflıklar hakkında nasıl özür dilemişti. Bu konuda “Menasikü’s-Sairin” ve “Medaricü’s-Salikin” şerhinde geniş bir izah bulabilirsiniz. Ayrıca “İnsanları Zan ve Kesinlik Arasında Sınıflandırmak” adlı kitabımda bu konuda elde ettiğim kuralları açıkladım.

    Sonuç olarak, bu “الأضواء الإسلامية” adlı kitabın basımından vazgeçmenizi tavsiye ediyorum. Bu kitabın, âlimlere saldırma, onları tenkit etme, itibarlarını zedeleme ve faziletlerinden uzaklaşma yönünde gençleri yönlendirmesi ve onları harama sürüklemesi nedeniyle yayımlanması ve basılması caiz değildir.

    Allah seni korusun, ifadelerimde sert davrandıysam lütfen beni affet. Çünkü senin ağır tenkitlerin ve senin hakkındaki endişem nedeniyle böyle yazdım. Ve bu konuda ne düşündüğümü öğrenmek için ısrarın sebebiyle bu şekilde ifade ettim. Allah hepimizi doğru yolda daim kılsın.

    Ve selamün aleyküm ve rahmetullah.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    08.09.2024 OF

    ربيع المدخلي وسيد قطب
    كان ربيع المدخلي قد ألف كتابه “الأضواء الإسلامية” تجريحا في سيد قطب، ثم عرضه على العلامة بكر أبي زيد عضو هيئة كبار العلماء في السعودية حينها أملا في تزكيته والثناء عليه.
    لكن رد الشيخ كان قاسيا على المفتري ربيع و فاضحا لكذبه وبهتانه. الخطاب الذهبي الذي رد به العلامة بكر ابو زيد على ربيع المدخلي بعد عرض ربيع كتابه عليه
    فضيلة الأخ الشيخ / ربيع بن هادي المدخلي .. الموقر
    السلام عيكم ورحمة الله وبركاته.. وبعد:
    فأشير إلى رغبتكم قراءة الكتاب المرفق “أضواء إسلامية على عقيدة سيد قطب وفكره”.. هل من ملاحظات عليه. ثم هذه الملاحظات هل تقضي على هذا المشروع فيطوى ولا يروى، أم هي مما يمكن تعديلها فيترشح الكتاب بعد الطبع والنشر ويكون ذخيرة لكم في الأخرى، بصيرة لمن شاء الله من عباده في الدنيا، لهذا أبدي ما يلي..
    1 – نظرت في أول صفحة من فهرس الموضوعات فوجدتها عناوين قد جمعت في سيد قطب رحمه الله، أصول الكفر والإلحاد والزندقة، القول بوحدة الوجود، القول بخلق القرآن، يجوز لغير الله أن يشرع، غلوه في تعظيم صفات الله تعالى، لا يقبل الأحاديث المتواترة، يشكك في أمور العقيدة التي يجب الجزم بها، يكفر المجتمعات .. إلى أخر تلك العناوين التي تقشعر منها جلود المؤمنين .. وأسفت على أحوال علماء المسلمين في الأقطار الذين لم ينبهوا على هذه الموبقات .. وكيف الجمع بين هذا وبين انتشار كتبه في الآفاق انتشار الشمس، وعامتهم يستفيدون منها، حتى أنت في بعض ما كتبت، عند هذا أخذت بالمطابقة بين العنوان والموضوع، فوجدت الخبر يكذبه الخبر، ونهايتها بالجملة عناوين استفزازية تجذب القارئ العادي، إلى الوقيعة في سيد رحمه الله، وإني أكره لي ولكم ولكل مسلم مواطن الإثم والجناح، وإن من الغبن الفاحش إهداء الإنسان حسناته إلى من يعتقد بغضه وعداوته.
    2 – نظرت فوجدت هذا الكتاب يـفـتـقـد:
    أصـول البحث العلمي، الحيـدة العلمية، منهـج النقد، أمانـة النقل والعلم، عـدم هضم الحق.
    أما أدب الحوار وسمو الأسلوب ورصانة العرض فلا تمت إلى الكتاب بهاجس.. وإليك الدليل…
    أولاً: رأيت الاعتماد في النقل من كتب سيد رحمه الله تعالى من طبعات سابقة مثل الظلال والعدالة الاجتماعية مع علمكم كما في حاشية ص 29 وغيرها، أن لها طبعات معدلة لاحقة، والواجب حسب أصول النقد والأمانة العلمية، تسليط النقد إن كان على النص من الطبعة الأخيرة لكل كتاب، لأن ما فيها من تعديل ينسخ ما في سابقتها وهذا غير خاف إن شاء الله تعالى على معلوماتكم الأولية، لكن لعلها غلطة طالب حضر لكم المعلومات ولما يعرف هذا؟؟، وغير خاف لما لهذا من نظائر لدى أهل اعلم، فمثلاً كتاب الروح لابن القيم لما رأى بعضهم فيما رأى قال: لعله في أول حياته وهكذا في مواطن لغيره، وكتاب العدالة الاجتماعية هو أول ما ألفه في الإسلاميات والله المستعان.
    ثانيًا: لقد اقشعر جلدي حينما قرأت في فهرس هذا الكتاب قولكم (سيد قطب يجوز لغير الله أن يشرع)، فهرعت إليها قبل كل شيء فرأيت الكلام بمجموعه نقلاً واحدًا لسطور عديدة من كتابه العدالة الاجتماعية) وكلامه لا يفيد هذا العنوان الاستفزازي، ولنفرض أن فيه عبارة موهمة أو مطلقة، فكيف نحولها إلى مؤاخذة مكفرة، تنسف ما بنى عليه سيد رحمه الله حياته ووظف له قلمه من الدعوة إلى توحيد الله تعالى (في الحكم والتشريع) ورفض سن القوانين الوضعية والوقوف في وجوه الفعلة لذلك، إن الله يحب العدل والإنصاف في كل شيء ولا أراك إن شاء الله تعالى إلا في أوبة إلى العدل والإنصاف.
    ثالثًا: ومن العناوين الاستـفـزازيـــة قولكم (قول سيد قطب بوحدة الوجود).
    إن سيدًا رحمه الله قال كلامًا متشابهًا حلق فيه بالأسلوب في تفسير سورتي الحديد والإخلاص وقد اعتمد عليه بنسبة القول بوحدة الوجود إليه، وأحسنتم حينما نقلتم قوله في تفسير سورة البقرة من رده الواضح الصريح لفكرة وحدة الوجود، ومنه قوله: ((ومن هنا تنتفي من التفكير الإسلامي الصحيح فكرة وحدة الوجود)) وأزيدكم أن في كتابه (مقومات التصور الإسلامي) ردًا شافيًا على القائلين بوحدة الوجود، لهذا فنحن نقول غفر الله لسيد كلامه المتشابه الذي جنح فيه بأسلوب وسع فيه العبارة .. والمتشابه لا يقاوم النص الصريح القاطع من كلامه، لهذا أرجو المبادرة إلى شطب هذا التكفير الضمني لسيد رحمه الله تعالى وإني مشفق عليكم.
    رابعًا: وهنا أقول لجنابكم الكريم بكل وضوح إنك تحت هذه العناوين (مخالفته في تفسير لا إله إلا الله للعلماء وأهل اللغة وعدم وضوح الربوبية والألوهية عند سيد).
    أقول أيها المحب الحبيب، لقد نسفت بلا تثبت جميع ما قرره سيد رحمه الله تعالى من معالم التوحيد ومقتضياته، ولوازمه التي تحتل السمة البارزة في حياته الطويلة فجميع ما ذكرته يلغيه كلمة واحدة، وهي أن توحيد الله في الحكم والتشريع من مقتضيات كلمة التوحيد، وسيد رحمه الله تعالى ركز على هذا كثيرًا لما رأى من هذه الجرأة الفاجرة على إلغاء تحكيم شرع الله من القضاء وغيره وحلال القوانين الوضعية بدلاً عنها ولا شك أن هذه جرأة عظيمة ما عاهدتها الأمة الإسلامية في مشوارها الطويل قبل عام (1342هـ).
    خامسًا: ومن عناوين الفهرس (قول سيد بخلق القرآن وأن كلام الله عبارة عن الإرادة).. لما رجعت إلى الصفحات المذكورة لم أجد حرفًا واحدًا يصرح فيه سيد رحمه الله تعالى بهذا اللفظ (القرآن مخلوق) كيف يكون هذا الاستسهال للرمي بهذه المكفرات، إن نهاية ما رأيت له تمدد في الأسلوب كقوله (ولكنهم لا يملكون أن يؤلفوا منها ـأي الحروف المقطعةـ مثل هذا الكتاب لأنه من صنع الله لا من صنع الناس) .. وهي عبارة لا شك في خطأها ولكن هل نحكم من خلالها أن سيدًا يقول بهذه المقولة الكفرية (خلق القرآن) اللهم إني لا أستطيع تحمل عهدة ذلك .. لقد ذكرني هذا بقول نحوه للشيخ محمد عبد الخالق عظيمة رحمه الله في مقدمة كتابه دراسات في أسلوب القرآن الكريم والذي طبعته مشكورة جامعة الإمام محمد بن سعود الإسلامية، فهل نرمي الجميع بالقول بخلق القرآن اللهم لا، واكتفي بهذا من الناحية الموضوعية وهي المهمة.
    ومن جهات أخرى أبدي ما يلي:
    1 – مسودة هذا الكتاب تقع في 161 صفحة بقلم اليد، وهي خطوط مختلفة، ولا أعرف منه صفحة واحدة بقلمكم حسب المعتاد، إلا أن يكون اختلف خطكم، أو اختلط علي، أم أنه عُهد بكتب سيد قطب رحمه الله لعدد من الطلاب فاستخرج كل طالب ما بدا له تحت إشرافكم، أو بإملائكم. لهذا فلا أتحقق من نسبته إليكم إلا ما كتبته على طرته أنه من تأليفكم، وهذا عندي كاف في التوثيق بالنسبة لشخصكم الكريم.
    2 – مع اختلاف الخطوط إلا أن الكتاب من أوله إلى أخره يجري على وتيرة واحدة وهي: أنه بنفس متوترة وتهيج مستمر، ووثبة تضغط على النص حتى يتولد منه الأخطاء الكبار، وتجعل محل الاحتمال ومشتبه الكلام محل قطع لا يقبل الجدال .. وهذا نكث لمنهج النقد: الحيدة العلمية.
    3 – من حيث الصيغة إذا كان قارنًا بينه وبين أسلوب سيد رحمه الله، فهو في نزول، سيد قد سَمَا، وإن اعتبرناه من جانبكم الكريم فهو أسلوب “إعدادي” لا يناسب إبرازه من طالب علم حاز على العالمية العالية، لا بد من تكافؤ القدرات في الذوق الأدبي، والقدرة على البلاغة والبيان، وحسن العرض، وإلا فليكسر القلم.
    4 – لقد طغى أسلوب التهيج والفزع على المنهج العلمي النقدي .. ولهذا افتقد الرد أدب الحوار.
    5 – في الكتاب من أوله إلى آخره تهجم وضيق عطن وتشنج في العبارات فلماذا هذا…؟
    6 – هذا الكتاب ينشط الحزبية الجديدة التي أنشئت في نفوس الشبيبة جنوح الفكر بالتحريم تارة، والنقض تارة وأن هذا بدعة وذاك مبتدع، وهذا ضلال وذاك ضال .. ولا بينة كافية للإثبات، وولدت غرور التدين والاستعلاء حتى كأنما الواحد عند فعلته هذه يلقي حملاً عن ظهره قد استراح من عناء حمله، وأنه يأخذ بحجز الأمة عن الهاوية، وأنه في اعتبار الآخرين قد حلق في الورع والغيرة على حرمات الشرع المطهر، وهذا من غير تحقيق هو في الحقيقة هدم، وإن اعتبر بناء عالي الشرفات، فهو إلى التساقط، ثم التبرد في أدراج الرياح العاتية.
    هذه سمات ست تمتع بها هذا الكتاب فآل غـيـر مـمـتـع، هذا ما بدا إلي حسب رغبتكم، وأعتذر عن تأخر الجواب، لأنني من قبل ليس لي عناية بقراءة كتب هذا الرجل وإن تداولها الناس، لكن هول ما ذكرتم دفعني إلى قراءات متعددة في عامة كتبه، فوجدت في كتبه خيرًا كثيرًا وإيمانًا مشرفًا وحقًا أبلج، وتشريحًا فاضحًا لمخططات العداء للإسلام، على عثرات في سياقاته واسترسال بعبرات ليته لم يفه بها، وكثير منها ينقضها قوله الحق في مكان أخر والكمال عزيز، والرجل كان أديبًا نقادة، ثم اتجه إلى خدمة الإسلام من خلال القرآن العظيم والسنة المشرفة، والسيرة النبوية العطرة، فكان ما كان من مواقف في قضايا عصره، وأصر على موقفه في سبيل الله تعالى، وكشف عن سالفته، وطلب منه أن يسطر بقلمه كلمات اعتذار وقال كلمته الإيمانية المشهورة، إن أصبعًا أرفعه للشهادة لن أكتب به كلمة تضارها… أو كلمة نحو ذلك، فالواجب على الجميع … الدعاء له بالمغفرة … والاستفادة من علمه، وبيان ما تحققنا خطأه فيه، وأن خطأه لا يوجب حرماننا من علمه ولا هجر كتبه .. اعتبر رعاك الله حاله بحال أسلاف مضوا أمثال أبي إسماعيل الهروي والجيلاني كيف دافع عنهما شيخ الإسلام ابن تيمية مع ما لديهما من الطوا م لأن الأصل في مسلكهما نصرة الإسلام والسنة، وانظر منازل السائرين للهروي رحمه الله تعالى، ترى عجائب لا يمكن قبولها ومع ذلك فابن القيم رحمه الله يعتذر عنه أشد الاعتذار ولا يجرمه فيها، وذلك في شرحه مدارج السالكين، وقد بسطت في كتاب “تصنيف الناس بين الظن واليقين” ما تيسر لي من قواعد ضابطة في ذلك.
    وفي الختام فأني أنصح فضيلة الأخ في الله بالعدول عن طبع هذا الكتاب “أضواء إسلامية” وأنه لا يجوز نشره ولا طبعه لما فيه من التحامل الشديد والتدريب القوي لشباب الأمة على الوقيعة في العلماء، وتشذيبهم، والحط من أقدارهم والانصراف عن فضائلهم..
    واسمح لي بارك الله فيك إن كنت قسوت في العبارة، فإنه بسبب ما رأيته من تحاملكم الشديد وشفقتي عليكم ورغبتكم الملحة بمعرفة ما لدي نحوه .. جرى القلم بما تقدم سدد الله خطى الجميع..
    والسلام عليكم ورحمة الله وبركاته

    Onlar Kimlerdir?


    Korku duymayan ve üzülmeyenler Kimlerdir?
    Biz onlardan mıyız?
    Korku duymayan ve üzülmeyenlerden nasıl oluruz?
    Oku ve üzerinde düşün;

    Korku duymayan ve üzülmeyen on bir zümre:

    1. “Kim benim gönderdiğim rehbere (Kur’an’a) uyarsa artık onlara ne korku vardır ne de üzüleceklerdir.” (Bakara, 2:38)

    2. “Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işlerse, işte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla mahzûn da olmayacaklardır.” (Bakara, 2:62)

    3. “Bilâkis, kim güzel niyet ve davranış sahibi olarak kendini Allah’a teslim ederse rabbinin katında onun mükâfatı vardır. Öylelerine korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.” (Bakara, 2:112)

    4. “Mallarını Allah yolunda harcayıp da bunun ardından herhangi bir başa kakmada ve gönül incitici bir harekette bulunmayanlar yok mu, onlar için Rableri katında özel mükâfatlar vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.” (Bakara, 2:262)

    5. “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar yok mu, işte onlar Rableri yanında hakettikleri mükâfatı göreceklerdir. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2:274)

    6. “İman edip sâlih ameller işleyen, namazı dosdoğru kılıp zekâtı verenler yok mu, işte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2:277)

    7. “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri katında rızıklara mazhar olmaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 3:169-170)

    8. “Kim iman eder, hâlini ve yolunu düzeltirse onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (En’âm, 6:48)

    9. ” Kim kötülükten sakınıp kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (A’râf, 7:35)

    10. “Şunu iyi bilin ki, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 10:62)

    11. “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar asla üzülmezler.” (Fussilet, 41:30)

    Bu on bir zümreyi tanıdınız mı? Allah bizi ve sizi onlardan eylesin.

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

    07.09.2024 OF

    من هم:
    الذين لا خوف عليهم ولا هم يحزنون؟
    هل نحن منهم؟

    كيف نكون من الذين لا خوف عليهم ولاهم يحزنون؟
    اقرأها و تدبرها:
    أحد عشر من الناس هم الذين لاخوف عليهم ولاهم يحزنون

    (١) ﴿فَمَن تَبِعَ هُدايَ فَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

    (٢) ﴿مَن آمَنَ بِاللَّهِ وَاليَومِ الآخِرِ وَعَمِلَ صالِحًا فَلَهُم أَجرُهُم عِندَ رَبِّهِم وَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

    (٣) ﴿مَن أَسلَمَ وَجهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحسِنٌ فَلَهُ أَجرُهُ عِندَ رَبِّهِ وَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

    (٤) ﴿الَّذينَ يُنفِقونَ أَموالَهُم في سَبيلِ اللَّهِ ثُمَّ لا يُتبِعونَ ما أَنفَقوا مَنًّا وَلا أَذًى لَهُم أَجرُهُم عِندَ رَبِّهِم وَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

    (٥) ﴿الَّذينَ يُنفِقونَ أَموالَهُم بِاللَّيلِ وَالنَّهارِ سِرًّا وَعَلانِيَةً فَلَهُم أَجرُهُم عِندَ رَبِّهِم وَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ}

    (٦) ﴿إِنَّ الَّذينَ آمَنوا وَعَمِلُوا الصّالِحاتِ وَأَقامُوا الصَّلاةَ وَآتَوُا الزَّكاةَ لَهُم أَجرُهُم عِندَ رَبِّهِم وَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

    (٧) ﴿وَلا تَحسَبَنَّ الَّذينَ قُتِلوا في سَبيلِ اللَّهِ أَمواتًا بَل أَحياءٌ عِندَ رَبِّهِم يُرزَقونَ ،، فَرِحينَ بِما آتاهُمُ اللَّهُ مِن فَضلِهِ

    وَيَستَبشِرونَ بِالَّذينَ لَم يَلحَقوا بِهِم مِن خَلفِهِم أَلّا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ}

    (٨) ﴿فَمَن آمَنَ وَأَصلَحَ فَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

    (٩) ﴿فَمَنِ اتَّقى وَأَصلَحَ فَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

    (١٠) ﴿أَلا إِنَّ أَولِياءَ اللَّهِ لا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

    (١١) ﴿إِنَّ الَّذينَ قالوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ استَقاموا فَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

    هل عرفتم من هم ال 11 الذين لا خوف عليهم ولا هم يحزنون؟؟
    جعلنا الله وإياكم منهم

    TÜRKÇEMİZ

    Prof.Dr. Mehmet Maksudoğlu

    *Türkçe Konuşmak- Türkler NASIL konuşuyorsa, ÖYLE konuşmak, Türk gibi konuşmak demektir. Türk kelimesine eklenen çe zarfı, tavır anlatır, konuşma fiilini niteler, Türk Dili’nin NASIL konuşulması gerektiğini gösterir. (Şimdilerde, dilimizdeki 8 çeşit kelimeden biri olan ‘fiil’ için, ‘eylem’ diyorlar.)

    Başka dillerde, “o dili kullanarak söylemek” gibi bir ifâde kullanılsa gerektir. 

    To speak English/İngilizce konuşmak, Fransızca konuşmak/Parler Français, Arapça konuşmak: Muhâdese bil-arabiyye, gibi. 

    Bu dillerde “konuşma” eylemi için, sâdece o dil adı, fiille birlikte söyleniyor. O dili ‘söylemek’ gibi bir anlamda kullanılıyor: yâni, o dildeki kelimeleri ‘söylüyorsunuz’, böylece konuşmuş oluyorsunuz.Kelimeleri monoton bir şekilde sıralarsanız, söylerseniz, konuşmuş olmazsınız. Sözlerinizin “konuşma” olması için, ker kelimenin belli bir vurgu ile, cümlenin, belli bir âhenkle söylenmesi gerekir. Sözü getireceğim nokta: kimi tv sunucuları, bir durumu bildirirken, Türk dilini kullanıyorlar, TürkÇEkonuşmuyorlar; kelimelerin telâffuzunda hata yok, ama VURGU yok, hele cümle musikisi (intonation) Hak getire! Cümledeki hemen her kelimesinin ilk hecesini vurgu, enerji yükü ile söylüyorlar. Anlaşılan, dil öğrenmek, bilgisini geliştirmek için gittikleri İngiltere’de, İngilizce bilgilerini ilerletirken Türkçeyi KAYBETMİŞLER. Hiç abartmıyorum: Tvkanallarında, YÜZLERİNİ GÖSTERMEDEN haber aktaranları dinleyin de GÖRÜN. Yüzlerini göstermemeleri, lehlerinde bir olay; utanma hissi güzeldir, insana özgüdür. Kendileri de durumun farkında olmalılar ki, yüzlerini göstermiyorlar.

    Türkçe konuşmaktaki o inceliğin başka dillerde görülmemesi, Türk milletinin dilinin, çok eski,kaidelerinin çok muntazam olarak yerleşmiş olması ile yakından ilgilidir, bu bir kültür, birikim meselesidir. Türkçemizin korunması ve geliştirilmesi (aslında, gelişmişti; Ahmet Mithat Efendi’nin, Abdülhak Şinâsi Hisar’ın, Yahyâ Kemâl Beyatlı’nın, Ahmed Hamdi Tanpınar’ın, Nihad Sâmi Banarlı’nınkullandığı dil, mükemmeldir, zaman ilerledikçe, sâdece teknik terimler ve yeni kavramlar -Türkçeleştirilerek- ilâve edilse yeter) için titizlik gösterilmelidir.

    *Neden- Zarf denilince, “neden” kelimesinin pek çoklarınca YANLIŞ olarak kullanmakta olduğu hatıra geliyor. Türkçemizde kelime çeşidi 8 olarak kabul edilmiş: isim, sıfat, zamîr, fiil, zarf, edat, bağ, ünlem.

    Önce, iyice belleyelim: SIFAT, İSMİ   belirler, İSİM cinsinden kelimeyi niteler. ZARF ise, FİİLin nasıl, hangi zeminde ve zamanda (uydurmacasıyla: ortamda) yapıldığını anlatır. Görelim:

    Yüksek ağaç, mâvi boncuk, sağlam kapı, bozuksaat. Sıfatlar, isimleri niteliyor, ismin NASIL olduğunu bildiriyor. İsimle ilgili soru sormak için NASIL kullanılır: Kapı nasıl? Saat nasıl? 

    Araba yavaş gidiyor. Öğrenci hızlı yazıyor. Ateş harlı yanıyor. Irmak harlı akıyor. Zarflar, fiillerin NASIL yapıldığını belirtiyor. 

    NEDEN: Zarftır, Fiil ile kullanılır, fiilin NİÇİN işlendiğini anlatır, fiilin işlenmesinin sebebini SORMAK için kullanılır, SORU ZARFIDIR: Neden geç kaldın? NEDEN borcunu ödemedin? Neden vaktinde uyumadın? 

    İsim olan SEBEP kelimesini kullanmamak için komik ifadeler kullananlar oluyor: Bu işin NEDENİ NE? (sebebi ne? yerine);  Sıcaklığın nedeni ne?  (sebebi ne? yerine); yaygın cahilliğin nedeni ne? (sebebi  ne? yerine).

    NEDEN kullanılacaksa:

    Bu iş neden böyle YAPILDI?

    Hava neden ISINIYOR?

    Câhillik neden YAYILIYOR?  diyerek FİİL kullanmak gerekmez mi?   Biraz dikkat, lütfen.

    *hayat-ömür, yaşam– Dilimizi sadeleştireceğiz, diye, “hayat”, “ömür” kelimeleri yerine, YANLIŞ türetilmiş yaşam kelimesi, maalesef çokça kullanılıyor. Halbuki, “hayat”, insanın yaşadığı belli bir safhayı gösterir: öğrencilik hayatı, askerlik hayatı, gibi. “Ömür” ise, insanın yaşadığı bütün zamanı gösterir: Ömründe hacca gitmemiş Müslüman zenginler var, gibi. 

    Yaşa-mak fiilinin masdar eki atılıyor; “yaşa” kalıyor, buna, aslında “bir defa oluş” anlatan {doğ-(u)m, öl(ü)m, gibi} M ekleniyor: “bir defa yaşamak” gibi bir durum anlatırdı. Bunu ortaya atan işgüzar, hevesli, biraz Türkçenin diğer lehçeleriyle, zahmet edip ilgilenseydi, Doğu ve Kuzey Türklerinin masdar eki olarak kullandıkları V sesini alarak “yaşav” derlerdi, hevesin cehâletle birlikte olması, acı, acıklı bir durum. 

     Bir de “yaşantı” diyenler var. Bu kelime, olsa olsa, “anlık, kısa süreli bir yaşama tecrübesi” olarak, “experience” karşılığı olabilir.

    *Ambitionambitious– bu kelimeler, bilindiği gibi, İngiliz dilinde, “hırs, ihtiras”, “muhteris” demek. 

    Tercüme ederken dikkatli olmak gereği kendini gösteriyor: İngiliz dilindeki bu kelimeler, bir insan için, öğünülecek, aranılan vasıfları gösterir; Türkçede ise: hakkettiğinden fazlasına göz diken, tamahkâr, gibi olumsuzluklar anlatır. Kelimeler, milletlerin dünyâ görüşünü, kimliklerini de gösterir: Muhteris kişi, bizde, makbûl değildir, huzursuzluk kaynağıdır, halbuki İngilizin gözünde ambitious; gözü yükseklerde, girişken, kolay tatmin olmaz (yâni açgözlü) ve makbûl bir kişidir.

    *Zamir- adıl Fiili, eylem yapan zihniyet, zamir kelimesini de adıl yapmış. Zamir, ismin yerini tutan kelime olduğu için, ad sözüne Batıdan aşşşşşşşağılıkduygusu ile alınan L yi ıl olarak eklemekle yalan-yanlış üretilmiş bir kelime. Uydurulmuşluk bir yana; -insanın benliğini, özünü anlatan “vicdan” manâsınagelen güzelim zamîr kelimesini, gelecek insanlarımızın öğrenmesini engelleyecek bir münasebetsizlik.

    *Kim- Öz, benlik, denilince, hatıra geliyor: Kazak lehçemizdeki, şu güzelliğe, inceliğe, insana saygıyı gösteren şu muhteşem kullanışa bakar mısınız: İsim, insanın kim idiğini, kim olduğunu gösteren bir kelime olduğu için, Kazak kardeşlerimiz, kişinin adını sormak için, eşyâ için kullanılan NE demez, KİM der; Atınız kım? diye sorar. (Adınız kim?) (aslı “at” olan kelimedeki t harfi, lehçemizde, iki ünlü arasında gelince yumuşayıp d oluyor.) (“isim” gibi, bir varlığı gösteren söz ile Türk’le özdeşleşmiş, en asîl  hayvan için kullanılan sözün aynı oluşu, ayrı bir güzellik değil midir?)

    *Tüm Kayseri yöresinde, “bölünmemiş”, “yekpâre” ekmeğe, “tüm ekmek” denilirmiş. Öyle değilse, Kayserililer bunun yanlış olduğunu belirtirlerse, sevinir, düzeltirim. 

    Dilimize yerleşmiş olan, yüzlerce yıldan beri kullandığımız “tamam” kelimesi yerine, birkaç yıldan beri, “bölünmemişlik, tek parça oluş” ifâde eden bu “tüm” kelimesi kullanılmaktadır. Halbuki, “tamam”kelimesi, parçaların birleşmesiyle, birbirine eklenmesiyle meydana gelen durumu anlatır: 50 ye 20 eklerseniz, sayı 70 e tamamlanır. 

    -Yolcuların hepsi geldi mi?

    – tamam, geldiler.

    – elektrik faturasındaki miktarın hepsini ödedin mi?

    -tamam, ödedim; tamamen ödedim.

    Bu cevaplardaki “tamam” yerine, “tüm” koyarsanız, tuhaf olmaz mı?

    “Tüm” kelimesi, bir çoklarınca “hepsi, bütün” karşılığı olarak da kullanılmaktadır. “vatandaşlarınhepsi/bütün vatandaşlar” yerine: “tüm vatandaşlar” demek, asker vatandaşlarımız, terörist takibinde iken mayına basıp da ayağı filan kopmamış, veya trafik kazasına uğrayıp da kolunu, bacağını kaybetmemiş, bedeninin “hepsi”, “bütün bedeni” yerinde olan vatandaşlarımız demek değil midir? 

    Türkçeyi yanlış kullanmağa, bozmağa hiç kimsenin hakkı yoktur.

    Konuşurken birazcık düşünmek, o kadar zor mudur? 

    *yürek-gönül-Kimileri, kalple ilgili bu iki güzel kelimeyi de, birbiri yerine kullanmaktadırlar. Madde olarak kalp, sakatatçıda satılırken, “yürek”tir. Kullanışta ise, “yürekli”, “cesûr” anlamındadır. Yürekli adam; cesûr adam demektir. 

    “Gönül” ise, tamamen mânevîdir: gönül kırmak, iyi değildir. Gönüllü olmak, mecbur olmadığı hâlde bir işe istekle koşmaktır.

    Son günlerde, birileri, “gönül” yerine, “yürek” kelimesini kullanıyorlar:  

    “içtenlikle, gönülden” demek yerine:

    -yürekten söylüyor, demeleri gibi.

    *dans- Zafer Bayramı dolayısıyla yapılan şenlikler arasında, halk oyunları ekiplerinin gösterileri de vardı. Bir tv kanalının muhâbiri, mahallî oyunları oynayanların yaptıkları işten halk dansları diye söz etti! Şimdi, düşünün, tasavvur edin: bu oyunlar, daha çok köylerimizde, düğünlerde oynanır.  Oyuna katılmak isteyen bir delikanlı, arkadaşını, birlikte oynamağa çağırırken, ona:

    -Gel, dansa katılalım (!) mı diyecek? 

    -Beraber dans edelim (!) mi diyecek, yoksa:

    -“Oynayalım” mı diyecek?

    Ama, kabahatin hepsi o muhabir kızcağızda değil; bu ülke, bu münasebetsiz, yakışıksız ifadeyi, “halk oyunu” yerine “halk dansları” denilmesini, bakanlık yapmış bir vatandaşımızdan işitmişti: kültür işleri Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı iken ondan ayrılıp “Kültür Bakanlığı” kurularak bu bakanlığa verilmişti. Kültür Bakanı, bu gülünç ifadeyi kullanmıştı. Bu tuhaf tutum, bir zihniyet ürünüdür; mârifet yapıldığı, “ilericiliğe hizmet edildiği” sanılmaktadır.

    *yalan/yalgan Anadoluda “yalan” dediğimiz iğrenç, tiksinç, gerçeği  gizleyen, çarpıtan söze yalandiyoruz, Kazan Türkleri ise, yalgan diyorlar. Kuzey lehçesinde yalmak, “utanmak” demektir. Utanma duygusu, çok değerlidir: insanla hayvan arasındaki en bâriz farklardan biridir, hiç yüzü kızaran hayvan gördünüz mü? “yalgan”, “utanılcak, utanç verici” anlamına gelmektedir. Bir Peygamber (S.A.V) Sözü: “utanmadıktan sonra istediğini yap”. Diğer bir Hadîs-i Şerîfte, şöyle buyurulmaktadır: “Müslüman, (yapmaması gerektiği hâlde) içki içebilir, birtakım günahları irtikâp edebilir; AMA, YALAN SÖYLEMEZ.

    Ne kadar tekrar edilse azdır:

    “yalan”, “yalmak/utanmak’tan türemiş bir sözdür, UTANDIRICI, UTANÇ VERİCİ demektir, yalmak: utanmak demektir, kuzeydeki söylenişi: yalgan’dır. Töre sâhibi, Törük, Müslüman, yalgansöylememelidir!

    *emice/emmi/amca- Babanın erkek kardeşine, “amca” diyoruz. Kimi yörelerde, “emmi” derler, “emmioğlu” hakkında ne güzel bir türkümüz vardır. En hoş olanı da “emice” şeklinde kullanılanı olsa gerek. Bu kullanış, Osman Gazi’nin ağzında daha bir güzel oluyor. Amcası Tundar’a diyor ki:

    -Emice! buyur, odununu kırayım, hizmetini göreyim, ama Devlet işlerine karışma!

    *yarın/yağrın- “Yağrın”, hâfızam beni yanıltmıyorsa (rahmetli Abdülkadir İnan’ın bir yazısında okumuş olabilirim), koyunun kürek kemiğidir. Türkler, yağrın’ı, ateşte kızdırırlar, teşekkül eden damarlardan geleceği okurlarmış. Günümüzde, “yarın” olarak yazılan bu kelimeyi, halk, DOĞRU olarak, yaarındiye, a sesini uzatarak söyler. Nitekim, daha önce kullandığımız alfabe ile yazılırken, bu kelimedeki, y sesinin uzun okunacağını gösteren elif harfi vardır. 

    İki gün önce, bir televizyon kanalında, sunucu, kelimelerin doğru söylenişini anlatırken, “yarın” kelimesindeki a sesinin kısa okunması gerektiğini söyledi: yanlışı düzelteyim derken, iyi niyetle, bilmeyerek, halkın yüz yıllardan beri doğru olarak, “yaarın” diye söylediği kelimeyi yanlış söylemeğe sevk etti. Kabahat onda değil, imlâ konusunda titizlik göstermemiş olan Türk Dil Kurumu sorumlularında: kelimenin yazılışını “yağrın” olarak belletse idiler, böyle tereddütler, yanlışlar olmazdı. Ben bir vatandaş olarak rahmetli üstad Abdülkadir İnan’ın Türkoloji ile ilgili yazılarını okuyorum da, o yetkililer, bundan müstağni mi oluyorlar?

    Bir zamanlar, bir türkücü, “yarinler bizim” diye türkü söylüyordu! (türkü “çığırıyordu” demek gerekir, ama, o türkücünün bu marifeti ile ilgili olarak halkın ağzındaki o güzelim “çığırmak” fiilini kullanmak, israftır ve israf, haramdır.)

    31 Alparslan 2024

    Türkçeyi Kısırlaştırıp Tahrif Etmeye İbretlik Bir Örnek:👇

    (Gazze) Sanki Son Tur Gibi!

    Edhem Şarqawi’den:
    (GAZZE) SANKİ SON TUR GİBİ!

    “İsrail” in varlığının sona ermesi Kur’an-ı Kerim’in açık bir beyanı ve gerçeği, Peygamber’in de bir vaadidir. Bu yüzden bizler “Yok olacak mı, olmayacak mı?” diye sormuyoruz. Çünkü şüphesiz ki yok olacaktır! Sormamız gereken soru ise “Ne zaman?” dır.

    Benim inancıma göre işin gereğini yapmadan oturup mucize beklemek doğru değildir. Aksine, ben inanıyorum ki mucizeler ancak müminler ellerinden gelenin tamamını yaptıktan sonra gelir! Batıl, bütün gücünü ortaya koyup zaferin eşiğine geldiğinde; hak ise gücünü son zerresine kadar sarfedip mücadele ederken, mağlubiyetin eşiğine geldiği anda mucize gerçekleşir!

    Kur’an-ı Kerim bize, değişmez bir gerçeği öğretir: Nüfuz mücadelesi inanç mücadelesinden farklıdır!
    Nüfuz mücadelesinde Allah insanları sahip oldukları sebepler ve güç dengeleriyle baş başa bırakır, kim en güçlü sebebe sahipse o galip gelir!
    Ancak inanç mücadelesinde, kuvvetlerin, güçlerin denk olması veya sebeplerin karşı karşıya gelmesi gerekmez!
    Allah’ın (cc) aziz ve muktedir bir şekilde helak ettiği tüm zalimler, güçlerinin zirvesindeyken helak olmuştur!

    Allah, Firavun’u helak ettiğinde, onu güç dengelerini değiştirerek helak etmedi. Firavun “Ben sizin en yüce Rabbinizim!” dediği anda, ordusu ile beraber gücünün zirvesinde olduğu bir zamanda helak etti.

    Allah, Nemrud’u helak ettiğinde, onu zayıf ve güçsüz olduğu anda değil, gücünün zirvesinde iken, insanlara “Ben diriltir ve öldürürüm!” dediği anda helak etti.

    Allah, Ad kavmini helak ettiğinde, onları sebepler değiştiği veya dengeler alt üst olduğu için değil, “Bizden daha güçlü kim var?” dedikleri anda helak etti.

    Allah, Semud kavmini helak ettiğinde, onları da sebepler değiştiği için değil, vadide kayaları oymaya devam ettikleri sırada helak etti.

    Allah, Hendek savaşında Ahzab ordusunu dağıttığında, yeryüzü müminlere dar gelmiş ve canları boğazlarına ulaşmıştı!

    Gazze’deki savaş başladığında, bunun savaşın turlarından bir tur olduğunu ve daha önceki turlar gibi sona ereceğini düşünmüştüm. Ancak şimdi içimde bir his Gazze raund veya turunun son raund veya son tur olduğunu söylüyor! Bu, şu andaki şekliyle kalmayacak, Allah’ın izniyle Ahzab’ın rüzgarı gelecek. Ve Allah’ın rüzgarlarının bin bir tecelli şekli vardır; Rabbimin ordularını O’ndan başkası bilemez! Ve eğer bu tur da, daha önceki turlar gibi sona erse bile, bittiği yerden itibaren tekrar başlamış olacak!
    Ama kesin olan şu ki, bu savaş uzun zaman önce bizim ve onların kontrolünden çıktı, Allah’ın iradesi savaşı yönlendiriyor!

    Aklıselime, sebeplerin hesabını yapmaya ve gerçeğe bakmaya karşı değilim!
    Ancak aklıselim bu kadar direnebilmeyi anlayıp kabul edemiyor; olan her şey esasen akla aykırı görünüyor!
    Sebebler bu kadar direnme gücü üretemez!
    Gerçek, büyük devletlerin bu kadar bombardıman ve saldırısı altında direnişin çökeceğini söylüyor. Öyleyse, nasıl oluyor da bir çok başkentimizden daha küçük olan bu bölge dayanabiliyor?! Dahası, nehirleri, dağları ve ormanları olmayan düz coğrafyasıyla, bu bölge, böyle bir deniz, hava ve kara gücüne sahip devasa gücün ilk saldırısında askeri olarak düşmüyor, düşürülemiyor? İsrail’in önceki savaşlarının ordularımızla birkaç saat içinde sona erdiği göz önüne alındığında, gerçekçilikten bahsetmek basit maddi bir kanaat gibi görünüyor!

    Hiçbir işgalci işgaline ila nihaye devam edememiştir, bu değişmez bir gerçektir, kimse bunu inkar edemez; yer sahiplerinin inancından bağımsız olarak! Tarih bize şöyle söylüyor: Her işgal öyle veya böyle sona ermiştir ve tüm istilacılar sonunda çekip gitmişlerdir. Bu işgal de uzun veya kısa sürse de sona erecektir; umarım ki bu çok yakın bir zamanda gerçekleşir!

    Edhem Şargawi

    Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
    04.09.2024 OF

    بقلم أدهم شرقاوي
    ‏كأنَّها الجولة الأخيرة!

    إنَّ زوال “إسرائيل” من الوجود حقيقة قرآنيّة، ووعدٌ نبويٌّ، لهذا نحن لا نسأل هل ستزول أم لا؟ لأنها زائلة لا محالة! وإنما السُّؤال هو متى؟!

    وليس من مذهبي القعود عن العمل وانتظار المعجزات، بل إني أؤمنُ أن المعجزات إنما تأتي بعد أن يستنفدَ المؤمنُ أقصى ما يستطيعُ من العمل! حين يرمي الباطل بكلِّ قوته فيبدو على بعد خُطوة من الظَّفرِ، ويصمدُ الحقُّ حتى آخر ذرَّة فيه الصمود، فيبدو أنَّه قاب قوسين أو أدنى من الهزيمة، تأتي المعجزة!

    القرآن الكريم يُعلَّمنا حقيقة ثابتة وهي أنَّ صراع النفوذِ يختلفُ عن صراع العقيدة!
    في صراع النفوذ يذرُ اللهُ النَّاسَ لما بين أيديهم من الأسباب وموازين القوى، فمن ملكَ أقواها غلبَ!
    أمّا في صراع العقيدة، فلا يلزمُ أبداً أن تتكافأ القوى، ولا أن تتقابل موازين الأسباب!
    كل الطغاة الذين أخذهم الله أخذ عزيز مقتدرٍ إنما أخذهم وهم في قوّة جبروتهم!

    حين أهلكَ اللهُ فرعون لم يهلكه بتغيير موازين القوى، وإنما أهلكه وهو يقول: أنا ربكم الأعلى! أخذه وهو في أوج قوّته، على رأسِ جيشه المدجج!

    وحين أهلكَ اللهُ النمرود لم يهلكه في لحظة ضعفٍ، وإنما أهلكه وهو قمّة غطرسته، يُنادي في النَّاس: أنا أُحيي وأميتُ!

    وحين أهلكَ اللهُ عاداً، لم يهلكها بتغيير الأسباب، وانقلاب الموازين، وإنما أهلكهم وهم يقولون: من أشدُّ منّا قوَّة!

    وحين أهلكَ اللهُ ثمود، فإنما أهلكهم وهم ما زالوا يجوبون الصَّخر بالواد!

    وحين شتَّتَ اللهُ شمل الأحزاب يوم الخندق، كانت الأرض قد ضاقتْ على المومنين بما رحبت، وبلغت القلوب الحناجر!

    حين بدأتِ الحربُ على غزَّة كنتُ أعتقدُ أنها جولة من جولات الحرب، ستنتهي كما انتهتْ كلّ الجولات التي قبلها، أما الآن فشيءٌ ما في داخلي يقول إنها الجولة الأخيرة! وإنها لن تبقى على الشكل الذي هي عليه الآن، ستأتي ريح الأحزاب بإذن الله، ورياح اللهِ لها ألف شكلٍ وهيئة، وما يعلمُ جنود ربّك إلا هو!
    وحتى إن انتهت كما انتهتْ الجولات السّابقة، فستكون قد بدأت من حيث انتهتْ!
    ولكن الشيء المؤكد أنَّ هذه الحربُ خرجتْ منذ زمنٍ من أيدينا وأيديهم، يدُ اللهِ تُسيِّرها!

    لستُ ضدَّ العقلانيّة، وحساب الأسباب، والنظر إلى الواقع!
    ولكن العقلانيّة ترفضُ كلَّ هذا الصمود، كلُّ ما يحدثُ هو ضدُّ العقل أساساً!
    والأسباب لا تُنتج كلّ هذا الثبات!
    والواقع يقول إن دولاً عظمى كانت لتنهار تحت كل هذا القصف والعدوان فكيف يصمد قطاع هو أصغر مساحةً من كلِّ عواصمنا؟! والأدهى من ذلك أنه بجغرافيته المسطحة بلا جبال ولا وديانٍ ولا غابات هو منطقة ساقطة عسكرياً عند أول هجوم من هذه الترسانة المهولة التي تملك البحر والجو واليابسة! وبالنظر إلى أنَّ حروب إسرائيل السابقة مع جيوشنا كانت تنتهي بساعات، فالحديث عن الواقعيَّة يبدو إيماناً مادياً غثيثاً!

    لا يوجد محتلٌ بقيَ على احتلاله، هذه حقيقة ثابتة لا يستطيع أحد تكذيبها، بغض النظر عن عقيدة أصحاب الأرض! كل احتلالٍ زال هكذا يخبرنا التاريخ، وكل الغزاة رحلوا نهاية المطاف، وهذا الاحتلال زائل طال الوقت أم قَصُرَ، وعسى أن يكون قريباً!

    أدهم شرقاوي

    أدهم شرقاوي كاتب فلسطيني 👇
    https://mawdoo3.com/أدهمشرقاوي(كاتبفلسطيني)

    👇

    https://ar.m.wikipedia.org/wiki/أدهمشرقاوي

    Darbelerin Anası Olacak Bir Darbenin Ayak Sesleri!

    Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan bütün askerî okullarımızın mezuniyet törenlerine katılıyor ve orada tarihî konuşmalar yapıyor. Bu yıl da aynı şeyi yaptı, 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla. Bir askerî okulun mezuniyet töreninde yaşanan bir hâdise herkesin tepesini attırdı…Cumhurbaşkanı bir cami açılışı yapıyor ve günlerden cuma.
    Teğmenler ne yapıyor? İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bir ordunun neferleri olacak teğmenleri, cuma günü açılışı yapılan camiyi tıka basa dolduracaklar diye bekliyor bu Müslüman halk, değil mi?

    APOLETLER SÖKÜLECEK!


    Ama ne oluyor?
    Devletin en tepesinin alarm zillerinin çalmasına yol açacak tehlikeli bir oyun, bir “isyan” veya provokasyon (artık ne derseniz deyin!) izlenimi oluşturan bir kılıç sallama ve ilkel, ‘bay’an, bayağı sloganlar atma gösterisine şahit oluyoruz.
    Bu bir tören hazırlığı olabilir mi?
    Milletin iradesine, milletin iradesinin en yetkili temsilcisi, seçilmiş cumhurbaşkanı ve başkomutanına karşı birileri mesaj mı veriyor acaba, diye sormak zorundayız.
    Ne mesajı, demeyin!
    Kuzey Kore ilkelliğini, diktatoryasını anımsatan böyle ilkel tören hazırlığı olamaz!
    Bu çağda, bu zamanda, bu saatte?
    Birileri darbe îmâsında mı bulunmak istedi, diye sormak en temel hakkımız.
    Bu ülke darbe üstüne darbe yedi çünkü!
    Her on yılda bir darbe yedi, yiyor?
    15 Temmuz aşağılık darbe ve işgal girişiminin üzerinden henüz 10 yıl bile geçmeden böyle bir girişime soyunanlar olabilir mi, diye asla bir saniye bile düşünürsek, bir de bakmışız her şey alt üst olmuş, ülke kaosun, belirsizliğin ve -hatta Allah muahafaza ama- iç savaşın eşiğine sürüklenmiş!
    Olmaz demeyin!
    Bu ülkede nice olmazlar oldu.
    Olmaz olmaz diyemeyiz artık!
    Aklımızı başımıza devşireceğiz!
    En küçük darbe imâsında bulunan herkesin apoletlerini teker teker sökecek bu devlet!
    Asla merhamet etmeyecek.
    Yeter artık!

    PARANOYA DEĞİL, DARBELERİN ANASI TEZGÂHLANIYOR OLABİLİR!


    Birileri habire “paranoya yapmayın!” diye salak salak laf ediyor!
    Bakın bendeniz 15 Temmuz darbe ve işgal girişiminden yaklaşık altı ay önce Ülke TV’de canlı yayında “darbe geliyor, lütfen devlet uyumasın! Millet de duysun, ona göre hareket etsin!” demiştim.
    O zaman canlı yayına yağmur gibi tepkiler gelmişti, “paranoyak mı bu adam, felaket tellallığı yapıyor!” şeklinde!
    Ben Müslüman bir fikir adamı ve yazarım. Felâket tellallığı nasıl yaparım! Ben darbenin gelişini dış medyayı İngilizlerin The Economist dergisi, Amerika’ya hükmeden Yahudilerin haftalık Time ve Newsweek dergilerini, CFR terör organizasyon şebekesinin iki aylık Foreign Affairs gibi dergilerini ve tabiî New York Times, Washington Post ve İngiliz Financial Times gazetelerini düzenli takip ettiğim için bu etkili kaynaklarda yazılıp çizilenlere bakarak görmüştüm! Sadece bu dergi ve gazetelerde yazılan makale ve yorumlara dayanarak “Türkiye’de darbe yapacak bu alçaklar, içimizdeki Kemalist ve laikçi sloganlar atan NATO bağımlısı adamlarını, askerleri kullanarak” demiştim.
    Darbe geldi 15 Temmuz’da
    Şimdi 15 Temmuz’dan daha büyük ölçekli, Türkiye’de iç savaş çıkaracak, ülkenin bölünmesine yol açacak, Kemalizm sloganları attırarak darbe yaptıracak dış güçler ve içerideki uzantıları her zamankinden daha aktifler ve Türkiye’yi darbe yapılacak bir ülkeye, iç savaşın ve parçalanmanın eşiğine sürükleyecek büyük ölçekli “darbelerin anası” diye adlandırabileceğim büyük bir felâketin, çıkmaz sokağın eşiğine sürüklemeye çalışacaklar!
    Bu kez işin içine Filistin’deki soykırımı da katacaklar! Filistin’i haritadan silmeye çalışacaklar! Mescid-i Aksa’yı yıkmaktan ve yerine Yahudi Tapınağı dikmekten çekinmeyecekler: On yıllardır Mescid-i Aksa’nın altını oydular arkeolojik kazı diye diye!
    Suudi Arabistan ve İran burada Türkiye’ye karşı birlikte hareket edecekler: İsrail’in önünü açacaklar!
    İsrail kudurdu. Ne yapıp edip bu Arz-ı Mev’ud saplantısını hayata geçirmek istiyor. Hem bu teo-politik stratejisinin hem de genelde İsrail’in önündeki en büyük ve tek engel olarak gördüğü Türkiye’nin cezalandırılması için can atıyor! Tayyip Erdoğan’ın başında olduğu Türkiye’nin!
    Çok büyük, çok katmanlı ve karmaşık bir felâket tezgâhlanıyor. İç cephe çoktan tahkim edildi. Bütün toplum kesimleri birbirine düşman edildi.
    Özgür Özel, Cumhurbaşkanına hakaret eden düşük bir kişiyi yanına, baş köşeye oturttu! Çok çirkin ve tehlikeli bir davranış bu! Özgür Özel, makul bir siyasetçi, etrafındaki ve medyadaki akl-ı selîmden nasibini alamamış provokatör tipli adamlara asla itibar etmemeli. Ve Türkiye’nin eşiğine sürüklendiği felâketi, iç savaş ve parçalanma tezgâhını görmeli ve bu konuda devletle birlikte hareket etmeli, küresel şer şebekelerinin adamlarıyla değil!
    Vesselâm. 02.09.2024

    Yusuf Kaplan

    https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/darbelerin-anasi-olacak-bir-darbenin-ayak-sesleri-4642226

    Kemalist Terör Örgütü KETÖ

    DİKKAT! BU GÜN ASIL TEHDİT UNSURU FETÖ – FETTULLAHÇI TERÖR ÖRGÜTÜ DEĞİL, KETÖ – KEMALİST TERÖR ÖRGÜTÜDÜR.

    30 Ağustos’ta HARBİYELİ YENİ MEZUN BİR GRUP TEĞMENİN “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” sloganlarıyla ADETA DARBE PROVASI niteliğinde ve askeri disiplini çiğneyerek gövde gösterisi yapmaları, dindar kesimde ne oluyoruz diye bir şaşkınlık ve panik oluşturdu.

    Bazıları bu gösterinin HARBİYENİN FETÖ’NÜN KONTROLÜNDE OLDUĞU ALGISINA BİR CEVAP OLDUĞU SÖYLEMİYLE BU AÇIK İSYANI ÖRTBAS ETMEYE çalıştılar. Oysa bu tam bir ALGI OPERASYONU olup, asıl tehlikeyi gizleyerek, bir taşla iki kuş vurulmaktadır.

    HARBİYE’DE VE YARGIDA FETÖ YADA KARŞITI GÖRÜNÜMLÜ OPERASYONLAR YAPAN ODAK FETÖ DEĞİL, YARGI, EMNİYET ve ORDU’DA ÇÖREKLENMİŞ KETÖ – KEMALİST TERÖR ÖRGÜTÜDÜR.

    Bu örgütün arkasında tıpkı FETÖ gibi dolaylı YOLLARDAN ABD vardır ve ABD güdümünde KEMALİST DİKTATÖRLÜK KURMA PEŞİNDE KOŞMAKTADIR.

    FETÖ BU GÜN ÖRGÜTSEL OPERASYON GÜCÜNÜ TAMAMEN KAYBETTİĞİ GİBİ, HALK NEZDİNDE İTİBARI SIFIRDIR VE EN AZINDAN YAKIN BİR TEHDİT OLMASI SÖZ KONUSU DEĞİLDİR.

    Henüz varlığından kimsenin haberdar olmadığı ve hiç bir yerde ismi bile geçmeyen KETÖ – KEMALİST TERÖR ÖRGÜTÜ hususunda acilen harekete geçilmezse,

    15 TEMMUZ’DAN DAHA KANLI BİR DARBE TEŞEBBÜSÜ ve muhtemelen TÜRKİYE’DE ABD GÜDÜMÜNDE KEMALİST DİKTATÖRLÜK REJİMİ KURULMASI söz konusu olacaktır.

    Harbiye gösterisi bir darbe provası ve gövde gösterisi, Erdoğan ve halka sallanan tehdit parmağı ve çekilen kılıç olup, gösteriye katılanlar DERİN KETÖ’NÜN az bir kısmı, AYSBERGİN GÖRÜNEN YÜZÜDÜR.

    Eğer gereği yapılmazsa bu tip çıkışkara yol olacak ve tıpkı 2000 öncesi olduğu gibi İktidar ve halka ayar vermeye girişecekler ve şartlar olgunlaştırıldığında ABD GÜDÜMLÜ KEMALİST DARBEYE yelteneceklerdir.

    Bu nedenle 30 Ağustos’ta Askeri Disiplini çiğneyerek gösteriye katılan TÜM YENİ MEZUN HARBİYELİ TEĞMENLER DERHAL ORDUDAN İHRAÇ EDİLDİKTEN SONRA, yargılanarak KETÖ Örgütü bağlantıları ortaya çıkartılmalı ve Yargı, Emniyet ve Ordu’da çöreklenmiş KETÖ ÖRGÜTÜ DEŞİFRE EDİLEREK TAMAMEN ÇÖKERTİLMELİDİR.

    OLAY ÖRTBAS EDİLİRSE, TEHLİKE KARTOPU MİSALİ İVME KAZANARAK BÜYÜYECEK VE YILANIN BAŞINI KÜÇÜKKEN EZMEYEN ERDOĞAN VE DİNDARLARI SOKACAKTIR.

    Mustafa Siel

    https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=pfbid02LYoPEhCcaQYobJcPTsf2ZjnDh4ed2QCsehU8LxDVKazpMqZQR9fA8XcXhnxfFwnkl&id=100068038031270

    01.09.2024

    Genç Subaylar Tedirgin!

    Ersan Ergür Bey Yazdı

    Bundan tam 21 yıl önce Cumhuriyet Gazetesinin manşetiydi; “Genç subaylar tedirgin.”

    Sözüm ona dönemin Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’le yapılan bir röportajda TSK içerisinde huzursuzluk ve rahatsızlık olduğu vurgusu ağırlık kazanmıştı.

    Tabii bu durum manşetlere taşınmış ve Türk Ordusu ile mevcut iktidarı karşı karşıya getirmişti.

    Birçok kesim medya ve gazeteler günlerce bu konuyu işlemiş iktidarın eli kolu bağlanmak istenmişti.

    Yine “Beceremediniz artık bırakın” manşetini terör elebaşı ağzından manşetlere taşıyan yine muhalif medyanın amiral gemileri Hürriyet ve Milliyet idi…

    15 Temmuz sonrası yerli ve milli bir yapıya kavuşturulmak istenen Türk Silahlı Kuvvetleri Harp Okulları mülakat komisyonlarında görev alan emekli subaylara yönelik; 

    Harp Okulları mülakatlarını SADAT yaptı iddiası ile 28 Şubat döneminde YAŞ kararları ile ihraç edilmiş inançlı emekli subaylar mülakatlardan el çektirilmişti.

    Bu haberin amacı bugün daha iyi anlaşılmakla beraber maalesef başarılı olmuştu.

    Daha geçtiğimiz yıl Tuzla Piyade Okulunda yakasına Atatürk rozeti takmadığı gerekçesi ile darp edilen teğmen meselesi sıcaklığını korumakta iken yeni bir teğmen cuntası devreye girdi.

    15 Temmuz ile askeri okullara yerli ve milli bir ruhu aşılamak arzusu bir şekilde bertaraf edilmeye çalışılıyor.

    Esasında 28 Şubat sürecinde gerçek manada yerli ve milli muhafazakâr yapıdaki subay ve astsubaylar YAŞ kararları ile ihraç edilmiş geriye Kemalist ve ulusalcı anlayışa sahip kesim ile büyük parçayı oluşturan FETÖ mensupları kalmıştı.

    15 Temmuz darbesi ile bu güruh topyekûn tasfiye olunca geriye sadece İslami hassasiyetten uzak hatta din karşıtlığı ile çağdaşlığı yakalayacağına inanan Kemalist ve ulusalcı kesim kalmıştı.

    Her zaman olduğu gibi bu gruplar vatanın güya gerçek sahipleri olmalarının verdiği sözde haklı gururla seslerini yükselterek köşe başlarını kapmaya çalışıyorlar.

    Sarıklı Amiral haberleri gibi benzeri manşetlerle iktidarı ve karar alıcıları etki altına almayı başardılar.

    Terfi edenlerin şeriatçı, cemaatçi oldukları algısını oluşturmayı başarmışlardı.

    Azınlıkta olan milli iradeye saygılı iman ve ihlas abidesi birkaç general ise pasif görevlere atanmış ve karar alma mekanizmalarına dahil edilmemişlerdi.

    Bu kara propaganda sonucu ötekileştiren, kutuplaştıran, halkın inanç ve değerlerine yabancı bir eğitim anlayışı yerleşmiş oldu.

    Son derece tehlikeli bir noktaya geldiğimizi vurgulamak zorundayım.

    30 Ağustos sabahı Cumhurbaşkanı Erdoğan Kara Harp Okulu’nda cami açılışı yapmış sonrasında mezuniyet törenine katılmıştı.

    O törenlerden sonra dönem birincisi Teğmen Ebru Eroğlu bir grup teğmene “Mustafa Kemalin Askerleriyiz” sloganıyla laiklik andı yaptırdı.

    Cami açılışına nispet bir düello izlenimi veriliyordu.

    Bu törenlerin geleneksel halini bilirim. Çünkü bende 1990 yılında böyle bir tören sonrası teğmen olarak mezun olmuştum.

    Bu törenlerde resmî tören yapıldıktan sonra teğmenler serbest kalır ve tribünlerde oturan aileleri ile buluşarak tebrikleri kabul ederler.

    Hiçbir şekilde böylesi bir slogan atılmaz. Geçmişte de bunun örneği yoktur.

    Ancak bu kez öyle olmadı. Muhtemeldir ki bir akıl dönem birincisi Teğmen Ebru Eroğlu’nu azmettirerek Laiklik andının yapılmasını sağlamıştı. 

    Videoda yansıyan enstantanelere baktığımızda dört bir taraftan birbirlerini çağırarak Ebru Teğmenin etrafında toplanılmasını sağladılar.

    Sonrası malum…

    Şimdi bunda ne var canım diyebilirsiniz?

    Mustafa Kemalin askerleriyiz sloganı suç unsuru değil diyebilirsiniz.

    Size bir Nasreddin Hoca fıkrası anlatayım;

    Hocaya köylünün biri sorar; Hocam tuvalette sakız çiğnemek haram mıdır?”

    Hoca cevap verir; Ne münasebet canım. Elbette çiğneyebilirsiniz. Yalnız sakız çiğnemesine çiğnersiniz de biri sizi görürse hakkınızda ne düşünür onu bilemem. Der.

    Yukarıda saydığımız gerekçeler sonrası teğmenlerin Laiklik yemini ve Mustafa Kemalin askerleriyiz vurgusu bu fıkra misali hiç gereği yokken neden servis edildi?

    Geçmişte böyle bir yeminin örneği hiç olmadı.

    “Unutmayın FETÖ, 15 Temmuz gecesi en ön saflara Harp okulu öğrencilerini sürdü, hatta onlarla yetinmeyip küçücük Askeri Lise öğrencileri ile Çengelköy’de sabaha kadar çatışmaya girdi. 

    15 Temmuz için eğitim kampındaki Harbiyeliler getirilip darbe kalkışmasında en öne dizdirilmedi mi?

    FETÖ gişelerde sabaha kadar vatandaşa Harbiyelilerle kurşun sıktırıp İstiklal marşı okutmadı mı?

    Bir grup FETÖ’cü Harbiyeli Silivri’den tahliye olurken toplanıp İzmir Marşı okumadılar mı?

    Mustafa Kemal üzerinden bu milleti böldüğünüz yetmedi mi?

    Yeter artık, Mustafa Kemal üzerinden bu millete operasyon çekilmesine müsaade etmeyin!

    FETÖ darbe yaparken bile “Yurta Sulh”parolasını kullandı.

    Bu millet bu operasyonlara pirim vermiyor ama maalesef sözde Atatürkçü geçinenler her seferinde bu operasyonların maşası oluyor.

    Artık bu ülkede darbelere prim vermeyecek nesillere ihtiyaç olduğu kesin.

    Bizden söylemesi…

    02.09.2024

    https://www.milatgazetesi.com/yazarlar/genc-subaylar-tedirgin-rahatsiz-1029