AYNAMA YANSIYANLAR
Sudan’dan Haber Var ..

ACİL
Sudan deniz kuvvetleri, Kızıldeniz’deki Sudan adalarının tam kontrolünü ele geçirdiğini, milisleri bozguna uğrattığını ve Kızıldeniz’i ele geçirmek amacıyla Siyonist destekli Birleşik Arap Emirlikleri’nin inşa ettiği askeri üsleri ele geçirdiğini duyurdu.

ACİL
Sudan deniz kuvvetleri, Sudan adalarını geri aldığını, düzinelerce Birleşik Arap Emirlikleri askeri ve subayını esir aldığını, çok sayıda paralı askeri yakaladığını ve bu kişilerin Sudan halkına yönelik katliamlar gerçekleştirdikleri için adil bir askeri mahkemede yargılanacağını açıkladı.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
22.10.2024 Üsküdar

Biliyorsunuz bu adalar içerisinde Türkiye’nin kiraladığı stratejik bir ada olan Sevakin Adası da var:👇
https://www.aa.com.tr/tr/dunya/afrikanin-kapisi-sevakin-adasi/1015097
Türkiye Sevakin Adasını 99 Yıllığına Kiraladı👇
https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Sevakin#:~:text=Sudan’ın%20İngiliz%2DMısır%20idaresinden,yıllığına%20Türkiye’ye%20kiralanması%20kararlaştırıldı.

Al Jazira, Dün Yukarıdaki Haberi Teyit Eden Arapça Ayrıntılı Bir Haber Yayınladı:👇https://www.aljazeera.net/amp/politics/2024/10/21/آخر-مواقع-السيطرة-العسكرية-بين-الجيش

Bu Haberi Daha Doğru ve İyi Anlayıp Değerlendirmek İçin BAE’ni Tanımak Şart:👇

عاجل
القوات البحرية السودانية تعلن سيطرتها الكاملة على الجزر السودانية في البحر الأحمر ودحر المليشيا والاستيلاء على القواعد العسكرية التي بنتها الإمارات بدعم صهيوني للاستيلاء على البحر الأحمر.

عاجل
القوات البحرية السودانية تعلن عن إستعادة الجزر السودانية وأسر العشرات من الجنود والظباط الإماراتيين وعدد كبير من المرتزقة وسيتم محاكمتهم محاكمة عسكرية عادلة لأنهم ارتكبوا المجازر بحق الشعب السوداني.

Sinvar ve Son Sahne ..

“Sinvar ve Son Sahne ..”

“Eğer kendi sonunu kendisi çizip belirleyebilseydi, şehid komutan Yahya es-Sinvar, kendisini böylesine ibretlik bir şekilde ölümsüzleştiremezdi; onu halkın ve tarihin hafızasında parlak bir yere sahip bir mücadele ve direniş simgesi haline getiren bir son oluşturamazdı.”

Altmışını aşmış bir yaşlı, yıkılmış evin enkazları arasında bir kanepeye oturmuş, aldığı ölümcül yaralarla hayatının kalan nefeslerini alıp veriyor. Uzun saatler boyunca işgal ordusunun askerleri ve modern teçhizatlarıyla savaştıktan sonra, siyonist korkaklar bir insansız hava aracını binaya gönderir, o ise güçsüz başını çevirip bakar ve elindeki sopayı insansız hava aracına atar. Siyonistler o yere ancak tekrar bombaladıktan sonra girebilirler ve bu kahramanın bizzat Yahya es-Sinvar olduğunu, adını duyunca titredikleri adam olduğunu da bilmezler.

Bu Sinvar’ın hayatındaki son sahne, hafızalarda eski direniş öykülerini ve bu sahneyle örtüşen coşkulu şiirleri canlandırdı. Vücut organları olarak çaresiz olduğu halde, elindeki son imkanla vurmaya devam ettiğini ve sopasını insansız hava aracına attığını gören, onun direniş ilkesini son nefesine kadar yaşatmaya çalıştığını fark eder. Tarihten, gözleri görmeyen şair Yahya bin Yusuf el-Ensari es-Sirsari’nin, Hülagu’nun ordusuyla Bağdat’a girdiğinde taşları hazırlayıp onlara attığı anı hatırlatır. Bir grubu taşlarıyla yaraladı ve onlar ona ulaştığında birini bastonuyla öldürdü, sonra kendisi öldürüldü. Bu, düşmanla mücadelede elinden gelen her şeyi yaparak Allah’a karşı mazeretini sunduğu bir andı.

Kaderleri takdir eden Allah’a şükürler olsun, işte zamanımızda aynı ismi taşıyan bir başka kahraman: Yahya es-Sinvar; Ölümcül yaralarla kalkması engellenmişti ama insansız hava aracına sopasıyla vurdu. O an vuruşun faydasını sormadı, fakat özgürlükçü ruhlar her zaman mücadelelerine hizmet eden herhangi bir aracı sonuna kadar kullanırlar. Kanı akarken, vücudu parçalanmışken teslim bayrağını kaldırmadığını gören, direnişin simgesi Ömer Muhtar’ın düşmanına zincirler içinde söylediği şu ünlü sözü hatırlayabilir: ‘Biz teslim olmayız, ya kazanırız ya da ölürüz.’

Kırılmış sağ eliyle kanı durdurmak için bastırırken, savaşa devam etmek için çabalıyordu. Belki de bu sahne, Filistinli şair Mahmud Derviş’in şu dizelerini hatırlatır: ‘Kolun düştü, onu yerden al… Düşmanına vur… Kaçış yok.’

Sinvar’ın son sahnesi, işgalin ve onunla saf tutan normalleşme yanlılarının bütün iddialarını yıktı. İşte bu Sinvar, tünellerde saklandığı, adamlarını meydanlarda ölüme terk ettiği ve Gazze halkını açıkta ölüme bıraktığı iddia edilen kişi. İşte bu Sinvar, hayatını korumak için etrafını İsrailli esirlerle sardığı söylenen kişi. İşte bu Sinvar, kadın kıyafetleriyle halkın arasında saklandığı iddia edilen kişi. İşte bu Sinvar, Gazze’den güvenli bir çıkış yolu aradığı iddia edilen kişi. Sonu, beklenmedik bir şekilde, beyaz sayfasını arındırdı ve şerefli sonu, tek bir açıklama yapmadan bütün yanıltıcı hikayeleri yıktı. İşte Sinvar, ön saflarda savaşan, son ana kadar savaş kıyafetleriyle, yerin üstündeydi; yerin altında değil.

Sinvar’ın hayatının son sahnesi bir askerin sızdırmasıyla ortaya çıktığında, işgal kendini bu durumu yönetmekte zor buldu. Sinvar’ın sonunu çarpıtmaya yönelik hiçbir girişimde bulunmadı. Bu sahne, Netanyahu’nun bu Filistinli kahramanın utanç verici bir sonunu uydurma kapısını kapattı. Bu, işgal için ölümcül bir darbe oldu çünkü sahne, Sinvar’ı ölümünde bile eşsiz bir kahraman yaptı ve ölümüne rağmen zafer siciline eklendi. Öyle ki bir İsrailli gazeteci, Sinvar’ın sonu hakkında, içinde bastırılmış bir öfkeyle şöyle yazdı: ‘Üzücü ama gerçek şu ki, ölümünde bile kazandı.’

Bu sahne, içerde ve dışarda, doğuda ve batıda kitlelerin ve ünlülerin kalemlerini harekete geçirdi; bu eşsiz kahramanlığı kaydetmek için. Normalleşme kucaklarına düşenler ve Filistin direnişini dünyanın tüm felaketlerinden sorumlu tutanlar dışında ters yönde yazan kimse olmadı. Onlar bu konuda Siyonistlerden bile daha Siyonist oldular.

Sinvar’ın son sahnesi, bu adamın şehadet aşkını tercüme etti ve taçlandırdı. Ölümden korkmadığını, sadece, direniş meydanlarında ölmek yerine, hastalıktan ya da bir araba kazasında ölmekten korktuğunu açıkça ifade eden kişi oydu. Sinvar, sokaklarda yürüyerek düşmana meydan okuyordu ve düşmanın onu hedef almasının onun için sunulabilecek en güzel hediye olduğunu söylüyordu. Sinnvar’ın yıkıntılar arasında bir kanepeye oturduğu son sahne, hafızalarda, enkazlar arasında benzer bir şekilde oturduğu başka bir sahneyi canlandırdı. Sanki bu adama düşmanlarına meydan okumak için bu oturuş yazılmış gibiydi. Sanki şöyle diyordu: ‘Biz hep burada olacağız, bu bizim tahtımız, yerimizi terk etmeyeceğiz.’ Ya da: ‘Yaralara ve enkazlara rağmen biz kazanacağız’

Sinvar’ın hayatının son sahnesi, bizim neslimize ve gelecek nesillere direniş yolunun izzet, onur ve yücelik yolu olduğunu ilham edecek, yürüyenler kendi gözleriyle zafer işaretlerini göremeseler bile.

Bu sözler Sinvar’ın şahsını yüceltmek için değil, sayfaları süslemek için yazılmış duygusal sözler de değil, ama bu mücadeleci adamın bir direnişçi, esir ve şehit olarak ömrünü geçirdiğini ve onun gibi kahramanların bu nesillerin rol modelleri olarak kabul edilmesi gerektiğinin bir kabulüdür. Atlı indi, günün birinde onların ihanetinden dolayı gözyaşı döktüğü bazı soydaşlarının oyunlarından kurtulup rahatladı. Onun, İran ve İsrail devleti lehine çalışmakla suçlanmasından da kurtuldu. Bu ümmetin kendi değerini, yerini, dostunu ve düşmanını tanımadığı bu zayıf haline duyduğu kalp sızısından da kurtulup rahatladı. Ebu İbrahim kurtulup rahatladı ve tarihe bu son sahneyi bıraktı. “Allah, mutlak hüküm sahibi ve işinde galip olandır, ama insanların çoğu bunu bilmezler.”
İhsan al-Fakih

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
21.10.2024 Üsküdar

السنوار واللقطة الأخيرة…

لو كان بمقدوره أن يرسم لنفسه نهاية، لما استطاع القائد يحيى السنوار أن يصنعها لنفسه على هذا النحو، الذي جعل منه أيقونة في النضال والكفاح، تأخذ مكانها البرّاق في ذاكرة الناس والتاريخ.
شيخٌ تجاوز الستين، يجلس بجراحه القاتلة على أريكة بين أنقاض البيت المُتهدّم، يأخذ نصيبه من الأنفاس المتبقية له في الحياة، بعدما خاض اشتباكا لساعات طويلة مع جيش الاحتلال بجنوده وآلياته، ثم يطلق الجبناء مسيّرة داخل المبنى لتتفقد الأوضاع، فيلتفت إليها برأسه الواهن، ثم يلقي عليها عصا كانت في يده، ولم يدخل الصهاينة المكان، إلا بعد معاودة قصفه، وهم لا يدركون أن ذلك البطل الأبيّ هو نفسه يحيى السنوار، الرجل الذي ترتعد لذكره فرائصهم.

هذه اللقطة الأخيرة في حياة السنوار، فجّرت في الذاكرة ينابيع أدبيات النضال من قصص بطولية للسابقين، أو أشعار حماسية تتواءم مع اللقطة.
فمن رأى حاله من العجز البدني وهو يصر على أن يضرب بآخر ما في جعبته، ويلقي عصاه على المسيرة كأنه يسعى لتخليد مبدأ الكفاح حتى الرمق الأخير، فقد يستدعي من التاريخ مشهد الشاعر الضرير يحيى بن يوسف الأنصاري الصرصري، الذي كان يجهز الحجارة عندما دخل هولاكو بجيشه بغداد، فرماهم بها، فهشم جماعة منهم، فلما خلصوا إليه قتل أحدَهم بعكّازه ثم قتلوه، فكان إعذارا إلى ربه، أن بذل كل ما بوسعه لمقارعة العدو.

وسبحان من قدر الأقدار، فهذا بطل آخر في عصرنا يحمل الاسم ذاته يحيى السنوار، تعوقه الإصابات القاتلة عن النهوض، فيضرب المسيرة بعصاه، ولم يسأل حينها عن جدوى الرمية، لكنها نفوس الأحرار المناضلين، لا يتركون وسيلة إلا واستفرغوا الوسع في تسخيرها لصالح قضيتهم. ومن نظر إلى صموده مع دمه الذي ينزف وجسده الذي تهشم ولم يرفع الراية البيضاء، ربما استدعى المقولة المأثورة عن شيخ المجاهدين عمر المختار، الذي قال وهو في الأغلال لعدوه: «نحن لا نستسلم، إما أن ننتصر أو نموت».

ومن نظر إلى يده اليمنى المهشمة التي شدّ عليها ما يوقف به نزيف الدم، ليواصل القتال، ربما استدعت ذاكرته شعر الفلسطيني الراحل محمود درويش إذ يقول: «سقطتْ ذراعك فالتقطها.. واضرب عدوك.. لا مفر».

اللقطة الأخيرة للسنوار، نسفت كل مزاعم الاحتلال ومن تخندق معه من المطبعين، فهذا هو السنوار الذي زعموا أنه يتحصن بالأنفاق ويدع رجاله يموتون في الميادين ويترك شعب غزة للموت في العراء، هذا هو السنوار الذي زعموا أنه يحيط نفسه بدروع بشرية من الأسرى الإسرائيليين لتأمين حياته، هذا هو السنوار الذي زعموا أنه يتخفى في ملابس النساء بين الناس، هذا هو السنوار الذي زعموا أنه ينشد الخروج الآمن من غزة، قد بيضت صفحته من حيث لا يحتسب، ونسفت نهايته المشرفة كل الروايات المضللة دون أن يطلق تصريحا واحدا، فهذا هو السنوار الذي يقاتل في الصفوف الأمامية مع أنه ليس ملزما بذلك، يقاتل وهو في لباس القتال حتى الرمق الأخير، على ظهر الأرض لا تحتها.

اللقطة الأخيرة في حياة السنوار التي سربها أحد الجنود، وجد الاحتلال نفسه متورطا في التعامل معها، دون محاولة التضليل في نهاية السنوار، وأغلق على نتنياهو الباب أمام اختلاق نهاية مذلة للبطل الفلسطيني، وإنها لضربة قاصمة للاحتلال، حيث إن اللقطة جعلت من السنوار بطلا فريدا من نوعه، وأضيفت إلى سجل انتصاراته رغم مماته، حتى إن أحد الصحافيين الإسرائيليين كتب عن نهاية السنوار وهو يكتنفه القهر: «الحقيقة المحزنة أنه حتى في وفاته انتصر».

لقد أثارت اللقطة أقلام الجماهير والمشاهير في الداخل والخارج والشرق والغرب لأن تسجل إعجابها بهذه البطولة الفريدة، ولم يكتب في عكس الاتجاه، إلا أولئك الذين ارتموا في أحضان التطبيع، واتخذوا من المقاومة الفلسطينية هدفا ومرمى لتحميلهم كل كوارث العالم، وكانوا في ذلك صهاينة أكثر من الصهيوني.

اللقطة الأخيرة للسنوار ترجمت وتوّجت عشق هذا الرجل للشهادة، فهو الذي كان يفصح عن خوفه لا من الموت، بل خوفه من أن يموت مرضا أو دهسا، وليس في ساحات النضال، وهو الذي كان يتحدى العدو بالمسير في الشوارع معربا عن كون استهداف العدو إياه أفضل هدية يمكن أن يقدمها له. اللقطة الأخيرة للسنوار وهو يجلس على مقعده أعادت للأذهان جلوسه على مقعد مشابه بين الأنقاض والركام، فكأنه كُتب لهذا الرجل أن يتحدى أعداءه بهذه الجلسة، كأنه يقول سوف نبقى دائما هنا، هذا عرشنا لن نبرح مكاننا، أو كأنه يقول نحن المنتصرون رغم الجراح والأنقاض.
اللقطة الأخيرة في حياة السنوار ستلهم هذا الجيل والأجيال اللاحقة بأن طريق النضال هو سبيل العزة والكرامة والرفعة، حتى إن لم يكتب للسائرين فيه أن يروا بأمّ أعينهم بشائر النصر.

هذه الكلمات ليست تقديسا لشخص السنوار، وليست كلاما عاطفيا تُزين به صفحات النشر، لكنها اعتراف بأن هذا المناضل الذي قضى عمره أسيرا ومقاوِما وشهيدا ومثله من الأبطال، هم أولى الناس بأن يتم تنصيبهم كقدوات لهذه الأجيال التي افتقدت القدوة والمثال. ترجّل الفارس، واستراح من كيد بعض بني جلدته بعد أن ذرف الدمع يوما لتخاذلهم، استراح من اتهامه بالعمالة والمأجورية والعمل لصالح إيران والكيان الإسرائيلي، استراح من نزيف القلب على هذه الأمة المتخاذلة التي لم تعد تعرف قدرها ومكانتها ولا صديقها من عدوها، استراح أبو إبراهيم وقد ترك للتاريخ هذه اللقطة الأخيرة، والله غالب على أمره ولكن أكثر الناس لا يعلمون.

إحسان الفقيه

👇

https://www.alquds.co.uk/%d8%a7%d9%84%d8%b3%d9%86%d9%88%d8%a7%d8%b1-%d9%88%d8%a7%d9%84%d9%84%d9%82%d8%b7%d8%a9-%d8%a7%d9%84%d8%a3%d8%ae%d9%8a%d8%b1%d8%a9-%d8%ad%d9%83%d8%a7%d9%8a%d8%a9-%d8%b5%d9%85%d9%88%d8%af

Mülakatı Aşıkkutlu ..

Mehmet Rüşdü Aşıkkutlu Hocamızın hayatı hakkında doktora çalışması yapan İstanbul Ortaköy BüyükMecidiye cami imamı Esat Şahin Hoca’nın sorularına verdiğim cevapları aşağıda bulacaksınız: 👇

S1- Hocam sizi tanıyabilir miyiz kendinizi genel hatları ile tanıtır mısınız şu an ne işle meşgulsünüz ?
C1- Halen emekliyim; hayır işleri, okumak ve yazmak meşgul olduğum işlerdendir.

Beni Tanımak İsteyenler İçin Hazırladığım Maktu Not: 👇
www.aynamayansiyanlar.com/hakkimizda/hakkimizda/
S2- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendi ile ne zaman ve nasıl tanıştınız?
C2- Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Hocamız ile 1963-64 yıllarında Evinde kalan bir talebe ve evlatlık gibi eğitim aldığım yıllarda tanıştık. Bizim Hamzalı isimli şimdiki mahallemiz, 1950 den önce Hocamızın köyüne bağlı bir mahalle olması sebebi ile aynı köylü sayılırız. Babam da Onun talebesi, aynı zamanda da ustası sayılırdı. Çünkü babamdan saatçilik öğrenmişti.
S3- Siz okurken yatılı mı kaldınız Yatılı ise hangi köyde nerede kalıyordunuz ?
C3- Evet, Uğurlu (Çufaruksa) köyündeki evinde yatılı olarak kalırken 9 yaşında olmam sebebi ile evlatlık gibi hizmetinde bulunmanın yanında eğitim ve terbiyesinden de istifade ettiğim ikinci hocam olmuştur. İlk hocam da onun talebesi olan eniştem H.Hilmi Yıldız Hoca idi. Hafızlığı ilk hocamdan yaptıktan sonra onun yanına gitmiştim.
S4- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendinin yanında ne kadar süre ders okudunuz?
C4- M.Rüştü Aşıkkutlu Hocamızın evinde 1,5 sene kadar kaldım; Hafızlık kuvvetlendirme, Talim, Tecvit ve Arapça eğitimi alarak hafızlık diplomamı da ondan almıştım.
S5- O dönemde Karadeniz bölgesinde Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendiden başka Kuran dersi ile beraber aynı anda kıraat okutan hocalar var mıydı ?
C5- O dönemde Of’ta Hocaefendi’den başka Kıraat ilmini, onun seviyesinde, okutan başka hoca yoktu. Bir alt seviyede var olanlar da onun talebeleri idi.
S6- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendinin karakter, kişilik ve huyu nasıldı?
C6- Rahmetli Hocamız İlmi kadar ahlakı ile de temayüz etmiş bir insandı. Yumuşak tabiatlı, hoş görülü, ilim, ahlak ve sevgi ile otorite oluşturan bir yapıya sahipti. Ona olan hürmet ve saygımız, gönül bağımızdan kaynaklanan bir saygı idi. Hayvanların bile kendisine farklı davrandığına çok şahit oldum.
S7- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendi camide veya derste aşır okuturmu idi okutuyorsa aşır okutma usulü nasıldı ?
C7- Ben evinde kalmış bir talebesi olarak, camide ve kurs merkezindeki uygulamaların ayrıntısını bilme ve aktarma imkanım yok. Mısır tarikini benimsemiş bir hocamız olarak evde kıldığımız zaman, misafirine veya bana aşır okuturdu.
S8- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendinin ders işleme usulü nasıldı toplu mu ders verirdi yoksa teker teker mi dinlerdi ya da bazen topluca bazende tek kişiye mi ders verirdi?
C8- Yedinci soruda ifade ettiğim gibi Cami ve kurs merkezinde nadiren bulunma imkanım olurdu. Hoca efendi sadece hafızlık yaptırmaz, Kıraat ilimlerini de okutur; belli bir seviyeye kadar Arapça okuttuğu talebeleri de olurdu. İleri seviyedeki talebelerini de yardımcı hoca olarak istihdam ederdi.
S9- Âşıkkutlu hoca efendi kıraat okumaya gelen her öğrenciyi kabul edermiydi?
C9- Gelen talebeyi reddettiğini ne gördüm ne de duydum. Ancak talebenin yaşına, kabiliyetine ve yapısına uygun yönlendirme yaptığına şahit oldum.
S10- Âşıkkutlu hoca efendi öğrencilere ders okuturken özellikle kapasitesi olmadığı için dili dönmeyen veya dersi hazırlayamayan öğrencilere karşı tavrı nasıldı bu öğrencilere kızar mıydı?
C10- Hoca efendinin kızdığını veya şiddet kullandığını ne duydum ne de gördüm. Kabiliyetini yeterli görmediği talebeleri ayırır; onlara zaruri gördüğü dersleri öğretmekle iktifa ederdi. Kabiliyeti olmayanları zorlamaz, kapasitesinin hacmi ile orantılı bilgi öğretmekle iktifa ederdi.
S10- Âşıkkutlu hoca efendinin yaramaz ve tenbel öğrenciye karşı tavrı nasıldı?
C11- Yaramaz talebeler bile Hocamıza sıkıntı yaşatmaktan haya eder; onun görmemesi ve duymamasına dikkat ederlerdi. Hocamız da bunu bildiği ve takdir ettiği için çoğu zaman görmemeyi, duymamayı tercih ederdi; talebenin haya perdesinin yırtılmasına imkan ve fırsat vermezdi. Talebelerle ilgili istihbarat kaynaklarından biri de bendim; bana sorar durumu öğrenmeye çalışırdı. Beni çok kesin konuşur gördüğünde: “evladım, bir kapı açık bırak; geri dönmek zorunda kalırsan, o kapıdan çıkarsın” derdi.
S12- Âşıkkutlu hoca efendi öğrencilere resmi mi yoksa samimi mi davranırdı?
C12- Merhum Hocamız, talebelerine çocukla çocuk büyükle büyük gibi davranacak kadar mütevazi ve samimi davranırdı.
Bana Arapça okuturken, anlamakta zorlandığım yerleri resim çizerek anlatır; her soruma ayrıntılı cevap verir; anlayacağım şekilde izah ederdi.
S13- Aşıkkutlu hocaefendinin 1968’deki Uğurlu köyünde açtığı aşere takrib tayyibe kursu hakkında ne biliyorsunuuz ?
C13- Bu konuda zikre değer bir bilgim yoktur. Çünkü ben 1964 yılında oradan ayrılmıştım.
S14- Mahmud Efendi hazretleri Âşıkkutlu hoca efendinin yanında ders gördü mü?
C14- Hacı Mahmut Efendi Aşıkkutlu Hocamızın talebesi idi. Her sene evine ziyarete gelir, misafiri olurdu. Benim evinde olduğum dönemde bir iki defa ziyaretine geldiğini hatırlıyorum. Evde cemaatle Namaz kılarken onu imamete geçirir; namazı onun kıldırmasını isterdi. H.Mahmut efendi, gelişinde ve ayrılışında elini öpmek ister, kendisine hocam diye hitap ederdi. Bir seferinde, çocukluk sadelik ve rahatlığı ile kendisine: “Hocam niçin talebenizi imamete geçiriyorsunuz diye sormuş; cevap olarak, O benden daha takvadır; dediğini çok iyi hatırlıyorum.”
S15- Âşıkkutlu hoca efendinin siyasilerle ve siyasetle ilişkisi olurmuydu ?
C15- Merhum Hocamız politik konulara hiç girmez; yanında konuşulanları dahi duymamazlıktan gelirdi. Politikacılarla irtibatı sadece eğitimci olarak işi ile sınırlıydı. Onun politik eğilimini benden başka duyan olduğunu zannetmiyorum.
Ağızdan sevdiğini duyduğum tek kişi N.Erbakan Hocamız olmuştur.
S16- Âşıkkutlu hoca efendinin halkla diyaloğu nasıldı?
C16- Merhum Hocamızın boş vakti olmaz; gelişi güzel konuşmazdı. Onu kendi köylüleri sevdiği gibi bütün bölge insanları da sever sayardı. İlmi sorular dışında politik konularda ona kimse soru sormaz; rahatsız olacağı yaklaşımda bulunmazdı. O ihlas ve samimiyet abidesi bir insan olduğu için onu boş soru ve işlerle kimse meşgul etmek istemez; onunla gereksiz konuşmaktan haya ederlerdi.
S17- Âşıkkutlu hoca efendinin şahsiyeti, ahlakı ve kişiliği nasıldı?
C17- Mütevazi, cömert, sakin, ilmi ile amil bir insan olduğu için ilmi kadar hali ile örnek kabül edilen bir gönül insanıydı. Onu gören sahabeden birini görmüş gibi hürmet gösterme ihtiyacı duyardı.
S18- Âşıkkutlu hoca efendi’nin ilmi kıraati okuturken topluca mı teker teker mi ders dinlerdi?
C18- Ben çocuk yaşta evinde kaldığım için kendisinden sadece hafızlığımı kuvvetlendirmeye ek olarak talim, tecvid ve sarf okudum. Kıraat ilmi okumadım; bu konuda zikre değer bir bilgim yok. Çünkü o dersleri camide ve kurs merkezinde okuturdu. Evde benden başka talebe yoktu.
S19- Âşıkkutlu hoca efendinin cami cemaati ve diğer hocalarla alakası nasıldı?
C19- M.Rüşdü Aşıkkutlu hocamız kendi köyünde görev yaptığı halde, evi müsait olan köylülerin evinden başka, talebelerin barınacağı bir kurs binası olmadığı gibi çok sınırlı sayıda oda vardı. Bu sebeple köylülerinin ona olan hürmet ve sevgisi sebebi ile imkanı olan herkes evini talebelerin barınması ve konaklamasına açardı. Türkiye’nin bir çok ilinden gelen talebeler köylülerin evlerinde kalırdı. Kendisinin herkesle çok iyi münasebetleri olduğunu herkes bilir ve kabül eder. Kabiliyetli gördüğü talebelerini, kendisi icazet verdikten sonra Hacı Dursun Güven ve Hacı Hasan Rami Yavuz Hocalara yönlendirir; talebelerin durumunu da o hocalara yazılı olarak bildirirdi. İlkokul okumayanları imtihan eder, okul müdürüne yazı yazarak uygun gördüğü sınıftan başlatılmalarını rica ederdi. Benim için de okul müdürüne yazı yazmış ve 3. sınıftan başlamamı sağlamıştı.
S20- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendiyle ilgili olarak Reisül-Kurra vasfı verilerek yazılar kaleme alınmıştır bu konuda ne dersiniz Âşıkkutlu hoca efendi bizim bu günkü anladığımız manada Reisül-Kurra görevi yaptı mı yoksa bu ona saygı ve hürmeten verilen bir vasıf mı idi?
C20- Merhum Hocamız, yaşadığı dönemde hem nazarı olarak hem de fiilen reisül kurra idi. Ondan sonraki reisül kurralar da ya fiilen onun talebesi veya hükmen onun talebesi sayılanlardan olmuştur.
S21- Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu hoca efendi ile ilgili başka söylemek istedikleriniz var mıdır varsa nelerdir?
C21- Merhum Hocamızla ilgili söylenecek her şeyi burada yazıp zikretme imkanım olamayacağını takdir edersiniz. Size yolladığım makalede bazı özelliklerinden bir nebze bahsetmiştim. 👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/sapka-ve-fotr-giymek-zorunda-kalan-hocalar/
Şimdilik bu kadarla iktifa edelim. İlerde başka vesilelerle soracağınız sorulara da cevap vermeye çalışırım inş.

20.10.2024 Üsküdar

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Şehid Komutan Yahya es-Sinvar’ın Vasiyeti

Şehit Komutan Yahya Sinvarın Vasiyetini Han Yunus Zekat Komisyonu Başkanı Dr. Cemil Ebu Bilal Duyurdu:👇


Gazze Aslanı Şehid Yahya es-Sinvar’ın Vasiyeti

Ben, gurbeti geçici bir vatana, hayali ise sonsuz bir mücadeleye dönüştüren mülteci çocuğu Yahya. Bu satırları yazarken, hayatımda geçen her anı hatırlıyorum: çocukluğumun dar sokaklarını, uzun hapis yıllarını ve bu topraklarda dökülen her damla kanı düşünüyor; hatırlıyorum.

1962 yılında, Filistin’in yırtık bir hafıza ve siyasetçilerin masalarında unutulmuş haritalardan ibaret olduğu bir dönemde, Han Yunus Mülteci Kampı’nda doğdum. Hayatını ateş ve küller arasında örmüş bir adamım ve işgal altında yaşamanın sadece sürekli bir hapishane anlamına geldiğini erken yaşta fark ettim. Çocukluğumdan beri biliyordum ki, bu topraklarda hayat sıradan değildir. Burada doğan, kalbinde kırılmaz bir silah taşımalı ve özgürlüğe giden yolun uzun olduğunu anlamalı, bilmelidir.

Vasiyetim buradan başlıyor, işgale karşı ilk taşı atan o çocuktan öğrendim ki o taşlar, dünyaya yaralarımız karşısında sessiz kalanlara karşı söylediğimiz ilk sözlerdir. Gazze’nin sokaklarında öğrendim ki insan, yaşıyla değil, vatanı uğruna yaptığı fedakarlıkla ölçülür. Hayatım da böyle geçti: hapishaneler, savaşlar, acı ve umutla dolu bir hayat ..

1988 yılında ilk kez hapse girdim ve ömür boyu hapis cezasına çarptırıldım, ancak korku nedir bilmedim. O karanlık hücrelerde, her duvarda uzak bir ufka açılan bir pencere ve her demir parmaklıkta özgürlük yolunu aydınlatan bir ışık gördüm. Hapishanede sabrın sadece bir erdem değil, acımasız bir silah olduğunu öğrendim, denizi damla damla içmek gibi.

Vasiyetim şudur: Hapishanelerden korkmayın, onlar sadece özgürlüğe giden uzun yolumuzun bir parçasıdır. Hapishane bana özgürlüğün sadece çalınmış bir hak olmadığını, acıdan doğan ve sabırla şekillenen bir fikir olduğunu öğretti. 2011’de “Vefa-ül Ahrar” anlaşmasıyla serbest bırakıldığımda, artık eskisi gibi değildim; inancım güçlendi ve yaptığımız şeyin sadece geçici bir mücadele değil, son damlamıza kadar taşıyacağımız bir kader olduğunu anladım.

Vasiyetim şudur ki: Silaha, pazarlık konusu olmayan onurunuza ve ölmeyen hayalinize sımsıkı sarılın. Düşman, bizi direnişi bırakmaya, davamızı sonu gelmeyen bir müzakereye dönüştürmeye zorluyor. Ancak size diyorum ki: Haklarınız üzerinde pazarlık yapmayın. Direniş sadece taşıdığımız bir silah değil, her nefeste Filistin’e olan sevgimizdir; kuşatma ve saldırıya rağmen var olma irademizdir.

Vasiyetim şudur: Şehitlerin kanına sadık kalın, bize bu dikenli yolu bırakanlar, Onlar kanlarıyla bize özgürlük yolunu açtılar, siyasetin hesaplarında ve diplomatik oyunlarda bu fedakarlıkları boşa harcamayın. Biz, öncekilerin başlattığını tamamlamak için buradayız ve ne pahasına olursa olsun bu yoldan sapmayacağız. Gazze, her zaman direnişin başkenti ve Filistin’in hiç durmadan atan kalbi olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

2017 yılında Hamas’ın Gazze’deki liderliğini devraldığımda, bu sadece bir iktidar geçişi değil, taşla başlayıp tüfekle devam eden bir direnişin sürekliliğiydi. Her gün halkımın çektiği sıkıntıları hissediyordum ve özgürlüğe doğru attığımız her adımın bir bedeli olduğunu biliyordum. Ancak size şunu söylüyorum: Teslim olmanın bedeli çok daha büyüktür. Bu yüzden toprağınıza, köklerin toprağa sımsıkı sarıldığı gibi sarılın, çünkü yaşamaya karar vermiş bir halkı hiçbir rüzgar söküp atamaz.

Aksa Tufanı mücadelesinde, bir grup ya da hareketin lideri değildim; özgürleşmeyi hayal eden her Filistinlinin sesi oldum. Direnişin sadece bir tercih değil, bir görev olduğuna inanıyordum. Bu mücadelenin Filistin direnişinin kitabında yeni bir sayfa olmasını, hiziplerin, gurupların birleşmesini ve herkesin düşmana karşı tek bir saf oluşturarak ayakta durmasını istedim. Düşman, hiçbir zaman bir çocukla bir yaşlı arasında ya da bir taşla bir ağaç arasında ayrım yapmadı.

Bıraktığım şey ferdi bir miras değil, özgürlüğü hayal eden her Filistinli için, omzunda şehit çocuğunu taşıyan her anne için, hain bir kurşunla katledilen kızını acıyla yitiren her baba için ortak bir mirastır.

Son vasiyetim şudur: Direnişin boşuna olmadığını, sadece atılan bir kurşun değil, onur ve şerefle yaşadığımız bir hayat olduğunu her zaman hatırlayın. Hapis ve kuşatma bana mücadelenin uzun ve yolun zor olduğunu öğretti. Ama aynı zamanda teslim olmayı reddeden halkların kendi elleriyle mucizeler oluşturup ürettiğini de öğrendim. Dünyadan adalet beklemeyin, çünkü ben nasıl dünyanın acımız karşısında sessiz kaldığına şahit olduysam siz de olacaksınız. Adaleti beklemeyin, adalet siz olun. Filistin hayalini kalbinizde taşıyın ve her yaradan bir silah, her gözyaşından bir umut kaynağı edinin.

Bu benim vasiyetimdir: Silahlarınızı bırakmayın, taşlarınızı atmayın, şehitlerinizi unutmayın ve hakkınız olan hayalden vazgeçmeyin. Biz burada, toprağımızda, kalbimizde ve çocuklarımızın geleceğinde kalacağız.

Size vasiyetim:

Ölümüme kadar aşkla bağlı olduğum Filistin’e, asla eğilmeyen bir dağ gibi omzumda taşıdığım hayale sahip çıkın. Eğer düşersem, benimle düşmeyin; düşürmediğim bayrağı taşıyın ve kanımı bir köprü yaparak, küllerimizden daha güçlü doğacak nesiller için yol açın. Unutmayın ki vatan, anlatılan bir hikaye değil, yaşanan bir gerçektir ve bu topraktan doğan her şehitle birlikte binlerce direnişçi daha doğar; doğacaktır.

Eğer tufan döner ve ben aranızda olmazsam, bilin ki özgürlük dalgalarının ilk damlası bendim ve yolunuzu tamamladığınızı görmek için yaşadım. Düşmanınızın boğazında bir diken, asla geri çekilmeyen bir tufan olun ve dünya, hak sahibi olduğumuzu ve haber bültenlerinde sadece birer rakam olmadığımızı kabul edene kadar durmayın.

Yahya İbrahim Hasan es-Sinvar / Gazze


Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
19.10.2024 Üsküdar

Zaruri Bir Açıklama 👇
Bazı arkadaşlar bu vasiyetin bana nasıl intikal ettiğini soruyorlar:
Bu vasiyet bana, Gazze / Han Yunus Bölgesi Zekat komisyonu başkanı olup kendisi ve oğlu hekim olan, aynı zamanda Şehid Komutanımız Yahya Sinvar’ın hem eniştesi hem kayınbiraderi olarak akrabalık bağı bulunan Dr. Cemil Ebu Bilal Bey tarafından ulaştırıldı; kendisi hem yazılı hem de sesli mesajla da teyit ettikten sonra tercüme ettim.


Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Muhterem Hayrettin Karaman Hocamızın İltifatı👇

Ahmet Ziya hoca yaşa basmaz
Sağlam teyitler alır.
Sonra kıylü kale bakmaz ..
H.K.

Teşekkür ederim Ahmet Ziya’m,
Allah razı olsun.
Filistin’in kurtuluşunu, Filistin halkına zulmeden kâfirlerin kahroluşunu yüce Rabbim an karîbi’z-zaman bizlere göstersin.
Mehmet Yaşar Kandemir

Kıyam / Oğuzhan Atik Seslendirmesi İle
Şehid Komutan Yahya Sinvar’ın Vasiyeti 👇
https://www.instagram.com/kiyamvideolari/reel/DBWtF89t2YU/

Aynı Seslendirme YouTube Kanalında:👇
https://youtube.com/watch?v=Vw7YAYHos0Y&si=B2iyTQ82Gwahnl-P

Şehid Komutan Yahya Sinvarın Hayatı İçin:👇

https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Yahya_Sinvar

وصية الشهيد يحيى السنوار

أنا يحيى، ابن اللاجئ الذي حوّل الغربة إلى وطن مؤقت، وحوّل الحلم إلى معركة أبدية.
وأنا أكتب هذه الكلمات، أستحضر كل لحظة مرت في حياتي: من طفولتي بين الأزقة، إلى سنوات السجن الطويلة، إلى كل قطرة دم أُريقت على تراب هذه الأرض.
لقد وُلدت في مخيم خان يونس عام 1962، في زمن كانت فيه فلسطين ذاكرة ممزقة وخرائط منسية على طاولات الساسة.
أنا الرجل الذي نسجت حياته بين النار والرماد، وأدرك مبكرًا أن الحياة في ظل الاحتلال لا تعني إلا السجن الدائم.
عرفتُ منذ نعومة أظافري، أن الحياة في هذه الأرض ليست عادية، وأن من يولد هنا عليه أن يحمل في قلبه سلاحًا لا ينكسر، وأن يعي أن الطريق إلى الحرية طويل.
وصيتي لكم تبدأ من هنا، من ذاك الطفل الذي رمى أول حجر على المحتل، والذي تعلم أن الحجارة هي الكلمات الأولى التي ننطق بها في مواجهة العالم الذي يقف صامتًا أمام جرحنا.
تعلمتُ في شوارع غزة أن الإنسان لا يقاس بسنوات عمره، بل بما يقدمه لوطنه. وهكذا كانت حياتي: سجونٌ ومعارك، ألم وأمل.
دخلت السجن أول مرة في عام 1988، وحُكم عليّ بالسجن مدى الحياة، لكنني لم أعرف للخوف طريقا.
في تلك الزنازين المظلمة، كنت أرى في كل جدار نافذة للأفق البعيد، وفي كل قضيب نورًا يضيء درب الحرية.
في السجن، تعلمت أن الصبر ليس مجرد فضيلة، بل هو سلاح.. سلاح مرير، كمن يشرب البحر قطرة قطرة.
وصيتي لكم: لا تهابوا السجون، فهي ليست إلا جزءًا من طريقنا الطويل نحو الحرية.
السجن علمني أن الحرية ليست مجرد حق مسلوب، بل هي فكرة تولد من الألم وتُصقل بالصبر. حين خرجت في صفقة “وفاء الأحرار” عام 2011، لم أخرج كما كنت؛ خرجتُ وقد اشتد عودي وازداد إيماني أن ما نفعله ليس مجرد نضال عابر، بل هو قدرنا الذي نحمله حتى آخر قطرة من دمائنا.
وصيتي أن تظلوا متمسكين بالبندقية، بالكرامة التي لا تُساوم، وبالحلم الذي لا يموت. العدو يريدنا أن نتخلى عن المقاومة، أن نحول قضيتنا إلى تفاوضٍ لا ينتهي..
لكنني أقول لكم: لا تُفاوضوا على ما هو حق لكم. إنهم يخشون صمودكم أكثر مما يخشون سلاحكم. المقاومة ليست مجرد سلاح نحمله، بل هي حُبنا لفلسطين في كل نفَس نتنفسه، هي إرادتنا في أن نبقى، رغم أنف الحصار والعدوان.
وصيتي أن تظلوا أوفياء لدماء الشهداء، للذين رحلوا وتركوا لنا هذا الطريق المليء بالأشواك. هم الذين عبدوا لنا درب الحرية بدمائهم، فلا تُهدروا تلك التضحيات في حسابات الساسة وألاعيب الدبلوماسية.
نحن هنا لنكمل ما بدأه الأولون، ولن نحيد عن هذا الطريق مهما كلفنا الأمر. غزة كانت وستظل عاصمة الصمود، وقلب فلسطين الذي لا يتوقف عن النبض، حتى لو ضاقت علينا الأرض بما رحبت.
عندما تسلمتُ قيادة حماس في غزة عام 2017، لم يكن الأمر مجرد انتقال للسلطة، بل كان استمرارًا لمقاومة بدأت بالحجر واستمرت بالبندقية. كنت أشعر في كل يوم، بوجع شعبي تحت الحصار، وأعلم أن كل خطوة نخطوها نحو الحرية تأتي بثمن. لكنني أقول لكم: إن ثمن الاستسلام أكبر بكثير. لهذا، تمسكوا بالأرض كما يتمسك الجذر بالتربة، فلا ريح تستطيع أن تقتلع شعبًا قرر أن يحيا.
في معركة طوفان الأقصى، لم أكن قائدا لجماعة أو حركة، بل كنت صوتا لكل فلسطيني يحلم بالتحرر. قادني إيماني بأن المقاومة ليست مجرد خيار، بل هي واجب. أردت أن تكون هذه المعركة صفحة جديدة في كتاب النضال الفلسطيني، حيث تتوحد الفصائل، ويقف الجميع في خندق واحد، ضد العدو الذي لم يفرق يومًا بين طفل وشيخ، أو بين حجر وشجر.
كان طوفان الأقصى معركة للأرواح قبل الأجساد، وللإرادة قبل السلاح.
ما تركته ليس إرثًا شخصيًا، بل هو إرث جماعي، لكل فلسطيني حلم بالحرية، لكل أم حملت ابنها على كتفها وهو شهيد، لكل أب بكى بحرقة على طفلته التي اغتالتها رصاصة غادرة.
وصيتي الأخيرة، أن تتذكروا دائما أن المقاومة ليست عبثا، وليست مجرد رصاصة تطلق، بل هي حياة نحياها بشرف وكرامة. لقد علمني السجن والحصار أن المعركة طويلة، وأن الطريق شاق، لكنني تعلمت أيضًا أن الشعوب التي ترفض الاستسلام تصنع معجزاتها بأيديها.
لا تنتظروا من العالم أن ينصفكم، فقد عشت وشهدتُ كيف يبقى العالم صامتًا أمام ألمنا. لا تنتظروا الإنصاف، بل كونوا أنتم الإنصاف. احملوا حلم فلسطين في قلوبكم، واجعلوا من كل جرح سلاحا، ومن كل دمعة نبعا للأمل.
هذه وصيتي: لا تسلموا سلاحكم، لا تلقوا بالحجارة، لا تنسوا شهداءكم، ولا تُساوموا على حلم هو حقكم.
نحن هنا باقون، في أرضنا، في قلوبنا، وفي مستقبل أبنائنا.
أوصيكم بفلسطين، بالأرض التي عشقتها حتى الموت، وبالحلم الذي حملته على كتفي كجبل لا ينحني.
إذا سقطت، فلا تسقطوا معي، بل احملوا عني راية لم تسقط يوما، واجعلوا من دمي جسرا يعبره جيلٌ يولد من رمادنا أقوى. لا تنسوا أن الوطن ليس حكاية تروى، بل هو حقيقة تعاش، وفي كل شهيد يولد من رحم هذه الأرض ألف مقاوم.
إذا عاد الطوفان ولم أكن بينكم، فاعلموا أنني كنت أول قطرة في أمواج الحرية، وأنني عشت لأراكم تكملون المسير.
كونوا شوكة في حلقهم، طوفانا لا يعرف التراجع، ولا يهدأ إلا حين يعترف العالم بأننا أصحاب الحق، وأننا لسنا أرقاما في نشرات الأخبار.
يحي ابراهيم حسن السنوار / غزة

Yahya Sinvar’ın Şehadeti ..

Yahya as-Sinvar’ın Şehadeti Üzerine ..


Bir Müslümanın kâfirler tarafından öldürülmesine ancak bir münafık sevinir. Peki ya bu Müslüman “mücahid” olup da savaş meydanlarını terk etmeyen biriyse, Eğer Yahya es-Sinvar öldüyse, Allah’tan onu şehitler arasına kabul etmesini dileriz. Allah Hayy’dır; hayattadır ve asla ölmez. Düşmana karşı direniş bir fikirdir, cihat ise İslam’ın bir ibadetidir. Sinvar’ın ölümü direnişi bitirmez, şehit olduğu haberinin doğrulanmasıyla Allah yolundaki cihat da sona ermez. Eğer Sinvar hayattaysa, Allah’tan onu korumasını, ayaklarını sabit kılmasını ve İslam’ın ve Müslümanların düşmanlarına karşı ona zafer nasip etmesini dileriz.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir; ona zulmetmez ve onu düşmana teslim etmez.” Bir Müslümanın görevi, diğer Müslüman kardeşine yardım etmek ve zarar görmesi veya ölümü karşısında üzülmektir, buna sevinmek değildir. Müslümanlar arasında ihtilaf olsa bile herkes barışı sağlamak için çaba göstermelidir: “Kardeşlerinizin arasını düzeltin.” Bir Müslümanın öldürülmesine sevinmek, bu İslami kuralları ihlal eder. Yani, kan dökücü Siyonist düşman tarafından Yahya es-Sinvar’ın öldürülmesine sevinmek için hiçbir şer’i gerekçe yoktur, hatiplerin aksini söylediğine inanmış olsanız bile.

Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar ne olursa olsun, hiçbir kimsenin zalim Siyonist işgale karşı direnen bir Müslüman’ın öldürülmesine sevinme hakkı yoktur; ki dünyadaki bütün onurlu insanlar bu işgalin kan dökücülüğü konusunda hemfikirdir.

Sinvar, bir Müslümanı öldürmedi, halka zulmetmedi, kimseyi evinden sürmedi ve kimsenin sınırlarına veya haklarına saldırmadı. Şu kişiyi övmek veya bu kişiye teşekkür etmek onun yürüttüğü mücadelenin bir parçasıdır ve bu mücadelenin zorluklarını bizden daha iyi bilmektedir.

Biz (savaş meydanının dışında olanlar) hiçbir Müslümanı öldüren bir düşmanı övmeyiz ve ona teşekkür etmeyiz, hatta bu düşman başka Müslüman kardeşlerimizi destekliyor olsa bile. Bu konuda farklı düşünen ve saygı duyduğumuz elitler olabilir. Fakat bu konuda farklı düşünmemiz, kardeşlerimizi yalnız bırakmamız veya onlara haksızlık yapılmasına izin vermemiz anlamına gelmez.

Sinvar, İsmail Haniye ve Gazze ile Filistin genelindeki mücahidlere ve direnişçilere ihanet eden kimse, sessiz kalmalı ve utanıp uzak bir köşeye çekilmelidir. Kendi ölümünü ve tıpkı Sinvar gibi olan arkadaşlarının yatağında, bir kaza sonucu, beyin kanaması, kanser veya beyin kaslarında atrofi nedeniyle öleceğini düşünmelidir. Kendi yaklaşan ölümünü, dünya nimetlerini terk eden gençler ve erkeklerle karşılaştırmalıdır.

Filistinli herhangi bir mücahidin öldürülmesine kimsenin önünde sevinmesine izin vermeyeceğim, özellikle bu kişi sadece Filistin davası için değil, tüm ümmet adına ölüm kalım mücadelesi veren biri olduğunda! Kaldı ki bu kişi Gazze’deki direnişin, sabrın ve kararlılığın sembollerinden biri idi.

Allah’ım, salih amellerle canımızı al ve tüm samimi, temiz kardeşlerimiz için de aynısını nasip eyle!

Yazar İhsan Fakih

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
17.10.2024 Üsküdar

Mütercimin Notu:

Gazze’deki arkadaşlara şehadet haberini saat 18 itibarı ile sordum:

Verdikleri cevap aynen şöyle:👇

Ve aleyküm selam ve rahmetullah.
Allah sizi korusun sevgili üstadım. Şu ana kadar herhangi bir doğrulama veya yalanlama olmadı. Kesin haberi Kassam liderliğinden bekliyoruz. Ama eğer haber doğruysa, Rafah’ta, savaşın ortasında şehit oldu. Boynunda bir kefiye, ellerinde barut ve göğsünde bir savaş çantası vardı… Son fotoğrafları konuşan bir beyan niteliğindeydi. Kurşunları alnına ve başına aldı, ne sırtından ne de kolundan… Şehit oldu, geri çekilmeden ileri doğru yürüdü. Delil sundu, ihanetin açığa çıktığını ve zilletin kabullenildiğini ortaya koydu. (Ahmet Ziya)

Yahya Sinvar’ın şehid oluşunun ceryan ediş seyri şöyle oldu:👇
16 Ekim çarşamba günü saat 10:00’da, 450. terörist taburundan bir terörist Refah’da bir binada şüpheli kişileri tespit etti ve onlara ateş açtı. Öğleden sonra yaklaşık saat 15:00’te bir insansız hava aracı (İHA) o binaya girdi ve katlar arasında hareket eden üç kişiyi izledi. Daha sonra bu kişilerin Sinvar’ın korumaları olduğu ve bunlardan birinin, kesin olarak öldüğü, tespit edilen kişinin de şahsi koruması olduğu anlaşıldı. Üzerlerine ateş açıldı. Bölgede bulunan iki kişi başka bir kata çıktı. Sinvar ise yanındaki bir binanın ikinci katına gitti. Ona yönelik bir roket ve iki el bombası atıldı. İHA, bastonunu drone’a fırlatarak onu düşürmeye çalışan yaralı bir adamı tespit etti. Teröristler ona bir roket attı ve ertesi gün binaya girip Sinvar’ın şehadetini ve bedenini teşhis ettiler. 17.10.2024 Saat 23.55

Al Kassam Tugayları’nın Resmi Açıklaması:👇

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

“Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine, onlar Rableri katında diridirler ve rızıklanmaktadırlar.”

Askeri Bildiri:
Şehit İzzeddin el-Kassam Tugayları

Ey mücadeleci Filistin halkı…
Ey Arap ve İslam ümmetinin Halkları:

Şehit İzzeddin el-Kassam Tugayları, İslamî Direniş Hareketi Hamas’ın lideri, büyük komutan şehit Yahya es-Sinvar “Ebu İbrahim”i en yüce makama uğurlamaktadır. O, Mescid-i Aksa’yı ve halkımızın meşru haklarını savunurken kahramanca savaştı ve asla geri adım atmadı. Hareketimizin, komutanlarını askerlerden önce feda etmesi ve liderlerinin halkımızın canlarını Allah yolunda ve Filistin’in kurtuluşu için veren şehitler kervanının önünde yer alması büyük bir gurur kaynağıdır. Sinvar, korkak düşmanlarına karşı direnirken kahramanca çatışarak kardeşlerinin yanında şehit oldu.

Komutanımız “Ebu İbrahim” uzun ve onurlu bir cihat geçmişi var. İslamî Direniş Hareketi Hamas’ın kuruluşunda ve askeri ve güvenlik teşkilatlarının temellerinde yer aldı. Gençliğinin en güzel yıllarını işgal hapishanelerinde yirmi yılı aşkın bir süre feda ettikten sonra “Vefa-ül Ahrar” (Özgürlerin Vefası) anlaşmasıyla başı dik olarak serbest bırakıldı. Hapisten çıkar çıkmaz, cihat yolunda yürümeye devam etti ve asla dinlenmedi. Hareketin askeri faaliyetlerine üç bölgede de liderlik etti ve Kudüs yolunda direniş cephelerini birleştirme yolunda önemli bir rol oynadı. Gazze’de hareketin liderliğini üstlendiği dönem, davet, siyasi ve askeri alanlardaki başarılarda büyük bir sıçrama dönemi oldu ve bu başarı “Aksa Tufanı” ile taçlandı. Sinvar, büyük komutan İsmail Heniyye’nin şehadetinden sonra hem içerde hem de dışarda hareketin liderliğini devraldı.

Direniş hareketleri, başta Hamas olmak üzere, bu büyük ve nihai mücadeleye girmeye karar verdiğinde, Filistin halkının cihadında ve ümmetimizin mücadelesinde çok yüksek bedeller ödendiğini biliyorlardı. Ancak halkımızın haklarını çalan düşmana boyun eğmeyi veya onun zulmüne sessiz kalmayı reddeden bu hareketler, halkının önünde fedakârlık yapmaya hazırdı. Bu yüzden liderler ve askerler, Filistin’in kurtuluşu ve son Siyonist işgalci kovulana kadar cihat yolunda yürümeye devam edeceklerdir. “Aksa Tufanı” savaşının üzerinden bir yıl geçmesine rağmen halkımız diz çökmedi ve Siyonistlerin vahşi soykırım suçlarına rağmen boyun eğmedi.

Bu suçlu düşman, Sinvar, Heniyye, Nasrallah, Aruri ve diğer büyük direniş liderlerini suikastla öldürerek direnişi söndürebileceğini veya geri adım attırabileceğini sanıyorsa büyük bir yanılgı içindedir. Tam tersine, direniş devam edecek ve halkımızın meşru hedeflerine ulaşana kadar yükselmeye devam edecektir. Şehadet, liderlerimizin en büyük arzusu ve kanları özgürlük yolunu aydınlatan bir meşale ve saldırganları yakacak bir ateş olacaktır. Liderlerimiz geride, işgalci Siyonistlerle savaşmaya kararlı yüz binlerce mücahit bırakmışlardır ve Allah’ın izniyle Filistin’i ve Mescid-i Aksa’yı bu kirli işgalden temizleyeceklerdir.

Ve bu yolun sonu, ya zafer ya da şehadettir…

Şehit İzzeddin el-Kassam Tugayları – Filistin
Cuma, 15 Rebiü’l-Ahir 1446 H

18/10/2024

Yiğit Bir Mücahid’in Son Anı:👇

Kesik bir el ve parçalanmış, kanayan bir bacak… Diğer elin parmakları da kopmuş…

Ama o hâlâ hayatta…

Tanklar etrafını kuşatmış, hava sahasında uçaklar karıncanın adımlarını bile izliyor…

Durum şu:
Eğer evin içinde silahlı kişinin Yahya es- Sinvar olduğunu öğrenirlerse, onu canlı yakalamak için her şeyi yapacaklardı… Ancak o, doğuştan gelen bir zeka ve Allah’ın yardımıyla hızla karar verdi… Maskeyi yüzüne geçirdi…

Neden mi?
Onlardan önce düşünüp hemen karar verdi… Kuşatılmış evin içinde kim olduğunu keşfetmek için onlar bir Drone gönderme kararı vermeden önce hareket etti… Drone içeri girdi ve evde silahlı, maskeli bir kişiyi görüntüleyebildi… Terörist devriye komutanının aklına, maskeli kişinin siyonist İsrail’in en çok aradığı kişi olduğu, hiç gelmedi…

Onun sıradan bir direnişçi olduğunu düşündüler… Ona roket attılar ve onu öldürdüler… Ve bu, Sinvar’ın hayatının son dakikalarında, siyonistlerin onu canlı yakalamasını engellemek için, düşündüğü en son plandı… Ve olanlar oldu… Allah’ın rahmetine kavuştu…
Ey şehit oğlu şehit isteme benden makber sana ağuşunu açmış duruyor peygamber.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Şehid Komutan Yahya Sinvar’ın Son Anları:👇

Şehid Komutan Yahya Sinvar’ı Tanımak İsteyenler İçin:👇

لا يفرح بقتل مُسلم على يد الكُفّار إلا منافق .. فما بالكم إن كان هذا المُسلم “مُجاهد” لم يبرح ميادين القتال ؟!
فإن كان يحيى السنوار قد مات فنسأل الله أن يتقبله في الشهداء والله حيّ لا يموت ومُقاومة العدوّ فكرة والجهاد من شعائر الإسلام .. فلا المقاومة ستموت بموته ولا الجهاد في سبيل الله سيسقط بتأكيد خبر استشهاده ..
وإن كان السنوار حياً فنسأل الله أن يحفظه ويُثبّت أقدامه وينصره على عدوّ الإسلام والمُسلمين..

قال النبي محمد صلى الله عليه وسلم: “المسلم أخو المسلم، لا يظلمه ولا يسلمه”
وواجب المسلم أن يكون عونًا لأخيه المسلم، وأن يحزن لضرره أو موته، وليس أن يفرح بذلك.
حتى إذا وقع خلاف بين المسلمين، يجب أن يسعى الجميع للصلح والإصلاح بينهم. “فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ
والفرح بمقتل المسلم يُعدّ انتهاكًا لهذه التعاليم الإسلامية.
ولا يوجد مبرر شرعي للفرح بمقتل يحيى السنوار على يد العدوّ الصهيوني الدموي ولو أقنعكم سِقط المتاع من مسوخ المنابر بغير ذلك ..
مهما كانت الخلافات بين المسلمين.. لا يحقّ لأي أحد أن يفرح بمقتل مُسلم مُرابط يُقاوم المُحتلّ الصهيوني الغاشم الذي يتفق شرفاء العالم من كُل الأديان على دمويتهم !

السنوار لم يقتُل مُسلما ولم يُنكّل بشعب ولم يُهجّر أحدا من بيته ولم يعتدِ على حدود وحُرمات أحد … إن مدح هذا او شكر ذاك، فما هو إلا جزء من المعركة التي يخوضها والتي هو أعلم بتحدّياتها منا..

نحن ( الذين خارج الميدان) لا نشكر ولا نمدح عدوّا قتل أي مُسلم ولو كان يدعم إخوة لنا آخرين.. وفي ذلك اختلاف له اعتباراته بين مختلف النُخب التي نحترمها ..
ولا يعني اختلافنا في هذه أن نخذل إخوتنا أو نسمح بالإساءة لهم أو ظُلمهم ..

من خذل السنوار واسماعيل هنيّة وإخوتهم من مُجاهدين ومُرابطين في غزة وعموم فلسطين، واجب عليه أن يلتزم الصمت وأن يخجل وينزوي في رُكن بعيد..
وليتخيّل مشهد موته ورفاقه الذين هُم من ذات طِينته في فراشهم أو في حادث او في سكتة دماغية أو بسرطان في الدم أو ضمور في عضلات المُخ ..
وأن يُقارن بين موتته المُوشكة تلك وبين ميتة شباب ورجال تركوا الدُنيا بكُلّ مباهجها وتفاصيلها من أجل ما هو خير وأبقى..

لن أسمح لأحد أن يُعبّر عن ابتهاجه أمامي بمقتل أي مُجاهد فلسطيني يخوض معركة مصيرية لا للقضية الفلسطينية التي نعتبرها جزءا من قضايا الأمة وحسب، بل يخوض معركة مصيرية نيابة عن الأمّة كُلّها في داخل فلسطين، فما بالكم إن كان هذا الرجل أحد رموز الجهاد والصمود والثبات في غزّة !

اللهم اختم لنا بالصالحات ولجميع إخوتنا المؤمنين الصادقين الأنقياء ..

Birleşik Arap Emirlikleri’nin Sırrı

Bu harika ve ufuk açıcı bir makaledir!

Bir buçuk milyar Arap ve Müslümanın bu ülkeye hayranlıklarından kurtulup uyanmaları ve kartondan yapılmış gibi görünen bu ülkenin, insanlara güçlü ve gelişmiş görünse de aslında öyle olmadığını fark etmeleri için mutlaka okunması gereken bir makale!

Abu Dabi, bu zamanda çürümüş bir yeşillik gibidir!

Makalenin metni:👇

Birleşik Arap Emirlikleri’nin kimsenin bilmediği sırrı nedir?!!

Yazan: Cemal Riyan

Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Libya, Suriye ve son olarak Sudan gibi uzak ülkelerin işlerine müdahale etmeye çalışan bu ülke kimdir, neyin nesidir?

Birleşik Arap Emirlikleri’nin sadece 75 bin kilometrekare yüzölçümü olan küçük bir ülke olduğunu ve yerli nüfusunun 800 bin kişiyi aşmadığını göz önünde bulundurursak, nasıl bu kadar hızlı bir kalkınma yaşayabilir?

BAE’nin ne siyasi bir tarihi ne kurtuluş hareketi, ne de kültürel veya entelektüel kurumları var. Şeyh Zayed ona bir gecede gelişip büyüyen bir ülke olması için bir dua mı okudu? Batı Asya’daki en hızlı büyüyen ekonomilerden birine nasıl sahip oldu?

Gerçek şu ki: BAE projesinin arkasında Yahudiler var. Batı’daki zengin Yahudiler, Orta Doğu’da, mali çıkarları ve ticaret hareketlerini yönetecek bir Yahudi yerleşim yeri kurmayı düşündüler, siyasi nedenlerle “ana devlet” ile muhatap olmak zorunda kalmadan.

1971 yılında, yani BAE’nin kuruluş yılı, Batı BAE’yi altı emirliğe, ardından yediye böldü. Her bir emirliğin bir emiri, ordusu, polisi ve güvenliği var. Abu Dabi Emirliği ise yüzölçümünün üçte birinden fazlasını kaplıyor, bu da küçük emirciklerin ayrı bir devlet kurmasının zor olmasını sağlıyor.

Resmi istatistiklere göre, BAE’nin yerli nüfusu 750 bin kişi olsa bile, bu sayı, ülkede yaşayan 9 milyon yabancı, 200 farklı millet ve 150 etnik grup karşısında ne ifade edebilir? Ülkedeki nüfusun tamamı bir istihbarat, güvenlik ve ordu gücüne dönüştürülse bile ülkelerini korumaları mümkün olamaz!

BAE’de şaşırtıcı olan şey, ülkeye girdiğinizde kendinizi bir Avrupa ülkesinde veya gelişmiş Asya ülkelerinden birinde zannetmenizdir. Düzenli bir sistem, profesyonellik, disiplin, sokakların temizliği ve şıklığı var. Ancak “yerli” bir vatandaş bulmak zor. Havaalanından itibaren tüm işlemler yabancıların elinde.

Farklı Arap ülkelerinden insanlar var, BAE’nin havaalanları dünyanın en büyükleriyle yarışıyor. Limanlardaki gemi sayısını bile saymak zor! Bu durum şaşırtıcı değil mi?

Bu basit düşünceli bir “Emirati”nin, böylesine karmaşık bir sistemi yönetebileceğini akıl kabül eder mi?

BAE, özellikle de Abu Dabi, dünyadaki en yüksek zengin oranına sahip. Ülkede 75 bin milyoner olduğu tahmin ediliyor ve bunların büyük bir kısmı zengin Yahudilerden oluşuyor. Bu da büyük mali servetler için güvenli bir ortam oluşturuyor. Bu nedenle, Muhammed bin Zayed’i İsrail’e yönlendiren kişi Yahudi milyoner Haim Saban’dır.

BAE sadece yüksek binalar, şık caddeler, ticaret ve fabrikalarla dolu değil; aynı zamanda İslam ümmetine karşı bir komplo yuvasıdır.

Önemli soru:
BAE neden silah harcamalarında dünya beşincisi? Ordusu nerede? Hangi sınırları koruyor?

Cevap:
Tüm bu silahlar, açıklanan ya da açıklanmayan tüm anlaşmalar, bölgedeki devletlere karşı komplolarda kullanılıyor. BAE’nin ekonomik, siyasi veya güvenlik projelerine müdahil olmadığı hiçbir Arap ya da İslam ülkesi yoktur.

Soru:
Al Nahyan ailesi, bu kadar karmaşık dosyaları yönetebilecek zekaya sahip mi? BAE şeyhlerinin kendi ülkelerine bu kadar uzak olan diğer ülkelerin işlerine bu kadar geniş çapta müdahale etmelerinin kendilerine ne faydası var?

Soru:
Neden asil sermaye sahipleri doğrudan Emirlikleri yönetmiyorlar da Arap şeyhleri başta tutuyorlar?

Bu soruya 1921 yılında Henry Ford’un yazdığı “Dünya Yahudisi” kitabı cevap veriyor: “Yahudiler, dünyayı arkadan yönetmeyi tercih ederler.”

Başka bir soru:
Neden İsrail yerine BAE’yi seçtiler? Özellikle Filistin toprakları gibi verimli, doğası güzel, sahilleri bulunan önemli bir coğrafi konuma sahip iken.

Cevap:
İsrail, yatırım için uygun değil, çünkü bir “askeri barikat” ve sürekli tehdit altında. İsrail’de iş yapmak istenmiyor; yani, “istikrarsız” ve oradaki işlemlerin muhatabı direk Yahudiler.

Sonuç:
BAE, 1971’den beri bir İsrail’in yerleşim bölgesidir.

Bu rapordan sonra, BAE’nin ne olduğunu anladınız mı? Son olarak, dünyadaki en büyük mason locası BAE’dedir; uluslararası düzenin merkezi de buradadır.

Yazan: Cemal Riyan

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
17.10.2024 Üsküdar

سرّ الإمارات العربية (العبرية)

مقال ولا اروع وأبدع !

يستحق ان يقرأه
مليار ونصف عربي ومسلم ليستفيقوا من انبهارهم بهذا البلد المصنوع من ورق، وان ظهر للسذج من الناس انه متقدم ومتين !

ان (ابو ظبي) في هذا الزمن بمثابة خضراء الدّمن !!

♦️نص المقال:

ما هو سر الإمارات الذي لا يعرفه أحد؟!!
الاعلامى: جمال ريان

من هي الامارات التي تحاول التدخل في كل شؤون الدول البعيدة عنها اليمن ليبيا سوريا واخيرا السودان

لا أحد يعرف كيف لبلد مثل “الإمارات،” الصغير في مساحته التي لا تتعدى الـ(٧٥) ألف كلم٢، وعدد سكانه الأصلييين، الذي لم يتجاوز حتى الآن الـ(٨٠٠) الف نسمة، أن يشهد مثل هذه النهضة السريعة !!

“‏الإمارات” لا تملك تاريخاً سياسياً ولا حركات تحرير ، ولا مؤسسات ثقافية أو فكرية،
هل نفخ بها الشيخ زايد سورة “يس،” لتصبح بين ليلة وضحاها مزدهرة بالبناء والإعمار،
و تمتلك واحداً من أكثر الاقتصاديات نمواً في غرب اسيا ..؟!!

‏الحقيقة: إن اليهود وراء إنشاء “مشروع الامارات،” حيث فكر “اغنياء اليهود” في الغرب، بانشاء مستوطنة يهودية في الشرق الاوسط، ترعى المصالح المالية وحركة التجارة، دون الحاجة إلى التعامل مع “الدولة” الأم لأسباب سياسية وغيرها.

‏منذ عام ١٩٧١، وهو عام التاسيس، ضمن الغرب تجزئة الإمارات إلى ست ثم إلى سبع إمارات، ولكل إمارة أمير وجيش وشرطة وأمن و ….الخ،
فيما إمارة أبو ظبي تشغل أكثر من ثلاثة أرباع المساحة،
ليسهل عليهم عدم استطاعتهم تشكيل نواة دولة.

‏حتى لو سلمنا، وفقاً للاحصاءات الرسمية، أن عدد سكان الإمارات “٧٥٠” ألف،
فماذا يساوي هذا، بعدد الأجانب الذين يقطنون الإمارات، و البالغ عددهم (9) مليون نسمة، من (200) جنسية، و (150) قومية؟!!
فحتى لو تحول جميع السكان إلى جهاز مخابرات و أمن و جيش، لما تمكنوا من حماية بلدهم ..!!

‏المذهل في دولة الإمارات، أنك حين تدخل، وكأنك إلى بلد أوروبي، أو أحد البلدان الآسيوية المتقدمة، حيث النظام الدقيق، والتعامل المهني، والانضباط العالي في النظام، وأناقة الشوارع والنظافة،
و لكن من الصعب أن تعثر على مواطن “أصلي؛” فجميع التعاملات التي تبدأ من المطار وحتى السكن، بيد “الأجانب”

‏وهناك عرب من بلدان مختلفة، فيما لا تكاد تحصي عدد الرحلات عبر المطارات، المنافسة لأكبر المطارات في العالم، في السعة والخدمات، ولا عدد السفن والبواخر في الموانئ، حتى تكاد تصاب بالذهول !!!

‏هل من المعقول أن هذا “الإماراتي” البسيط في تفكيره، ومديات تطلعاته، أن يدير هذه الماكنة المعقدة ..؟!!

الإمارات عموماً، و أبو ظبي خصوصا، تضم أعلى نسبة أثرياء في العالم، حيث يقدر عددهم بـ”٧٥” ألف مليونير، فيما يشكل اليهود الأثرياء النسبة الأعلى فيهم.
‏و هذا يعني توفير بيئة آمنة لهذا الخزين المالي الكبير.
لذا، ليس غريباً أن من قاد محمد بن زايد من يده باتجاه “اسرائيل،” هو المليونير اليهودي “حاييم سابان”

الإمارات ليست مجرد عمارات شاهقة، وشوارع انيقة، وحركة تجارة والآت مصانع وورش،
إنما هي مستوطنة للتآمر على الأمة.

‏السؤال المهم:
ما حاجة الإمارات أن تكون الدولة الخامسة في الانفاق على الأسلحة ؟
ترى أين هو جيشها ؟؟
و عن أي حدود تدافع ؟؟؟

الجواب:
إن جميع هذه الأسلحة، سواء المعلن عن صفقاتها أو غير المعلن، يذهب إلى التآمر على دول المنطقة، حيث ليس هنالك من دولة عربية أو إسلامية في المنطقة، إلا وتجد أن الإمارات داخلة على مشروعها الاقتصادي أو السياسي أو الامني، وخلق الفوضى فيه.

‏و السؤال:
هل تمتلك أسرة آل زايد كل هذا العقل، لتدير كل هذه الملفات المعقدة ؟؟
و هل من مصلحة مشايخ الإمارات، كل هذا التدخل الواسع في شؤون دول، تبعد آلاف الكيلومترات عنها ؟

‏السؤال:
لماذا لا يحكم أصحاب رؤوس الأموال “دولة الإمارات” بشكل مباشر، بدلاً من هذه الأعراب و عناوينها ؟.

هذا السؤال يجيب عنه كتاب: “اليهودي العالمي،”
لمؤلفه هنري فورد، صاحب شركة فورد عام ١٩٢١، حيث يقول:
إن “اليهود يفضلون أن يقودوا العالم من الخلف.”

‏سؤال آخر:
لماذا لم يختاروا “إسرائيل” بدلاً من “الإمارات،” كي يحركوا رؤوس الأموال، خاصة و أن أرض فلسطين وفيرة في أرضها، و في جمال طبيعتها، ولها موقع جغرافي مهم و إطلالة على البحر ؟

الجواب:
“إسرائيل” غير صالحة للاستثمار، لانها “ساتر عسكري،” ومهددة في كل لحظة، وغير مرغوب التعامل معها تجارياً في المنطقة،
أي: “غير مستقرة،” وواجهة العمل فيها اليهود !!.

الخلاصة:
“الإمارات” عبارة عن مستوطنة إسرائيلية، منذ عام ١٩٧١ …

بعد هذا التقرير عرفتم ما هي الإمارات
وأخيراً: إن أكبر محفل ماسوني في العالم هو في الإمارات إنها النقطة المركزية العملية للنظام الدولي.

Haddini Bilmek ..

Aşağıdaki yazıyı muhterem Hayrettin Karaman hocamızın paylaşıp göndermesi üzerine okudum. Yazıyı okuduktan sonra da Fikir teatisinde bulunduk. İşte o yazışmalarımız:👇

Salih Tuna Yazdı: Vay Yezid Vay!

ANALİZ – 13-10-2024 19:42


Suudi Arabistan Başmüftüsü Abdülaziz eş-Şeyh, “Müslümanların, Yahudilere karşı Şiileri desteklemesi caiz değildir, bunu yapanların Allah’a tövbe etmesi gerekir…” demiş.
Peki, Yemen’deki Ensarullah veya Lübnan’daki Hizbullah gibi Sünni olmayan direniş örgütlerinin İsrail’e karşı Ehl-i Sünnet Müslümanlardan oluşan Hamas’ı desteklemesi caiz midir?
“İngiliz Şiiliğine” göre caiz değildir.
Söz konusu Suudi Müftü, İsrail’e direnenleri “terörist” tesmiye etmiş. Dahası, “İsrail’e karşı savaş haramdır!..” fetvası vermiş. Demek ki, İsrail’e karşı savaşmak haram ama Gazzeli çocuk ve kadınların sığındıkları çadırlarda İsrail bombalarıyla cayır cayır yanmaları helal.
Savaşmadan ölmek yani öldürülmek caiz midir peki?
Yani hastaneler, ambulanslar ve yeni doğmuş bebekler İsrail ile isteseler de savaşamayacaklarına göre maruz kaldıkları bombalar nedeniyle ölmelerinin hükmü nedir?
Mahut Müftü Hazretleri (içtihat hesabı), “Öldüren bir sevap, öldürülen iki sevap” der mi?.. Bence der, zira onda bu cevher var!
Allah bunların Amerikancı İslam’ından da İngiliz Şiiliğinden de sahici İslam’ı ve gerçek Müslümanları korusun.


Suudi Müftü, “Hizbullah’a karşı İsrail ordusuyla işbirliği yapılabileceğini” de dile getirmiş.
Nasıl fetva ama! Soykırımcı Netanyahu’dan “En Yaratıcı Fetva” ödülü alsa yeridir değil mi?
Sanmayın ki eleman münferit. Daha geçenlerde Sabır Meşhur adlı Mısırlı bir gazeteciden bahsetmiştim bu köşecikte. Hani, İran ile İsrail arasındaki savaşı Persler ile Rumların savaşına benzetmiş ve Kuran’da Rumların desteklendiğinden hareketle İran’a karşı İsrail’i desteklemek gerektiğini söylemişti.
Oldukça da uyanık bir eleman. Güya Osmanlı’ya meftun ve güya Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hayran olmakla muhafazakâr kesimlere şappadak sızmanın yolunu bulmuş.
Fakat, Başkan Erdoğan “İsrail Türkiye’ye saldıracak” derken, eleman “İran Türkiye’ye saldıracak…” diyor!
Yezid’i savunmak için de Hazreti Ali’yi itibarsızlaştıracak kadar gözü dönmüş bir mezhepçi. Hatta, “Yezitleşmeyi beka meselesi” olarak gördüğünü söylüyor.
Hep derim: Bu topraklardaki neşvünema bulan inşa edici Ehl-i Sünnet anlayışı ile bu tür rezil Arapların Sünni anlayışının uzaktan yakından alakası yoktur.


Yazık ki yazık, son zamanlarda bizim ülkemizde de bu kafaya yakın mürailer türedi.
Bunun bir operasyon olduğunu düşünüyor; NATO’cu çevrelerin “İran düşmanlığı” üzerinden ABD’ye “biat” tazeleme peşinde oldukları şeklinde okuyorum.
Bu elemanların Suudi Müftü kadar açık sözlü olmamalarının nedeni, Türkiye’nin başında Muhammed bin Selman’ın değil, Recep Tayyip Erdoğan’ın bulunması. Yoksa aynı cevher bunlarda da ziyadesiyle var.
Bir de “İsrail kendisine saldırmayana saldırmaz” diyen “seküler müftülerimiz” var. Sanki İsrail ile ABD birbirinden bağımsızmış gibi ve sanki ABD binlerce TIR silahla vekil örgütlerini teçhiz etmemiş gibi konuşuyorlar.
Bu seküler müftüler ile Amerikancı müftüler mevzubahis İsrail olunca nasıl da aynı mevzide buluşuyorlar!
Sabah Gazetesi

Muhterem Hocam,
Yazıyı okudum; bir yazarın beyan ettiği görüşün ciddiye alınıp muteber kabül edilmesi için, okuduğu veya dinlediğini kaynağından doğru okuyup anlamaya, naklettiğini yine ilk kaynağından samimi ve doğru nakletmeye ehil olması gerekir.

Şartlanmış, nakilde tahrif veya muhalifinin görüşünü maksadını aşacak şekilde aktarıp üzerine yorum yapma alışkanlığı olan yazarları okumuyor; ciddiye de almıyorum. Haksız mıyım?
15.10.2024 Üsküdar
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Salih’in bu çerçeveye girdiğinden emin değilim.
Yine de acaba demekte fayda var.
Hayırlı akşamlar.

H.K.

Muhterem Hocam,
İran, İngiliz+ABD+İsrail’in temsil ettiği, siyonizmin etki ve kontrolünde bir devlettir. İran’da, Tahran gibi büyük bir şehirde dahi, Sünnilerin cuma namazını kılabileceği tek bir caminin varlığına bile izin vermeyen düşmanca bir anlayışın hakim olduğunu bilmeyen var mı? Ermenistan’ı desteklemelerini zikretmiyorum; çünkü politik konular farklı pencerelerden bakmaya açık. Fakat gerek İran’da ve gerekse Irak ve Lübnan’da yaşayan ilim ehli şiilerin görüşlerine bile kulaklarımızı tıkamak, tenkit ve uyarılarını dikkate almamak akılla izanla bağdaşır mı?

Lübnan’da ise çok farklı bir durum var; HAMAS orada da örgütlü ve aktif. Orada İsrail’e karşı eylemler İran gibi değil, olamaz. Lübnan’daki zorunlu iş birliği ve strateji gereği Hamas’ın İran’a karşı tavır koyamamasını, İran’ın iyi niyetine delil gösteremeyiz.

S.Arabistan ve diğerleri müstakil iradesi olmayan İngiliz sömürgeleridir. Onların davranışlarını mezhep taassubu olarak yansıtmak olaylara İngiliz etki ve zaviyesinden bakmak, müslümanları yanıltmak olur.

Buna benzer konular, mahalli yazarların münferit görüş ve kanaatleri doğrultusunda ahkam kesilecek konular değildir; olamaz. Haddimizi bilmek, mütevazi davranmak ve istişareye önem vermek hatalarımızı azaltmanın tek yoludur. Sabır Meşhur da aynı hatayı yapıyor; her ikisinin de kutuplaştırıcı üslupları var. Had ve hudut bilmiyor; ahkam kesmekten geri durmuyorlar.

Yanlış bilgilerle doğruyu savunmak, yahut doğru bilgileri yanlışa alet etmek çıkar yol olabilir mi muhterem Hocam?

Bu konuda daha önce bir yazı yazmıştım; incelemenize arz etmek isterim: 👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/hz-ayse-validemizin-evlilik-yasi-ile-ilgili-bir-muzakere/

Ahmet Ziya İbrahimoğlu
15.10.2024 Üsküdar

Bunu ve linkini paylaştığın o Yazını da okudum.
Evet,
Haddini bilmek salih müminin fezailinin başlarında gelir
Bugün sözde ümmetin ve özelde sözde ulemanın en önemli kusuru haddini bilmemektir. Bir alanda alim olmak başka alanda ahkam kesme yetkisi vermez. Ama ne yazık ki tv alimlerinin bilmediği yok.
Hayırlı akşamlar.
Hayrettin Karaman

15.10.2024

Şianın Gazze Desteği, İsrail Karşıtlığı Sorgulanmalı mı?

“İşgal güçlerine karşı savaşta Hizbullah’ın yer alması durumunda buna sevinmeli miyiz?”

Gazze’deki kardeşlerimizin kanı akarken ve Hizbullah, kendilerini “Aksa’nın askerleri ve Filistin’in kurtarıcıları” olarak tanıtan bir grup olmasına rağmen, bu tanıma ya da savaşın boyutuna ve dökülen kanlara oranla eşdeğer bir katılım göstermemişken, bu katılımın şimdi her zamankinden daha fazla masada olduğu açık.

Bu durum, katılımlarıyla ilgili olarak sevinmek, sessiz kalmak ya da karşı çıkmak konusundaki tutumumuzu sorgulayan bir soruyu beraberinde getiriyor.

Şüphesiz bu soru, genel olarak İslam ümmetinin meseleleriyle ve özellikle Filistin ve Suriye ile ilgilenen bir grup insan arasında en fazla anlaşmazlık yaratan sorulardan biridir.

Bazı Filistinli kardeşlerimiz şöyle diyor: “Düşmanlar bizi vuruyor ve dünyanın gözü önünde gerçek bir soykırım yaşıyoruz. Ümmet bizi yalnız bıraktı ve sadece bu Şii gruplar yanımızda durdu. Sırf Şii oldukları için bizi biraz rahatlatan bu duruma sevinmemizden rahatsız mı oluyorsunuz?”

Suriyeli kardeşlerimiz ise şöyle diyor: “Biz de sizin davanızın arkasındayız, çünkü bu, tüm Müslümanların meselesidir. Sizin acınızı en çok biz hissediyoruz, çünkü biz de aynısını yaşıyoruz. Ancak: Bu grubun çocuklarımıza ve kadınlarımıza karşı işlediği suçların, işgal güçlerinin suçlarından daha az olmadığını, hatta daha fazla olduğunu görmüyor musunuz? Biz sizin kanınızı ve haklarınızı korumak adına çocuklarımızın ve kadınlarımızın katillerine övgü yağdırmaktan kaçınıyorsak, siz de Allah’tan korkup bizim kanımızı ve haklarımızı gözetmelisiniz.”

Bu kısa yorumda doğru olduğunu umduğum şeyi açıklayacağım:

Öncelikle, Gazze’deki kardeşlerimizin üzerindeki baskının hafifletilmesi ve işgal güçlerinin dikkatinin dağılması gibi olumlu etkilerle ilgili kutlama ile, katılımcıları övmek ya da onlara “şehit” gibi dini unvanlar vermek arasında bir fark vardır.

Birinci alan, içtihadi bir alandır ve burada olumlu bir şekilde tepki veren kimseye bir sakınca yoktur; özellikle de işgal güçlerinin katliamlarından kaynaklanan acının çok büyük olduğu göz önünde bulundurulursa. Bu acıların biraz olsun hafifletilmesine sevinç duyanların duygularını anlamak gerekir. Bombardıman ve ölüm altında yaşayan biriyle bu durumu yaşamayan biri bir olmaz.

İkinci alan ise çeşitli seviyelerde problemli bir alandır ve şu şekildedir:

1- Bu grup, Suriye’deki kardeşlerimize karşı korkunç katliamlar gerçekleştirmiştir; eğer İslam ümmeti tek bir beden ise, Filistin’de olanları Suriye’de olanlardan ayrı tutamayız. Onlar, kana susamış canilerdir ve bu yolda sonuna kadar gitmişlerdir; bunu nasıl unutabilir ya da görmezden gelebiliriz?

2- Şii silahlı gruplar, işgal güçleri ya da Batı güçleriyle olan çatışmadan daha fazla Sünnilerle olan çatışmanın merkezi olduğuna derinden inanıyorlar. Bu inanç, olaylarla değil, ideolojik ve düşünsel temellerle bağlantılıdır. Bu insanların köklerini ve tarihini bilmeyenler, hayale kapılmamak için okusunlar.

3- Ümmetin tarihinde bu kritik ve hassas aşama, kimlikte netlik gerektirir. Kimlik, inanç, referans ve tarih ile yakından bağlantılıdır. Bu grup ve benzerleri ile aramızdaki sorun, bir inanç, referans ve tarih sorunudur. Bu grupların bu konudaki tutumları ve kanımıza karşı umursamazlıkları ne kadar net olursa olsun ve bölgedeki savaşlar nedeniyle oluşabilecek boşlukları doldurmak için Irak gibi yerlerde yaptıkları gibi hazırlık yapıyor olmalarına rağmen, bu durum hala birçok Sünniyi yanıltmaktadır.

4- “Allah yolunda şehitler” gibi hak ile batıl arasındaki mücadeleye ilişkin dini unvanlar, sadece Allah’ın kelimesinin yüce olması için savaşanlar için verilir. Bu grup ise bunun için savaşmamaktadır. Bu, niyetleri tartışmak anlamına gelmez, aksine bu grubun hareketlerinin ve sadakatlerinin nedenleri ile amaçlarına modern tarihin tanık olması ve eski tarihteki delillerle de bu durumun sabit olması nedeniyle böyledir.

Sonuç olarak, bu grubun gerçek bir katılımı olsa bile, buna sevinenlerin tutumu içtihadi bir meseledir; ancak bu sevinç yüzünden onların işledikleri suçları, gerçek niyetlerini ve kimliklerinin bizim kimliğimize düşman olduğunu unutmamalıyız.

Birisi şöyle diyebilir: “Bu, ümmeti bölme ve safını dağıtma zamanı değil; bu sözleri Gazze meselesiyle meşgulken yaymanın vakti değil!”

Ben derim ki:

•   Birlik ve dayanışmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var; bu yüzden ümmetin duygularını, katliam ve suç işleyenleri övme yoluyla kışkırtmak zamanı değildir; bu, bölünmeye yol açan en belirgin şeydir.
•   Bu, hak ile batıl arasındaki farkı karıştırarak zaferin gecikmesine neden olma zamanı da değildir.
•   Bizimle bu gruplar arasındaki ayrılığı başlatan ya da körükleyen biz değiliz; tam aksine onlar, sahabenin lanetlenmesi, Peygamberimizin (sav) eşine iftira atılması ve sünnetine karşı çıkılmasıyla dolu bir tarihe sahiptirler. Son yıllarda ise bu ayrılığı, Suriye’deki kardeşlerimize karşı acımasız savaşlarıyla pekiştirdiler. Bu savaş, savunma değil, Sünnilere karşı dini ve siyasi bir savaş olup, kendilerini bu savaşa daldılar ve en korkunç katliamları işlediler. Tüm bunları yapmışken hangi birlikten bahsediyoruz?

Allah’tan, Gazze’deki kardeşlerimize zafer vermesini, sıkıntılarını gidermesini ve düşmanlarını yok etmesini niyaz ederiz.”

İhsan al Fakih

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
12.10.2024 Üsküdar

ونسأل الله سبحانه أن ينصر إخواننا في غزة ويفرج همهم ويهلك عدوهم.

إحسان الفقيه

هل نحتفي بمشاركة جماعة “حزب اللات” -إذا شاركت في الحرب ضد قوات الاحتلال-؟

بعد نزيف دماء إخواننا في غزة، وعدم مشاركة جماعة “حزب الله” بالقدر الذي يوازي التعريف الذي عرّفوا به أنفسهم بأنهم جنود الأقصى ومحررو فلسطين، أو يوازي قدر المعركة والدماءِ التي نزفت والمجازر التي ارتكبت،
إلا أن هذه المشاركة باتت الآن موضوعة على الطاولة أكثر من أي وقت مضى.
وينبعث سؤال بسبب ذلك حول الموقف من مشاركتهم من جهة الفرح والاحتفاء أو السكوت أو المعارضة؟

ولا شك أن هذا السؤال من أكثر الأسئلة المسببة للاختلاف بين طائفة من المهتمين بقضايا الأمة الإسلامية عامة وبقضية فلسطين وسوريا خاصة،

فبعض إخواننا في فلسطين يقولون: الأعداء يضربوننا، ونعيش إبادة حقيقية على مرأى العالم، والأمة خذلتنا، ولم يقف معنا إلا هذه الجماعات الشيعية، أفتستكثرون علينا الفرح بما يخفف عنا لمجرد كونهم من الشيعة؟

وإخواننا في سوريا يقولون: نحن مع قضيتكم فهي قضية المسلمين جميعاً، ونحن أكثر من يشعر بمأساتكم لأننا نعيش مثلها، ولكن: ألا ترون مقدار الجرائم والمجازر التي ارتكبتها هذه الجماعة في حق أطفالنا ونسائنا والتي لا تقل عن مستوى جرائم قوات الاحتلال بل تزيد؟
ألا تتقون الله في دمائنا وحقوقنا بتجنب الثناء على قتلة أطفالنا ونسائنا كما نتقي الله في دمائكم وحقوقكم؟

وسأُبيّن في هذا التعليق المختصر ما أرجو أنه الحق:

بدايةً، هناك فرق بين الحفاوة المتعلقة بالأثر الإيجابي للمشاركة من جهة تخفيف الضغط عن إخواننا في غزّة وتشتيت قوات الاحتلال،

وبين الحفاوة المتعلقة بتزكية المشاركين وإضفاء ألقاب الثناء عليهم أو على فصيلهم، سواء بتسميتهم بالشهداء أو بغير ذلك من ألقاب الثناء الشرعية،

فالمساحة الأولى هي مساحة اجتهادية، لا حرج على من شارك فيها بالتفاعل الإيجابي؛ خاصة وأنّ مقدار الألم الحاصل من مجازر الاحتلال كبير جدا، فيجب تفهّم شعور الفرح بكل ما يخفف شيئا من هذه الآلام، وليس من يعيش تحت القصف والموت كمن لم يعش.

وأما المساحة الثانية ففيها إشكال على مختلف المستويات، وذلك كما يلي:

١- أن هذه الجماعة ارتكبت مجازر شنيعة ومروعة ضد أهلنا في سوريا؛ ولا يمكن فصل ما يجري في فلسطين عما يجري في سوريا -إذا كنّا نتحدث عن أمة إسلامية ذات جسد واحد-، فهم جُناة سفاكون للدماء موغلون في هذا السبيل إلى نهايته؛ فكيف ننسى ذلك أو نتجاهله؟!

٢- أنّ الفصائل الشيعية المسلّحة لديها إيمان عميق بمركزية الصراع مع السنّة أكثر من إيمانها بمركزية الصراع مع الاحتلال أو القوى الغربية، وهذا الإيمان مبنيّ على مرتكزات عقدية وفكرية وليس مرتبطاً بمجرد الاحداث، ومن لا يعرف أصول القوم ولا تاريخهم فليقرأ حتى لا يقع في الوهم.

٣- أنّ هذه المرحلة الحرجة والحساسىة في تاريخ الأمة تتطلب وضوحاً في الهوية.
والهويةُ مرتبطة بالمرجعية والعقيدة والتاريخ ارتباطاً وثيقاً.
والإشكال بيننا وبين هذه الجماعة وأمثالها إشكالُ عقيدة ومرجعية وتاريخ.
وعلى قدر وضوح هذا المعنى عند هذه الجماعات واستهتارهم بنا وبدمائنا، ومع كونهم يعدون أنفسهم لسدّ أي فراغ قد ينشأ في المنطقة بسبب الحروب كما فعلوا في العراق وغيرها،
إلا أنه لا يزال غير واضح لكثير من المخدوعين من أهل السنة.
٤- أن إضفاء الألقاب الشرعية المتعلقة بالتدافع بين الحق والباطل كلقب (الشهداء في سبيل الله) إنما يكون للذين يقاتلون لتكون كلمة الله هي العليا، وأما هذا الفصيل فلا يقاتل لذلك.
وهذا ليس خوضاً في النيّات بل لأن التاريخ الحديث شاهد على بواعث حركة هذه الجماعة وولائها وغاياتها، فضلاً عن شواهد التاريخ القديم.

والخلاصة، أنّه لو حصلت مشاركة حقيقية من هذه الجماعة، فإن حفاوة من يحتفي بذلك أمرٌ اجتهادي؛ غير أنه ينبغي ألا ننسى بسببها جرائمهم، ولا حقيقة دوافعهم، ولا طبيعة هويتهم المحارِبة لهويتنا على طول الطريق.

فإن قال قائل: ليس هذا وقت نشر الكلام الذي يفرق الأمة ويمزق صفوفها ويلهينا عن قضية غزة!
فأقول:

  • نحن أحوج ما نكون إلى الوحدة واجتماع الكلمة ونبذ أسباب الخلاف، ولذلك فليس هذا وقت استفزاز مشاعر الأمّة بتمجيد من ارتكب المجازر والجرائم في حقها؛ فهذا من أبرز ما يؤدي إلى الفرقة.
  • وليس هذا وقت ارتكاب أسباب تأخير النصر باللبس بين الحق والباطل والخلط بين الخبيث بالطيب.
  • وأما الفُرقة بيننا وبين هذه الجماعات فلسنا من ابتدأها ولا من أثارها، بل هم الذين ابتدؤوها بتاريخ مليء بلعن صحابة نبينا ﷺ والطعن في عرض زوجته ومفارقة سنته ﷺ، ثم زادوا من هذه الفُرقة في السنوات الأخيرة بحربهم الشرسة على إخواننا في سوريا -التي لم تكن دفاعا عن النفس وإنما كانت حرباً دينية وسياسية اقتحموها بأنفسهم ضد أهل السنة- وارتكبوا فيها أبشع المجازر وأقبحها؛ فعن أي وحدة تتحدث وقد فعلوا كل ذلك ولا يزالون؟
Gazze Cihadı Zafer mi Hezimet mi?

Gazze, Cibalya Bölgesinden İmdat Çağrısı Var:

CİBALYA YOK EDİLİYOR

Şu anda Cibalya sakinlerinden Aldığımız Mesajdır:

Arkadaşlar, kelimenin tam anlamıyla yok ediliyoruz ve şu anda burada olanlara dair hiçbir ışık görünmüyor .. Bugün, Cibalya ve özellikle mülteci kampı kuşatmasının beşinci günü. Bölgede kalan üç hastane de kuşatıldı:
Kemal Edwan, Endonezyalı ve El-Awda hastaneleri.
Şu an itibarıyla bu hastaneler ateş altında tahliye ediliyor, bazı sağlık çalışanları tutuklandı ve bazıları da Salahaddin Caddesi üzerinden tahliye edilirken hedef alındı. Sizden gizlemeyeceğim, sokaklarda onlarca ceset var ve herhangi birine ulaşamıyoruz çünkü bölgede yapılacak herhangi bir hareket yeni canlara mal olacak. Dün, mahalle girişinde hiçbir uyarı olmadan hedef alınan yaralıları taşımak için ambulans istedik. Ayrıca düşman ordusu tüm gıda, tıbbi ve hatta su ikmallerini dahi kesti.

Kuzeyde, özellikle de Cebaliya’da kıtlık giderek artıyor; gıda kaynaklarının kıtlığı ve hareket zorluğu yaşanıyor. Şu anda düşman ordusu tarafından evlerimize baskın düzenlendikten sonra evlerimizi birer birer yakmaya başladılar. Siyonist Ordu tarafından kontrol edilen bölgelerde hala mahsur kalan yüzlerce aile var; onlara ne yiyecek ne su ne de ilaç ulaştırabiliyoruz? Daha da korkuncu, evlere baskın yapmaya devam edip insanları dışarı çıkmaya zorlayarak işkence ediyorlar, onları aşağılıyorlar ve nihayetinde, bölgeyi terk etmeme ve bölgede kalma konusunda ısrarcı olanları soğukkanlılıkla sokakta idam ediyorlar. Bu vahşeti işleyerek bölgeyi boşaltmak istiyorlar ve çatışmalar sırasında zırhlı araçların önünde insanlarımızı canlı kalkan olarak kullanıyorlar.

Arkadaşlar, medya karartması nedeniyle size ulaşmayan birçok ayrıntı var ve siyonist ordu, Lübnan ve İran’a dikkat çekilmesini fırsat bilerek bizi yok etmeye çalışıyor. Şu anda düşman ordusu, Cebaliya şehrini tamamen kuşatmak ve çevrelemek için doğu ve batıdan ilerliyor. Lütfen burada olanları yaymayı bırakmayın ve bu vahşi ordunun bizi yok etmesini bir yolla engelleyin. Cibalya Halkı önce Allah’a sonra sizin duyarlılığınıza emanettir. Sizleri elinizden geleni yapmaya, sesimizi duyurmaya çağırıyorum.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
10.10.2024 Saat 12.05

Bu tercüme mesajı paylaştığım bir whatsap gurubunda Mehmet Yalar isimli muhterem bir hocamız, mesaja şöyle bir not düştü:👇

Bu gerçek ve yürek burkan tabloyu hala Hamas için zafer ve lanetlik İsrail için fiyasko diye niteleyen aklievvellerin kulağı çınlasın ve basireti açılsın umarım.
Mehmet YALAR

Bu kısa nota üzüldüğüm için o gün cevap yazmadım; bir gün sonra şöyle cevabi bir not yazdım hocamıza;👇

Muhterem Hocam,
İfadeniz yanlış anlaşılmaya açık bir ifade. İlk okuyunca üzüldüm; açıklayıcı not yazmak istemedim. Üzüntümün geçmesi ve sakin bir zihinle yazmak için bugün açıklayıcı bir not yazma ihtiyacı hissettim.

40 senelik Kudüs ve M.Aksa rehberlik geçmişim var. Gazze’de bütün yetkililere ulaşma, istediğini sorup öğrenme, tetkik ve tahkik etme imkanım var.

Sorgulayıcı yapım sebebi ile kolay kolay ikna olmam. Hürmet ettiğim insanları, hocalarımı bile yapıcı dost tenkitine muhatap kılmaktan geri durmam. Bunları söylemekten maksadım kendimi övmek değil, aşağıda yazacağım hususları doğru değerlendirmenizi kolaylaştırmak içindir. Bu meyanda:

Gazze direnişi neden 100 yıllık Filistin tarihinin en parlak ve ihtişamlı zaferidir biliyor musunuz? Sözü uzatmamak için şu linkteki yazıyı okuyup değerlendirmenizi arzu ederim:👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/tercumeler/قياس-جهاد-حماس-في-غزة-علي-حروب-الدول-الع/
Bu Yazı Arapça 👆 ama hemen altındaki linkte de Türkçe olarak muhteva benzerliği olan yazıyı okumanız yeterli olacaktır.

Ayrıca bu tesbitlerin doğruluğunu teyit eden çok eski tarihli bir belgeyi de aşağıdaki linkten inceleyip tetkik edebilirsiniz. 👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/tercumeler/gazze-direnisi-yikim-sebebi-mi/

Acizane teyit ettiğim gerçekler üzerine yorum ve fikir beyan etme gayretinde olan bir eğitimciyim. Buna rağmen ifade edebilirim ki;
Tarihde bilinen hiç bir savaş bütün insanlığa Gazze Cihadı kadar olumlu ve muhteşem mesaj verememiştir. Gazze cihadının mesajı İslam aleminin yeniden diriliş tohumu olacağı için muhteşemdir; Kıyamet öncesi Raşid hilafetin tesisinin zeminini hazırladığı için kutlu bir başarıdır. Kıyamet savaşının mukaddimesini oluşturduğu, Siyonist Yahudi zihniyetini dünyaya tanıtıp onların yaşayacağı zillet anında muhtaç olacakları merhameti bulma ihtimalini ortadan kaldırdığı için parlak bir zaferdir. Unutulmuş olan İslami güzellikleri yeniden gündeme taşıdığı için imrenilecek mahiyette açık bir destandır. Sözü uzatmadan, daha önce paylaştığım bir yazının linkini tekrar paylaşarak hatırlatmak istediğim, içinde müslümanların olmadığı Uluslarası bir mahkeme kararını yeniden gündeme taşıyıp insanlığa teyit ettirdiği için ayağa kalkıp tekbir getirerek gururla haykırıp takdir edilecek bir direniş ve cihaddır. Evet Gazze fiziken yıkıldı; yerle yeksan oldu. Elli bine yakın insan, çoğunluğu çocuk ve hanım olmak üzere, şehit oldu. Onların dünyadaki sayılı günleri dolmuş ölümlerin en şereflisi olan Şehadet ünvanı ile Rablerine kavuştular. Onlar kayıp değil kazanç, kıyamete kadar hayırla yad edileceklerdir. Bir müddet önce yaşadığımız elim bir deprem sonucu Türkiye’nin 11 ili de yıkılmış; yerle yeksan olmuştu. Gazze oraların onda birinden çok daha az ve küçük bir bölge ama verdiği mesaj çok daha büyük ve anlamlı değil mi? Maddi ve Fiziki yıkımını telafi etmek ise onbir ile kıyasla çok daha kolaydır. Öyle değil mi muhterem Hocam?
Size iki yazı linkini daha hatırlatıp notumu bitirireyim: selam dua ve muhabbetlerimi bildiriyorum.
https://www.aynamayansiyanlar.com/?s=Kudüs+ve+Mescid-i+Aksa+Kararı
👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/tercumeler/7-ekim-aksa-tufani-eylem-sirlarindan/

11.10.2024 Üsküdar
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Bitmez Bir Monarşi Hevesi Olarak Kamalizm

Hukukçu Yazar Ömer Faruk Uysal “Bitimsiz Bir Monarşi Hevesi Olarak Kemalizm!” başlıklı bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı:👇

Kemalistler en fazla cumhuriyet ile övünür. Padişah, yani tek adam ülkeden kovulmuş, bir halk rejimi olan cumhuriyet kurulmuş, ülkeye, özgürlük, demokrasi ve modernite gelmiş, Batılılara benzemişiz. Bunlar cumhuriyetin büyük kazanımlarıdır!

Ancak hiçte iyi gitmeyen birşeyler vardır. Cumhuriyetin cumhuru, (yani halkı), Repuplic’in puplic’i yoktur. Herşey ama herşey, tek bir adamın elinde ve iki dudağının ucundadır. Cumhuriyeti kuran, Reis-i Cumhur olan, tüm yetki ve yetkeleri tek başına elinde tutan, devrimlere karar veren, diğer savaş kahramanı olan generalleri tedip eden, sözüne uymayanları asabilen bir monark, tek adam!

TBMM üyelerini kendi belirleyen, Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrasına geçen, kendi belirlediği 8 mebusu astıran, Kazım Karabekir ve diğer arkadaşlarının, İzmir Suikastı davasında, mahkemeyi basan subaylarca kurtarıldığı, hiç serbest seçime girmemiş ve hiç seçim kazanmamış bir Cumhurbaşkanı.

Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı müstebid denilen Abdülhamid Han seçemez ve meclisin faaliyetlerine karışamazdı. O meclis, anayasaya aykırı bir zorbalıktı, ama Sultanın azline dahi karar verebildi!

Nasıl bir Cumhuriyet ise, serbest seçimler yerine, tek adamın atadığı mebus olur, majestelerin meclisi mahiyetindeki TBMM’de majestelerini seçerdi. Sultan Abdülhamid ve sonra gelen Sultanlarda bu gücün onda biri yoktu. En ufak bir eleştiri, itiraz ve muhalefette asılmanız işten bile değildi.

Atanarak teşekkül eden TBMM’nin, basit bir şekilden başka fonksiyonu da yoktu. Öyle anlaşılıyor ki, Cumhurbaşkanı değil meclis, yakın arkadaşları veya danışmanlarıyla da, konuşup, istişare etmezdi.

Erzurum Kongresi dönemleri, tarih, 28/7/1919 Mustafa Kemal, Mazhar Müfid Kansu’ya yaz bakalım; “Zaferden sonra hükumet biçimi Cumhuriyet olacaktır… Bu bir. İki Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç Fes kalkacak, medeni Milletler gibi şapka giyilecektir.” Demiştir.

Cumhurun Reisi tamamen şahsına özel ajandasını, meclis veya arkadaşlarıyla dahi, hiçbir şekilde istişare etmez, bildirir ve not ettirirdi. Ajandasında yer almayan boş işlere ayıracak zamanı yoktu!

Halbuki TBMM açılışının gayesi, kendi tamim’inde yazdığı gibi, vatanın birliği ile yüce Hilafet ve Saltanat makamlarının muhafazasıydı. Takiyye konusunda da pek mahirdi!

Bu arada Cumhuriyet gibi esaslı, tarihi, bir rejim değişikliği planı akabinde, herkes şapka giyecek sözü, Cumhuriyetin nasıl, Batı özentisinden ibaret, içeriksiz, bir şekilden başka bir şey olmadığı anlaşılıyor. Ee artık kimse, en Kemalisti, CHP’lisi , Cumhuriyetçisi bile şapka (devrimi) takmıyor. Kimse Klasik Batı Müziği (devrimi) dinlemiyor! Artık şehit cenazeleri Chopin’in Cenaze Marşı ile değil, olması gerektiği gibi, Büyük Itri’nin Salat-ı Ümmiye’si ile kaldırılıyor. Zira şehitlerimiz, Batılı birer Hristiyan değiller. Ümmi Peygambere komşuluklarıyla şerefyab olurlar.

Cumhuriyet ilanı öncesi hiçbir istişare, hazırlık, açıklama, yapılmıyor. 28 Ekim gecesi Gazinin içki sofrasında; “Arkadaşlar yarın Cumhuriyeti ilan ediyoruz” deniyor ve 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanununa “Türkiye Devletinin şekl-i Hükumeti, Cumhuriyettir” ibaresi ekleniyor. Kanunda da vurguladığı gibi bu şekilden ibaret bir şey. Fes yerine şapka takılması gibi! Cumhuri, katılımcı, millet iradesine dayanan, demokratik bir muhtevadan yoksun bir biçim, form, “şekl-i hükümet”!

Cumhuriyet değerleri ve kazanımları derken, Hitler, Musollini, Lenin, Stalin, Mao, Saddam, Çavuşesku, Enver Hoca, Hafız ve Beşşar Esad, Kuzey Kore Cumhuriyetinde; dede Kim Jong- sung, 0ğul, Kim Jong- il, torun, Kim Yong-un, vs. vs. diktatörlerin hepsi Cumhurbaşkanlarıdır!!! Ortak akıl, millet iradesi, meclis, denetim, şeffaflık, hak getire.

Batı’ya özenmişiz ama Batı’da İngiltere, Belçika, Hollanda, İspanya dahil 11 tane Meşruti Monarşi var. Ve demokrasinin beşiği olarak Fransa Cumhuriyeti değil, İngiliz Krallığı kabul ediliyor. Avrupa Monarşileri bizden ve çoğu Cumhuriyetten daha demokratik, açık, katılımcı, sayılıyor! Biz Osmanlı Meşruti Monarşi’sini ve Osmanlıyı kendi ellerimizle niye yok ettik? Avrupalı düşmanlarımızın tüm gayesi de bu değilmiydi? Neden düşmanlarımızın maksadına hizmet ettik? İttihat ve Terakki ve tek parti döneminde istisnasız herşey daha kötüye gitti. Koca cihan İmparatorluğunu yedik bitirdik. İstibdat, tarihimizin hiçbir döneminde olmadığı kadar koyulaştı. Hanedan-ı Ali Osman, zalim, katliamcı, sömürgeci, İngiliz Windsor hanedanı kadar saygıyı haketmiyor muydu? Bize Osmanlıyı kovun, Hilafeti kaldırın diyen İngilizler, Krallıklarına toz kondurmuyor! Kral tüm Anglikan Kilisesinin reisi aynı zamanda, laiklik te yok tabii.

Denebilir ki, Lenin, Stalin, Hitler, Musollini, Mao diktatördü, Atatürk de mi diktatör? Cevabı kendisi versin;

“Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır […] Halbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak istemiyorum.”

Veya “[…] Milletin, şahıslara kendini unutacak ve kendini kaptıracak kadar meclup (hayran) olması iyi netice vermez.” “Cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım” derken bile, cumhuriyetin aslında tamamen şahsi, kişisel, bir tasarrufu olduğunu da ikrar etmiş oluyor! Yaptım veya yapmadım tamamen kişisel bir tasarruf değil mi? Böylelikle, diktatörlük, istibdat, Kemalizm, eleştirisi yapmış oluyor ki, takdire şayandır. Ancak bir başkasının eleştirisine de asla tahammül edemiyor.

“Kanla yapılan inkılaplar daha muhkem olur, kansız inkılap ebedileştirilemez. Fakat biz bu inkılaba vasıl olmak için lüzumu kadar kan döktük. Bu kanlarımız yalnız muharebe meydanlarında değil, aynı zamanda memleketin dahilinde de döküldü” (Söylev ve Demeçler) (Mesela, Rizenin iki gün boyunca bombalanması! Harpte düşman’a karşı kullanmadığımız donanmayı, Sulh te, düşmanla savaşmış, kanını dökmüş, kendi milletimize karşı kullandık!

Keza Nutuk’ta, saltanatın kaldırılması hususunu görüşmekte olan TBMM komisyonuna hitaben; istediğimi yapmazsanız, “ihtimal bazı kafalar kesilecektir” diye ağır bir tehdit savurduğunu kendisi beyan ediyor.

Mustafa Kemal herşeyden önce bir askerdir, Gazi bir asker! Hedeflerine ulaşmak, rakiplerini ve muhaliflerini bertaraf etmek, politik kariyerini realize veya konsolide etmek için, askeri metotları sert, acımasız ve çok kullanan bir asker! Bu gerçeği uygulamalarından gördüğümüz gibi, yukarıda arz olunduğu üzere kendi beyanlarında da görmekteyiz. Bu hal bir monarşi midir? Evet, tam bir tek adam, tek parti, tek ideoloji rejimi! Tarihimizde hiçbir sultan, bu kadar keyfi davranma, kendi halkına hayatta görmedikleri şeyleri dayatma, ağzından çıkanın yasa -anayasa olduğu bir otoriterlik vuku bulmamıştır. Müstebid ithamına en çok maruz kalan Abdülhamid Han, tek adamlıkta oldukça amatör kalır.

Ankaranın valisi, belediye başkanı ve tek parti CHP ‘nin Ankara il başkanı tek bir kişiydi; Nevzat Tandoğan. CHP’nin altı oku, anayasa ile korunmaya alınan anayasal ilkelerdi. Bir başka parti kurulamaz, kazara kurulmuş ise, Atatürk’ün seçtikleri dahi olsa o parti mebusları asılırdı.Hiçbir şekilde serbest seçim yapılmaz, mebusların tamamını Mustafa Kemal atardı. Onları da ister atar, isterse de tutardı!

Peki, bunlar geçmişte kaldı, neden bitimsiz bir monarşi? Şundan bitimsiz bir monarşi! Başta anayasa, her türlü yasalar, MEB ve YÖK mevzuatı, asker, mebus, hukuk, hekim ve her türlü yeminler Atatürk’e sadakat dayatıt. Her yerde Kemalist bir endokrinasyon (beyin yıkama) ısrarlı ve vurguludur. Onun fotoğrafı olmayan bir sınıf, işyeri, kurum, olamaz. Heykeller ve zorunlu saygı duruşları vs. vs.

F. Castro; “Öldükten sonra dahi ülkesini yöneten tek lider, Atatürk” diyor. Sözcü gazetesi bunu sevinçle manşet yapıyor. Em. Tümgeneral Dr. Naim Babür’de; “Atatürk ölmedi, ülkeyi halen o yönetiyor” diyor, gururla. Yani seçimler, demokrasi, çoğulculuk ve ortak akıl, hak getire. Davul kimin omzunda olursa olsun, tokmak hep Kemalistin elinde! Türkiyeyi halen Atatürk yönetiyorsa, Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan nasıl diktatör olabiliyorlar?

Ölmüş bir insan elbette koca bir ülkeyi yönetemez. Yönetenler veya yönetme çabasında olanlar, Atatürk’ü ağır bir şekilde istismar edenlerdir. Ve bir asır geçti, artık seçilmiş meşru yöneticiler yönetsin’i de kabul etmiyorlar. Bu monarşik düzen hiç bitmesin, istiyorlar. Son tahlilde Kemalist istismarcılar, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Özel, Atatürkün bitimsiz monarşisini paylaşamıyorlar!

“Atatürk gibi bir ulu önder gelmemiştir ve gelmeyecektir”

İddiası, Türk milletine, geçmişteki ve gelecekteki evlatlarına ve liderlerine bir hakaret değil mi? Alpaslan, Fatih, Yavuz, Kanuni Süleyman sıradan liderler midir? Atatürk, Alpaslan gibi Anadolu kapılarını mı açtı? Çağ açıp çağ kapamış bir Fatih midir? Frenk tabiriyle, bir muhteşem Süleyman mıdır? Ataları Osmanlılar gibi, üç kıta yedi denize mi hükmetti? Hiç böyle bir ülküsü oldu mu? Yoksa küçük bir Türkiye çerçevesi mi çizdi? Gelecekteki liderlerin sıradan olacağına nasıl hükmedilebilir? Tarihi 1920’lerde dondurmak mümkün müdür? Bu aynı zamanda İnönü, Ecevit, Baykal ve Kılıçdaroğlu’nu da gömmek değil mi? Kemalistler neden ikinci bir Atatürk beklentisi içindeler? İmamoğlu’na bile İBB’yi kazandığında, işte ikinci Atatürk demediler mi? Bir seçim kazanmak ve yurt içindeki rakibini yenmek kişiyi ikinci Atatürk yapar mı? Atatürk hiç seçim kazanamadı! Cumhurbaşkanı Erdoğan onlarca kazandı! Bir lider çıksa Kıbrısın tamamını, Adalar denizi adalarını, Musul, Kerkük, vs’yi vatan topraklarına katsa, Misak-ı Milli sınırlarını realize etse, Atatürk’ten küçük bir lider mi sayacağız? Veya İslam ülkelerinin liderliğini üstlenip, BM’de veto yetkili bir Türkiye olsa küçümseyecek miyiz?

Av. Ömer Faruk Uysal

Siyonist İsrail Neden İran’ı Vurmadı?

Terörist İsrail neden İran’ı vurma kararından vazgeçti?

Netanyahu neden savaşın ismini kıyamet savaşı (Armageddon) olarak değiştirdi?

Önceki makalemde de belirttiğim gibi, İran’a yönelik saldırı, başarı şansı %60’ı geçmedikçe gerçekleşmeyecek. İsrail’in İran’ın nükleer tesisine ulaşmasını engelleyen bazı teknik nedenler var:

1.İran’ın nükleer reaktörü yerin 65 metre altında bulunuyor.
2.Reaktör dağların altında yer alıyor ve bu da derinliği iki katına çıkarıyor.
3.İsrail’in elinde olup kendi uçakları ile taşıyabileceği bombalar, 28 metre derinliğe kadar etkili; bu bombalar Hasan Nasrallah’ı öldürmek için kullanıldı.
4.Dolayısıyla Amerikan yapımı M2 bombalarını kullanmak gerekiyor ve bu bombalar yalnızca dev Amerikan B52 bombardıman uçakları tarafından taşınabiliyor. Bu da Amerika’nın doğrudan müdahalesi ve Amerikan silahlarının kullanımı anlamına gelir ki bu, üçüncü dünya savaşının başlaması demektir. Bu nedenle Biden, Camp David tatilini yarıda keserek Beyaz Saray’a geri döndü.
5.İran hava sahasını kapattıktan sonra İsrail’e hızlı bir haber ulaştı: İran’ın Rus yapımı 400 ve 500 füzelerine sahip olduğu öğrenildi. Bu, İsrail uçaklarından bazılarının düşeceği ve İsrail hava kuvvetlerinin kontrol üstünlüğü efsanesinin sona ereceği anlamına geliyor.
6.İsrail hava kuvvetleri bazı ülkelerin hava sahasından geçecek ve bu ülkeler (özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri) hayatlarının işleyişini felce uğratacak füze saldırılarıyla karşı karşıya kalacaklar.

Saldırı, nükleer reaktöre değil, ekonomik tesislere yönelik cerrahi bir operasyon olarak gerçekleştirilebilmesi için geçici olarak ertelendi. Netanyahu, savaşı kaybettiği için inançları karıştırarak İsrail toplumuna, Talmud’da geçtiği gibi, Tanrı’nın onlar için zafer kazanacağı Armageddon savaşının yaklaştığını ima etmek istiyor.

Tüm bu gelişmeler ve küresel olaylar sürerken, Araplar derin bir uykuda. Batı emperyalist projesini ve İsrail’in başını çektiği bu projeyi, Arapların resmi rejimi kadar engelleyen hiçbir şey olmadı. Elektronik sineklerin zırvalarına bakın, Arap rejiminin kim olduğunu hemen anlarsınız.

Dr. Ömer el-Asufi
7/10/2024

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
08.10.2024 Üsküdar

لماذا تراجعت اسرائيل عن ضرب إيران.?

ولماذا غير نتنياهو اسم الحرب الى يوم القيامة(هرمجدون)
سبق وان قلت في مقال سابق لي ان الضربة على إيران لن تتم إلا اذا كانت نسبة نجاحها تفوق60%.
لاسباب فنية لن تتمكن اسرائل من الوصول الى المفاعل النووي الإيراني منها.
١-
ان المفاعل النووي الإيراني يقع على عمق٦٥ م تحت سطح الإرض.
٢- ان المفاعل مقام تحت جبال تجعل من العمق يتضاعف.
٣- ان القنابل التي بحوزة اسرائيل وتستطيع ان تحملها الطائرات الاسرائيلة تؤثر الى عمق٢٨ م وهي التي استخدمت في قتل حسن نصرالله.
٤- إذا لابد من إستخدام القنابل الامريكةm2والتي لاتحملها الا طائرة B52 الامريكية العملاقة وهذا يعني تدخل امريكي مباشر وبالسلاح الامريكي مما يعني تدشين الحرب العالمية الثالثة ولهذا السبب بايدن قطع إجازته من منتجع كامب ديفد وعاد الى البيت الابيض.
٥- وصل خبر سريع الى اسرائيل بعد ان اغلقت إيران مجالها الجوي بأن إيران تمتلك صواريخ 400,و500 الروسية مما يعني سقوط عدد من الطائرات الاسرائيلية وسقوط اسطورة سيطرة سلاح الجو الاسرائيلي.
٦- ان الطيران الاسرائيلي سيمر من اجواء دول وهذه الدول ستواجه بضربات صاروخية تصيب كل العصب المحرك للحياة لديها(تحديدا،السعودية والامارات).
الضربة أجلت مؤقتا لكي تتحول الى ضربة جراحية لا تمس المفاعل النووي بل المرافق الاقتصادية بعد تهيئة الموقف الجيوسياسي لها.
نتنياهو الذي خسر الحرب يريد ان ينبش المعتقدات ويوحي للمجتمع الإسرائيلي اننا امام معركة هرمجدون كما وردت في التلمود والتي سينتصر فيها الرب لهم حسب زعمهم.
كل هذه التطورات والاحداث العالمية المتدحرجة تجري والعرب يغطون في سبات عميق وما اعاق الأمة المشروع الإستعماري الغربي ورأس حربته اسرائيل بقدر ما اعاقها نظامها العربي الرسمي .. انظروا الى غثاء الذباب الالكتروني تعرفون فورا من هو النظام العربي.


د.عمر العسوفي
7/10/2024

Sığınmacı mı, Göçmen mi, Muhacir mi?

Hemen altta yer verdiğim notu bana, kendisini Milliyetçi, Atatürkçü bir Müslüman olarak tanıtan, Em. Albay Hüseyin Akkaya Bey yolladı. Tabi ne diyeceğimi merak ettiği için. Notu okudum; aklıma gelenleri olduğu gibi, sade bir üslupla yazdım.

GÖÇ MES’ELESİ VE SONUÇLARI ..

Yakın tarihte iki ülke sığınmacı nedeniyle 30 yılda tümüyle değişti.
-Biri Lübnan. 1980’lerde Filistinli sığınmacılar ülkeyi dönüştürdü ve Lübnan çöktü. Ne ordusu kaldı ne ekonomisi. Ortadoğu’nun Paris’iydi. Turizm cennetiydi.
-Diğeri Pakistan. 1980’de 4.5 milyon Afganistanlı sığınmacıyı kabul etti ve uyuşturucu, çeteleşme, terör, kaçakçılık zirveye çıktı. Pakistan bir daha gün yüzü görmedi. Hindistan’la rekabet ediyordu.
-Sırada Türkiye var. Bu iki ülkeden çok daha fazla sığınmacı kabul etti. Ve ekonomi dahil, toplumun huzuru, güvenliği, sosyolojisi, kültürü bozuldu. Küresel suçlarda zirveye çıktı, insan kaçakçılığı, uyuşturucu, kokain ticaretinin ana merkezlerinden biri oldu. Mafya suçları sıçradı. Ve Türkiye gün yüzü görmüyor. Eğer sığınmacı/göçmenler gönderilmezse ülke çöker. Bu tarihi ve sosyolojik gerçektir. Siyaset üstüdür ve milli bir BEKA sorunudur. Bu BEKA sorununun iktidarı, muhalefeti olmaz. TBMM bu duruma el koymalıdır. Hamasetle, dini yaklaşımlarla bu BEKA sorunu giderilemez.
Paylaşan:
Em. Albay Hüseyin Akkaya
07.10.2024

Albayım,
Paylaştığınız bu notu okuyunca, Vah Türkiyem vah, demek zorunda kaldım. Neden diye sorarsanız, şunları yazmak zorundayım:
Toplumu, ideolojik düşmanlıklara zemin hazırlayarak bölüp parçalayan komitacı, darbeci ve ittihatçı zihniyet, bugün kendi ektiği fitne tohumlarının sorumlusunu aramak üzere gerekçe üretmeye çalışıyor. Sanki Suriye ve Afganistan’dan başka ülkemizde göçmen getirilmemiş gibi fatura sadece bu iki ülke göçmenlerine kesilmeye çalışılıyor. Çünkü onlar Müslüman ve tehlike arzediyor; öyle mi?
Oysa bugün Türkiye’nin nüfusu 90 milyon, zikredilen ülkelerden gelen göçmenler ise 3-4 milyon civarında, bu göçmenlerin toplamı nüfusa oranla % 5 in altında görünüyor; yani Türkiyede yaşayan 100 kişiden sadece 4 kişi göçmenlerden oluşuyor. Mevcut bu durumun da insani sebepleri ve gerekçeleri olduğu gibi, geçici bir durum olduğunu da dikkate almalıyız.

Halbuki 1927 yılına kadar Türkiye’ye getirilip köşebaşlarına yerleştirilen Sabatayist, Rum, Ermeni’lerin sayısında ihtilaf olsa da en düşük sayı zikredenler bile 500 bin sayısından bahsediyor; bir milyon diyenler de var. Üstelik bunların hepsine vatandaşlık verilmiş ve ittihatçı zihniyetin hakimiyeti için devlet kurumlarının köşe başlarına, en merkezi noktalara yerleştirilmişler; bugün “O olmasaydı biz olmazdık” diyen güruhun çoğunluğu bu güruhtur.

1927 den önceki Osmanlı nüfus kayıtlarında bunların kayıtları olmadığı için, bunların kimler olduğunu öğrenmenin çok zor olmadığını söyleyebiliriz. O tarihlerde Türkiye’nin nüfusu 11-12 milyondu. Nüfusun çoğunluğu da çocuk ve kadınlardan oluşuyordu. Bu göçmenlerin Türk toplumunun yapısına etkisini, bugünkü sorumsuzluk, bozulma ve ahlaksızlığa olan tesirini araştırmaktan söz eden duydunuz mu? Türkiye’ye Ukrayna ve İsrail, hatta Lübnan hiristiyanlarından gelen göçten bahsedilmezken neden hep Suriye ve Afganistan’dan gelen göçmenlerden bahsedilmesinin sebebini hiç düşündünüz mü?

Türkiye’nin bir savaşla karşı karşıya kalmasını arzu etmez ve istemeyiz. Ancak Ufukta görülmeye başlayan böyle bir tehlikenin varlığını da inkar edemeyiz. Allah korusun böyle bir durumda, Türkiye’den kaçmak isteyenlerin başında, “O olmasaydı biz olmazdık” diyen bu güruhun olacağını görenler şaşırmamalı. O güruh “Türkiye Rakıdır; Rakı Türkiye’dir.” diyen güruhtur. Onlardan başlayarak Türkiye’ye zarar veren göçmenler ülkelerine dönmeli diyenleri anlamakta zorlanmayız. Hedef saptırmak için gürültü çıkartan gayri Müslim, Ermeni Rum, Sabatayist göçmenler, İsrail’in Kıbrıs’ta aldığı gayri menkuller için feryat ediyor mu? Gözünüz onların üzerinde olsun. Suriye ve Afgan göçmenleri ile kafayı bozanlar da onlardır. Uzun zamandan beri ellerinde olan Türkiye’nin kontrolü ellerinden çıkmak üzere olması onların çıldırtan temel sebeplerden biri olup gerisi lafügüzaftır vesselam.
07.10.2024 Üsküdar
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

İngiltere Başbakanının Açık İtirafı ..

İngiltere’nin Yeni Başbakanı Keir Starmer’dan İbretlik Bir Makale:

Bu makale, İşçi Partisi lideri ve Britanya’nın yeni başbakanı Keir Starmer’ın itiraflarıdır. Bu nedenle, özellikle Batı’nın liberal ve modernist liderlerinin biz Araplar ve Müslümanlarla (en azından El Aksa fırtınasından bu yana) nasıl bir yaklaşım sergilediğini anlamak adına dikkatle okunmalıdır. Bu önemli ve tehlikeli makale, Britanya’nın köklü gazetelerinden The Sun’da yayımlanmıştır:

Starmer diyor ki:

Kendimize karşı dürüst olmalıyız; Arap ve İslam dünyasıyla olan ilişkimiz konusunda net olmalıyız. Bu nedenle çocuklarımıza gerçeği söylemeliyiz ki, bir gün onlarla çatışmayalım veya onlar zihni karmaşa ve çelişkiler sendromu yaşamasınlar; liberal değerlere olan inançları ve ulusal güvenlik ihtiyaçlarımız arasındaki çelişkiyi hissetmesinler. Bilgi devrimi ve kıtalararası sosyal medya araçları, bu çelişkileri daha da arttırdı.

Aslında sıkıntılarımız, İslam dünyasının halkları veya yönetimleriyle değil. Çünkü bu yönetimler bizim yörüngemizde dönüyor, varlıklarını bizden alıyor ve ulusal güvenlik politikalarımızı öncelikle Batı’nın güvenliğini gözetecek şekilde uyguluyorlar.

Öyleyse, umumen İslam dünyası ve bu dünyanın merkezi olarak Arap dünyasıyla ilişkilerimizdeki krizin gerçek kaynağı nerede?

Gerçek problemimiz, İslam’la (İslam’ın kendisi ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed iledir.) Çünkü İslam, medeniyetle ilgili tüm varoluş ve kültürel sıkıntılara ayrıntılı cevaplara sahip olan bir medeniyet dinidir ve Batı medeniyetine karşı zorlu bir rakiptir. Batı medeniyeti parıltısını kaybetmeye başlarken, İslam ve Muhammed, Avrupa toplumlarımızda bile daha fazla parlamaktadır. Liberal değerlerin düşünce özgürlüğüne imkan tanıdığı ve kilisenin otoritesini zayıflattığı bu toplumlarda, bu saf özgür düşünce birçok elit ve genci İslam’ı kabul etmeye yöneltti. Çünkü İslam’da, Batı medeniyetimizin onları boğduğu psikolojik, ruhi, varoluş ve içtimai ihtiyaçlarının cevaplarını buldular.

Gerçek sıkıntımız İslam’ın kendisiyledir ve öyle kalacaktır. Çünkü İslam ve İslam düşüncesinin akışını çeşitli yollarla karşılamaktan başka bir tercihimiz yoktur. Diğer tercih, İslam’ın Allah’ın hak dini, İsa’nın ve tüm peygamberlerin dini olduğunu kabul etmektir ki bu da bizi onu kabul etmeye yöneltir, böylece dünya ve ahiret hayatında Allah’ın hakimiyetine ulaşabiliriz. Bu, Hristiyan düşüncesindeki din ve devlet çatışmalarında bizi en başa döndürecektir. Bu meselelerde İslam ve Hristiyanlık arasında büyük bir fark vardır.

Bizim tek tercihimiz, gerekirse liberal değerlerimizden vazgeçmek de dahil olmak üzere İslam’a direnmekten ibarettir. İsveç’te olduğu gibi, eşcinsellik, sapkınlık ve ateizmi teşvik eden yasaları yürürlüğe koymalıyız; bu, Müslümanların Avrupa’dan ayrılmasını ya da medeniyetimize entegre olup İslam’a olan inançlarını kaybetmelerini sağlar. Aynı zamanda, İslam dünyasından Avrupa ve Amerika’ya göçü engellemeliyiz, gerekirse İslam ülkeleriyle işbirliği yaparak. Müslüman olmayan halkların göçüne ise kapıyı açmalıyız.

Öte yandan, İsrail’e verdiğimiz desteği, İsrail’in alacağı önlemler ne kadar sert olursa olsun sürdürmeliyiz ki, Gazze’de İslami bir sistemin temelleri atılarak İslam dünyasının bu deneyimi örnek almasına izin verilmesin. Bu konuda, Arap ülkelerinin, herhangi bir İslami veya demokratik sistemin kurulmasından korkarak İsrail’e verdikleri büyük destekten faydalanabiliriz. Bu noktada üçüncü önemli mesele, Arap yönetimlerini, kurumlarını, ordularını ve çeşitli güvenlik güçlerini desteklemek ve Muhammed’in öğretilerinden ve kutsal kitabından değerlerini alan herhangi bir sistemin kurulmasını engellemektir.

Yaptığımız şeyin doğru, yanlış, yasal ya da yasadışı olup olmadığı önemli değil. Bu konu çözülmüş olmalı ve biz bu şekilde çalışmalıyız. Şu anda liberal değerlerimiz ve ulusal güvenliğimiz arasında büyük bir çatışma var. Bu iki değer şu anda birbiriyle çelişiyor ve dünyanın her yerinden yükselen buhar gibi nereden çıktığını bilmediğimiz İslami akışa karşıyız. İslam’ın değerlerinin doğruluğunu veya yanlışlığını denemememiz gerekiyor, çünkü bu bizi İslam’a ve Muhammedi dini değerlere yöneltebilir. Aynı zamanda, Hristiyanlığın belirli bir şekilde yeniden dozajına ihtiyaç var, ancak bu Batı medeniyetinin başarılarını etkilemeyecek şekilde, İslam’ın topraklarımızda yayılmasını sınırlamak amacıyla olmalı.

Şu anda çelişkili ve korkutucu tercihlerle karşı karşıyayız. Liberal değerlerimizi sürdürmek, İslami yayılmaya karşı bizi savunmasız bırakıyor. Kiliseye dönüş, liberal değerlerimizi yok eder ve medeni başarılarımızı etkiler. Batıda Hristiyanlığa inanmayan ve kiliseye dönüş yapamayacak nesiller yetişti. Çünkü sınırsız açıklık rüzgarları bu durumu değiştirdi.

Gelecekte karşımıza çıkacak tek tercih, büyük bir savaşı teşvik etmek, özgürlükleri sınırlamak, kamusal yaşamı karmaşık hale getirmek, İslam ülkelerinde bitmeyen savaşlar çıkarmak ve İslam’ın yayıldığı barış ortamlarını yok etmek olmasından korkuyorum.

Eğer durumu kurtaramazsak, camiler ve minareler Avrupa’yı dolduracak ve İslamcılar, herhangi bir Avrupa seçiminde parlamentoda ve kamuoyunda söz sahibi olacak, ekonomiyi kontrol edecek ve ardından Avrupa’yı İslam’ın emir ve kuralları ile yönetecekler.

İngilizceden Arapçaya Tercüme:
Lora Edvard

Arapçadan Türkçeye:
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
03.10.2024 Üsküdar

هذا المقال لرئيس وزراء بريطانيا الجديد كير ستارمر!!

*مقال بغاية الاهمية، فهو اعترافات زعيم حزب العمال ورئيس الوزراء البريطاني الجديد كير ستارمر، لذلك يجب قراءته بتمعن شديد لمعرفة كيف يفكر قادة الغرب الليبراليون والحداثيون، في التعامل معنا كعرب ومسلمين (منذ انطلاق طوفان الأقصى) على الاقل، ارجوكم لا تهملوا قراءة هذا المقال المهم والخطير الذي نشرته صحيفة ذا صن
The Sun
البريطانية العريقة:
*يقول ستارمر:*
علينا أن نكون صادقين مع أنفسنا، وواضحين في نفس الوقت حيال علاقتنا بالعالم العربي والإسلامي، ونقول الحقيقة لأبنائنا حتى لا نتصادم معهم يوما، أو أن يشعروا بالاضطراب الفكري ومتلازمة التناقضات النفسية، بين إيمانهم بالقيم الليبرالية واحتياجات أمننا القومي، والتي زادت من تناقضاتها الثورة المعرفية وتقتية المعلومات ووسائل التواصل العابرة للقارات.

نحن خلافاتنا في الحقيقة ليست مع الشعوب الإسلامية ولا الأنظمة الحاكمة، لأن الأنظمة تدور في فلكنا وتستمد بقاءها من جانبنا، وتنفذ سياساتنا التي تخدم الأمن القومي الغربي اولا بغض النظر عن أمنهم القومي.

إذن فأين تكمن حقيقة الأزمة في علاقاتنا بالعالم الإسلامي ككل والعربي كونه مركز هذا العالم؟

إن مشكلتنا الحقيقة تكمن في (الإسلام ذاته ومع محمد نبي الإسلام نفسه) لأنه دين حضاري يمتلك الإجابات التفصيلية لكل الأسئلة الوجودية والحضارية وهو منافس عنيد للحضارة الغربية التي بدأت تفقد تألقها، بينما الإسلام ومحمد يزداد تألقا حتى داخل مجتمعاتنا الأوربية التي أتاحت لها القيم الليبرالية حرية التفكير، وأضعفت سلطة الكنيسة، وهذا التفكير الحر المجرد قاد الكثير من النخب والشباب إلى اعتناق الإسلام، لأنهم وجدوا فيه كل الإجابات عن احتياجاتهم النفسية والروحية والوجودية والاجتماعية التي أغرقتهم فيها حضارتنا المتناقضة.

نحن مشكلتنا الحقيقة مع الإسلام نفسه وستظل كذلك لأنه ليس لنا إلا خيار مواجهة التدفق الإسلامي والفكر الإسلامي بشتى الطرق، لأن الخيار الآخر هو أن نعترف أن الإسلام دين الله الحق ودين يسوع وكل النبيين، وهذا سيقودنا إلى اعتناقه، حتى نصل إلى ملكوت الله في الدنيا وما بعد الحياة. وهذا سيعيدنا إلى المربع الأول في صراعات الدين والدولة في الفكر المسيحي، على أن هناك فرقاً شاسعا بين الإسلام والمسيحية في تلك القضايا.

ليس لنا خيار سوى مقاومة الإسلام ولو أدى ذلك إلى تخلي بلداننا ومؤسساتنا على القيم الليبرالية، وعلينا أن نسن القوانين التي تدفع المسلمين إلى مغادرة أوروبا، ولنا مثال في السويد التي تفرض قوانينها المثلية والشذوذ والإلحاد وهذا أكثر ما يدعو المسلمين إلى مغادرة أوروبا أو الانصهار في حضارتها وفقدان إيمانهم بالإسلام، وكذلك علينا أن نمنع الهجرة من العالم الإسلامي إلى أوروبا وأمريكا ولو بالتعاون مع الدول الإسلامية ونفتح المجال لهجرة الشعوب غير المسلمة.

ومن جهة الأخرى يجب الاستمرار في دعم إسرائيل مهما كانت إجراءاتها قاسية، حتى لا تسمح بإقامة نواة لنظام إسلامي في غزة يشجع الشعوب الإسلامية على احتذاء التجربة، وممكن في هذا المجال الاستفادة من الدعم الكبير الذي تحظى به إسرائيل من الدول العربية، التي تخاف من قيام أي نظام إسلامي أو ديمقراطي، وهذه نقطة ثالثة مهمة وهي دعم الأنظمة العربية ومؤسساتها وجيوشها وأجهزتها المختلفة التي تمنع قيام أي نظام يستمد قيمه من تعاليم محمد ومن كتابه المقدس.

لا يهم إن كان ما نقوم به خطأ أو باطلا أو شرعيا أو غير شرعي، فهذه مسألة يجب أن تكون محسومة ونعمل عليها ومن خلالها، نحن أمام تحد كبير بين قيمنا الليبرالية وأمننا القومي وهما الآن قيمتان متناقضتان وبين الزخف الإسلامي المنبعث من كل مكان في العالم وكأنه بخار الماء الذي لا ندري من أين طلعت عليه الشمس، لا يجب أن نختبر صوابية وخطأ القيم الإسلامية لأن ذلك قد يقود أكثرنا إلى الإسلام والقيم الدينية المحمدية، وفي نفس الوقت هناك حاجة إلى جرعات من المسيحية ولكن بصورة منضبطة لا تؤثر على إنجازات الحضارة الغربية، بهدف الحد من توغل الإسلام إلى ديارنا.

نحن الآن بين خيارات متناقضة ومخيفة لأن الاستمرار في خياراتنا الليبرالية يفقدنا الحصانة من الزحف الإسلامي، والعودة إلى الكنيسة يهدم قيمنا الليبرالية ويؤثر على منجزاتنا الحضارية، وقد نشأت أجيال في الغرب لا تؤمن بالمسيح ولن تستطيع العودة إلى الكنيسة بعد رياح الانفتاح اللامحدودة.

ما أخشاه أن لا نجد أمامنا في المستقبل إلا خيارا واحداً يتمثل في الدفع نحو قيام حرب كبرى تحد من الحريات وتربك الحياة العامة وتشعل حروب غير منتهية في الدول الإسلامية، وتفقد الإسلام مناخات السلام التي يتمدد من خلالها.

مالم نتدارك الأمر فستملأ المساجد والمآذن أوروبا ويسيطر الإسلاميون في أي انتخابات أوروبية على مقاعد البرلمان وعلى الرأي العام والاقتصاد ثم يحكمون أوروبا بتعاليم الإسلام.

ترجمة: لورا أدوارد

https://ida2at.org/article/117947–271

Hangi İslam Ülkesi?

Diyorlar ki: Bana bir tane şu standartlarda (insan hakları, işçi hakları, kadın hakları vb.) bir İslam ülkesi gösterin!

Doğrudur, gösteremem. Ama bunun suçlusu İslam değil, onu temsil konumunda görülenlerdir.

Bana da hiçbir sömürge ülkesi olmayan ateist, komünist, sosyalist, hıristiyan ülkesi gösterin. Medeniyet falan aramıyorum. Afrika’daki altınları sömürmeyen bir ülke olsun!

Batı ülkelerinin birçoğunun onlarca sömürge ülkesi var. O ülkeler ekiyor, bunlar yiyor, onlar ölüyor, bu ülkedekiler yaşıyor.

Asılları ve kökenleri Fransız, İngiliz, İspanyol olmadığı halde bu dilleri resmi olarak konuşan elli kadar sömürülen ülke var.
İslam hakim iken tüm inançlar rahat idi. Zira İslam’ın hakim olduğu yerde din ve inanç özgürlüğü vardı. Günümüzde adı İslam ülkesi olsa da inanç özgürlüğü kısıtlanmıştır. Sebebi ise aşırı milliyetçilik, ırkçılık, din taassupçuluğu, ötekileştirmeye yönelik verilen eğitim, medya yanılgısı, sahte propagandalar, cehalet, nefret, eskiyle bağı koparmadır.

Bizler islam ülkesinin Müslümanları değiliz. İdeolojiler arasında İslam’la hasbelkader tanışmış ve günümüz dünyasının algısıyla olaylara bakan Müslümanlarız.

İslam’a muğayir tüm ideolojilerden ve fikirlerden arınmadıkça İslam’ı doğru anlayamayız.

Murat Padak

Murat Padak Beyi Tanımak İsteyenler:👇https://www.muratpadak.com/hayati

Hamd ve Şükür ..

Hamd ile Şükür Arasındaki Fark

Hamd, şükürden daha geniş kapsamlıdır. Kim Allah’a hamd ederse, O’na şükretmiş ve O’nu övmüş olur. Aralarındaki fark, âlimlerin dediğine göre, hamd hem nimetlere hem de diğer durumlara karşı yapılır. Misal, bir kişinin güzel ahlakını övmek gibi. Şükür ise sadece bir iyilik ya da nimet karşılığında yapılır. Bazılarına göre ise hamd ve şükür eş anlamlıdır. İbn Manzur, “Lisanü’l-Arab” adlı eserinde “hamd ve şükür birbirine yakın, fakat hamd daha kapsamlıdır” der. Çünkü insanı hem onun doğuştan gelen güzel özellikleri hem de verdiği şeyler için överiz ama onun özellikleri için teşekkür etmeyiz. Bu nedenle “Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamd etmeyen kimse, O’na şükretmemiştir” hadisi bulunmaktadır. Kelime-i tevhid imanın başı olduğu gibi, hamd de şükrün başıdır. Çünkü hamd, nimeti ortaya koymak ve onu yüceltmektir. Ayrıca şükürden daha kapsamlıdır, hem şükür hem de daha fazlasını ihtiva eder.

“Tacü’l-Arus” adlı eserde, hamdın, övgünün zıddı olduğu belirtilmiştir. Lahyani ise hamdı şükür olarak tanımlamış ve aralarında fark gözetmemiştir. Sa’leb, hamdın hem iyilik karşılığında hem de karşılıksız yapılabileceğini, ancak şükrün sadece bir iyilik karşılığında yapılabileceğini söylemiştir. Ahfeş ise “Hamd, Allah’a övgüdür” demiştir. Ezheri’ye göre ise şükür, sadece yapılan bir iyilik için olurken; hamd, hem iyilik için şükür hem de birini övmek için başlangıç olabilir. Allah’a hamd etmek, O’nu övmektir ve bu, Allah’ın herkesi kapsayan nimetleri için şükretmek anlamına da gelir. Bu nedenle hamd, şükürden daha kapsamlıdır.

Ayrıca, şükrün yalnızca dil ile sınırlı olmadığına da dikkat edilmelidir. Şükür; kalp ile boyun eğme ve teslimiyet, dil ile övgü ve itiraf, uzuvlarla ise itaat ve teslimiyet şeklinde yapılır.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
02.10.2024 Üsküdar

الفرق بين الحمد والشكر

الحمد أعم من الشكر، فمن حمد الله تعالى فقد شكره وأثنى عليه، والفرق بينهما -كما قال أهل العلم- أن الحمد يكون على النعم وعلى غيرها، كأن تثني على شخص لحسن أخلاقه، وأما الشكر فلا يكون إلا عن يد أي نعمة وإحسان، وقيل هما مترادفان، قال ابن منظور في اللسان: والحمد والشكر متقاربان والحمد أعمهما، لأنك تحمد الإنسان على صفاته الذاتية وعلى عطائه ولا تشكره على صفاته، ومنه الحديث: الحمد رأس الشكر، ما شكر الله عبد لا يحمده ـ كما أن كلمة الإخلاص رأس الإيمان، وإنما كان رأس الشكر، لأن فيه إظهار النعمة والإشادة بها ولأنه أعم منه، فهو شكر وزيادة.

وفي تاج العروس: الحمد نقيض الذم، وقال اللحياني: الحمد: الشكر، فلم يفرق بينهما.

وقال ثعلب: الحمد يكون عن يد، وعن غير يد، والشكر لا يكون إلا عن يد.

وقال الأخفش: الحمد لله: الثناء.

وقال الأزهري: الشكر لا يكون إلا ثناء ليد أوليتها، والحمد قد يكون شكرا للصنيعة، ويكون ابتداء للثناء على الرجل، فحمد الله: الثناء عيه، ويكون شكرا لنعمه التي شملت الكل، والحمد أعم من الشكر.

مع التنبيه على أن الشكر ليس مقصورا على اللسان فقط، بل يكون بالقلب خضوعا واستكانة، وباللسان ثناء واعترافا وبالجوارح طاعة وانقيادا.

İbretlik Bir Konferans ..

(Aşağıda tercümesini yaptığım Arapça yazıyı, paylaşımlarını önemseyip dikkate aldığım, emekli büyükelçilerimizden Fikret Özer Bey bana gönderdi.)

Konferans…
Bir Amerikan istihbarat görevlisi ve subayı tarafından
Bu konferans, Amerikan Harp Okulu’na bağlı Strateji Enstitüsü’nde askeri strateji uzmanı olan Profesör “Max Manwaring” tarafından verilmiştir.

Konferans yeri:
İsrail
Tarih: 1 Aralık 2018
Davetliler:
NATO’nun üst düzey subayları ve Siyonist ordu!

Profesör Max, konferansına geleneksel savaş yöntemlerinin eskidiğini söyleyerek başladı ve artık yeni olan şeyin dördüncü nesil savaş olduğunu belirtti!
Aynen şöyle konuştu (kendi ifadesi):
“Bir milletin askeri kurumunu yok etmek veya askeri gücünü yok etmek amaç değildir; amaç (yıpratma ve yavaş aşındırma), ama istikrarlı bir şekilde!
Amacımız, düşmanı irademize boyun eğdirmektir!”

Aynen şöyle ekledi:
“Amaç, istikrarsızlık üretmektir.!
Ve bu istikrarsızlık, düşman devletin vatandaşları tarafından uygulanarak başarısız bir devlet oluşturulacaktır!
Burada kontrol sağlayabiliriz!
Bu vetire, süreç, düşman devletin vatandaşlarını kullanarak yavaş ve sakin adımlarla yürütülür; böylece düşmanınız uyandığında ölmüş olur!”

Bu konferans, yakın ve modern tarihteki en tehlikeli konferans olarak nitelendirildi çünkü İslam dünyasında meydana gelen tüm savaşları ve silahlı iç çatışmaları açıklıyor!
Konferansta en dikkat çeken ifade ise “yıpratma ve yavaş aşındırma” idi.!

Ama biz soruyoruz:
Neden hızlı bir çöküş yerine yavaş ve sakin bir erozyon, aşındırma?
Bu konferansın en tehlikeli kısmı burasıdır!
Yavaş erozyon, aşındırma, şehirlerin kademeli olarak tahrip olması, insanların şaşkın sürülere dönüşmesi ve düşman ülkenin temel ihtiyaçları karşılayabilme kabiliyetinin felç edilmesi anlamına gelir; hatta bu ihtiyaç eksikliğini savaşın bir başka yüzüne dönüştürmek, dikkatle planlanmış ve organize edilmiş bir çalışmadır!

Profesör, sadece dördüncü nesil savaş uzmanı değil, aynı zamanda eski bir istihbarat subayıdır; bu konferansı bir kreşte veya kültür merkezinde değil, Siyonist varlığın ve NATO’nun üst düzey generallerine vermektedir. (Verildiği yer) İsrail’dir!
Konferansta generallere yönelik, alaycı bir şekilde açıkça söylediği dikkat çeken bir ifade var:
“Bu tür savaşlarda ölü çocuklar veya yaşlılar görebilirsiniz, bu yüzden rahatsız olmayın!
Hedefe doğru ilerlemeliyiz.”

Yani, bu sahneler karşısında duyguların hedefe ulaşmanıza engel olmasına izin vermeyin.
Aynı usul Irak, Suriye, Yemen, Libya’da ve belki ekonomik olarak Lübnan’da uygulandı, yarın sıranın kimde olduğunu bilemeyiz!
Bir kez daha en önemli soru:
Neden devletleri birden yıkıp çökertmek yerine “yıpratma ve yavaş yavaş aşındırma, erozyon?”

Cevap:
Yıpratma stratejisi, savaşı bir cepheden diğerine, bir bölgeden diğerine taşımak, düşman devletin tüm kabiliyetlerini kademeli olarak tüketmek ve “düşman devleti” çok cephede savaştırarak yerel çakallarla her yönden kuşatmak, bir cepheyi ısıtmak ve diğerini soğutmak, yani krizi yönetmeye devam etmek, çözmek değil.
Devletin hızlı bir şekilde çökmesine izin verilmemelidir çünkü hızlı çöküş, devletin ve toplumun birçok unsurunun ve kurumunun varlığını korumasına yol açar. Bu nedenle en iyi yol, yıllar süren yavaş ve sakin bir aşındırma, erozyondur; “yerel acımasız ve kötü savaşçılar” aracılığıyla, masum kurbanların olması umursanmadan, çünkü gaye kontrol sağlamak ve devleti ve toplumu uzun bir süreç boyunca yıkmaktır!

Bu planın, açıkça ve utanmadan kabul edildiğini ve ilan edildiğini görmek üzücü; bu planı kendi ellerimizle, insan hakları, demokrasi ve teröre karşı savaş gibi gürültülü sloganlar altında uyguluyoruz!
Peki şimdi “krizleri çözmek” yerine neden “krizleri yönetme” usulünü kullandıklarını anladık mı?
Ve çatışmanın, bölünme ve ayrışmanın devlet içindeki gruplar arasında sürmesi, hatta ülkeler ve halklar arasında çatışma çıkararak bölgemizdeki halkların potansiyellerini yok etmek ve onları güçsüz, bağımlı kılmak amacıyla nasıl plan yaptıklarını?

Keşke halkımız, çok geç olmadan bunu anlayabilseydi.

Kelimesi kelimesine nakledilmiştir.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
02.10.2024 Üsküdar

Mütercimin Notu:👇

Max Manwaring, özellikle askeri strateji, düşük yoğunluklu çatışmalar ve düzensiz savaş konularında uzmanlaşmış bir Amerikalı akademisyen ve emekli albaydır. Uzun yıllar Amerika Birleşik Devletleri Ordusu’nda görev yapmış ve Latin Amerika üzerine çalışmalar yapmıştır. Askeri ve güvenlik stratejileri üzerine birçok kitap ve makale yazmıştır. Amerikan Harp Okulu’na (U.S. Army War College) bağlı Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nde (SSI) çalışmış ve düzensiz savaş (irregular warfare), dördüncü nesil savaş ve hibrit tehditler gibi konularda önemli katkılarda bulunmuştur. (Ahmet Ziya İbrahimoğlu)

محاضرة …
‏لضابط ومسؤول في المخابرات الامريكيه
‏المحاضرة ألقاها البروفسور “ماكس مانوارينج” خبير الاستراتيجية العسكرية في معهد الدراسات التابع لكلية الحرب الأمريكية.

‏مكان المحاضرة:
‏اسرائيل
‏التاريخ ٢٠١٨/١٢/١
‏المدعوّون للمحاضرة:
‏كبار الضباط من حلف الناتو،
‏والجيش الصهيوني!!!

‏استهل البروفسور ماكس محاضرته بالقول بأن اسلوب الحروب التقليدية صار قديماً، والجديد هو الجيل الرابع من الحرب!!!
‏وقال حرفياً (والنص له):
‏”ليس الهدف تحطيم المؤسسة العسكرية لإحدى الأمم، أو تدمير قدرتها العسكرية، بل الهدف هو: (الإنهاك-التآكل البطيء )
‏لكن بثبات!!!!
‏فهدفنا هو ارغام العدو على الرضوخ لارادتنا”!!!
‏ويضيف حرفياً:
‏”الهدف زعزعة الاستقرار!!!
‏وهذه الزعزعة ينفذها مواطنون
‏من الدولة العدو لخلق الدولة الفاشلة!!!
‏وهنا نستطيع التحكم!!!
‏وهذه العملية تنفذ بخطوات
‏ببطء وهدوء وباستخدام مواطني
‏دولة العدو، فسوف يستيقظ
‏عدوك ميتاً”!!!

‏هذه المحاضرة التي قيل إنها أخطر محاضرة في التاريخ الحديث حيث توضح كل ما جرى ويجري من حروب وصراعات أهلية مسلحة في العالم الاسلامي!!!
‏وأكثر ما يلفت الانتباه في هذه المحاضرة هي عبارة:
‏”الإنهاك، والتآكل البطيء”!!!

‏لكننا نسأل:
‏لماذا لا يتم الانهيار السريع بدل
‏التآكل الهادئ والبطيء؟!!!
‏هذا هو الجزء الأخطر في المحاضرة!!!
‏ومعنى التآكل البطيء يعني خراب متدرج للمدن، وتحويل الناس الى قطعان هائمة!! وشل قدرة البلد العدو على تلبية الحاجات الاساسية،
‏بل تحويل نقص هذه الحاجات الى وجه آخر من وجوه الحرب، وهو عمل مدروس ومنظم بدقة!!!

‏البروفسور وهو ليس خبير الجيل الرابع للحرب فحسب، بل ضابط مخابرات سابق، لا يلقي المحاضرة في روضة أطفال ولا في مركز ثقافي، بل لجنرالات كبار في الكيان الصهيوني، وحلف الناتو. (والمكان) في اسرائيل! وفي عبارة لافتة في المحاضرة يقول بكل وقاحة مبطنة مخاطباً الجنرالات:
‏” في مثل هذا النوع من الحروب قد تشاهدون اطفالا قتلى او كبار السن، فلا تنزعجوا!!!
‏علينا المضي مباشرة نحو الهدف،” بمعنى لا تتركوا المشاعر أمام هذه المشاهد تحول دون: تحقيق الهدف.”
‏والاسلوب نفسه طبق ويطبق في العراق وسوريا واليمن، وفي ليبيا، وربما إقتصاديا في لبنان .. وغدا لا ندري من سيكون عليه الدور؟!!!
‏ومرة أخرى السؤال الأهم:
‏لماذا “الانهاك والتآكل البطيء، بدل اسقاط الدول مرة واحدة؟!!!
‏الجواب:
‏ان استراتيجية الانهاك تعني نقل الحرب من جبهة الى أخرى، ومن أرض الى أخرى، واستنزاف كل قدرات الدولة العدو على مراحل متباعدة، وجعل “الدولة العدو” تقاتل على جبهات متعددة محاصرة بضباع محليين من كل الجهات، والتخطيط
‏لتسخين جبهة وتهدئة جبهة أخرى، اي استمرار ادارة الازمة وليس حلها.
‏ولكي لا يتم انهيار الدولة السريع، لأن الانهيار السريع يبقى على كثير من مقومات ومؤسسات الدولة والمجتمع، وبالتالي فإن أفضل الطرق هو التآكل البطيء، بهدوء وثبات عبر سنوات من خلال محاربين “محليين شرسين وشريرين” كما يقول هو، بصرف النظر عن وقوع ضحايا أبرياء لأن الهدف هو السيطرة وتقويض الدولة والمجتمع أهم من كل شيء، أي محو الدولة والمجتمع عبر عملية طويلة!!!

‏من المؤسف أن هذا المخطط الذي يعترفون به ويعلنونه بكل وقاحة، هو الذي نراه بأعيننا، ويطبق بأيدينا نحن، تحت شعارات صاخبة من حقوق الانسان والديمقراطية، والحرب على الارهاب!!!
‏فهل عرفنا الآن لماذا اسلوب استمرار ادارة الازمة بدلا من حلها ؟؟!!! وكيف يخططون ليظل النزاع والخلاف بين فئات الدولة. بل والاقتتال بين الدول والشعوب من أجل القضاء على مقدرات الشعوب في منطقتنا و تحويلهم الى تابعين لا حول لهم و لا قوة؟

‏يا ليت قومي يعلمون قبل فوات الأوان.

منقول حرفيا

⁦‪smallwarsjournal.com/author/max-g-m…
👇
https://x.com/bughaniiim/status/1841043867673452922?t=Un3vIkKNiB3NXlQ7ywtKoA&s=08

İlim ve Teknolojide Bizi Geri Bırakan Zihniyet ..

BİZ NEDEN İLİMDE VE TEKNOLOJİDE GERİ KALDIK?

Bize okulda kafasına elma düşen, hamamda duş alan vs. vs. adamları anlattılar da Avrupa’nın 600 sene üniverstelerinde okuttuğu İslam alimlerinin kitaplarını okutmadılar.
Çünkü birileri (İttihatçı Kafalılar) o kitapları ayağının altına almıştı. Fırınlarda yaktırmıştı. Kalanlarını da HARF KATLIAMI yoluyla cahil bırakılan millet okuyamaz oldu.

Âlimlerimiz….

  1. Akşemseddin: Pasteur ’dan 400 sene önce mikrobu bulmuştur
  2. Ali Kuşçu: Büyük astronomi bilgini. İlk defa ayın şekillerini anlatan kitabı yazmıştır.
  3. Ebul-Vefa: Trigonometri’de tanjant, cotanjant, sekant, kosekant ’ı bulan büyük alimdir.
  4. Birûni: İlk defa dünyanın döndüğünü ispat etmiştir.
  5. Ebu Kamil Şü’ca: Avrupa’ya matematiği öğretmiştir.
  6. Ebu Ma’şer: Med-Cezir (Gel-Git) olayını ilk o bulmuştur.
  7. Battani: Dünyanın en büyük kaşifidir. Trigonometrinin kaşifidir
  8. Cabir Bin Hayyan: Atomun parcalabilecegi ve sonuçları hakkında ilk kitabı yazmıştır. Atom bombasının fikir babası ve kimya biliminin atası büyük alim…
  9. Cezeri: 8 asır önce otomatik sistemin kurucusu ve bilgisayarın babasıdır.
  10. Demiri: Avrupalılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazmıştır.
  11. Farabi: Ses olayını ilk defa fiziki yönden açıklamıştır. Sesin fiziki izahını ilk defa o yapmıştır.
  12. Gıyasüddin Cemşid: Matematikte ondalık kesir sistemini ilk o bulmuştur.
  13. İbn Cessar: Cüzzamın sebebini ve tedavisini 900 sene önce açıklamıştır
  14. İbn Hatip: Vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklamıştır.
  15. İbn Firnas: Wright kardeşlerden bin sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştirdi.
  16. İbn Karaka: 900 sene önce harika bir torna tezgahı yapmıştır.
  17. İbni Türk: Cebirin temelini atan bilginlerdendir.
  18. İdrisi: Yedi asır önce bugünkü ne çok benzeyen dünya haritası çizmiştir.
  19. İbni Sina: Eserleri Avrupa üniversitesinde 600 sene ders kitabı olarak okutmuştur. Tıbbın babasıdır. AVRUPA’ya göre adı: AVICENNA’dır!..
  20. Kadızade Rumi: Yaşadığı asrın en büyük matematik ve astronomi bilginidir. Fizik kurallarını astronomiye uyarlamıştır.
  21. Kambur Vesim: Verem mikrobunu R. Koch’tan 150 sene önce keşfetmiştir.
  22. İbnünnefis: Avrupalılardan üç asır önce küçük kan dolaşımını keşfetmiştir.
  23. Piri Reis: 400 sene önce bugünküne en yakın haritasını çizmiştir. Yıl 1913 Gülhanede bilimsel araştırma kurumu olan Bakterıyolojihane-i Osmanİyenin çalısmaları dünya çapında üne sahipti.

Öyleki:
Bu kurumda
1) Difteri serumu üretimi
2) Dizanteri serumu üretimi
3) Tüberkülin üretimi
4) Mallein testi üretimi
5) Tifo aşısı üretimi yapılmaktaydı
Şunu da unutmayalım ki Osmanlı bilimde hiçbir zaman geri kalmadı; yıkılmasının tek sebebi içinde besleyip büyüttüğü JÖN TÜRKLER ve onları yönlendiren dışarıdaki hainlerdi.

Daha fazla yazıp kafanızı zonklatmayayım. Çünkü anlayan anlamıştır.
Anlamayacaklar ise RAKIYI 14 liraya indirecek kafa yapısına sahip birilerin kölesi ve uşağı olan satılmış “İttihatçı anlayışın” arkasındaki kuş beyinlilerdir.
Ekim Ay’ımız ve geleceğimiz yeniden silkinişimize ve şahlanışımıza vesile olması dileğiyle Rabbımız İslam Hukuku çerçevesinde MİLLETÇE yücelmemizi nasib etsin.
01.10.2024
Yusuf Şahin
Emekli Müftü
Bursa/Orhangazi

Batının Vahşiliği ..

BAŞBAKANLARINI PARÇALAYIP KIZARTARAK YİYEN BATI ÜLKESİ?

Hollandalılar başbakanlarını önce parçalamış, sonra kızartıp afiyetle yemiş!
Dr. Richard Sugg Mumyalar, Vampirler ve Yamyamlar (Mummies, Vampires and Cannibals) adlı kitabıyla 18. yüzyıl dahil Avrupa saraylarında hanedanlar ve aristokratlar arasında insan kanı, insan eti, insan yağı ve insan kemiği (mumyalar dahil) tüketildiğine dair sarayların arşiv belgelerini ortaya koydu. Buna “ceset tıbbı” deniliyormuş. Ayrıca genç birinin baltayla idamından sonra akan kanın bir kovaya toplanması için saraydan görevlilerin gönderildiğini ve mahkûmun kafası kesildikten sonra saraya getirilen kanın yaşlı kralı veya kraliçenin yemeklerine gençlik iksiri olarak katıldığını belgelerle açıkladı.

Fakat bir olay var ki hem daha yakın tarihli hem de Hollanda Başbakanının başından geçmiş olması dolasıyla hepsini bastıracak kadar merak uyandırıcıdır.

Yıl 1672.
Osmanlı Devleti Köprülüler döneminde yaşarken Avrupa’nın kuzey batısında ilginç olaylar cereyan etmekteydi. Hollanda tahtında Oranj hanedanı oturmaktadır ama eyaletlerin seçtiği ‘Başbakan’ (Great Pensionary) John de Witt, İngiliz çağdaşı Oliver Cromwell gibi kralın mutlak iktidarını sınırlamaya adamıştır ömrünü. Hanedanın iktidarı karşısına halkın temsilcisi olarak cesaretle dikilmektedir.

Aynı 1672 yılının güzünde John de Witt adlı bu çok yetenekli entelektüel lider –meşhur filozof Spinoza’nın da arkadaşıydı-, kardeşi Cornelius ile birlikte patlak veren bir ayaklanmada önce tüfekle vurulacak, ardından idam edilecek, dahası öfkesi dinmek bilmeyen düşmanlarının hücumuna uğrayan cesetleri kurbanlık hayvanlar gibi önce ayaklarından asılacak, ardından indirilerek cinsel organları, ciğerleri ve kalplerine varıncaya kadar paramparça edilecek, nihayet koyun veya sığırlar gibi parçalara ayrılan vücutları hıncını alamayan kalabalıktan birileri tarafından pişirilerek afiyetle yenilecekti. Evet, yenilecekti!…

Hemen Bu bilginin kaynağı nedir? diye soracaklar buyursun: Hem de Cambridge Üniversitesi Yayınları tarafından 2002 yılında yayımlanan California, Wisconsin ve Rutgers üniversitelerinde tarih dersleri veren profesör Herbert H. Rowen’ın, John De Witt: Statesman of the “True Freodom” adlı kitabının 218. sayfasına baksınlar zahmet olmazsa.

Paylaşan: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Maşa Örgütler ..

Lübnan’da Yaşanan Olayların Seyri Hakkında
Arapça Bilenlerin Ufkunu Açan Bir Konuşma

مقابلة أمين المجلس العربي الإسلامي محمد علي الحسيني
https://youtube.com/watch?v=s6JUr4yS6OU&si=U47JpbYdF4J3CFAX

Paylaşan: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Lübnanlı Güvenilir Bir Yazarın Görüşü:👇

هذا كان صديق نصر الله
فاختلفا
سجنه نصر الله بتهمة العمالة لإسرائيل
ثم خرج ولجأ الى السعودية
فأعطته الجنسية
واعلن اعترافه بخلافة أبي بكر وعمر

بشكل عام انا لا اصدقه
لكن كلامه الأخير عن بيع إيران لنصر الله كان دقيقا
وهو قاله قبل ٢٤ ساعة من اغتيال نصر الله

Muhammed Ali al-Hüseyni Hakkında:👇

Bir Karşı Mahalle Yazısı Üzerine ..

Vefatından sonra hatırladığımda bile muhabbet duygularımı besleyen aziz ağabeyimiz ve değerli bir mü’min olan, Beyin Cerrahı merhum Dr. Yusuf Akkaya’nın ağabeyi emekli Albay, samimi bir Atatürkçü Hüseyin Akkaya Bey, bana kendi whatsap guruplarında paylaşılan aşağıdaki yazıyı yollayıp görüşümü merak etmiş: 👇


Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük aydınlardan,
İki yıl önce aramızdan ayrılan Doğan Kuban
(10 Nisan 1926 Paris] – 22 Eylül 2021, İstanbul),
Türk mimar ve akademisyendir. Türkiye’nin ilk ve en önemli mimarlık tarihçilerindendir.

“hocaların hocası” Prof.Dr.Doğan Kuban‘ın her zaman okunacak başucu yazısı..

Kuban, Ülkedeki bozulmanın nedenini ortaya koymuş!..

“T Ü R K İ Y E,
C E H A L E T İ Y L E
Ö V Ü N E N
B İ R Ü L K E”

Ve çıkar yolu da vurgulamış.

“Çamlıca'ya inşa edilen cami konuşmaya bile değmez.

Sultanahmet’in kopyası, cami dediğin cemaat uğradığı zaman cami olur, dağa tepeye cami yapılmaz, Anadolu’yu dolaşın,bulamazsınız.
*
“Restorasyon, ancak ideal tarih bilinciyle mümkün olur, kendimizi kandırmayalım, bu bilinç bizde eskiden de yoktu, padişah bile babasının yaptırdığını yıkar, kendisininkini yapardı, yıka yıka giderdi, Topkapı da buna dahildir, göçerliktir bu.”

“İstanbul’da artık plan yapılamaz, dünyada da bu kadar büyük şehri planlayamazsınız, çareyi Anadolu’da aramalı, Anadolu şehirlerini eğitim ve sanayiyle cazibe merkezi haline getirmeli.”

“Toplumda kültür yok. 200 küsur üniversite var ama, hoca yok, cehalet kurbanı olarak devam ediyoruz, vasatlık her yerde.”

“Bir kültürün birikmesi, bakkaldan mal almaya benzemez. Kentli olmak, kente her taşınanın kentli olduğu anlamına gelmez. Kentli olmak, çağdaş uygarlığı bütünüyle olmasa bile, biraz anlamış olmak demektir.”

“Beştepe’ye yapılan sarayla ilgilenmedim bile, mimari olarak iyi isimlerle çalışmıyorlar, değerlendirmesi yapılacak bir şey değil. “Zaten orada asıl mesele yeşili yok etmiş olmak!”

“En tehlikeli şey inşaatçılıktır, çünkü inşaatçı aslında bir şey üretmez, arkasında entelektüel bir gelişme yoktur. İktidar, eğitime-sanayiye para harcayacağına, ekonomiyi inşaata indirgiyor, halkı istismar ediyor, cahil bir kitle para kazanmış oluyor, bu kadar, inşaatçılık ülkeyi batıracak.”

“İşe gitmek için her gün yolda üç saat kaybediyorsan, geri kalmış bir şehirde yaşıyorsun demektir.”

“Eski Türkiye daha namusluy du. Şimdi namussuz demek istemiyorum, ama cahil olduğu için kolayca kötülük yapabiliyor, haksızlık, adaletsizlik, cahilliğinden kaynaklanıyor, bir gün sonrasını düşünmediği için böyle oluyor.”

“Bu ülkede ağaç ve orman katliamı var, su katliamı var, insan ve özellikle kadın katliamı var, hepsinin üzerinde, hayvanlarıyla birlikte doğa katliamı var, kent yaşamı katliamı var.”

“Atlı bozkır göçerleri yağmayla yaşardı, fethettikleri toprakları yağma ederler, halkı esir alırlardı, biz de kendi kentlerimizi yağma ediyoruz, atlı bozkır göçerleriyle atsız göçerlerin yağması arasında pek bir şey değişmedi, kentlerimizi yağmalıyoruz, içine de kendimizi hapsediyoruz.”

“Türkiye cehaletiyle övünen bir ülke.”

“Türkiye, tarihi hastalığı olan cehaletle ve yolsuzlukla savaşıyor. Bu savaşı halk, kendine karşı yapıyor.”

“ ister kadınları boğazlamak, ister tarihi ve doğal çevreyi yok etmek, ister ağaç kesmek, ister hırsızlık yapmak, ister tarih bilmeden onunla övünmek, ister dindar olmadan dini istismar etmek… Hepsi cehalete dayalıdır.”

“Bürokrasinin cahiller elinde toplanması, hastalık alametidir.”

“Çağdaş hiçbir ülke cahil kadrolarla idare edilmez.”

“Eğitimin her düzeyde çökmesi, hastalıktır.”

“Düşünenler çoğalmadı ve bundan utanmıyoruz. En çok ölüleri, cenazeleri, camileri, AVM’leri, borsaları, gökdelenleri, yolları, sarayları, otomobilleri düşünüyoruz.”

“ planlama yok, çünkü planlama yapacak adam işbaşına getirilmiyor. Önce yağma yapılıyor, sonra plan yapılıyor, birisi oy almak istiyor, öbürü ev sahibi olmak istiyor, bu ikisi birbirleriyle çok iyi anlaşıyor !”

“Türkiye’de felsefe olmadığı için, eleştiri kavramı gelişmedi. Az gelişmiş toplumda eleştiri yaptığın zaman, küfür etmiş sayılıyorsun!”

“Türkiye Cumhuriyeti, İslam toplumları tarihinde gerçekleştirilen en büyük uygarlık projesidir. 20’nci yüzyılın en büyük toplumsal devrimi, Türk devrimidir.

Şimdilerde ise maalesef, İslam toplumlarının çağdaş dünyayla sürüp giden uyuşmazlığı, Türkiye’ye de bulaştırıldı.”

“Atatürk ‘benim tek mirasım akıl ve bilimsel düşüncedir’ demiş. Hiçbir devlet adamı veya devlet kurucusu böyle bir şey söylememiş.

“Türk aydını, Amerikan sömürgeciliği ve kırsal kültür tarafından esir alındı, olan bitenler ahlaki ve entelektüel iflastır, aydınlar doğrudan katılmıyor olsalar da, toplumu saran ahlaki çöküntüyü sanki normal bir olguymuş gibi izlemekle yetinerek, hoş göstererek, ona ortak oluyorlar.”

Oysa;
Bu toplumda, hangi koşullarda olursa olsun, insanlık için düşünüp çalışacak çok insan olduğunu Kurtuluş Savaşı’nda öğrendik.
Günümüzde de varlıklarıyla geleceği hazırlayan milyonlar var.
Sesleri az ya da çok çıkabilir, düşünceleri bulanık olabilir, ama çağdaş dünyanın ortaklarıdır

“Bu Ülkenin dünyayla er geç buluşacağı tek yol, çağdaş uygarlık yoludur.”
Prof.Dr. Doğan KUBAN

Bu yazı üzerine benim yazdığım ve emekli Albay Hüseyin Akkaya Bey’e gönderdiğim not ise şöyle:

Albayım,
Sizin mahallede “büyük aydın olma” kriterleri, ölçüleri nelerdir, sizden daha iyi olmasa da bayağı bilgi sahibiyim. Bu kriterlerin ideolojisi ve hissiliği üzerinde de durmayacağım; sadece bu ölçülerin evrensel olmadığı, kendi içinde bile tenakuzları barındırdığını hatırlatmakla iktifa edeceğim. Tahdit için değil temsil için bir kaç misal zikrederek ifadelerime de nokta koyacağım:
1- Türkiye 115 senedir ittihatçı zihniyetlerle yönetiliyor. RTE ve benzerleri de bu zihniyetin koyduğu ilke ve kuralların esasına dokunma yetkisine sahip değildir. Hatta % 90 oy alsa bile, ittihatçı zihniyetin temel ilkelerini değiştiremez. Bu zihniyeti savunanlar hangi hakla kime serzenişte bulunuyorlar?
2- Övündüğünüz kişi ve kurumların faziletleri varsa hepsi Osmanlı ürünü ve eseridir. En büyük dâhi ve öncü kabül ettiğiniz kişiler Sultan 2.Abdülhamid’ın kurup açarak yönettiği kurumlarda yetişti. Ondan sonra 115 yıl boyunca benzerleri yetişmedi; yetişemedi. Yetişebilecek temel kurumlar kurulamadı. Öyle değil mi?
3- Türkiye şimdi cehaleti ile övünen bir ülke haline geldi ise, buna sebep olanlar utanması gerekmez mi? Buna sebep olanların Allah belasını versin diyen biri çıksa “amin” diyebilir miyiz?
4- Çamlıca’ya cami yapılmasından rahatsız olup şikayet edenler, camiye gitme alışkanlığı var mı bilemem ama ben Çamlıca camiine 4-5 defa gidebildim. Biri bayram, diğeri cuma namazı olmak üzere, cami tıklım tıklım dolu idi. Avluların da bile yer bulmakta zorlananlar oldu. En son gidişim evvelki gün ikindi ve akşam namazlarını kılmak için oldu. Süleymaniye’den daha fazla cemaati olduğunu görünce sevindim. İmamların tatlı ve güzel Kur’an okuyuşunu dinleyince huzur hissettim. Kendi Milletinin değerlerine yabancı kalanlardan aydın olmaz; olamaz albayım.
5- Sizin mahallede Aydın diye bakılan kişilerin ülkemizde müşahhas olarak hangi eserleri vardır? diye sorsam neler sayabilirsiniz? Şikayetçi olduğu Türkiye manzarası, onların temsil ettiği zihniyetin eseri değil midir?
6- Bugün Türkiye’yi yeniden ayağa kaldırmaya çalışanlar, sizin mahallenin beğenmediği, şikayet etmeye çalıştığı, bozuk sistem içerisinde imalat hatası olarak yetişen, Müh. Mahmut Akşit, Müh.Selçuk Bayraktar gibi İHL mezunu imanlı gençlerimiz değil midir?
7- İngiliz ve Siyonistlerin Türkiye için üretip halkımız üzerinde uygulamaya çalıştığı projelerin borazanlığını yaparak aydın olunamayacağı gibi vatansever de olunamaz albayım.
8- Sizin mahalle sakinlerinden olup bizim mahalleye de ziyarete gelen aydınlarımız yok değil, bizim onlara da saygımız var. Hiç olmazsa onları Aydın kabül edip istifade etmekte mutabakat sağlayabilsek? Misal mi istiyorsunuz? İşte size bir kaç misal:

  • Oktay Sinanoğlu
  • ⁠Teoman Duralı
  • ⁠Kemal Tahir
  • ⁠(……vb…..)
    Bilmiyorum sizin mahalle, Türkiye’nin bu değerli Aydınlarını Aydın kabül eder mi? Bunlar İngiliz ve Siyonist projeleri savunmayan yerli aydınlarımız. Bizim mahallede oturmadıkları halde biz onları okur; dinler ve istifade etmeye çalışırız.

Dediğim gibi albayım, yukarıdaki yazının tamamını değerlendirmeye kalksam bayağı hacimli bir kitap yazabilirim ama size okuma zorluğu yaşatmamak için sözlerimi burada noktalıyorum. Saygılarımla ..
28.09.2024 Üsküdar
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Değerli Hocam,
Ben bu mahalle muhabbetini sevmedim… Bizim bir tek mahallemiz var, O da ÜLKEMİZ, CUMHURİYETİMİZ VE TÜRK DEVLETİ…
Bu nedenle Ülkemize bilimin, ilimin, fennin ışığında hizmet etmemiz ve projeler üretmemiz gerek .. Bir avuç Hollanda, Japonya’ya hayran kalmamak mümkün mü? Eskiden beş yıllık kalkınma plânları yapılır ve takip edilirdi. Şimdi padişahlarda olmayan yetkilerle donatılmış bir liderle yol almaya çalışıyoruz. Halk ekonomik ve sosyal bunalımda .. Siz Türkiye’de yaşamıyor musunuz? Geçmişe takılıp kalmışsınız. Bir ittihat ve terakki anlayışı ile sorunllara cevap vermeye çalışıyorsunuz. Ne Amerika, ne İngiliz ve de Rusya bize baz olamaz. Bu dış güçler ve emperyalistlere işi yüklemek kolaycılığını artık bırakmalıyız. Daha realist ve akılcı olmalıyız. Emevi anlayışı ile islâmıda artık bırakmalıyız. Hz. Ebu Bekir ve Hz .Ömer (R.A) anlayışına dönmeliyiz. Bilmiyorum yanlış mı düşünüyorum…
Hüseyin Akkaya

Albayım,
Yaşanmış bir ömrün fikri sabitlerini değiştirmenin mümkün olmadığını bilen bir eğitimci olarak sizin fikrinizi değiştirmek veya kendi fikrimi size dikta etmek gibi bir niyetim olmadığını bilmenizi arzu ederim.

Yorumlar bilgiler üzerine bina edilir. Dolayesiyle bilgiler eksik veya hatalı ise yorumlar da eksik veya hatalı olabilir. Bir konuda sizin bilginiz benden daha fazla ve sağlam olursa, o konuda benden daha isabetli ve doğru yorum yapma imkanınız olabilir. Bu zaviyeden bakarak:
1- Mahalle ifadesi, maddi anlamı ile kullanılabileceği gibi, mecazi anlamda da kullanılabilir. Ben mecazi anlamda kullanıyorum; ifade bana ait olmasa da hoşlanılmayacak, rahatsız olunacak bir ifade olmadığı kanaatindeyim. Aynı mahallede olup farklı düşünen insanlar da olabileceği muhakkaktır. Bu inceliğin farkında olarak bu ifadeyi kullananlardanım. Türkiye Cumhuriyeti, Türk Devleti idaresinde yaşayanların, hatta sistemi oluşturanların bile aynı düşüncede olduğunu iddia edebilir miyiz? Düşünce farkını bir deyimle ifade etmemiz gerektiğinde nasıl ifade edebiliriz?
2- Politikadan hiç hoşlanmam, politik düşünce farklılıkları üzerinde de fazla durmak istemem. Benim önem verdiğim, ilmin, selim aklın ışığında hayata doğru bakışımız ve yaşantımıza samimi yansımalarıdır.
3- Medeniyet ile teknolojiyi birbirine karıştırmayan bir fikrin sahibi olarak, Hollanda, Japonya gibi ülkeleri, teknik terakkîleri açısından, takdir ederim ama medeniyetleri açısından hayranlık duymam; bilakis bizim medeniyetimizden çok geride görürüm. Başbakanlarını önce parçalamış, sonra kızartıp afiyetle yiyebilen, teknik imkanlardan mahrum kaldığında vahşileşen bir Hollanda’ya nasıl hayran olabiliriz? Hayran olamadığımın sebebini merak edenler şu iki yazıyı okumalı

Batının Vahşiliği👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/misafir-yazarlar/batinin-vahsiligi/
Şok Eden Bir İngiliz+ABD Hikayesi👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/tercumeler/sok-eden-bir-ingiliz-abd-hikayesi/
4- Geçmişe takılıp kalmak ile ifade ettiğiniz şey, bugün eksikliğini yaşadığımız, şikayetçi olduğumuz temel sıkıntıların sebebini doğru okuyup görmek ise, şikayetlerden kurtulma şansımızı kaybetmeye razı olmamızı istemiş olursunuz ki, siz benden daha fazla şikayet etmiyor musunuz? Mevcut uygulanan sistemin temelleri ilim ve selim akla mı dayandığını zannediyorsunuz? Altta linkini verdiğim yazıyı okursanız farklı bir pencereden bakma imkanı bulabilirsiniz.👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/osmanliyi-dogru-ve-insafli-degerlendirmek-gerekir/
5- İslam, Kur’an ve Sünnetin çerçevesini çizdiği, din ve devletten oluşan bir hayat nizamıdır. Peygamber Allah’ın elçisi olarak hem dinin tebliğ edip öğreteni ve şarihi, hem de ilk İslam devletinin başkanıdır.
Allah’ın elçisi olma vasfının vekili olamaz; olamayacağını Allah (cc) Kitabı olan Kur’anı Kerim’de açık ve net olarak bildirmiştir. Devlet başkanlığı sıfatının ise Halifeleri olmuştur; olması gerekir. Bir ailenin reisi öldüğü zaman öksüz kalan çocukları gibi, bugün İslam alemi başsız kalmış, batının şamar oğlanına dönmüştür. Batı dünyası birliğini korumak için maddi ve manevi bütün değerlerini korumaya çalışırken, bize aksini telkin etmesini kabül etmek, Emevi İslamı safsatasını uydurup karşı çıkma iddiası ile İngiliz İslamınına yapışmak olur.
6- Aynı dünyada yaşadığımız halde Gazze’de yaşananlara bakışımız farklı olabildiği gibi Türkiye’de yaşanan olaylara bakışımızda farklı olabiliyor.
Bunun temel sebebi ne olabilir?

Bizim esasta farkımız, Kur’an ve Sünnetin, bizi çağırdığı akletme, düşünme, sorgulamanın gereğini yaparak Kuranla aydınlanmış ilmin ışığında bir hayat yaşamak isteyişimizdir; İngiliz telkinlerine aldanmama şuur ve kararlığı içerisinde olmaya gayret edişimizdir albayım. Bunun dışındaki her şey teferruattır. Selam ve Saygılarımla ..
30.09.2024 Üsküdar
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Değerli Hocam,

Detaylı bilgilendirme için teşekkür ederim. Sizin olaylara bakış pencereniz ile benim bakış penceremin elbette farklı olması gerekir. Siz tefekkür ve düşünce insanısınız. Dünya ve âhiret vizyonunuz geniş. Bilgi ve tecrübeleriniz daha derin..
Ben sizi üzmek istemem… Benim basit ve dar görüşüm, sade bir vatandaş görüşüdür… Ben temelde sizinle aynı mahallede olduğuma inanıyorum…
Dost selâlarımla… 30.09.2024

Hüseyin Akkaya

Şer’i Bir Açıklama ..

Düşmanlarımızın kalplerini Allah birbirine düşman kıldığında ve onları birbirine saldırttığında, bu büyük bir nimet ve İslam ümmeti için büyük bir fırsattır; Allah’a şükretmek ve kendi hazırlığımızı yapmak, saflarımızı sıklaştırmak ve zaafiyetlerimizi gidermek gerekir.

Bir suçlu -hangi taraftan olursa olsun- düştüğünde sevinmek, mübah ve fıtri bir şeydir; bunda ihtilaf edilmemelidir. Burada sadece suçluların yok oluşundan bahsediyorum, masum sivil kurbanlardan bahsetmiyorum.

Ancak hata, en büyük yanlış, dar grup çıkarları için kalplerimizin bu düşmandan ya da diğerinden yana meyletmesi ve dillerimizin onları övmesi olur. Bu, bizi sanki karşıt iki siperden birinin içine sokar ve Allah’ın düşmanlarımızdan (berî olma) farzını çiğnemek, aynı zamanda müminler arasında (dostluk kurma) farzını da ihlal etmek olur.

Gazze meselesi her Müslümanın meselesi olduğu gibi Suriye meselesi de her Müslümanın meselesidir.

Gazze’deki halkımızı öldüren kişi Suriyelilerin dostu olamaz, Suriye’deki halkımızı öldüren kişi de Gazze’lilerin dostu olamaz. Bu durum Müslümanların tüm meselelerinde geçerlidir.

Bu, uyulması gereken şer’i sabitedir. İşgale karşı direnmek bir yerde farzken, başka bir yerde haram olamaz.

Unutmayalım ki (şii milisler) Irak’ta bizimle Amerikan hava desteği altında, Suriye’de de Rus hava desteği altında savaştılar.

Bugün ise bu Şii milislerle Siyonistler arasındaki nüfuz paylaşımı savaşı kızıştıktan sonra, ki bu 7 Ekim’den çok önceydi, Gazze’yi savunma sloganını yükseltmeye başladılar; Gazze onlardan beridir. Bu tuzağa düşmemeli, kartları karıştırmamalı ve bu anın esiri olup onların ihanet ve suç dolu tarihini unutmamalıyız.

Peki ya sorarsanız: Bu düşmanlarımız arasındaki çatışmayı farklı davalarımız lehine nasıl kullanabiliriz? Bu, bir miktar bilgelik, ustalık, istişare, koordinasyon ve iş birliği gerektirir. Bunların hepsi şer’i vecibelerdir; gidip gelen, değişen duyguların ve karşıt çıkarların karmaşasında unutulmamalıdır.

Bu, gördüğüm ve Allah’a karşı sorumluluğunu üstlendiğim şer’i bir husus ve duruştur.

Muhammed Ayyash el-Kubeysi


Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
27.09.2024 Üsküdar

Mütercimin Notu: 👇

Yazının Arapça Orijinalinin altına 4 video linkini ben ekledim. Çok uzun olmayan bu 4 videoyu da dinlemeniz halinde, Muhammed Al Kubeysi Hocayı daha kolay ve daha doğru anlayacağınızı zannediyorum.

Ahmet Ziya

Bir Arap Yazarın Konu Hakkındaki Yorumu:👇
SelamünAleyküm ve rahmetullahi ve berekatüh…

Hayırlı sabahlar dilerim.

Birçok değerli arkadaşım bana hâlâ Hasan Nasrallah’ın suikastının bir tiyatro olduğunu düşünüp düşünmediğimi soruyor.
Evet, bu kesinlikle bir tiyatro.

Birinci nokta:
Hasan Nasrallah, kendisini önemli bir oyuncu zannetti. Yerinin doldurulamayacağını düşündü. Büyüklerle oynadığını zannetti ama aslında kendisinin, Hizbullah adında dışarıdan yönetilen bir şirkette çalışan bir memur olduğunu unuttu. Şirketin sahibi, genel müdürü değiştirebilir, yöneticileri ve bölüm başkanlarını değiştirebilir, hatta şirketin görevlerini bile sahibinin ihtiyaçlarına göre değiştirebilir. Yönetimi tamamen değiştirmesi bile önemli değildir, yeter ki gelecek aşama ona süreklilik sağlasın.

İkinci nokta:
ABD Başkanı John F. Kennedy’nin suikastını hatırlıyor musunuz? ABD istihbaratı, bir suikastçıya Kennedy’yi öldürme görevini verdi. Suikastı gerçekleştirdiğinde, istihbarat bu suikastçıyı öldürdü. Sonra suikast emrini vereni öldürdüler ve ardından bu emri verenin emir sahibini de öldürdüler. Üç kişiyi çok kısa bir zaman aralığında öldürdüler ki dava bugüne kadar karışık, karanlıkta kalsın.

Hasan Nasrallah ve yoldaşlarıyla olanlar da aynı şekilde oldu; oyunu oynadılar ve sonra onu öldürdüler. Kendini önemli bir oyuncu sandı ama bilmiyordu ki kendi lideri onun aleyhine gelecek aşamayı hazırlıyordu: Hizbullah’ın Litani Nehri’nin gerisine çekilmesi ve Hizbullah’ın üç bölüme ayrılması.

Birinci bölüm, İsrail’i korumak için yeni liderliklerle yeniden kalacak. İkinci bölüm, Lübnan şehirlerine, özellikle Sünni bölgelere nüfuz etmek amacıyla gidecek. Üçüncü bölüm ise, Suriye’de demografik değişim yapmak ve Kürtlerle uyum içinde Türkiye’ye baskı yapmak amacıyla Suriye bölgelerine gönderilecek.

Geçen birkaç gün içinde geriye dönecek olursak, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, birçok kez Gazze’den sonraki hedefin Türkiye olduğunu ifade etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, konumunun hassasiyeti ve sahip olduğu karmaşık dosyalar nedeniyle ayrıntılara çok fazla girmek istemiyor; ancak Türkiye’ye karşı nelerin planlandığını biliyor. Aynı zamanda İsrail, Hizbullah ve şirketin sahibi de oyunlarını açığa çıkarmak istemiyor ki aralarındaki tiyatrolar ve karşılıklı çıkarlar devam etsin.

“Ben Lübnan pastasından vazgeçeceğim, sen de bana Suriye’de bir pay vereceksin” anlayışıyla aralarındaki sahte düşmanlık tiyatrosunun devamı konusunda da anlaşmaya varıyorlar.

Bu nedenle Allah en iyisini bilir ama Suriye’nin yeniden savaşa döneceğini ve Beşar Esad’ın Hizbullah’a yönelik saldırılar karşısındaki sessizliğinin oyuncular arasındaki anlaşmanın bir parçası olduğunu düşünüyorum.

Bu benim görüşüm, mutlak gerçeği sadece Allah bilir.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
28.09.2024 Üsküdar

Bir başka arkadaşımızın da şöyle bir yorumu oldu:👇Oyunlar Artık Amatör Oynanmıyor.


İRAN-HİZBULLAH; İSRAİL İSTİHBARAT AĞI

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah kendisinin bile bilmediği bir yerde öldürüldü. Fransız medyasından yayılan bir habere göre ise Nasrallah’ın yerini İsrail’e bildiren İranlı bir ajandı.

Peki bu olay nasıl gerçekleşti? İsrail nasıl bir istihbarat ağı kullandı?

Yıllardır Orta Doğuyu yakinen takip ederim. Bölgeyi iyi okumak adına kulaktan doğma, devşirme bilgilerle değil, bizatihi orada yaşayan ve alanında ehil olmuş kişilerle konuşur, dinlerim. Yazılan çizilen ne varsa imkanım dahilinde kendimce analiz etmeye çalışırım.

Bundan 9 ay önce Eski Mısır Tel Aviv konsolosu Dr. Rıfat el Ensari’nin konuşmalarını dinlediğim de bazı müphem kalan kısımlar olduğunu düşünmüştüm. Şimdi tekrar düşününce Hizbullah’ın yaşadığı ağır güvenlik zafiyetini daha da iyi anlıyorum.

7 Ekim Aksa Tufanı’nın asıl hedefi müzik festivali değil, Beyt Hanun kontrol noktasıydı. Bu yer İsrail’in askeri istihbarat noktalarından birisi olarak biliniyor. Ayrıca İsrail’e ajanlık yapan Filistinlilerin bilgileri de bu noktada tutuluyordu. Yahya Sinvar, bu bilgilerin olduğu diskleri ele geçirdi. Elde edilen bu listeler sayesinde temizlik yapıldı. Bunu doğrulayan en büyük gelişme de Sinvar’ın İsrail’e ajanlık yapan Filistinlilerin cesetlerini Şifa hastanesinin önüne atması olayıdır.

7 Ekim’i gerçekleştirirken Sinvar ve ekibi bu eylemin bilgisini Hamas’ın siyasi kanadı dahil kimse ile paylaşmadı. Bugün bu kararın ne kadar doğru olduğunun bir kez daha görüyoruz. Sinvar bu konuda çok titiz davranan birisi. Haniye Tahran’da, Nasrallah kendisinin dahi tam olarak nerede olduğunu bilmediği bir yerde öldürüldü. Bu da bize İran ve Hizbullah’ın içeriden Mossad ajanlarıyla kuşatılmış olduğunu gösteriyor. Sinvar’ın İsrail’e ajanlık yapanları ortadan kaldırması, İsrail’in bir yıldır rehinelerin yerlerini tespit edememesine imkan sağladı. 1 Ekim 2024

Ömer Ahu / Bursa

‏بيان شرعي
‏.
‏حينما يخالف الله بين قلوب أعدائنا فيضرب بعضهم ببعض، فهذه نعمة عظيمة وفرصة كبيرة لأمة الإسلام تستوجب الشكر لله تعالى وحده، ثم العمل على إعداد عدتنا وبناء صفنا ومعالجة ضعفنا.
‏.
‏وحينما يسقط منهم مجرم -من هذا الطرف أو ذاك- فالفرح أمر مشروع وهو كذلك أمر فطري، لا ينبغي أن نختلف فيه. وهنا أتكلم عن هلاك المجرمين فقط، وليس الضحايا من المدنيين الأبرياء.
‏.
‏إنما الخطأ كل الخطأ والباطل كل الباطل أن تميل قلوبنا وتلهج ألسنتنا بمدح هذا العدو أو ذاك لمصالح فئوية ضيقة، فنكون في النتيجة كأننا في خندقين متقابلين، وبذلك نخالف حكم الله تعالى في وجوب (البراءة) من أعدائنا، و نخالف حكم الله أيضا في وجوب (الموالاة) بين المؤمنين.
‏.
‏إن قضية ⁧‫غزة‬⁩ هي قضية كل مسلم.
‏كما أن قضية ⁧‫سورية‬⁩ هي قضية كل مسلم.
‏.
‏فلا يمكن أن يكون الذي يقتل أهلنا في غزة صديقا للسوريين، ولا الذي يقتل أهلنا في سورية صديقا للغزاويين.
‏وهكذا قل في كل قضايا المسلمين
‏.
‏هذا هو الثابت الشرعي الذي ينبغي الوقوف عنده.
‏فلا يمكن أن تكون مقاومة الاحتلال في بلد واجبا، ومقاومته في بلد آخر حراما.
‏.
‏ولنتذكر أن (المليشيات المجرمة) قد قاتلتنا في العراق تحت غطاء الطيران الأمريكي، وقاتلتنا في سورية تحت غطاء الطيران الروسي.
.
‏أما اليوم فبعد أن تأجج الصراع بين هذه المليشيات وبين الصهاينة على تقاسم النفوذ، وكان ذلك قبل 7 أكتوبر بكثير، بدأوا برفع شعار الدفاع عن غزة، وغزة منهم براء.
‏فلا ينبغي أن نقع في الفخ ونخلط الأوراق ونكون أسرى لهذه اللحظة وننسى كل تأريخهم المليء بالغدر والإجرام.
‏.
‏أما إذا سألت: كيف نستثمر هذا الصراع بين أعدائنا لصالح قضايانا المختلفة فهذا يتطلب قدرا من الحكمة والحنكة والتشاور والتنسيق والتعاون، وهذه كلها واجبات شرعية، لا ينبغي نسيانها في زحمة العواطف المتباينة والمصالح المتقابلة.
‏.
‏هذا هو الموقف الشرعي الذي أراه وأتحمل مسؤوليته أمام الله.
‏.
محمد عياش الكبيسي

لمعرفة حياة محمد عياش الكبيسي إضغط علي الرابط

https://ar.m.wikipedia.org/wiki/محمد_عياش

أمين المجلس العربي الإسلامي محمد علي الحسيني قال Olaydan Sadece 2 Gün Önce H.Nasrallah’ı Uyardı
İbretle Dinlenmeli, Gerçekler Net Görülmeli:👇
https://www.instagram.com/reel/DAdOeARNfeu/?igsh=Mm9scnRwc2o5NTY1

Bu Video da H.Nasrallah’ın Yaptıklarının Kendi İfadesi İle İtirafı👇

Üçüncü Link Olarak Türkçe Bir Video👇

Dördüncü Linkteki Video 1. Linkteki Videonun Tartışılması ve Yorumudur.👇

Muhammed Ali al Hüseyni Hakkında:👇

Emekli Amiral Cihat Yaycı Paşa Diyorki:👇

İran’ın Terörist İsrail’e Yolladığı Füzelerin İçyüzünü Öğrenince Şaşıracaksınız👇
https://x.com/turkdegs/status/1842113687198306743?s=46&t=fVUmB9yo1vYWot5tLYwXqA

🔴Cihat Yaycı: “Terörist İsrail’de Vadedilmiş Topraklar Bakanlığı var!”
Yayının tümünü aşağıdaki linkten izlemenizi tavsiye ederim👇
https://youtu.be/gDEZx_bRjok?si=gnU-OuzuxOisJmcL

Tolstoy ve İslam ..

Rus medyasında son zamanlarda büyük Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy’un hayatının son döneminde İslam’ı kabul ettiğine dair bir hikâye yayımlandı. Bu konudaki tartışmalar hâlâ devam etmekte. Peki, Tolstoy’un insani düşünceleri nelerdi ve bu düşünceler günümüzde ne kadar hayati ve etkili? 21. yüzyıl insanı için nasıl duyulabilir olabilir? Tolstoy’un dini inançları neydi ve İslam’a bakışı nasıldı? Lev Nikolayeviç Tolstoy’un sosyal, felsefi, ahlaki ve dini inançları ile ruhi eğilimi hâlâ büyük ilgi görmekte ve etrafında bazen şiddetli tartışmalar yapılmaktadır. Son yıllarda İslam dünyasında da Tolstoy’un edebi mirasına olan ilginin arttığı gözlemlenmektedir.

İnsani Değerler

Rus edebiyatı araştırmacıları ve akademisyenleri, bu edebiyatın dünya çapında yayılmasının ve sanat eserleri mirasında sahip olduğu konumun başlıca sebeplerinden birinin, büyük Rus yazarlarının eserlerinin derin ahlaki ve felsefi düşünceler ihtiva etmesi olduğunu belirtmektedir. Bu durum, eşsiz bir üne sahip olan Tolstoy’un eserleri için de tamamen geçerlidir.

Tolstoy, 1828 yılında Moskova’nın güneyindeki Tula şehrinde doğdu. 23 yaşındayken Çeçenistan’a geldi ve burada ilk kitabı olan “Çocukluk” adlı eserini 1851 yılında yazdı. Kafkas halkının hayat tarzı ve üslubundan etkilendiği “Hacı Murat” ve “Kazaklar” adlı eserlerinde de bunun yansımasını buluruz. Çeçenistan’a varışından iki hafta sonra, günlüğüne “Allah’ın yüce eli bana yol gösterdi ve bunun için çok minnettarım. Burada bana bir kötülük gelmeyeceğinden çok eminim, her şey yolunda gidecek, çünkü bu benim kaderim ve Allah’ın iradesi” şeklinde yazmıştır. Bu dönemin günlük ve mektuplarının analizi, Tolstoy’un yerel halkların ruhi yapısını, adetlerini ve geleneklerini sürekli olarak anlamaya çalıştığını ve bu konuda ferdi izlenimler oluşturduğunu göstermektedir. Kafkasya’daki hizmeti sırasında, halkın sözlü sanatını derlemeye ve bu folkloru yaymaya büyük önem vermiştir. 1852 yılında, Müslüman Çeçen arkadaşlarının sözlerinden iki Çeçen halk şarkısını yazmıştır ve bu kayıtları eserlerinde kullanmıştır.

Dinlerin İncelenmesi

Tolstoy, ellili yaşlarına yaklaştığında hayatında büyük bir değişiklik oldu; eleştirmenlerin açıklamakta zorlandığı bir manevi dönüşüm yaşadı. Bu dönem, art arda gelen başarılarla doluydu ve edebi konumunun zirvesine ulaşmıştı, mutlu ve huzurlu bir aile reisi olarak yaşamaktaydı. Buna rağmen, derin köklere sahip bir psikolojik kriz yaşadı. Dini bir inanç içinde hayatın anlamı ve amaçlarına dair kesin bir cevap bulmak için gayret gösteriyordu. Bu ruhi sıkıntılarını şöyle ifade etmiştir: “Benimle çok garip bir şeyler oluyordu; başta kaybolmuşluk hissine kapılıyor ve melankoliye dalıyordum, bu his geçtikten sonra ise eskisi gibi yaşamaya devam ediyordum. Ancak bu şaşkınlık anları gittikçe daha sık ve aynı şekilde tekrarlanıyordu ve bu durum hep aynı soruları ortaya çıkarıyordu: Neden? Ve bundan sonra ne olacak?”

Tolstoy, çeşitli dini inançları okumuştu ve hayatının en önemli işinin Doğu ve Batı’nın bilgeliğini bir cümlede birleştirmeye çalışmak olduğuna inanıyordu. Doğu çalışmaları, özellikle İslam’daki zühd ilkeleri, onun maddi hayata olan nefretini artırdı.

Doğu Düşüncesi

Tolstoy’un Doğu düşüncesiyle ilk bağlantısına bakacak olursak, doğuya olan ilgisinin gençlik yıllarına kadar uzandığını görürüz. Gelecekte uzmanlaşmak üzere Arapça ve Türkçeyi seçmiş ve iki yıl boyunca uzman hocalardan bu dilleri öğrenmiş, ardından bu dillerde sınavlardan geçer not alarak Arapça ve Türkçe öğrencisi olmuştur. Edebi kariyerinin başında, Doğu’nun manevi mirasının sahip olduğu eşsiz önemi fark etmişti.

Bu nedenle Doğu’nun düşünce ve felsefelerini hevesle incelemiş, özellikle düşünürlerin hayatın anlamına dair kavramlarını aramıştır. Ancak Tolstoy’un Doğu’ya olan ilgisi öncelikle dinlerle ilgilidir. Doğu’dan çıkan dini düşüncenin özgünlüğüne inanmıştır. Bu düşünce, ahlaki değerlerin yüzyıllar boyunca sınandığı ve halkların tarihinde değişmez bir gerçek olarak kalması gereken bir düşüncedir.

Dine Derinlemesine Giriş

Tolstoy’un üretici eserlerinde en önemli mesele, hayatın anlamı, insanın görevi ve ahlaki normların etkinliğindeki rolüdür. Arap dünyasından bazı şahsiyetlerle, örneğin Şeyh Muhammed Abduh ile yazışmaları olmuştur. Ayrıca Arap dünyasındaki sıradan insanlarla da özel bir yakınlıkla yazışmıştır. Yazar, İslam’a ve çağdaşı olan Müslüman düşünürlere karşı derin saygı besliyordu. Tolstoy, Tataristan’daki birçok Müslüman şahsiyetle de şahsen yazışmıştır.

İslam, Tolstoy’un incelediği dinler arasında önemli bir yer tutmuştur ve kendisi de bunu belirtmiştir: “Budizmi, Hz Muhammed’in mesajını kitaplardan, Hristiyanlığı ise kitaplardan ve etrafımdaki yaşayan insanlardan inceledim.” Kişisel kütüphanesinde İslam’ı açıklayan birçok kaynak bulunuyordu. Kur’an-ı Kerim’in mesajları da dikkatini çekmişti ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hadisleri sevgisini kazanmıştı, çünkü bu hadislerde inandığı ve savunduğu birçok fikri bulmuştu ve bu nedenle İslam’ı tanıtmayı bir görev olarak görmüştü.

Bu alandaki yazılarında, “Hz. Muhammed’in Hikmetleri” adlı kitap öne çıkmaktadır. Bu kitap, Peygamber’in hadislerini ihtiva etmektedir ve Tolstoy bu hadisleri kendisi seçmiş, Rusçaya çevrilmesini denetlemiş ve bu çalışmanın önsözünü yazmıştır. Kitabın önsözünde İslam’ın tevhid inancına, sevap ve cezaya ve akrabalık bağlarının korunmasına değinerek, “Bu dinin özü, Allah’tan başka ilah olmadığı ve O’nun bir ve tek olduğudur. Çok sayıda tanrıya ibadet edilmemelidir ve Allah merhametli ve adildir. İnsanın nihai kaderi sadece ona bağlıdır; Allah’ın emirlerine uyarsa ödül kazanacaktır, aksi takdirde Allah’ın şeriatına karşı çıkarsa cezalandırılacaktır.” demektedir. Peygamberlerin sonuncusuna ve hayatına olan hayranlığı, onu Peygamber’in hayatını konu alan halk baskıları hazırlamaya yöneltmiştir. Ayrıca Rus çocukları için Peygamber’in hayatı ve eserleri hakkında kısa bir kitapçık hazırlamayı düşünmüştür.

Aydınlanma

Tolstoy, 20 Kasım 1910’da 82 yaşındayken evinden ve lüks yaşamından kaçarken yolda zatürreden dolayı vefat etti. Yasnaya Polyana adlı mülkün bahçesine defnedildi, çünkü papazlar, Ortodoks dini törenlerine göre gömülmesini reddettiler. Bazı Rus araştırmacılar, Tolstoy’un İslam’ı kabul etmiş olabileceği konusunda güçlü bir ihtimal olduğunu belirtiyorlar. Kur’an’ı Rusçaya çeviren Rus yazar Valeria Prokhova’ya göre, Tolstoy hayatının son dönemlerinde İslam’ı kabul etmiş, İslami usüle göre defnedilmesini vasiyet etmiş olduğunu söylemiş ve mezar taşında haç işareti bulunmamasını buna delil olarak göstermiştir. Hatta bazı edebi çevrelerde gerçekten Müslüman olduğu söylentisi yayılmıştır. Bu gerçek, Arap ve İslam dünyasında pek bilinmemektedir. Hayatının son yıllarında sürekli olarak hayatın anlamı üzerine düşünüyor ve Allah’a ulaşma yollarını arıyordu.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
27.09.2024 Üsküdar

أصل المقال باللغة العربية
Makalenin Arapça Aslı İçin:👇
https://orient-news.net/ar/news_show/89277

Mütercimin Notu:
Yapay zekaya, Ünlü Fransız düşünür ve yazar, ölmeden yıllar önce Müslüman olduğu halde ölümünde cesedi yakılarak sadece külleri defnedilmişti. Kimdi bu düşünür? Neden İslama göre defnedilmediğini bana yorumlar mısınız? diye sordum.
Cevabı Şöyle Oldu:
Bahsettiğiniz ünlü Fransız düşünür ve yazar, Roger Garaudy’dir. Roger Garaudy, Fransız filozof, Marksist düşünür ve 1982 yılında İslam’ı kabul eden bir yazardır. Müslüman olduktan sonra adını “Ragıp” olarak da kullanmıştır ve İslam hakkındaki yazıları ve eleştirileriyle oldukça tanınmıştır.

Roger Garaudy’nin Müslüman olmasına rağmen cenazesinin İslamî usullere uygun olarak defnedilmemesi konusunda birkaç sebep olabilir:

  1. Aile ve Yakın Çevre Tercihi: Garaudy’nin ailesi ve yakın çevresi, Müslümanlık inancını benimsememiş olabilir. Bu durumda, onun Müslüman kimliğini ve vasiyetini tam anlamıyla anlamamış ya da kabul etmemiş olabilirler. Bu tür durumlarda, ölüm sonrası işlemler genellikle ailenin kararına bırakılabilir ve bu da İslamî ritüellerin yerine getirilmemesine neden olabilir.
  2. Vasiyetin Belirsizliği: Roger Garaudy, Müslüman olmasına rağmen ölüm sonrası nasıl defnedilmek istediği konusunda açık ve bağlayıcı bir vasiyet bırakmamış olabilir. Bu durumda, ailesi ya da yetkili kurumlar cenaze işlemlerini kendi inançlarına ya da Fransız kültürel normlarına uygun şekilde gerçekleştirmiş olabilirler.
  3. Fransa’da Geleneksel Cenaze Uygulamaları: Fransa’da cenaze törenleri genellikle sekülerdir ve birçok kişi, dinsel inançlarından bağımsız olarak yakılarak defnedilir. Fransa’da dinî törenlerin, özellikle İslamî ritüellerin uygulanması yerel kültüre ve hukuka uygun olmayabilir ya da yeterince kolay bir şekilde organize edilemeyebilir.
  4. Kültürel Etki ve Baskı: Garaudy’nin Müslüman olması, Fransız toplumunda bazı kesimlerde tepki yaratmış olabilir. Ölümünden sonra İslamî ritüellere uygun bir şekilde defnedilmesi, özellikle seküler ve Katolik çoğunluğun bulunduğu bir ülkede, kültürel ve sosyal baskılara maruz kalmış olabilir.
  5. Felsefi ve Kişisel Tercihler: Garaudy, felsefi olarak hayatı boyunca özgün bir düşünce yapısına sahipti ve belki de kendi cenazesinin nasıl düzenleneceği konusunda farklı düşünceleri olabilir. Bu tercihler, ailesi ve yetkililer tarafından yakılarak gömülmesiyle sonuçlanmış olabilir.

Sonuç olarak,

Roger Garaudy’nin Müslüman olmasına rağmen İslamî usullere uygun olarak defnedilmemesinin ardında aile, kültürel baskılar, vasiyetin belirsizliği veya kişisel tercihler gibi birçok farklı sebep olabilir. Her ne kadar Müslüman olarak hayatını devam ettirmiş ve İslam’a büyük bir bağlılık göstermiş olsa da, ölüm sonrası süreç tamamen kişinin kontrolü dışında, çoğunlukla ailesine ve çevresine bağlı olarak gelişmektedir.

Yukarıdaki örneği tahdit için değil temsil için zikrettim. Batıda benzer bir çok isim zikredebiliriz. Bunların içerisinde durumu şüpheli görülenler olsa bile kesin olanlar çoğunluktadır. Buradan yola çıkarak Rus mütefekkir Tolstoy’nın de Müslüman olduğu halde gizlenmiş olabileceği yüksek ihtimaldir. Ciddiye alınabilecek araştırmalar bizi böyle düşünmeye sevkettiğini söyleyebilirim.
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Roger Garaudy Hakkında Bilgi İçin:👇https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Roger_Garaudy

Lev Nikolayeviç Tolstoy Hakkında:👇https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Lev_Tolstoy

Ateizmin Yayılmasına Sebep Olmak mı?

Hamas Böyle mi Ateizmin Yayılmasına Sebep Oldu!

Salahaddin Eyyubi’nin Mısır’daki hükümdarı Necmeddin Eyyub’a karşı savaşmak için Haçlılarla ittifak yapan Kral Salih İsmail, Haçlıların Şam’a girmesine ve silah satın almasına izin verdiğinde, büyük âlim İzzeddin bin Abdüsselam, Haçlılara silah satmanın haram olduğunu çünkü bu silahları Müslümanlara karşı kullanacaklarını haykırarak karşı çıktı. Büyük Emevi Camii’nde ihaneti kınayarak kralı şiddetle eleştirdi, vaaz ve fetva vermesi yasaklandı, tutuklandı, sonra serbest bırakıldı ve ev hapsine alındı. Ancak görüşlerinden vazgeçmedi ve tüm otorite baskılarına rağmen sultanın himayesi altına girmeyi reddetti.

702 Hicri yılında Moğollar Şam’a geldiğinde, yenilgi taraftarları korku yayarak insanları Moğolların gücüyle korkutuyordu. Ancak İbn Teymiyye onlara cesaret verip zafer vaat ediyordu ve kesin bir şekilde Müslümanların galip geleceğine yemin ediyordu. Sözleri insanların kalbini rahatlattı. Moğollara karşı savaşılmasına itiraz edenler vardı çünkü bu dönemde Moğollar İslam’ı benimsediklerini göstermişlerdi. Fakat İbn Teymiyye, onların saldırgan olduğunu belirterek, onlara karşı savaşmanın gerekli olduğuna dair fetva verdi. “Eğer beni Moğolların safında, başımda Kur’an ile görürseniz, beni öldürün” dedi. Sonra kılıcını kuşanarak savaşa katıldı. Merj es-Suffar’da, Şam yakınlarında, Sultan’ın savaş konusunda tereddüt ettiğini gördü ve ona cesaret vererek savaşa katılmasını sağladı. Sultan ve ordusu, İbn Teymiyye’nin liderliğinde zafer kazandılar.

Bu iki örnek, âlimlerin düşman saldırılarına karşı topraklarını savunmada oynadıkları role dair birçok örnekten sadece ikisidir. O dönem âlimleri, toplumlarını savunmaya teşvik ediyor, onlara cesaret veriyorlardı. Ancak günümüzde, sözde âlimler, düşman safında yer alarak fetvalar vermekte, özellikle son dönemde Gazze’ye yapılan saldırılarda bu tutumlarını daha da bariz hale getirdiler. Bu sahte âlimler, Filistin direnişine karşı insanları kışkırtmaktan başka bir şey yapmıyorlar.

Bu sözde âlimler, hükümetlerin politikalarını desteklemeyi görev bilerek, Filistin’i savunan bir fetva bile vermemişlerdir. Bilakis direnişe karşı fetvalar yayımlamışlardır. Bu sahte âlimler, politik sistemlerin heveslerine göre hareket ederler, Kur’an ve sünnetten değil.

Bu durumu anlatırken, İbn Sa’d’ın “Tabakat” kitabında Abdullah bin Akim’den aktardığı şu sözü hatırlıyorum: “Osman’dan sonra hiçbir halifenin kanına el uzatmam.” Ona: “Ey Ebu Ma’bed, Osman’ın kanına mı yardım ettin?” diye sorulduğunda, “Onun hakkında kötü konuşmam, onun kanına yardım etmek demektir” cevabını verdi. Oysa bugünkü sahte âlimler, milletin direnişine karşı konuşmakta bir beis görmüyorlar.

Filistin direnişinin sadece 7 Ekim’de başladığını zanneden bu sahte âlimler, 75 yıldır İsrail’in Filistin halkına yaptığı zulmü görmezden geliyorlar. Hatta bir tanesi, Gazze’de öldürülen sivillerin şehit olup olmadığını tartışmaya açtı ve bu kişilerin şehit olmadığını çünkü cihadın onlara farz olmadığını söyledi. Şu anda en önemli mesele bu mu gerçekten?

Bu sahte âlimler, Hamas’ın savaş nedeniyle ateizmi teşvik ettiğini iddia ediyor. Nasıl mı? Hamas’ın İsrail’e karşı kaybettiğini ve böylece Yahudilerin haklı olduğunu ispatlayarak insanları ateizme yönlendirdiğini söylüyor. Bu sözde âlimin bu saçma iddiaları, direnişe duyduğu kin ve nefretin bir yansımasıdır. Oysa tarihte Müslümanların birçok savaşta yenildiğini biliyoruz. Acaba Müslümanlar her yenildiklerinde haklı değiller miydi? Uhud Savaşı’nda peygamberimiz ve sahabeler yenildiğinde de mi haksızlardı?

Bu sözde âlimin iddialarının ne kadar saçma olduğunu İslam kültürüne aşina olan herkes görebilir. Peygamberimiz, bir adamın malını almak isteyen biriyle savaşmasını tavsiye etmiş ve bu mücadelede öldürülürse şehit olacağını belirtmiştir. Eğer mal için savunma yapma hakkı tanınmışsa, din, toprak ve namus için savunma yapmanın daha da meşru olduğu aşikardır.

Bu sahte âlimler, ateizmin arttığını söyleseler de, Batı’da birçok insanın Gazze savaşı sonrası İslam’a geçtiği haberleri göz ardı edilemez. Bu direnişin cesareti ve onurlu duruşu, İslam’a olan ilgiyi artırdı.

Bir sosyal medya kullanıcısının bu sözde âlimler hakkında dediği gibi: “Eğer İbnü’l Cevzi hayatta olsaydı, bu insanları ‘Ahmaklar ve Aptallar’ kitabına dahil ederdi.” Bu sahte âlimler, politik sistemlerin rüzgarlarına göre hareket ederler, ancak Allah’ın hükmü galip gelecektir ve insanların çoğu bunu bilmezler.

İhsan el-Fakih (Ürdünlü Yazar)
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
25.09.2024 OF

هكذا تسببت حماس في نشر الإلحاد!

عندما تحالف الملك الصالح إسماعيل مع الصليبيين، وأذن لهم في دخول دمشق وشراء السلاح لقتال نجم الدين أيوب حاكم مصر، وقف العالم الجليل العز بن عبد السلام صارخا بحرمة بيع السلاح للصليبيين لأنه تحقق من كونهم يشترونه ليقاتلوا به المسلمين، ووقف على منبر المسجد الأموي الكبير يشنع بالخيانة ويشدد النكير على الملك، فمُنع الخطابة والإفتاء، وتم اعتقاله ثم أفرج عنه وحُدّدت إقامته، ورفض كل محاولات السلطة لإغرائه للعدول عن آرائه والدخول تحت جناح السلطان.
وعندما جاء التتار إلى الشام سنة 702هـ، كان دعاة الهزيمة ينشرون الفزع في القلوب ويخوّفونهم بأس التتار، فكان شيخ الإسلام ابن تيمية يثبتهم ويعدهم بالنصر ويحلف لهم بيقين، بأنهم منصورون، فاطمأنت بكلامه القلوب وسكنت النفوس. وانبرى المخذّلون يعترضون على قتال التتار، لأنهم في هذه الحقبة أظهروا الإسلام، قالوا ذلك رغم أنهم مدافعون لا مهاجمون، فحينها جهر الشيخ بفتاواه من وجوب دفع عدوانهم وقال: «إذا رأيتموني في ذلك الجانب ـ أي مع التتار- وعلى رأسي مصحف فاقتلوني»، فتحركت النخوة، وامتطى صهوة جواده محاربا ومحرضا على القتال. وفي مرج الصفر قرب دمشق رأى من السلطان ترددا في القتال، فاجتمع به ابن تيمية يحثه على الجهاد والقتال، فثارت فيه الحمية والعزم، فقاتلوا ومعهم شيخ الإسلام بنفسه حتى انتصروا.
صورتان من صور قيام العلماء بدورهم المنوط بهم في الدفاع عن الأرض التي يهاجمها الأعداء، سقناهما على سبيل المثال لا الحصر، هكذا كان العلماء وهكذا كان صنيعهم وقت الأزمات، وهكذا كانوا يعبئون الأمة للدفاع عن شرفها وأرضها وعرضها. ولكن ما أكثر ما ابتليت الأمة في هذا العصر بأدعياء علم يصدحون بفتاوى يكاد يجزم المرء بأنهم يقفون فيها في مصاف الأعداء، وظهر هذا أكثر ما ظهر خلال فترة العدوان على غزة منذ انطلاق طوفان الأقصى. أدعياء العلم لم يكتفوا بالصمت عن المجازر التي يرتكبها الصهاينة بحق أهلنا في غزة، وإنما أصبح همهم الأكبر هو النيل من المقاومة الفلسطينية، وتخذيل الناس عنها، هؤلاء الأدعياء الذين ينتمون غالبا لتيار المداخلة والجامية، الذين لا هم لهم إلا الترويج للسلطة والدفاع عنها مهما كانت سياساتها، لم يصدروا فتوى واحدة بوجوب نصرة أهل غزة والدفاع عن فلسطين ضد العدو الصهيوني المحتل، وإنما صبوا الفتاوى صبا ضد المقاومة التي تدافع عن أرض فلسطين.

علماء السلاطين لا تحركهم نصوص قرآنية ولا نبوية، إنما تحركهم أهواء وأمزجة الأنظمة السياسية، ولا هم لهم إلا مجاراة هذه الأنظمة في توجهاتها السياسية

تحضرني هنا مقولة أوردها ابن سعد في «الطبقات الكبرى» عن عبد الله بن عكيم قال: «لا أُعينُ على دم خليفة أبدا بعد عثمان»، قيل له: «يا أبا معبد، أَوَأَعَنْتَ عَلَى دَمِهِ؟ فقال: «إِنِّي أَعُدُّ ذِكْرَ مَسَاوِيهِ عَوْنًا عَلَى دَمِهِ». فالرجل قد اعتبر ذكر ما يراه مساوئ في عثمان المظلوم وقت الفتن والاضطرابات نوعا من الإعانة على دمهم، أما هؤلاء الأدعياء فلا يرون بأسا بأن يطلقوا سهامهم على المدافعين عن أرضهم ضد أعداء الأمة في أوج محنتها، ويدعون بذلك أنهم يبلغون الحق للناس، مع أنهم بذلك يعينون على الدم الفلسطيني، فالمقاومة ما هي إلا من شعب غزة، هم أبناء كل شارع وحي ومدينة فيها، هم أبناء جامعاتها ومساجدها ومستشفياتها ومؤسساتها، اجتمعوا ليذودوا عن فلسطين والأقصى. وكما يُقتل سكان غزة في ديارهم وخيامهم، يُقتل كذلك عناصر المقاومة في ميادين القتال والنضال. هؤلاء الأدعياء للعلم يتعاملون مع القضية الفلسطينية على أنها بدأت في السابع من أكتوبر بالهجوم الذي شنته حماس على المستوطنات واقتيادها الأسرى الصهاينة إلى غزة، فأين هم من 75 عاما تسحق فيه القوات الإسرائيلية الغاشمة أهل فلسطين بأسرها؟ وأين هم من 75 عاما دنسوا فيها المسجد الأقصى وقاموا بمكائدهم ومؤامراتهم المستمرة لتهويده توطيدا لهدمه وبناء هيكلهم المزعوم؟ أحدهم ترك كل ما ينبغي أن يقال في هذه المحنة، وناقش أمام الناس وصف القتلى من المدنيين في غزة بالشهداء، يفتي أتباعه بأن هؤلاء ليسوا شهداء، لأنهم لم يُشرع في حقهم الجهاد، وليسوا مأمورين به. يا الله، أهذا كل ما تبرأ به ذمته في هذه المحنة، أهذا كل ما يشغله؟ أن يفتي بأن هؤلاء الضحايا ليسوا شهداء؟ وأحدهم يُعلّم أبا عبيدة الطريق، ويدعوه أن يجاهد بالسنن، وكأن الإسلام لم يأمر أهله بالدفاع عن عرضهم وشرفهم وأموالهم وأرضهم. آخر صيحات هؤلاء الأدعياء التي سمعتها عن أحدهم، القول بأن حماس بقتالها الصهاينة روجت للإلحاد؟
كيف ذلك يا جهبذ زمانك وعلامة عصرك؟
يرى الدعيّ أن حماس تخسر أمام الاحتلال، وهي بذلك نصرت الصهاينة على الأمة، بأنهم أثبتوا أن الحق مع اليهود، فحركوا الناس ناحية الإلحاد والقول بأن الإسلام لو كان حقا لانتصر على الأعداء. هل حقيقة أنني أسمع هذه الكلمات من رجل ينتسب إلى العلم زورا وبهتانا، ليس فقط لظهوره في موقع يستحق عليه الثناء من حاخامات الصهاينة، لكن لأنه ضرب بالتأصيل الشرعي عرض الحائط، وأفتى بوجهة نظره الخائنة. فمن الناحية العلمية أتساءل كيف انطلق هذا الرجل في فتواه هذه؟ وما هو مستنده سوى الكراهية للمقاومة والحنق عليها. ماذا عن المعارك الحربية التي هزم فيها المسلمون على مرّ التاريخ؟ هل كانوا على الباطل لأن عدوهم انتصر عليهم؟ هل كان النبي صلى الله عليه وسلم وأصحابه على الباطل عندما هُزموا يوم أحد؟ ومن جهة أخرى، تجاوز هذا المخرّف كون المقاومة تقوم بواجبها الديني في الدفاع عن الأرض، ضد العدوان الذي بدأ قبل خمسة وسبعين عاما، وقدمت فيه طيلة هذه الحقبة الدماء الزكية لتحرير الأقصى والأرض الفلسطينية، ومن المعلوم أن دفع الصائل لا يُشترط له التكافؤ في القوة. إن أي شخص لديه قدر من الثقافة الإسلامية العامة، يدرك بوضوح سفاهة ما ذهب إليه هذا الدعيّ، فالنبي صلى الله عليه وسلم أجاب على من سأله بشأن رجل أتاه يريد أخذ ماله، بأن لا يعطيه ماله حتى إن اضطر إلى قتاله، فإن قَتل المتعدي فلا شيء عليه، وإن قُتل فهو شهيد والصائل في النار، فإن كان هذا قيل بحق الدفاع عن الأموال، التي تُعوض، فكيف بالدفاع عن الدين والأرض والشرف والعرض، لذلك أقر في أحاديث أخرى بأن من قتل دون ماله أو أهله أو دينه أو دمه (أي دفاعا عن نفسه) فهو شهيد، ولم يشترط النبي، صلى الله عليه وسلم، أن يكون هناك تكافؤ للقوة بينهم وبين أعدائهم، فمن أين لهذا الدعيّ بهذه الفتاوى؟ هذا الدعيّ الذي يتهم المقاومة بالترويج للإلحاد وفقا لمنطقه العفن، تعامى عن الأخبار المتواترة عن دخول أعداد غفيرة من جماهير الغرب في الإسلام بعد معركة طوفان الأقصى، وتعرف كثير منهم على الإسلام بعد الصورة النقية التي قدمتها المقاومة في التعامل مع الأسرى، وفي شجاعتهم وإقدامهم في الدفاع عن قضيتهم، وفي صمود أهالي القطاع الذين يتعرضون لأبشع مجازر العصر.
صدق أحد المعلقين على هذا الدعي في وسائل التواصل الاجتماعي عندما كتب: «لو كان ابن الجوزي حيا لأدرج مثل هؤلاء في كتابه «أخبار الحمقى والمغفلين». أمثال هؤلاء من علماء السلاطين لا تحركهم نصوص قرآنية ولا نبوية، إنما تحركهم أهواء وأمزجة الأنظمة السياسية، فنصبوا من أنفسهم إمّعات لا هم لهم إلا مجاراة هذه الأنظمة في توجهاتها السياسية، والله غالب على أمره ولكن أكثر الناس لا يعلمون.
كاتبة أردنية: إحسان الفقيه

Maskeli Tilkinin Oyunları

İBRETLİK BİR İNGİLİZ OYUNU
Osmanlıyı yıkmayı başaran İngiliz öncülüğündeki Siyonist güçler, Tekke Zaviye ve Tarikatların orijinallerini ittihatçı zihniyete yasaklattırırken, aynı anda bizde ve Osmanlı coğrafyasının her yerinde daha önce yasaklattırdıkları Tekke, Zaviye ve Tarikatları kullanıp emellerine alet etmek üzere sahtelerini üretiyor; besliyor; destekliyor ve etkinlik kazandırıp kullanmaya çalışıyorlar. Bu kadar mı? Hayır, hurafelerle iğdiş edilmiş, bu sahte meşrep ve tarikatları gündemimize sokup onlarla uğraştırarak bizi de kendi istedikleri gündemle meşgul etmeye gayret ediyorlar. Sakal şalvar, cübbe aksesuar olarak her geçen gün daha sempatik kullanma aracı haline gelebilir mi bilmiyorum ama bu şeytanların tilkiliklerini keşfedebilmek için klasik bilgiler, sakal sarık cübbe asla yeterli değildir. Bundan eminim. Türkiye’de F.Gülen’i Sünnilere Halife yapamayı becerip başaramayanlar, şimdi Arnavutluk’ta Bektaşi Tarikatının Egemen Ruhani Devletini oluşturmaya çalışıyorlar.

Osmanlının yıkılması ile başsız kalan İslam dünyasındaki Müslümanlar, öksüz kalan yetimler gibi, çaresizlik içerisinde Siyonizmin şamar oğlanına dönmüş; acınacak zavallılar halinde yaşamaya çalışıyorlar. Aşağıdaki linkte anlatılan haber ve altındaki yorum sadece bir misal, tahdit için değil temsil için okumanızı tavsiye ederim.👇

https://www.yenisafak.com/gundem/bektasi-devleti-projesinde-feto-israil-ve-soros-izi-kureselciler-arnavutlukta-ne-planliyor-4646514

Yukarıdaki Haberin Yorumlu Hali:👇https://www.konuyorum.com/2024/09/21/irana-rakip-arnavutlukta-bektasi-devleti-kuruluyor/

Aynı Konuda Görüntülü ve Sesli Yorum:👇
https://youtu.be/6XlGBqF338s?si=LFc1BuJa3R-RNS1v
Hazırlayan: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

23/09/2024 OF

“CHP Rakıdır, Rakı CHP’dir”

Hukukçu yazar Av. Ömer Faruk Uysal, ‘CHP rakıdır, rakı CHP’dir’ başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Özgür Özel; “İktidar olduktan on yıl sonra… Bir litre rakı 140 lira olacak!” Önce Marmara adasında, sonra da Avşa adasında bu büyük müjdeyi iki defa verdi Özel. Bundan 3,5 yıl sonra, seçimi kazanıp iktidar olurlarsa 10 yıl daha geçecek ve toplam 13,5 yılın sonunda bu vaad gerçekleşecekmiş! At yalanı…

Daha önce de; “Kayseri’de iki tane turist balık restoranında bir bardak beyaz şarap istesin bakalım. Kayseri’de, Konya’da, Ak Partinin uzun süredir yönettiği yerlerde bir tane içkili mekan yok.” Demişti sayın Özel.

İkincisi değil de, ilk vaadi “Rakı 140 lira olacak” sözü CHP çevrelerinde ve CHP’li aydınlarda, büyük heyecan dalgalarına yol açtı. Demek ki bir yaraya parmak basmış.

Nevşin Mengü; “Özgür Özel’in ‘rakı örneği iyi oldu. Eskiden ‘Rakı demeyin, muhafazakar seçmen kaçar’ falan derlerdi. Artık o bariyeri de aştı CHP. Normal olan şeyleri, İslamcıların anormalleştirme tuzağına düşmemek lazım. Beğensen de beğenmesen de rakı milli içkimiz. İnsanlar rakı içemez hale geldi.” dedi.

Asıl bombayı Yılmaz Özdil patlattı; “Bakın rakı 140 lira olacak vaadi yüzünden, ama rakı demeyeyim falan diye kıvırmadan, rakıyı hiç eğip bükmeden, cesur bir şekilde dile getirdiği için ben kendisini yürekten kutlarım. Rakı içki değildir. Rakı vatan sevgisidir. İki tek attığında böyle, n’olcak bu memleketin hali diye kafa yormanızın sebebi ondandır. Vatan sevgisidir. Rakı mesela ciddi iştir. Yalanı kaldırmaz, sahtesine denk gelirsen ölürsün. Rakı Türkiyedir, Türkiye rakıdır

Ertuğrul Özkök’te 13.8.2008’de; Erdoğan’a hitaben “Lütfen bir kadeh sayın Başbakan” başlıklı bir yazı yazmıştı!

Milli içki olarak rakı, vatan sevgisi olarak rakı, normalleşme göstergesi olarak rakı, elinde kadeh olan bir Erdoğan. Cesaret göstergesi olarak rakı. CHP’nin yeni aşmış olduğu bir bariyer olarak rakı. “Rakı Türkiyedir, Türkiye rakıdır” mottosuyla rakısız Türkiyeyi ve Türkleri, Türkiye dışında bırakma edepsizliği, dayatması, hadsizliği!

Farkındaysanız, rahat rakı içemiyoruz diye değil, ötekiler de neden rakı içmiyorlar serzenişi! Neden bize benzemiyorsunuz? Elinde kadeh olmayan bir Cumhurbaşkanı mı olur? hayreti, kızgınlığı! Burada CHP’li seçmen ve yazarların esas sevinci, rakıyı 13,5 yıl sonra ucuzlatma vaadi değil. (Buna elbette kimse inanmaz.) Genel başkanlarının, rakıyı açıkça telaffuzu ve sahiplenmesi, CHP’nin rakı bariyerini aşmasıdır. “cesareti” ve “kıvırmamasıdır” Pek de hazzetmedikleri, fakat mecbur kaldıkları, altılı masa yerine rakılı masanın kurulmuş olmasıdır.

Bütün ufuk, vizyon, planlama, öngörü ve vaatleri bu. Üçüncü dünya savaşının eli kulağında, fakat 13,5 yıl sonra rakı on’da bir fiyata düşecek! Adamların derdine bakın siz! Özel, önceleri bedava traktör vadediyordu. Bunun hem vadesi kısa, faydalı, hem de kulağa daha hoş geliyordu! Yalanın dahi bir usturuplusu, namuslusu olur değil mi!

İşte Türkiyenin ve dünyanın ciddi bir sorunu! Fakat 13,5 yıl sonrasına dair, büyük bir ucuz rakı müjdesi! Çok önemli bir de demokrasi sorunu. Cumhurbaşkanı ve hükümet, kafası kıyak kesimlere hiç benzemiyor. Ağızlarına bir yudum içki almıyorlar, halktan uzaklar, alkolik vatandaşlarını hiç anlamıyorlar. Böyle bir demokrasi olur mu? Hemen Alkollü İçkiler Bakanlığı kurulmalıdır! Atamız ne güzel içerdi. Beyaz leblebi ve rakı bir efsaneydi! Her akşam köşkte sofralar kurulur ve bakanlar kurulu da hazır olurdu. Halk lehine ne kadar faydalı ve isabetli kararlar alınırdı! Ne kadar bira ve rakı fabrikası açılmıştı. Biranın çocuklara bile yararlı olduğuna dair kamu spotları ne kadar da güzeldi!

İçki içmeyenler neden içmezlerki? El-cevap; İçki içmek haramdır. Kebairdendir, yani büyük günahtır. “İçki bütün kötülüklerin anasıdır.” Hadis-i Şerif.

İyi ama biz modern, laik bir ülkeyiz. Modern laik (Hristiyan) ülkelerin tamamında içki satışları ciddi sınırlamalara tabidir. Yurttaşları alkolden korumak, çok önemli bir devlet siyasetidir. İçkinin sağlığa, ekonomiye, toplumsal barışa, zararları saymakla bitmez. Herkesin malumudur; Cinayetlerin, trafik kazalarının, tecavüzlerin, kavga ve yaralamaların, yolsuzlukların, en önemli sebebi içkidir. Zarardan başka tek bir faydası yoktur. Hiçbir ebeveyn, çocukları alkolik olsun istemez!

İçkinin zararlarını, bizatihi CHP’ye hasarlarını, Kılıçdaroğlu şöyle anlatıyor; “Ama bir elitistler var. Rakı sofralarında Türkiyeyi kurtarılar. Bunlardan partiyi temizleyeceğim. Bunu herkes iyi bilsin. Bana çalışan adam lazım, rakı sofralarında konuşan adam değil.”

Doğru söze ne denir? Ancak google’le de küçük bir araştırma gösterirki, Kemal bey’in de elinde kadeh, pek çok fotoğrafı mevcut. Hatta bir tanesi, katıldığı iftar programından sonra bir kokteylde çekilmiş! 8.1.2023’te de şöyle buyurmuş; “Alkollü içecekler yapılan zamlar yıldırmadır, zulümdür. Devlet bir hayat tarzını kuşatamaz, taciz edemez.” CHP’nin zulüm ve tacizden anladığı budur! CHP budur! “Mücahit Kılıçdaroğlu” diyen SP’nin, DEVA ve GP’nin kulakları çınlasın. Olsun yine de mebuslukları  kaptılar ya.

CHP zihniyeti için rakı hayatidir, Kemalizm ve Laikliğin de güvencesidir; “Örgüttür rakı! Peynir, kavun, rakı, PKR’dir. Ama bölücü değildir, birleştirici örgüttür. Türk’ü de içer, Kürt’ü de. Ermenisi’de, Yahudisi de… Rumlar öyle meze yaparlar ki kardeşim, helali hoş olsun, Kıbrısı veresin gelir!” Yılmaz Özdil

Ermeni, Yahudi, Rum’un olduğu bu örgütte, Türkiye’de, (rakı Türkiyedir) Müslüman Türkün yeri yoktur. Güzel mezenin değerine mukabil, Kıbrısın değeri yoktur. Altılı masanın rakı içmeyenleri, masanın sadece mezeleridir!

Çok zararlı, bağımlılık yapan, aklı başından alan, yıkıcı, ölümcül, alkol alışkanlığını, edepsiz ve Hadsiz bir şekilde yüceltme çabası!

Şüphesiz ki, rakı Türkiye, Türkiye rakı değildir. Burası şehitlerin, gazilerin, hilafetin ana vatanıdır. Fakat, CHP rakıdır, rakı CHP’dir, diyebilirsiniz. Ancak o zihniyete bu yetmiyor. Rakı içmeyen büyük çoğunluğa tahammülleri yok. İçki içme serbestisi değil, içkiyi hakim kılma imtiyazı, (özgürlüğü) peşindeler. Üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek istiyorlar.

CHP zaman zaman, neden %20’leri aşamıyoruz, diye araştırma yaptırır. Türkiye rakıdır, bol bol için, inadına mini etek, inadına dekolte giyinmeyi siyaset bellemişlere, aziz Türk milleti, şu tablodan bir iktidar çıkarır mı? Sadece bu ayyaşlıktan! Fakat CHP son yerel seçimde tarihinin en iyi sonucunu almış olduğundan, bir özgüven patlaması yaşamış. Rakıları gizli içelim tedbirini bırakmış. Bariyerleri o yüzden yıkabiliyor. Fakat zamanı gelince tekrar görecektir ki, bariyerler kendi başına yıkılmıştır. 100 yıldır kazanamadığı seçimi tekrar kazanamamıştır.

Kılıçdaroğlu; “Bize rakı sofralarında konuşan adam lazım değil” sözünün arkasında duramadı, duramazdı. Son sözü sosyalist Prof. Dr. Baskın Oran söylesin; “CHP değişmez, değişirse CHP olmaz!”

Av. Ömer Faruk Uysal

Küfür Tek Millettir.

ABD Lübnan’daki Pagers çağrı cihazlarını patlatma olayından haberdar olmadığını iddia etti. Ancak yalanın ömrü kısadır!
Küfür Tek Millettir.

Beyrut Amerikan Üniversitesi Hastahanesi, Pagers çağrı cihazlarını patlatma olayından bir hafta önce bütün memurlarından bu cihazları toplayıp almış.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
19.09.2024 OF

ادعت أمريكا جهلها بجريمة البياجر،
لكن حبل الكذب قصير!
الكفر ملة واحدة.

مستشفي الجامعة الأمريكية في بيروت
تسحب أجهزة ال Pagers من موظفيها قبل أسبوع ..

Gazze’den Direk Cehenneme ..

Siyonistler, Katiller ve Zalimler İçin Yaşasın Cehennem ..
Mücahidler, Gazze’den 4 Siyonist Teröristi Daha Cehenneme Gönderdi .. Darısı Diğer Siyonist, Katil ve Zalimlerin Başına .. 👇 Cehennem Zebanileri Onları Bekliyor ..

İbranice medya, dün gece Refah şehrinin güneyindeki Gazze Şeridi’nde yer alan Tel Sultan mahallesinde Hamas’ın askeri kanadı olan Kassam Tugayları tarafından düzenlenen pusuda dört Siyonist İsrail askerinin öldürüldüğüne dair ayrıntıları ortaya çıkardı.

Siyonist İsrail ordusuna yakınlığıyla bilinen İbranice haber sitesi /0404/, Çarşamba günü şunları bildirdi: “Askerler, Refah’taki Tel Sultan mahallesindeki bir binada patlayan bir bombanın sonucunda öldüler.”

Site, “tarama operasyonları sırasında bombaların yerini belirlemek için tasarlanan özel cihazların bombayı tespit edemediğini ve askerler binaya girdikten sonra bombanın patlatıldığını” belirtti.

Siyonist İsrail ordusu, dört askerin ölümünü, aralarında bir birlik komutan yardımcısının da bulunduğunu resmen kabul etti ve “askerlerin Refah’taki Tel Sultan mahallesindeki bir binada patlayan bomba sonucu öldüğünü” açıkladı.

Böylece, 7 Ekim 2023’ten bu yana Siyonist İsrail ordusunda ölen asker sayısı 714’e yükseldi.
(Bu sayı siyonistlerin sadece resmen itiraf ettikleri)

Kassam Tugayları, “Siyonist İsrail işgal ordusuna ait bir birliği mükemmel bir pusuya düşürdüklerini ve tüm üyelerini Refah’ta öldürdüklerini veya yaraladıklarını” duyurdu.

Siyonist İsrail işgal ordusu, ABD ve Avrupa’nın desteğiyle 348 gündür Gazze Şeridi’ne saldırılarını sürdürüyor. Uçakları hastanelerin çevresini, binaları, kuleleri ve Filistinli sivillerin evlerini bombalayarak yıkıyor ve bu yerlerde yaşayan insanların üzerine çökertiyor. Ayrıca su, gıda, ilaç ve yakıt girişini de engelliyor.

Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre, işgalin Gazze’ye yönelik devam eden saldırıları sonucunda 41.252’den fazla kişi şehit olurken, 95.497 kişi yaralandı ve Gazze nüfusunun %90’ı yerinden göç etmeye mecbur edildi.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
18.09.2024 OF

Türkiye’yi Kimler Dinsizleştirdi?

Metin ÖZER

TÜRKİYE’Yİ KİM DİNSİZ YAPTI?
20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen ilk anayasanın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) 2’nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin dininin İslam olduğu yazıyordu.
1923’de Cumhuriyeti kuran ekip 1924’de yeni bir anayasa için kollarını sıvadı.
18 Temmuz 1923 günü Ankara İstasyonundaki binada Teşkilat-ı Esasiye ‘de yapılması düşünülen değişiklik müzakere ediliyordu.
Bu müzakerelere belli isimler çağrılmıştı.
Çağrılmayanlardan birisi de İstiklal Savaşı’nın önemli komutanı Kazım Karabekir’di.
Karabekir Paşa ne olduğunu merak edip Ankara İstasyonundaki binaya gitti.
Karabekir içeriye girdiğinde, haraketli bir şekilde yeni cumhuriyetin dininin ne olacağı tartışılıyordu.
Kendisi Sabetay yani Yahudi olan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, büyük bir ısrarla Devletin dini kısmından İslam ibaresinin çıkartılması gerektiğini savunuyordu.
Aras, İslam dininin Türklerin değil Arapların dini olduğunu, Türkiye’nin Batılılaşmak istiyorsa bu dini terk etmesi gerektiğini iddia ediyordu.
Tevfik Rüştü Aras bu kanaatini her yerde haykıracağını söyleyince, Karabekir Paşa’nın tepesi attı;
”Teşkilatı Esasiyede dinimizin İslâm olduğu yazılıdır Tevfik Rüştü Bey. Hangi kanaati haykıracaksın? Hıristiyanlığı mı?”
Cevap Yahudi Aras yerine Türkçü gözüken dönemin Adliye Vekili Mahmut Esad Bozkurt’tan geldi;

  • “Evet Hristiyanlığı. Çünkü İslâmlık terakkiye manidir. Bu dinle yürünmez mahvoluruz. Ve bize de kimse ehemmiyet vermez.”
    Ne kadar acı değil mi?
    Sözde Türkçü, Türk milletinin dininin Hıristiyanlık olmasını istiyor…
    Bunun dedesi Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesi için İstanbul’a giden ekipte yer almıştı.
    Kazım Karabekir söz alıp şöyle dedi:
  • İslamlığın terakkiye mani olduğu Avrupalıların uydurmasıdır.
    Bu meseleyi istediğiniz kadar münakaşa edebiliriz. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, din değiştirme gayretidir.
    Netice İslam kalırsak mahvolmayız, fakat din değiştirme oyunu ile bizi kolay mahvedebilirler.
    Hıristiyan Bizans’ı Müslüman Türk yıkmış ve yerine geçmiştir.
    Fransızlar 1855’te Müslüman Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak yaparak Hıristiyan Rus İmparatorluğuna karşı harp yaptılar.
    Dünya Savaşında Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan yine Müslüman-Türk’le ittifak yaptılar. Ve Hırıstiyan İtilaf Devletlerine karşı birlikte savaştılar. Yüzümüze kimse bakmaz ne demek?
    Bu kez dönemin Başvekili Fethi Okyar söz alıp Karabekir’e sert karşılık verdi:
  • Evet Karabekir… Türkler İslâmlığı kabul ettiklerinden böyle kaldılar. Ve İslâm kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Bunun için İslâm kalmayacağız…
    Duyduklarından sonra Karabekir geri adım atmayıp daha da sertleşti ve şöyle dedi;
  • Fethi bey, bu yabancı fikri şiddetle reddederim. Geri kalmamıza sebep din değildir. Fütühatçılık, temsil kudreti gösterememek, Avrupa’nın ilim ve irfan cephesiyle temassızlık, idarede istibdat gibi mühim sebepler vardır.
    “İslamlık terakkiye manidir” fikrini de garip bulurum. Bu yabancı ve tehlikeli fikrin, aramızda da münakaşaya tahammül edemeyecek kadar taraftar bulmasından çok müteessir oldum.
    Ben iddia ediyorum ki, Türk Milleti ne Hırıstiyan olur, ne de dinsiz kalır. Hakikat budur.
    Bir milletin asırlardan beri, en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğine inanışınız objektif bir görüş değil, hayâlinizdir. Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdat ile başlar ve İstiklal Harbinin birliğini de birbirine katar.
    Böyle bir iç savaşın nasıl bitebileceğini de söyleyebilirim: Düşmanlarından kanı pahasına istiklâlini kurtaran Türk Milleti, hürriyetini kendi evlatlarına boğdurmayacak. Buna cüret edenlerin de hakkından gelecektir Fethi Bey…
    Kazım Karabekir Paşa’nın bu sert sözleri ve milletin ayaklanacağını ima etmesi, herkesi suspus ettirdi.
    Karabekir daha sonra Mustafa Kemal’e dönerek;
  • Paşam, Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız görüyorum ki, bizi fikir kuvvetiyle mahvedecekler. Buna müsaade edecek misiniz?
    Millet Meclisini tekbirler, sâlatlar arasında açtınız. İslamlığın en yüksek bir din olduğunu hutbelerle ilan ettiniz. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız…
    Bu tartışmaları kesmeden ve araya girmeden dinleyen TBMM Meclisi Başkanı Mustafa Kemal, Karabekir’in sözünü keserek, “Müzakereler çok hararetlendi, burada kesiyorum.” dedi.
    Kazım Karabekir’in “Devleti dinsiz ederseniz, halk ayaklanır” sözü ilerleyen günlerde çok tesirli oldu.
    1924 Anayasası’nda “Devletin resmi dini İslam’dır” ibaresi korundu.
    Korundu korunmasına ama içimizdeki Sabetayların ve din düşmanlarının çabaları durmadı.
    Bu kez dinin temel eğitim yerleri olan tekkeler kapatılıp, din adamları İstiklal Mahkemeleri’nde birer birer asıldı.
    İstiklal Mahkemeleri ile ahali sindirilirken, Şapka Kanunu ile batıya alıştırıldı.
    1928 yılında, İsmet İnönü Malatya Mebusu olarak, 120 arkadaşıyla birlikte, Anayasanın Maddelerinin Tadiline Dair Teklif verdi.
    İnönü’nün değiştirilmesini istediği maddelerden bir tanesi; Anayasa’nın 2 maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” hükmü idi.
    10 Nisan 1928 tarihinde “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” hükmü anayasadan çıkartıldı. Milletvekillerinin yeminlerindeki “vallahi” kelimesi “namusum üzerine söz veririm” ifadesiyle değiştirildi.
    Meclisin görevleri arasında yer alan “ahkâm-ı şer ’iyenin tenfizi” (dini hükümlerin yerine getirilmesi) maddesi anayasadan kaldırıldı.
    İnönü ve 120 CHP’li vekilin teklifiyle, Türkiye Cumhuriyeti DİNSİZ bir devlet yapıldı.
    Oylama yapıldığında TBMM’de toplam 316 milletvekili vardı.
    Bu milletvekillerinden 264’ü, Dinsiz devlete kabul oyu verdi. Sadece 52 milletvekili teklifi reddetti.
    Kısaca milletvekillerinin yüzde 84’ü, dinsizliğe el kaldırdı.
    4 sene önce Karabekir Paşa’nın karşı çıkmasıyla ertelenen tasarı, 4 sene sonra 10 Nisan 1928 yılında hayata geçirildi.
    Peki, o tarihte Karabekir Paşa ne durumda idi.
    Karabekir Paşa, İzmir’de Mustafa Kemal’e suikast iddiasıyla İstiklal Mahkemesi’nde idam cezasıyla yargılanıyordu. Olaya karıştığına dair hakkında bir delil yok idi.
    Buna rağmen hakkında tam idam kararı çıkacaktı ki, mahkeme salonunun üzerinden alçak uçuş yapan savaş uçaklarından, “Karabekir Paşa suçsuzdur” yazıları atıldı.
    Askerler ayaklanmıştı…
    Karar günü bir grup silahlı subay mahkemeyi basarak, Mahkeme Başkanı Kel Ali’yi tehdit etti.
    Ordu Karabekir’in arkasında durunca, Atatürk ivedi olarak kendisini affetti.
    Bu yapılanları hazmedemeyen Karabekir Paşa evine çekildi. Siyasetten elini eteğini tamamen çekti.
    10 Nisan 1928 yılı Türk milletinin asla unutmaması gereken kara bir gün olarak tarihe geçti.
    Atam Oğuz Kaan’dan bu yana İslam’ın bayraktarlığını yapan, 3 kıtaya İslam’ı yayan Türk milleti, 264 CHP’li vekil sayesinde resmen dinsiz yapıldı.
    Kâğıt üzerinde devleti dinsiz yaptılar ama Türk milletinin gönlünden İslam’ı asla silemediler.
    Dönemin Dışişleri Bakanı Sabetay Yahudi’si Şükrü Saraçoğlu, Anayasa’dan İslam ifadesin çıkardıktan sonra, “Din zehirdir. İslam’ı milletin kalbinden tamamen söküp çıkarmak için daha 30 yıla ihtiyacımız var” demişti.
    Fenerbahçe Stadına adı verilen Yahudi dönmesi çok fena yanıldı.
    Onların anayasadan çıkardığı İslam’ı bu millet asla gönlünden çıkarmadı. Çıkarmadığı gibi 20 senedir de memleketi bir Müslüman partiye teslim etti.
    Kendisi gibi dinsizler geriledi, astıkları Müslümanlar ilerledi.
    Söz buraya gelmişken bazı cemaatlere ve partilere iki çift lafım var.
    Son seçimlerde bir kısım cemaatler CHP’yi destekledi. O destekleriyle İstanbul ve Ankara gibi şehirler CHP’nin eline geçti.
    O cemaatlerden birisi, CHP’ye geçişe sebep olarak, AK Parti’nin bir mescitlerini yıkmasını gerekçe gösterdi.
    İyi de kardeşim!
    AK Partili belediye ruhsatsız mescidini yıktı diye senin dinini yıkmaya kalkan CHP’ye geçmek de ne oluyor.
    Müslüman kinine ve nefsine göre değil, hak ile batıla göre davranır.
    Bir sözüm de Karamollaoğlu’na…
    “Tayyip Bey parti kurarken gelip bize danışmadı” diye köpürttüğünüz kibiriniz, boyunuzu aştı.
    DÜN DİNDAR İKEN BUGÜN KİNDAR OLDUNUZ.
    Bu kin gözünüzü o kadar kör etti ki, düşmanınız olan CHP’nin ocağına düştünüz.
    Bay Temel, bir koyun ömrü kadar bir ömrün ya var ya yok.
    Yakışıyor mu size bu yaşta, CHP’nin tandırına tezek taşımak?
    Dikkat edin de, ayağınız tökezleyip taze tezekle tandıra düşmeyesiniz!
    Yanlış anlama olmasın.
    Ben kimseye, “Gidip AK Parti’ye oy verin” demiyorum.
    Ben, “Dini ve devleti yıkmaya çalışanlara oy vermeyin” diyorum.
    Sonuç şu;
    Dinin sahibi Yüce Allah’tır. Dinini koruyanda odur.
    Kim bu dine saldırırsa, er veya geç belasını bulur.

Metin ÖZER

Yukarıdaki yazıyı okuyanlara aşağıdaki yazıyı okumalarını da tavsiye ederim:👇

İSLÂM DEVLETİ OLARAK KURULDU

Cumhuriyet 1923’te dualarla bir İslâm devleti olarak kuruldu. Anayasada açık ve net şekilde “Devletin dini İslam’dır” hükmü vardı. 1926’ya kadar Mecelle yani İslam hukuku/Şeriat yürürlükteydi.

Sonra bu kuruluş felsefesinden vazgeçildi ve bu hiç bir şekilde “demokratik” yöntemlerle olmadı. Devletin ele geçirilen gücü kullanılarak halka tamamen farklı bir rejim dayatıldı.

Aslında hikâye biraz okuyan, düşünen herkes tarafından biliniyor. Ama laiklik dinine inanmış olanlar bunun bir zorunluluk olduğunu söylüyor.

Zorunluluk eğer dış güçlerin dayatmasından kaynaklanıyorsa bağımsızlık mücadelesi henüz bitmemiş demektir. Yok zorunluluk devlet ve ordu gücünü kullanan azınlık bir kesimin halka rağmen bunu dayatmasından kaynaklanıyorsa o zaman bu sistemin adı demokrasi olamaz.

Manzara kısaca şöyle gözüküyor: Önce Cumhuriyet halkın uğruna savaştığı Din, vatan, namus değerleri için yapılmıştır, sonra gücü ele geçirenler halkın arzusuna aykırı şekilde “din”i kurban ederek dinsiz bir sistem kurmuşlardır.

Bugün artık 100 yıl sonra evet değişen çok şey var, bu zoraki değişimin altından çok sular aktı. Ama bu ülkede hala İslam’a ve Müslümanlara laiklik adına tehditler savruluyor ve zulümler yapılıyor.

Bu tehdidin ortadan kalkması için laikliğin kaldırılması gerekiyor. Dünyanın batısında ve doğusunda yer alan pek çok ülkenin anayasasında laiklik yok. Ülkemizde de olmasa olur. Bunun zoraki yapılmasına ben de karşıyım. Ama en azından bunun konuşulması ve tartışılması gerekiyor.

Kimsenin kimseyi tehdit etmesi, kimsenin kimseye seviyesizce küfür etmesi gerekmiyor. Sadece ahlak ve seviyeyi koruyarak tartışmak gerekiyor. Baskıyla, zorla, tehditle dayatılan sistemler uzun ömürlü olmuyor.

Selametle kalın.

Prof. Dr. Mehmet BOYNUKALIN

İsrail’i Bekleyen Kara Gün ..

Kara Günün Kaçınılmazlığı

Avrupa’da Le Crime de l’Occident (Batı’nın Suçu) başlıklı bir kitap yayımlandı. Kitap, Fransız yazar Viviane Forrester tarafından yazıldı ve Batı’nın Filistin halkına karşı işlediği suçu ele alıyor. Kitap, aslında bu suçun Batı’nın Yahudilere karşı işlediği bir suç olduğunu açıklıyor. Batılılar, Yahudilere karşı işledikleri bu suçu düzeltmek için Balfour Deklarasyonu’nu ortaya attılar. Avrupalıların desteğiyle, Yahudilere Filistin halkına karşı korkunç katliamlar yapma, onları yerinden etme ve ülkeleri Filistin’i işgal etme hakkı verildi.

Bu kitapta, Fransız yazar Viviane Forrester, Avrupa hükümetlerine ve Avrupa toplumuna şu soruları soruyor:

  • Kim kimi yaktı? Filistinli Araplar mı Avrupa Yahudilerini yaktı yoksa Avrupalılar mı bu katliamı gerçekleştirdi?
  • Kim kimi aç bıraktı? Filistinli Araplar mı Avrupa Yahudilerini aç bıraktı yoksa biz Avrupalılar mı bunu yaptık?
  • Toplu mezarları kim kurdu? Filistinli Araplar mı bunu yaptı yoksa Avrupalılar mı?
  • Filistin’in yerli halkını kim sürgün etti ve sonrasında burayı zorla ve korkuyla işgal etti? Filistinliler mi, yoksa Yahudiler mi?

Yazar, kitabında Yahudilerin Endülüs’te Araplarla birlikte yaşadıklarına işaret ediyor; Beyrut, Bağdat, Kahire, Suriye ve Irak’taki bankalarda danışmanlık yapıyorlardı. Kuzey Afrika’da da onlar, diğer insanlar gibi saygın bir konuma sahiptiler.

Yazar şöyle devam ediyor: Biz Avrupalılar, Filistin halkı için bu trajediyi, Arap dünyası içinse bu kaosu ürettik. Biz Avrupalılar, Yahudileri dışladık ve onları Filistin’e attık. Biz Avrupalılar, utancımızı Filistinlilerin kanıyla yıkadık ve Yahudilerin, Filistinlileri öldürmelerine, katletmelerine, evlerini yıkmalarına, onları yerlerinden etmelerine ve topraklarına el koymalarına göz yumduk. Onların ülkelerini gözlerimizin önünde işgal etmelerine izin verdik ve mazlumları zalim teröristler haline getirdik.

Yazar kitabını şu cümleyle bitiriyor: Yahudileri Avrupa’ya geri gönderin, Yahudi soykırımlarını ve gaz odalarını Avrupa’da arayın, Filistin’de değil.

İsrailli Yedioth Ahronoth gazetesi, “Tersine Göç ve Kara Gün İçin İsrail Dışında Ev Alımı” başlıklı bir makale yayımladığında, bu, bir Yahudi devletinin kurulmasının imkansız olduğunu ve İsrail devletinin dağılacağına dair kesin inancın Siyonistlerin zihnine kazındığını gösteriyor. “Kara Gün” ifadesi, Siyonist zihniyetin İsrail devletinin yok olmasının kaçınılmaz olduğuna artık kesin olarak inandığını gösteriyor.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
16.09.2024 OF

حتمية اليوم الاسود

صدر كتاب في أوروبا تحت عنوان:
‏Le Crime de l’occident
«جريمة الغرب» قامت بوضعــه الكاتبـة الفرنسيـة «ڤيڤيان فورستييه» شرحت فيه كيفية ارتكاب الغرب جريمته بحق الشعب الفلسطيني، وهي في عمقها جريمة اوروبية ارتكبت بحق اليهود، ومن ثم أطلقوا وعد بلفور البريطاني، وبتأييد من الأوروبيين، الذين منحوا اليهود حق ارتكاب مجازرهم البشعة بحق الشعب الفلسطيني، وفي تشريدهم وتهجيرهم، وصولاً لاحتلال وطنهم فلسطين.

في هذا الكتاب وجهت الكاتبة الفرنسية فيفيان فورستييه للحكومات الأوروبية وللمجتمع الأوروبي أسئلة واضحة :

مَن أحرق مَن؟ أهم عرب فلسطين الذين أحرقوا يهود أوروبا أم الأوروبيون هم الذين ارتكبوا المحرقة؟
مَن جوّع مَن؟ أهم عرب فلسطين الذين جوّعوا يهود أوروبا أم إننا نحن من قام بذلك؟
مَن أقام المقابر الجماعية أهم عرب فلسطين الذين قاموا بذلك أم نحن الأوروبيون؟
مَن قام بتهجير السكان الأصليين لفلسطين ومن ثم احتلالها بالقوة والترهيب، اهم الفلسطينيون أم اليهود؟

تشير الكاتبة في كتابها إلى أن اليهود كانوا يعيشون مع العرب في الأندلس؛ كانوا مستشارين في مصارف بيروت وبغداد والقاهرة وسورية والعراق،، وفي المغرب العربي كان لهم شأن ومقام كسواهم.

تضيف الكاتبة نحن الأوروبيون، صنعنا هذه المأساة للشعب الفلسطيني والفوضى للعالم العربي، نحن الأوروبيون، لفظنا اليهود ورمينا بهم في فلسطين. نحن الأوروبيون، غسلنا عارنا بدماء الفلسطينيين، وتركنا اليهود يتفننون في قتل وذبح وهدم بيوت الفلسطينيين، وتهجيرهم والاستيلاء على أرضهم، واحتلال بلدهم تحت أعيننا، وجعلنا من المظلومين إرهابيين ظالمين.

وتختم الكاتبة قائلة: ردوهم إلى أوروبا، وابحثوا عن محارق اليهود وأفران الغاز في أوروبا وليس في فلسطين.

حين تنشر صحيفة يدعوت أحرونوت الإسرائيلية مقالاً تحت عنوان «الهجرة المعاكسة وشراء شقق خارج إسرائيل تحسباً لليوم الأسود» فذلك يعني استحالة قيام دولة يهودية واليقين بتفكك الكيان الإسرائيلي صار متجذراً في وجدان الصهاينة، أما جملة، تحسباً لليوم الأسود، فهي تعني أن عمق الوجدان الصهيوني صار متيقنا من حتمية زوال دولة إسرائيل.

Muhammed Gazali’nin İbretlik Şahitliği ..

Şeyh Muhammed el-Gazali’nin 1992 yılında Farac Fuda’nın öldürülmesi davasında Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde verdiği ifade:

Mahkeme şahidi çağırdı ve şu soruyu sordu:
S1: Adınız nedir?
C1: Adım Muhammed el-Gazali Ahmed es-Sakka, 76 yaşındayım, İslam Araştırmaları Akademisi üyesiyim ve Doki, Dr. Süleyman Meydanı, 10 Kambiz Caddesi’nde ikamet ediyorum. (Yemin etti).

S2: Bilginiz nedir?
C2: Savunma tarafından, savunmanın talebi üzerine mahkemece çağrıldım.

Savunmadan gelen soru:
S3: İslam din ve devlet midir? Bu ifadenin anlamı nedir?
C3: İslam bir inanç ve şeriattır, ibadet, muamelat, iman, nizam, sistem, din ve devlettir. Bu ifadenin anlamını şu ayet açıklıyor: “Ve sana her şeyi açıklayan bu kitabı indirdik, Müslümanlar için bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak.” (Nahl: 89).
Allah başka bir ayette şöyle buyuruyor: “Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa size kitabı detaylandırılmış bir şekilde indirdi.” (En’am: 114). İslam, on beş asırdan bu yana din ve devlettir. Dünyevi otorite manevi anlamlardan ayrılamaz. Namaz, oruç, kısas, cihad gibi hükümler birbirini tamamlar. Kur’an’daki en uzun ayet borçla ilgilidir ve İslam’ın her fert, toplum ve devletle ilgili hükümler vazettiğini gösterir.

Savunmadan gelen soru:
S4: İslam şeriatının uygulanması zorunlu bir farz mıdır?
C4: Bu sorunun cevabını Kur’an’ın kendisi versin. Allah şöyle buyuruyor: “Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa: 65).
Başka bir ayette: “Onlar cahiliye hükümlerini mi arıyorlar? İman eden bir topluluk için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Maide: 50).

Savunmadan gelen soru:
S5: İslam şeriatının uygulanmasını reddeden veya alay eden birinin hükmü nedir?
C5: İslam şeriatı, İslam dünyasında hüküm sürüyordu. Ancak sömürgeci güçler, şeriatı iptal etti ve insanlar keyfi olarak yönetilir oldu. Kur’an’da recm, kısas gibi şeriat hükümleri açıkça yazıyor. Şeriat hükümlerinin iptal edilmesi karşısında bir Müslümanın sessiz kalması kabul edilemez. Şeriatın uygulanmasını savunanlara alay edenler var, ama bir Müslüman için bu hükümler Allah’ın bir emridir. Bu hükümleri reddeden birinin imanından şüphe edilir.

Savunmadan gelen soru:
S6: Allah’ın hükmünü değiştirmeye çalışan ve haramı helal kılmaya çağıran biri Müslüman mıdır?
C6: Hayır, Allah bu kişiler hakkında şöyle buyuruyor: “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Onu tanımamaları kendilerine emredildiği halde tâgūtun önünde mahkemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları büsbütün saptırmanın yollarını arıyor.” (Nisa: 60).
Soru 7: Bu eylem, sahibini dinden çıkaran küfür muhtevalı bir eylem midir?

Cevap 7: Evet, Allah’ın indirdiği hükümleri reddeden ve alay eden bir kimse, şüphesiz ki dinden çıkar.

Soru 8 (savunmadan): Bilerek ve kasıtlı olarak bu küfür muhtevalı fiili ya da sözü yapan Müslümanın durumu nedir?

Cevap 8: Benim görevim bir alim olarak ona hakikati açıklamak ve şüphelerini gidermektir. İnsanların hatalarını araştırmak ve onları tuzaklara düşürmek benim görevim değildir. Ben hastaları tedavi eden bir doktorum ve onları onları yok eden mikroplardan kurtarmak isterim. Eğer kişi inatçıysa ve söylediğim her şeyi reddediyorsa ve Allah’ı ve Resulünü yalanlamaktan başka bir şey istemiyorsa, onun mümin olduğunu söyleyemem.

Soru 9 (savunmadan): İslam’ın hükümlerini uygulamayı reddeden ve yerine insanların koyduğu kanunları uygulamaya çağıran bir kişi, Müslüman olduğunu iddia edebilir mi?

Cevap 9: Öncelikle Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İnsanlardan bazıları, ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ derler, fakat onlar inanmış değildirler.” (Bakara, 8).

Bazı insanlar, mümin olduklarına yemin edebilirler, ancak kâfirlere eğilimleri ve İslam’ı savunmaktan korkmaları, dinlerini geçersiz kılar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah adına yemin ederler ki onlar da sizdendir. Hâlbuki onlar sizden değildir. Fakat onlar korkan bir topluluktur.” (Tevbe, 56-57).
Ayetin anlamı, insanların mümin olduklarını iddia etmeleri ama fiillerinin bu iddialarını yalanlamasıdır. İman, tüm alimlerin görüş birliğine göre söz, inanç ve ameldir. Ayrıca, dinimizin adı İslam’dır, yani Allah’a teslim olmak demektir. Şeytan da Allah’ın hak olduğunu biliyordu, fakat itaat etmeyi reddetti. Dolayısıyla Allah’ın emir ve yasaklarını reddetmek, kişiyi dinden çıkarır.

Soru 10 (savunmadan): Küfür ihtiva eden bu fiilleri ya da sözleri yapan kimse, dinini değiştiren ve cemaatten ayrılan biri olarak mı kabul edilir?

Cevap 10: Evet, İslam’dan dönen bir mürted olarak kabul edilir.

Soru 11 (savunmadan): Şer’i hükme göre bu mürtedin durumu nedir?

Cevap 11: Mürtedin durumu şeriatta açıktır. Kendi şahsi görüşüm de şudur: İslam’da genel kanaat, bu kişinin hatalı olduğudur. Mürtedin çeşitli sebepleri olabilir; kişi bir şüpheye düşmüş olabilir ve delili doğru anlamamış olabilir. Benim görevim, şüpheyi ortadan kaldırmak ve delili açıklamaktır. Hükümdar, ölüm cezası yerine kişinin ömür boyu hapsedilmesine karar verebilir. Hudeybiye Barışı sırasında Peygamberimiz ile Mekke liderleri arasında bir tartışma oldu ve peygamber, Medine’yi terk eden kişilere müdahale etmeyeceğini söyledi. Sahabeler bu konuda peygambere sorduklarında, “Bu bir kötülük, ama sizden uzak tutmak istiyorum,” demişti. Benim kişisel görüşüm, birisi dinden dönerse onun peşine düşmem, ancak toplumda kalması bir mikrop gibidir ve İslam’ı bırakmaları için insanları teşvik eder. Bu durumda hükümdar onu öldürmelidir.

Soru 12 (savunmadan): Küfür muhtevalı bir söz söyleyen ya da fiil işleyen bir kişiye delil ulaştıysa durumu nedir?

Cevap 12: Bu, Firavunların küfrü gibidir; Allah’ın varlığını inkar etmiş ve Musa’ya karşı gelmişlerdir. Bu açık ve kesin bir irtidattır.

Soru 13 (savunmadan): Mürtedin cezasını kim uygulayabilir?

Cevap 13: Bu görevi yargı sistemi yerine getirmelidir. Hudutları, cezaları ve kısası yargı sistemi belirler. Fertlerin böyle bir yetkisi yoktur, aksi takdirde kaos olur.

Soru 14 (savunmadan): Peki ya hakim mürtedin cezasını uygulamazsa?

Cevap 14: Bu yargının ve sorumlularının hatasıdır, bu durumda kanun hatalıdır.

Soru 15 (savunmadan): Eğer uygulanan kanun mürtedin cezasını öngörmüyorsa, yine de ceza uygulanmalı mıdır?

Cevap 15: Allah’ın hükmünü kimse iptal edemez. Ceza uygulanmalıdır.

Soru 16 (savunmadan): Fertlerden biri bu cezayı uygularsa, bir suç işlemiş mi olur?

Cevap 16: Evet, yetkili mercilere müdahale etmiş olur, ancak yetkililerin yapması gereken bir şeyi yerine getirmiş olur.

Soru 17 (savunmadan): Yetkili merci bir ceza uygularsa, yetkili olmayan kişiye bir ceza var mıdır?

Cevap 17: İslam’da böyle bir ceza hatırlamıyorum.

Mahkemeden soru 18: Başka söyleyecekleriniz var mı?
Cevap 18: Hayır.
İfadesi tamamlandı ve “Muhammed el-Gazzali” imzaladı.

Şeyhin İfadesinin Toplum Üzerindeki Etkisi:

Şeyhin ifadesi, hem Mısır’da hem de Arap ve İslam dünyasında büyük bir yankı uyandırdı. İslami düşüncenin düşmanları, İslami çözümlerden korkanlar ve İslam’a düşmanlık besleyenler adeta ayağa kalktı. Şeyhe yönelik tenkitler, komünistler, yenilmişler, yurt dışında yaşayan mazlumlar ve laik düşünceli kişiler tarafından fırsat bilinip kullanıldı. Ancak bu tenkitleri yapanlar, şeyhin “etinin zehirli” olduğunu unuttular. Medyada bu konu üzerine büyük tartışmalar yaşandı, ancak şeyh bunlara aldırış etmedi.

Bazı Kıpti Hristiyanlar dahi tartışmaya katıldı ve daha önce İslam alimlerine söz etmeye cesaret edemedikleri halde, bu kez şeyhe karşı saygısızca ve küstahça tenkitlerde bulundular.

“Allah’tan başka kimseden korkmayan alimlerin duruşudur bu.

Şeyh Muhammed Gazali’nin mahkemedeki ifadesi kelimesi kelimesine kayıtlara geçirilmiştir.”

Kaynaklar:

  • Ahmed es-Seyyufi’nin “Mürtedlerin Yargılanması” kitabı ve buna yapılan yorumlar.
  • Dr. Seyid Hüseyin el-Afâni’nin “Zehra el-Besatin: Alimlerin ve Rabbanilerin Tutumları” adlı eserinin 3. cildi.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
13.09.2024 OF

شهادة الشيخ محمد الغزالي أمام محكمة أمن الدول في مقتل فرج فودة سنة 1992..

المحكمة إستدعت الشاهد فسألته بالآتي،
س: ما إسمك؟
ج١: اسمي محمد الغزالي أحمد السقا، وسني (76) سنة، وأعمل عضوًا بمجمع البحوث الإسلامية، ومقيم بالدقي (10) ش قمبيز بميدان الدكتور سليمان – وحلف اليمين
س: ما معلوماتك؟
ج٢: أنا مستدعى من قبل الدفاع بناءً على طلب المحكمة استجابة لطلب الدفاع.

س: من الدفاع: هل الإسلام دين ودولة؟ وما معنى هذه المقولة؟
ج٣: الإسلام عقيدة وشريعة، وعبادات ومعاملات، وإيمان ونظام ودين ودولة .. ومعنى هذه المقولة ذكرته الآية الشريفة: {وَنَزَّلۡنَا عَلَيۡكَ ٱلۡكِتَٰبَ تِبۡيَٰنٗا لِّكُلِّ شَيۡءٖ وَهُدٗى وَرَحۡمَةٗ وَبُشۡرَىٰ لِلۡمُسۡلِمِينَ} [النحل: 89]، كما قال الله تعالى: {أَفَغَيۡرَ ٱللَّهِ أَبۡتَغِي حَكَمٗا وَهُوَ ٱلَّذِيٓ أَنزَلَ إِلَيۡكُمُ ٱلۡكِتَٰبَ مُفَصَّلٗا} [الأنعام: 114]، فالإسلام دين شامل منذ بدأ من خمسة عشر قرنًا، وهو دين ودولة لم تنفصل فيه السلطة الزمنية عن المعاني الروحية، وقد جاءت النصوص متشابهة في إيجابها لشتى الأركان، فمثلًا: {يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُواْ كُتِبَ عَلَيۡكُمُ ٱلصِّيَامُ} [البقرة: 183]، {يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُواْ كُتِبَ عَلَيۡكُمُ ٱلۡقِصَاصُ} [البقرة: 178]، و{كُتِبَ عَلَيۡكُمُ ٱلۡقِتَالُ وَهُوَ كُرۡهٞ لَّكُمۡ} [البقرة: 216]. وجاءت هذه الأقوال في عبادة جنائية كالقصاص، وفي عبادة شخصية كالصيام، وفي عبادة دولية كالقتال. فالعبارة واحدة وإن اختلفت اتجاهات التشريع. ومعروف أن أطول آية في القرآن هي التي نزلت في الدَّين وهي عبادة اقتصادية، والتي تبدأ آياتها: {يَٰٓأَيُّهَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓاْ إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيۡنٍ إِلَىٰٓ أَجَلٖ مُّسَمّٗى فَٱكۡتُبُوهُ} إلخ الآية [البقرة: 282]. وبالإحصاء والاستقرار نجد أن الإسلام دين للفرد والمجتمع والدولة، وأنه لم يترك شيئًا إلا وتحدث فيه، ما دام هذا الشيء يتصل بنظام الحياة وشئون الناس.

س: من الدفاع: هل تطبيق الشريعة الإسلامية فريضة واجبة؟
ج٤: أدع الإجابة عن هذا السؤال للقرآن نفسه، فالله يقول لنبيه: {فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤۡمِنُونَ حَتَّىٰ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيۡنَهُمۡ ثُمَّ لَا يَجِدُواْ فِيٓ أَنفُسِهِمۡ حَرَجٗا مِّمَّا قَضَيۡتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسۡلِيمٗا} [النساء: 65]، وقوله في آية أخرى: {أَفَحُكۡمَ ٱلۡجَٰهِلِيَّةِ يَبۡغُونَۚ وَمَنۡ أَحۡسَنُ مِنَ ٱللَّهِ حُكۡمٗا لِّقَوۡمٖ يُوقِنُونَ} [المائدة: 50].

س: من الدفاع: ما حكم من يجاهر برفض تطبيق الشريعة الإسلامية جحودًا أو استهزاءً؟
ج٥: الشريعة الإسلامية كانت تحكم العالم العربي والإسلامي كله حتى دخل الاستعمار العالمي الصليبي – وكرهه للإسلام واضح – فألغى أحكام الشريعة الإسلامية، وأنواع القصاص، وأنواع التعزير، وأنواع الحدود، وحكم الناس بالهوى فيما يشاءون. وقد صحب الاستعمار العسكري استعمار ثقافي مهمته هي جعل الناس يطمئنون إلى ضياع شريعتهم وإلى تعطيل أحكام الله دون أن يتبرموا، وأنا كأي مسلم أقرأ قوله تعالى: {ٱلزَّانِيَةُ وَٱلزَّانِي فَٱجۡلِدُواْ كُلَّ وَٰحِدٖ مِّنۡهُمَا مِاْئَةَ جَلۡدَةٖ} إلخ [النور: 2] أجد الآية مقلوبة في المجتمع، وأجد القانون يقول: إذا اتفق شخصان بإرادة حرة على مواقعة هذه الجريمة فلا جريمة، وقد تسمى حبًّا، وتسمى عشقًا. ولكن نص الشريعة عُطل وروح الشريعة أزهقت … فكيف يقبل مسلم هذا الكلام أو يستريح لهذا الوضع، وبالتالي كيف يسخرون مني إذا قلت يجب إقامة الشريعة؟ وأعرف أناسًا كثيرين يرون تعطيل الشريعة، ويجادلون في صلاحيتها، ويثبتون حكم الإعدام الذي أصدرته الحكومات الأجنبية أو الاستعمار العالمي على هذه الشريعة التي شرفنا الله بها. إنهم يعدمونها إعدامًا ويريدون تثبيت هذا الإعدام، ويجادلوننا باستهزاء أحيانًا في صلاحية الشريعة للتنفيذ. هذا كما قلت وكما قال الله تعالى، وليس بمؤمن يقينًا من يجاهر برفض تطبيق الشريعة الإسلامية جحدًا أو استهزاءً، بل كما قال الله تعالى في وصف هؤلاء الناس في قوله تعالى: {وَمَن لَّمۡ يَحۡكُم بِمَآ أَنزَلَ ٱللَّهُ فَأُوْلَٰٓئِكَ هُمُ ٱلۡكَٰفِرُونَ} [المائدة: 44]، {فَأُوْلَٰٓئِكَ هُمُ ٱلۡفَٰسِقُونَ} [المائدة: 47]. ويعرف الإنسان أنه منافق من رفض حكم الله. وقد قال تعالى: {وَيَقُولُونَ ءَامَنَّا بِٱللَّهِ وَبِٱلرَّسُولِ وَأَطَعۡنَا ثُمَّ يَتَوَلَّىٰ فَرِيقٞ مِّنۡهُم مِّنۢ بَعۡدِ ذَٰلِكَۚ وَمَآ أُوْلَٰٓئِكَ بِٱلۡمُؤۡمِنِينَ} [النور: 47]، {وَإِذَا دُعُوٓاْ إِلَى ٱللَّهِ وَرَسُولِهِۦ لِيَحۡكُمَ بَيۡنَهُمۡ إِذَا فَرِيقٞ مِّنۡهُم مُّعۡرِضُونَ 48 وَإِن يَكُن لَّهُمُ ٱلۡحَقُّ يَأۡتُوٓاْ إِلَيۡهِ مُذۡعِنِينَ 49 أَفِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ أَمِ ٱرۡتَابُوٓاْ أَمۡ يَخَافُونَ أَن يَحِيفَ ٱللَّهُ عَلَيۡهِمۡ وَرَسُولُهُۥۚ بَلۡ أُوْلَٰٓئِكَ هُمُ ٱلظَّٰلِمُونَ} إلى آخر الآيات في نفس الموضوع [النور: 48 – 50].

س: من الدفاع: ما حكم من يدعو إلى أن يستبدل بحكم الله شريعة وضعية تحل الحرام وتحرم الحلال؟
ج٦: ليس هذا بمسلم يقينًا: يقول الله تعالى في هؤلاء: {أَلَمۡ تَرَ إِلَى ٱلَّذِينَ يَزۡعُمُونَ أَنَّهُمۡ ءَامَنُواْ بِمَآ أُنزِلَ إِلَيۡكَ وَمَآ أُنزِلَ مِن قَبۡلِكَ يُرِيدُونَ أَن يَتَحَاكَمُوٓاْ إِلَى ٱلطَّٰغُوتِ وَقَدۡ أُمِرُوٓاْ أَن يَكۡفُرُواْ بِهِۦۖ وَيُرِيدُ ٱلشَّيۡطَٰنُ أَن يُضِلَّهُمۡ ضَلَٰلَۢا بَعِيدٗا} [النساء: 60].

س: هل يُعَدّ هذا العمل عملًا كفريًّا يُخرج صاحبه من الملة؟
ج٧: نعم، فمن رفض الحكم بما أنزل الله جحدًا واستهزاءً هو بلا شك يخرج من الملة.
س: من الدفاع: فما حكم المسلم الذي يأتي هذا الفعل الكفري أو القول الكفري عن تعمد وعلم بمعانيه ومراميه؟

ج٨: مهمتي الشخصية هي أن أشرح له كعالِم وأدحض شبهاته وأبيّن له الحقيقة. وليست مهمتي كداعية إلى الله أن أتلمس العيوب للناس، ولست أفرح بإيقاع أقدامهم في الحبائل والشباك … وإنما أنا طبيب أعالج المرضى، وأريد أن أنقذهم من الجراثيم التي تفتك بهم. فإذا كان عنيدًا يرفض كل ما أقول، ويأبى إلا تكذيب الله ورسوله، فلا أستطيع أن أقول إنه مؤمن.

س: من الدفاع: هل يصح لإنسان نطق بالشهادتين الادعاء بالإسلام مع المجاهرة ورفض تطبيق الشريعة الإسلامية، والدعوى إلى أن يستبدل بشرع الله شرائع الطواغيت من البشر؟
ج٩: أولًا يقول الله تعالى: {وَمِنَ ٱلنَّاسِ مَن يَقُولُ ءَامَنَّا بِٱللَّهِ وَبِٱلۡيَوۡمِ ٱلۡأٓخِرِ وَمَا هُم بِمُؤۡمِنِينَ} [البقرة: 8]، بل إن بعض الناس كان يحلف أنه مؤمن ولكن ميله للكفار وجبنه عن مقاتلتهم والدفاع عن الإسلام نفى الدين عنه، قال تعالى: {وَيَحۡلِفُونَ بِٱللَّهِ إِنَّهُمۡ لَمِنكُمۡ وَمَا هُم مِّنكُمۡ وَلَٰكِنَّهُمۡ قَوۡمٞ يَفۡرَقُونَ 56 لَوۡ يَجِدُونَ مَلۡجَ‍ًٔا أَوۡ مَغَٰرَٰتٍ أَوۡ مُدَّخَلٗا لَّوَلَّوۡاْ إِلَيۡهِ وَهُمۡ يَجۡمَحُونَ} [التوبة: 56، 57]. ومعنى الآية أن قولهم مؤمنون مع تكذيب أعمالهم لهم لا يقبل، والإيمان باتفاق العلماء قول وعقيدة وعمل. ثم ألفت النظر إلى أن ديننا اسمه الإسلام … أي الخضوع لله، ومعنى ذلك أن إبليس كان يعلم أن الله حق ويجادله … فرفض الأمر والنهي يخرج الإنسان عن الملة.

س: من الدفاع: هل يُعَدّ من يأتي هذه الأفعال الكفرية، والأقوال الكفرية مبدلًا لدينه مفارقًا للجماعة؟
ج١٠: نعم، يُعَدّ مرتدًّا عن الإسلام.

س: من الدفاع: ما حكم هذا المرتد شرعًا؟
ج١١: حكم المرتد في الشريعة واضح، وأنا لي رأي خاص. فالرأي العام في الإسلام أنه مخطئ، وأن الارتداد قد تكون له أسباب، فيمكن أن يكون لإنسان شُبهة ولا يحسن فهم الدليل … فأنا مهمتي كشف الشبهة وبيان الدليل. وقد يرى الحاكم بدل أن يقتل أن يسجن سجنًا مؤبدًا لأمر ما. وعندما كان الجدال بين النبي وزعماء مكة في صلح الحديبية فقد عرض أمر على الرسول. وقد انتهى الرسول إلى أن من ترك المدينة وجاء لمكة لا يمنعه الرسول، ومن ترك مكة وذهب إلى المدينة يمنعه الرسول، وقد سأل الصحابة الرسول في ذلك فقال لهم: «شر وأريد أن أبعده عنكم». ورأيي الخاص لو أن واحدًا من الناس ارتد لا أتعقبه، ولكن بقاءه في المجتمع جرثومة ينفث سمومه ويحض الناس على ترك الإسلام، فيجب على الحاكم أن يقتله.

س: من الدفاع: قررتم فضيلتكم أنه قد يكون صاحب القولة الكفرية لديه شبهة أو لم تبلغه الحجة، فماذا إذا بلغته الحجة؟
ج١٢: هذا ككفر الفراعنة … جحدوا وجود الله وعصوا موسى، وهذا يكون ارتدادًا صريحًا حاسمًا.

س: من الدفاع: من الذي يملك إيقاع الحد على المرتد المستوجب قتله؟
ج١٣: المفروض أن جهاز القضاء هو الذي يقوم بهذه المهمة، فهو الذي يقيم الحدود ويقيم التعازير ويحكم بالقصاص، ولا يكون ذلك لآحاد الناس حتى لا تكون فوضى.

س: من الدفاع: فماذا لو كان القاضي لا يعاقب على الردة والقضاء لا يوقع الحدود؟
ج١٤: هذا عيب القضاء، وعيب المسئولين عنه، والقانون معيب.

س: من الدفاع: ماذا لو أن القانون المطبق لا يعاقب … هل يبقى الحد على أصله من وجوب الإيقاع؟
ج١٥: حكم الله لا يلغيه أحد … والحد واجب الإيقاع.

س: من الدفاع: ماذا لو أوقعه فرد من آحاد الأمة، هل يُعَدّ مرتكبًا جريمة أو مفتئتًا على السلطة؟
ج١٦: يُعَدّ مفتئتًا على السلطة، وأدى ما يجب أن تقوم به السلطة.

س: من الدفاع: هل هذا المفتئت على السلطة بفرض أن السلطة توقع حدًّا، هل له عقوبة في الإسلام؟
ج١٧: أنا لا أذكر أن له عقوبة في الإسلام.

س: من المحكمة: هل لديك أقوال أخرى؟
ج١٨: لا.
تمت أقواله. ووقع «محمد الغزالي».

  • أثر شهادة الشيخ في الحياة العامة:
    زلزلت الأرض زلزالها بعد شهادة الشيخ؛ لمكانته المرموقة في مصر والعالم العربي والعالم الإسلامي والعالم كله، وثارت ثائرة خصوم الفكر الإسلامي، وأعداء الحل الإسلامي، وكل الحاقدين على الإسلام، والخائفين منه، والمبغضين له، وتكالبت الأقلام المسعورة والمأجورة على الشيخ الجليل، وانتهزها الشيوعيون المهزومون، والمغتربون المقهورون، والعلمانيون الموتورون، انتهزوها فرصة لينهشوا من لحم الشيخ، ناسين أن لحمه سم زعاف.
    وسالت أنهار الصحف بالكلام عن الشهادة والشاهد، ولم يعبأ الشيخ بما قيل ويقال.
    حتى بعض الأقباط دخل في المعركة، وهاجم الشيخ بوقاحة وسلاطة، مع أنهم كانوا من قبل لا يجترئون على أن يمسوا بكلمة علماء الإسلام!
    رجال لاتخشى الا الله
    شهادة الشيخ هنا كما سجلها حرفيًّا

كتاب الأستاذ أحمد السيوفي «محاكمة المرتدين» وكذلك التعليقات عليها

كتاب زهرة البساتين من مواقف العلماء والربانيين – ج 3 للاستاذ الدكتور سيد حسين العفاني

Tebliğ Merhametle Yapılmalı ..

GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARINA LÜTFEN KIZARAK BİR ŞEY SÖYLEMEYİN.
MERHAMETLE YAKLAŞARAK İSLAMI TEBLİĞ EDİN. ÇÜNKÜ MAZERET ve MAĞDURİYETLERİ VAR. ZİRA İNSAN BULUNDUĞU TOPRAĞIN ve TOPLUMUN ÜRÜNÜDÜR

Hiçbirimiz dinimizi Hazreti Ali’den öğrenmedik. Hiçbirimiz bir soruyla karşılaşınca gidip Hazreti Aişe’ye sormadık. Hiçbirimiz Hasan Basrî’nin meclisinden feyiz almadık. Hiçbirimiz Ahmed bin Hanbel’den hadis öğrenmedik. Hiçbirimiz Kurtubî’den tefsir dersi almadık. Hiçbirimiz Gazalî’den adap ve edep öğrenmedik. Hiçbirimiz İmam Rabbanî’den irfan öğrenmedik.

Hepimiz dinimizi televizyonlardan öğrendik. “Açıköğretim Müslümanı” olarak yetiştik. Kopya çekerek, çıkmış soruları tekrar ederek, taklit ederek bugüne geldik.

İtikadımız bozuk. Ama İtikadımızı İmam Maturidî’den mi öğrendik? Ya da Eş’arî’den mi öğrendik? Ya da Şeyhul İslam’dan mı?

Ahlakımız bozuk, ibadetlerimiz bozuk, davranışlarımız bozuk, yaşantımız bozuk, giyimimiz absürt, ticaretimiz berbat, günlük hayatımız laşka…

Ama ne yapalım? Bir önceki kuşakta yaşayanlardan ancak bu kadarını öğrenebildik. Biliyorum masum değiliz ama suçlu da değiliz. Bazı İslam ülkelerinde yüzlerce yıl İslam hasretiyle yaşadılar Müslümanlar. Bazılarında elli yıl beklediler bir dini okul açılsın diye. İşte bizim ülkemizin durumu ortada. Yirmi yıla yakın ezan sesi duymadı bu millet. Elli yıl Kur’an öğrenmek yasaktı. Seksen yıl örtünmek yasaktı. Yüz yıldır Müslümanım diye haykırmak yasak!

Ey genç davetçiler, ey kanı hızlı gençler, lütfen bu insanlara acıyın! Onların öğrendiği hakikat budur işte. Sahte dini, din diye öğrendiler. Laiklik ile şetiatı bir öğrendiler. Feminizmle islam’ı bir öğrendiler. Zekâtı öğrenemeden sosyalizmi öğrendiler. Ümmetçiliği öğrenemeden milliyetçiliği öğrendiler. Kardeşlikten önce ırkçılığı öğrendiler.

Tesettürden önce mayoyla, bikiniyle, mini etekle tanıştılar. Namazdan önce futbolu öğrendiler. Sahabe isimlerinden önce futbolcu isimlerini ezberlediler. Esmaul Hüsna’dan önce sanatçıları öğrendiler.

Rabiatu’l Adeviyye’den önce yerli Madonnaları öğrendiler. Sokaklarda adalet dağıtan Adil Ömer’den önce Turist Ömer’i öğrendiler. Şaban’ı Veli hazretlerinen önce İnek Şaban’ı tanıdılar. Ramazan’ı Şerif’ten önce Düdük Ramazanı tanıdılar. Recep ayının kutsallığından önce Recep İvedik’i tanıdılar. Esma Binti Ebu Bekir’den önce seksen kocalı öcü Hülya’yı tanıdılar. Kalplerine Fatıma girmeden önce duvarlarına Seda’nın posterlerini astılar…

Yani bu insanların İslam’ı ancak bu kadar olur. Bundan fazlasını beklemeyin. Bunu düzeltmeye çalışın. Bunlar bu halleriyle Müslüman. Biz onların zamanında olsaydık, bundan farklı bir şey öğrenmezdik.

Genç davetçiler, sevgili hocalarım! Lütfen ama lütfen birini suçlamadan önce kendinizi onun yerine koyun. Ben onun yerinde olsaydım bundan farklı hareket eder miydim diye kendinizi sığaya çekin!

Rabbim cümlemize şuur ve basiret ihsan eylesin! Bizi birbirimize sevdirsin!

Murat Padak

Murat Padak Hakkında Bilgi İçin: 👇

https://www.muratpadak.com/hayati

Bir Yalakaya Of’lu Nasihati

Tarihimizin En Büyük Yanıltanı M.Kamal’ı, Onun Hiç İstemediği Şekilde Savunmaya Çalışanlara Of’lu Nasihatı:👇

Toplumu Yanıltmaya Çalışanlar Dürüst Değildirler; Yalakalık Yapıyorlar
https://youtube.com/watch?v=3VWS2fAwccc&si=cGH5uKScHuqfja8_

Atatürkçü Emekli bir Albay bana 👆yukarıdaki linkte olan videoyu gönderip görüşümü merak etmiş; ben de kendisine alttaki notu yazıp yolladım. Tepkisi ne oldu dersiniz?

M.Kamal’in bizzat kendisi 5 Mart 1924 Tarih ve 316 sayılı Bakanlar Kurulu kararnamesi ile Hutbelerde isim zikredilmesini istemediğini ilgili bütün kurumlara resmi tebligat ile bildirmesine rağmen, son zamanlarda onun adının hutbelerde zikredilmesini provake etmeye çalışanlar görüyoruz.

Ebedi aleme göçmüş tarihi bir şahsiyeti sevmek veya yermek adına insanları yanıltıp yönlendirmeye çalışarak baskı yapmak gündemimizde olmamalı. Çünkü bütün dünya insanlığının bir araya gelip ölmüş bir insanı yermesinin o kişiye bir zararı olmayacağı gibi, övmesinin de ona hiç bir faydası olmaz; olamaz.

Tarihi şahsiyetleri doğal konumunda değerlendirmek gerekir. Aşırılıklar zıt kutuplar üretmekten başka hiç bir işe yaramaz.

Tarihi şahsiyetler adına zulüm yapanlar, onun adına darbe yaparak hortumculuk ve talan zemini oluşturanlar, onun adına insanlara fikir empoze edip baskı yapmaya çalışanlar, onu taciz etmiş olduklarını bilemeyecek kadar gaflet ve dalalet içerisindedirler.

Ölmüş, Rabbi’ne kavuşmuş bir insana düşmanlığı bir meşgale edinenler de hata ediyorlar. En büyük İslam düşmanı olmakla ünlü Ebu Cehil ile bile meşgul olmayı hedef haline dönüştürmeyi doğru bulmaz, isabetli görmeyiz.

Taraftarlık veya karşıtlık üzerinden sadece fitne üretebiliriz; asla hiç bir noktaya varamaz, ittifak edemeyiz.

Biz aksiyoner olmak, inandığımız dini ve milli hedefleri gerçekleştirmek üzere birlik olmak zorundayız. Bu birliği sadece peygamber gibi Allah’ın görevlendirdiği öncüler ve bu öncülerin samimi bağlıları ve yolundan gidenleri sağlayabilir. Çünkü Onlar toplumu yanıltmaz, dürüst davranır; kendilerine düşman olanların güvenine bile mazhar olabilirler.

Aksini söyleyip iddia edenler insanlığı köleleştirmek isteyenlere hizmet etmiş olur; enerjimizi boşa harcatmış olur. Bu yol çıkar bir yol değildir. İnsanlık Tarihinde hiç bir Firavun başarıya ulaşamamış olduğuna göre onlar adına başarıya ulaşmayı ummak veya iddia etmek akıllı bir insanın yapacağı bir iş değildir; olamaz, olmamalı.
11.09.2024 OF
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Gazze’de Yahya Sinvar Dönemi ..

Yahya Sinvar Döneminde Hamas’ın Uygulamasında Ne Değişti?

Yahya es-Sinvar’ın, kendisinden önceki selefi olan İsmail Haniye’nin Tahran’da suikaste uğramasının ardından, bir ay önce Hamas’ın siyasi büro başkanlığına seçilmesinin ardından herkes, bu beklenmedik liderlik değişiminin hareket üzerinde ne gibi sonuçlar doğuracağını merakla bekliyor.

Sinvar, 7 Ekim’deki “Aksa Tufanı” operasyonunun en önemli planlayıcılarından biri olarak öne çıkmaktadır ve İsrail zihniyetini en iyi anlayan direniş liderlerinden biridir. Sinvar, hayatının bir bölümünü İsrail hapishanelerinde geçirmiş ve Gazze Şeridi’nde savaşı yerinden yöneten bir askeri liderdir. Hamas liderlerinin ve hareketin Şura Konseyi’nin Sinvar’ı seçmesi, hareketin liderliğinin birliğini ve Hamas’ın en zor koşullarda hızlı ve uygun kararlar alma yeteneğini yansıtmaktadır.

Sinvar’ın seçimi, Heniyye’nin suikaste uğramasının ardından liderler arasında bir öfke patlaması sonucunda yapılmadı. Aksine, İsrail’in savaşı sürdürme niyetini, müzakereleri başarısızlığa uğratma ve ancak tam bir zaferle yetinme kararlılığını ortaya koymasının ardından, hareketin liderliğine bir diplomat yerine bir savaşçı getirilmesi, Hamas’ın direniş ve savaş seçeneğine sonuna kadar bağlı kalacağının net bir mesajıdır.

Sinvar liderliğindeki Hamas’ın taktiklerindeki değişikliklerin hızlı ve savaşın hızına uygun olduğu açıktır. Bu değişikliklerin en belirgin üç yönü şunlardır:

Birincisi: Müzakerelerde daha az esneklik. Heniyye liderliğindeki Hamas, müzakerelerde iyi bir manevra yapıyor ve esneklik gösteriyordu, gerek esir değişim anlaşmalarında, gerek ateşkes tekliflerinde. Ancak, Sinvar’ın liderliği devralmasından sonra Hamas, savaşı sonlandırma müzakerelerinde daha az esneklik gösterdi; bilinen ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalıyor: Savaşın tam ve nihai olarak durdurulması, Gazze’den tamamen çekilme, sınır kapılarının açılması, yardımların girişi ve bölgenin yeniden inşası. “New York Times” gazetesinin bildirdiğine göre, Hamas son günlerde Filistinli esirlerin serbest bırakılmasıyla ilgili yeni talepler ekledi. Amerikalı yetkililer, ABD’nin, Katar’ın Hamas’ı bu şartlardan vazgeçmeye ikna edebileceğini umduğunu aktardı. Bu sert tutum, bu dönemin gerektirdiği bir durumdur. Her ne kadar Amerikalılar ve İsraillilere göre Hamas’ın müzakereleri tıkadığına dair bir fırsat vermiş olsa da, bu durum aslında İsrail’in moralini bozmakta ve İsrail halkının kendi liderlerine olan öfkesini artırarak, Hamas’ın taleplerine boyun eğmeleri için baskı yapmasına neden olmaktadır.

İkincisi: Batı Şeria’yı ateşlemek. Sinvar döneminde meydana gelen en önemli değişikliklerden biri, Batı Şeria’daki bıçaklama, araçla ezme, silahlı saldırı ve fedai operasyonlarının artmasıdır. Bu saldırılar, işgal güçlerinin Batı Şeria kamplarına yönelik askeri operasyonlarıyla eş zamanlı olarak artmıştır. Sinvar’ın liderliğinde geçen bir ayda, direnişçiler birçok operasyon gerçekleştirdi. Bunlar arasında, 6 Ağustos’ta Rabi’ Dragma’nın Ürdün Vadisi’ndeki Tubas yakınlarındaki Bkaot yerleşim birimine ateş açması; beş gün sonra, Kassam Tugayları tarafından bir İsrail devriyesine düzenlenen ve bir askerin öldüğü, diğerinin yaralandığı saldırı yer almaktadır.

18 Ağustos’ta ise, Qalqilya’nın doğusunda gerçekleşen “Çekiç Operasyonu” sırasında, bir Filistinli direnişçi, Gazze’ye karşı savaşta yer alan İsrailli asker Gidon Perry’nin başına çekiçle vurup öldürdü ve silahını ele geçirdi. Aynı gün, İsrailli bir yerleşimci, içinde patlayıcılar bulunan bir çantanın erken patlaması sonucu öldü, diğer bir yerleşimci yaralandı. Direnişçiler, bu çantayı Nablus’tan Tel Aviv’deki Bloomfield Stadyumu’na fedai saldırısı düzenlemek üzere getirmişti. Kassam Tugayları ve Kudüs Seriyyeleri, bu operasyonun Gazze’deki katliamlar, sivillerin zorla göç ettirilmesi ve suikastlara misilleme olarak yapıldığını açıkladı.

30 Ağustos’ta, Kassam Tugayları, Gush Etzion ve Karmi Tzur yerleşimlerinde karmaşık bir operasyon düzenledi; bu operasyon sonucunda altı yerleşimci ve asker öldü. Kassam Tugayları, şehit Muhammed Marka’nın, Gush Etzion yerleşimindeki bir benzin istasyonunda bir bomba yüklü aracı patlatarak İsrail kuvvetlerini tuzağa düşürdüğünü, bu saldırıda birçok askerin, aralarında Etzion Tugay Komutanı Gal Rich’in de bulunduğu kişilerin öldüğünü ve yaralandığını belirtti. Ayrıca, Zehdi Ebu Afife’nin Karmi Tzur yerleşim alanına girerek, güvenlik görevlisini ezip yerleşimcilere ateş açtığını ve aracını yerleşim alanında patlattığını ifade etti. Eylül ayı başında ise, direnişçi Muhannad el-Asoud, Hebron’un batısındaki Tarqumiya kontrol noktasında düzenlediği silahlı saldırıda üç İsrailliyi öldürdü.
Ağustos ayının sonunda yapılan Hamas lideri Halid Meşal’in konuşması, intihar saldırılarının yeniden benimsenmesini ifade ederken, bu tür bir durumun ancak açık çatışmayla çözülebileceğini vurguladı. Batı Şeria’daki operasyonların genişletilmesi, Gazze Şeridi üzerindeki baskıyı hafifletme, Filistinli direnişçilere çeşitli seçenekler sunma ve işgal altındaki Batı Şeria’nın ilhak planına karşı durma amacını taşıyor. Bu durum, bu operasyonların yeni bir intifadaya yol açıp açmayacağına dair spekülasyonlara neden oluyor.

Üçüncü olarak: Esirler Dosyası

Sinvar’ın liderliğinden önceki dönemde, İsrailli rehinelerin hayatlarını korumak ve buna öncelik vermek üzerinde duruluyordu. Bu rehineler, işgalciyle müzakerelerde koz olarak kullanılıyordu. Ancak Sinvar döneminde esirlerle ilgili yeni taktikler ortaya çıktı. İlk olarak, bir gardiyan İsrailli esirlere ateş açtı, bu olayda bir esir öldü, iki esir yaralandı. Bunun üzerine Kassam Tugayları sözcüsü Ebu Ubeyde, gardiyanın çocuklarının işgal güçlerinin bir katliamında şehit düştüğü haberini aldıktan sonra intikam amacıyla bu saldırıyı gerçekleştirdiğini belirtti. Ayrıca, bu hareketin Kassam’ın ahlaki değerlerini yansıtmadığını ve bu tür olaylardan dolayı İsrail’in sorumlu olduğunu ifade etti.

Olayda dikkat çeken nokta, Kassam’ın bu olayı duyurmasıydı, bu da olayın tekrarlanabileceğine dair bir uyarı niteliğindeydi. Bu durum, Kassam Tugayları’nın İsrail üzerinde yeni bir baskı aracı haline geldi. Tugaylar, öldürülen esirin fotoğrafını “Talihsiz Bir Olay” başlığıyla yayınladı ve fotoğrafın altında “Zulmunuz, esirleriniz için yakın bir tehlike haline geldi… Zaman tükeniyor” ifadesini ekledi.

Esirler dosyasındaki diğer değişikliklerden biri de Ebu Ubeyde’nin, esirleri korumakla görevli direnişçilere İsrail ordusunun esirlerin tutulduğu yere yaklaşması durumunda nasıl davranmaları gerektiğine dair yeni talimatlar verildiğini açıklamasıdır. Ebu Ubeyde, Netanyahu’nun baskı yoluyla esirleri serbest bırakma ısrarının, onları tabutlar içinde ailelerine geri göndermek anlamına geleceğini söyledi. Kassam Tugayları ayrıca bir direnişçinin elinde tabanca tuttuğu ve yerde bir esirin oturduğu bir fotoğraf yayınladı. Fotoğrafın altında ise “Askeri Baskı = Ölüm ve Başarısızlık. Esir Takası = Özgürlük ve Yaşam” yazılıydı.

Kassam’ın, İsrail saldırılarında öldürülmeden önce İsrailli esirlerin videolarını yayınlaması da dikkat çekiyor. Bu videolarda esirler, Netanyahu hükümetini suçluyor ve bombardıman nedeniyle her an ölümle burun buruna olduklarını anlatıyorlar. Bu durum, Kassam Tugayları’nın esirler dosyasını yönetme yeteneğini ve İsrail’deki kamuoyunu etkileyip sokağı daha da ateşlendirme kabiliyetini gösteriyor. Bu durum, İsrail sokaklarında hükümeti anlaşmaya varmaya ve Netanyahu’yu istifaya çağıran yarım milyon İsraillinin protestolarını artırdı.

Sinvar döneminde yaşanan değişiklikler, direnişin rotasını koruduğunu, yeni bir intifada atmosferi oluşturup ürettiğini, İsrail’deki iç durumu karmaşıklaştırdığını ve tersine göç riskini artırdığını doğruluyor. Ayrıca, bu durum, direniş ekseni olarak bilinen unsurları da, zayıf da olsa İsrail’e karşı saldırılara devam etmeye zorlayacaktır. Allah, işinde galip olandır ama insanların çoğu bunu bilmez.

Yazar: İhsan El-Fakih

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
10.09.2024 OF

ما الذي تغير في أداء حماس في عهد السنوار؟!

شهرٌ مضى على تولي يحيى السنوار رئاسة المكتب السياسي للحركة، بعد اغتيال سلفه إسماعيل هنية في طهران، بينما يترقب الجميع ما الذي يسفر عنه هذا الانتقال غير المتوقع لرئاسة حركة حماس.

السنوار أبرز العقليات المدبرة لعملية «طوفان الأقصى» في السابع من أكتوبر، وأكثر قيادات المقاومة فهما للعقلية الإسرائيلية، إذ قضى سنوات من عمره في سجون الاحتلال، وهو قيادي عسكري ميداني يدير الحرب من داخل القطاع، فجاء إجماع قيادات ومجلس شورى الحركة على اختيار السنوار، ليعكس وحدة قيادات الحركة، وقدرة حماس على سرعة اتخاذ القرار المناسب في أصعب الظروف.

لم يكن اختيار السنوار – الذي ارتبط بمظنّة التصعيد – ناتجا عن حالة غليان وسط القيادات لاغتيال هنية، بل هو اختيار رجل المرحلة، بعد أن أظهر الكيان الإسرائيلي اعتزامه المضي في الحرب وإفشال المفاوضات وعدم القبول إلا بالربح الكامل، بناء على ذلك صدّرت الحركة رجلا مقاتلا لا دبلوماسيا لقيادتها، في رسالة واضحة بتمسك حماس بخيار المقاومة والقتال حتى آخر رجل فيها.

ومن الواضح أن التغيير في تكتيكات الحركة تحت قيادة السنوار كان سريعا، مناسبا للإيقاع السريع للحرب، وأبرز هذه التغيرات تتمثل في ثلاثة أمور:

أولا: مرونة أقل في المفاوضات، حماس تحت قيادة هنية كانت تناور جيدا في المفاوضات، وأبدت مرونة في مراحل التفاوض، سواء في صفقات تبادل الأسرى، أو في مقترحات وقف إطلاق النار.
وبعد تولي السنوار قيادة الحركة، أبدت حماس مرونة أقل في شأن مفاوضات إنهاء الحرب، إذ أنها تتمسك بشكل قطعي بثوابتها المعروفة، المتمثلة في الوقف الكامل والنهائي للحرب، والانسحاب الكامل من غزة، وفتح المعابر وإدخال المساعدات وإعادة إعمار القطاع، بل كشفت صحيفة «نيويورك تايمز» أن الحركة أضافت في الأيام الأخيرة مطالب جديدة في ما يتعلق بإطلاق الأسرى الفلسطينيين، ونقلت عن مسؤولين أمريكيين أن أمريكا تأمل في أن تتمكن قطر من إقناع الحركة بالتخلي عن هذه الشروط. هذا التصلّب هو عين ما تقتضيه المرحلة، فعلى الرغم من أنه منح الأمريكيين والإسرائيليين فرصة التأكيد على أن حماس هي من تعرقل المفاوضات، إلا أنه على أرض الواقع يحطم معنويات الاحتلال، ويثير غضب الشعب الإسرائيلي تجاه قيادته والضغط عليها للنزول عند مطالب حماس لافتكاك الرهائن.

ثانيا: إشعال الضفة، وهو أبرز التغيرات في عهد السنوار، إذ ازدادت وتيرة عمليات الطعن والدهس وإطلاق النار والعمليات الاستشهادية في الضفة الغربية، تزامنا مع العملية العسكرية التي يشنها الاحتلال على مخيمات الضفة.
فخلال شهر تحت قيادة السنوار، نفّذ المقاومون عمليات عدة، منها إطلاق الشاب ربيع دراغمة النار على مستوطنة بكعوت قرب طوباس في الأغوار الشمالية، في السادس من أغسطس، وبعدها بخمسة أيام نفذت كتائب القسام عملية إطلاق نار ضد دورية إسرائيلية قتل فيها جندي وأصيب آخر.

وفي يوم 18 أغسطس، وفي شرق قلقيلية، حدثت عملية الشاكوش، حيث قام مقاوم فلسطيني بضرب الجندي الإسرائيلي الذي شارك في الحرب على غزة جدعون بيري، بالشاكوش على رأسه فأرداه قتيلا واستولى على سلاحه. في التاريخ نفسه أيضا، قتل مستوطن إسرائيلي وأصيب آخر نتيجة انفجار حقيبة تحتوي على متفجرات، انفجرت قبل أوانها، كان أحد المقاومين قد نقلها من نابلس إلى تل أبيب لتنفيذ عملية استشهادية في ملعب بلومفيلد، تبنت كتائب القسام وسرايا القدس العملية وأعلنتا أنها رد على مجازر الاحتلال في غزة وتهجير المدنيين والاغتيالات.

وفي 30 أغسطس نفذت القسام عملية مركبة في مستوطنتي «غوش عتصيون» و»كرمي تسور» قرب الخليل، أسفرت عن مقتل ستة من المستوطنين والجنود، وأصدرت القسام بيانا قالت فيه إن الاستشهادي محمد مرقة تمكن من تفجير مركبة مفخخة في محطة للوقود بمستوطنة غوش عتصيون لاستدراج القوة الإسرائيلية، التي قامت القسام باستهدافها وأوقعت فيها قتلى وجرحى، وعلى رأسهم غال ريتش قائد لواء عتصيون، بينما تمكن زهدي أبو عفيفة من اقتحام مستوطنة كرمي تسور بعد دهس حارسها، وقام بإطلاق النار تجاه المستوطنين قبل أن يفجر مركبته داخل المستوطنة.
وفي مطلع سبتمبر الجاري نفذ المقاوم مهند العسود عملية إطلاق نار عند حاجز ترقوميا غرب الخليل، وأوقع ثلاثة من القتلى.

ويأتي خطاب القيادي خالد مشعل في نهاية أغسطس المنصرم معبرا عن عودة تبني العمليات الاستشهادية، إذ دعا إليها باعتبار أن هذه حالة لا يصلح لها إلا الصراع المفتوح.
من شأن توسيع العمليات في الضفة تخفيف الضغط على قطاع غزة، وتنويع الخيارات أمام المقاوم الفلسطيني، والتصدي لمخطط ضم الضفة إلى المحتل، وهو ما يثير التكهنات حول ما إذا كانت هذه العمليات سوف تقود لانتفاضة جديدة.

ثالثا: ملف الأسرى، طيلة الفترة التي سبقت قيادة السنوار، كان التأكيد على الحفاظ على حياة الرهائن الإسرائيليين وإعطائه الأولوية، لأنها تمثل أوراق الربح في التعامل مع الاحتلال. في عهد السنوار، ظهرت تكتيكات جديدة في التعامل مع الأسرى، ففي البداية أطلق أحد الحراس النار على أسرى إسرائيليين، ما أسفر عن مقتل أسير وإصابة أسيرتين، فأصدر المتحدث باسم الكتائب أبو عبيدة بيانا، ذكر فيه أن الحارس أطلق النار بدافع انتقامي بعد تلقيه نبأ استشهاد طفليه في أحد مجازر الاحتلال، موضحا أنه تصرف فردي لا يعبر عن أخلاقيات الحركة، محملا الكيان الإسرائيلي المسؤولية عن مثل هذه العمليات، نتيجة المجازر التي يرتكبها بحق سكان القطاع.

اللافت في الواقعة، هو إعلان القسام عنها، بما يعني أنها رسالة تحذيرية من إمكانية تكرار الحادث، ما مثل ضغطا جديدا على الاحتلال، استغلته القسام لمزيد من تأجيج الجماهير الإسرائيلية، ونشرت صورة للقتيل حملت عنوان «حادث مؤسف» وكتبت أسفل الصورة «وحشيتكم باتت خطرا داهما على أسراكم… الوقت ينفد».

ومن مظاهر التغير الحادث في ملف الأسرى، ما صرح به أبو عبيدة من صدور تعليمات جديدة للمقاومين المكلفين بحراسة الأسرى، بخصوص التعامل معهم حال اقتراب جيش الاحتلال من مكان احتجازهم، وأضاف أن إصرار نتنياهو على تحرير الأسرى من خلال الضغط العسكري، بدلا من إبرام صفقة، سيعني عودة الأسرى إلى أهلهم داخل توابيت، وعلى عوائلهم الاختيار إما قتلى وإما أحياء، ونشرت القسام صورة يظهر فيها مقاتل يحمل مسدسا، بينما يقبع أسير على الأرض، ومكتوب على الصورة «ضغط عسكري = موت وفشل. صفقة تبادل = حرية وحياة.

وإذا أضفنا إلى ذلك المقاطع المصورة التي تبثها القسام ويظهر فيها أسرى إسرائيليون قبل مقتلهم بالغارات الإسرائيلية، وهم يلقون اللائمة على حكومة نتنياهو، ويتحدثون عن تعرضهم للموت كل لحظة بسبب القصف، سنجد أننا أمام قدرة هائلة للقسام على إدارة ملف الأسرى، واللعب بأعصاب الاحتلال، والإمعان في تأجيج الشارع الإسرائيلي، الذي بالفعل زاد من فعالياته الاحتجاجية المطالبة بإبرام الصفقة وإقالة نتنياهو، فأصبح هناك نصف مليون إسرائيلي في الشارع يصعّدون ضد الحكومة الإسرائيلية.

التغيرات التي حدثت في عهد السنوار، تؤكد بقاء المقاومة على مسارها، وخلق مناخ انتفاضة جديدة، ويعقد الأوضاع في الداخل الإسرائيلي، ويزيد من خطر الهجرة العكسية للكيان، إضافة إلى أنه سيجبر ما يعرف بمحور المقاومة على الاستمرار في توجيه ضربات ضد الكيان، حتى لو كانت ضعيفة، والله غالب على أمره لكن أكثر الناس لا يعلمون.

إحسان الفقيه

https://alquds.co.uk/%d9%85%d8%a7-%d8%a7%d9%84%d8%b0%d9%8a-%d8%aa%d8%ba%d9%8a%d8%b1-%d9%81%d9%8a-%d8%a3%d8%af%d8%a7%d8%a1-%d8%ad%d9%85%d8%a7%d8%b3-%d9%81%d9%8a-%d8%b9%d9%87%d8%af-%d8%a7%d9%84%d8%b3%d9%86%d9%88%d8%a7%d8%b1

Ölümün Habercileri ..

Hayatın temposu hızla artarken, maddiyatçılık korkutucu bir şekilde insanları etkisi altına aldı. Bu sert hayat tarzı içerisinde, tüm canlıların, inançları ve yönelimleri ne olursa olsun, hemfikir olduğu büyük bir gerçeği unuturuz: ölüm. Bu, hatırlamaktan ve üzerinde düşünmekten kaçınamayacağımız bir gerçektir.

İlahi hikmet gereği, ölümün zamanı kullardan gizlenmiştir. Eğer insan, ölüm vaktini bilseydi, endişe içinde yaşayarak ölümü beklerdi. Bu durumda, hayat durur ve insanlar, yeryüzünde Allah’ın emri doğrultusunda varlık göstermeye ve evreni imar etmeye yönelik görevlerini yerine getiremezdi.

Eğer kul, ölüm zamanını tam olarak bilseydi, bu durum onun için isyan ve itaatsizliği hafifletir, ömrü boyunca sorumsuzca yaşamaya teşvik ederdi. Ölüm yaklaştığında ise tövbe eder ve işlerindeki yanlışları düzeltirdi. Ancak bu durum, yaratılışın amacına aykırıdır. Allah, “Cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım” buyurmuştur.

Ölüm, beklenen en yakın gerçektir ve gelen her şey yakındır. Ancak, ölüm yaklaşmadan önce Rabbimizin bize gönderdiği bazı uyarılar vardır. Bu uyarılar, bizleri gaflet uykusundan uyandırmak ve ölümün yakınlaştığını hatırlatmak için gelir.

Bu uyarıların ilki, çevremizdeki insanların ani ölümüyle gelir. Kaç tane sevdiğimiz, yakınımız, komşumuz veya arkadaşımız vardı ki, bizimle güler, geleceğine dair planlar yapar ve yarın için randevu ayarlarken, aslında kefeni çoktan dokunmuştu.

Bu ümmetin salihleri cenazelerden ibret alır ve bunların, sona eren bir hayatın ardından gelen yeni bir hayatı hatırlattığını anlarlardı. Ebû Hüreyre (ra), bir cenaze gördüğünde, “Devam et, biz de senin ardından geleceğiz” derdi. Hasan-ı Basrî (rh) ise bir cenazenin yanından geçtiğinde şöyle demiştir: “Ne büyük bir ders, ama ne kadar çabuk unutuluyor. Kalplerin diri olduğu bir zamana ne güzel bir öğüt olurdu. Fakat insanlar, sanki onu rüyada görmüş gibi toplu bir gaflet içindeler; bugünün ölüsü, yarının ölüsünü defnediyor.”

Bununla birlikte, aile üyelerinden birinin ölümü, özellikle anne-baba, kardeş, çocuk ya da eşin ölümü, en güçlü uyarılardandır. Her ev halkı, bir sevdiklerinin ölümüyle sarsılır ve bu, Allah’a yemin ederim ki, en etkili mesaj ve en açık uyarıdır.

Bu uyarılardan bir diğeri ise, insanın hastalanmasıdır. Eski bir bina nasıl ki duvarları çatlayıp yıkılmak üzereyken, o binanın sakinleri onu tamir etmeye ihtiyaç duyar, işte hastalık da böyledir. Allah, hastalıklarla kullarını uyarır ki, ölmeden önce tövbe etsinler ve hazırlıklı olsunlar. Hasan-ı Basrî şöyle der: “Kim aniden ölmezse, aniden hastalanır. Allah’tan korkun ve Rabbinizin ansızın gelişine hazırlıklı olun.”

İnsanlar, Muhammed bin Vâsi’yi ölüm döşeğinde ziyaret ettiklerinde, onlara son bir nasihat verdi: “Ey kardeşlerim, farz edin ki Allah’tan geri dönüşü istedik ve size bunu verdi, fakat bana vermedi. O zaman kendinizi kaybetmeyin.”

Ve saçlarda ve sakallarda beliren beyazlık, yani aklar, bu uyarılardan en belirgin olanıdır. Beyaz saçlar, insanın yaşlandığını ve ölümün hızla yaklaştığını gösterir. Bu durum, insanı geçmişiyle yüzleştirir, geleceğe dair düşünmeye zorlar ve kendini sorgulatarak, Allah ile olan bağını yenilemesine vesile olur.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Size düşünme melekesi verecek kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. O hâlde zulmedenlerin sığınacak bir yeri yoktur.” (Fatır 35:37). İbn Kesîr, bu ayetteki “uyarıcı”nın şiddetle karşılaştıklarında beyazlayan saçlar olduğunu belirtir.

Muaviye bin Ebî Süfyan’ın (ra) ölüm anı yaklaştığında, oturmak istedi ve oturtuldu. Allah’ı zikretmeye, tesbih etmeye başladı ve şöyle dedi: “Muaviye, şimdi mi Rabbini anıyorsun, gençliğin taze ve canlı olduğu zamanlar yerine? Sonra hıçkırarak ağladı ve şöyle dedi: ‘Ey Rabbim, bu günahkâr yaşlı adamı affet, bu katı kalpli adamı affet. Hatamı ört, yanlışlarımı bağışla. Senin rahmetinden başka kimseye güvenmedim.'”

Bir beyitinde şair şöyle der:
“Kınadığın bu beyaz saçları kına ile örtüyorsun,
Peki, Malik’ten (cehennem bekçisi) onu ateşten örtmesini isteyebilir misin?
Beyaz saçlar bir eve girdi mi,
O evden çıkmaz, ta ki ev sahibi de o evden çıkana kadar.”

Ölümden önce acele edin ve hazırlanın. Bugün çalışma ve hesap yok; yarın hesap var, çalışma yok. Kendime ve size, Peygamber Efendimiz’in (sav) tavsiyesini hatırlatıyorum: “Dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi ol.” (Buhari).

Allah’tan bizi iman üzere öldürmesini ve ölümü bizim için her türlü kötülükten bir rahatlık kılmasını niyaz ediyoruz. Allah, işinde galip olandır; fakat insanların çoğu bunu bilmez.

Yazar: İhsan el-Fakih

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
10.09.2024 OF

لقرائة أصل المقالة بالعربية يمكنكم أن تظغط علي
Yazının Arapça Aslı İçin:
👇
https://search.app/7PgHuqqxapQmJjA3A

Karakaşi-Kapani Kavgası ..

Karakaşi-Kapani Kavgası ve Türkiye’nin Siyasi Hayatına Etkileri

Gazetecilik bilinmeyenleri yazmaktır. “Çevir kazı yanmasın” türünden yazı yazmak; yani devamlı surette aynı bilgileri okuyucuya baygınlık verecek şekilde dile getirmek değildir. Bağlı olduğu medya kuruluşunun ideolojik yapısı doğrultusunda tavır belirlemek ve yazı yazmak yazarlarımızın vazgeçemediği türden bir hastalıktır.

Ne var ki; ülkemizdeki güç odakları ve özellikle de Sabetay Yahudileri, medyaya hakim olduklarından “bilinmeyenleri yazmak” oldukça netameli bir iştir. Bu nedenle düşünce ufkumuza yeni hiçbir şey katmayan bu yazarları okumak zorunda kalan insanlarımıza acımamak elde değildir.

Hükümet içinde de oldukça güçlü olan bu gizli Yahudiler, sırları açığa çıkmasın diye her türlü fena yola tevessül etmektedirler. Hatta Sabetaycılığın 2 ana kolu olan Karakaşi ve Kapani grupları; yüzyıllarca süren ve halen de devam eden bir kavganın içinde olduğu halde; bundan kimsenin doğru dürüst bir haberi bile yoktur.

O halde boş lakırdılara benzeyen çoğu zaman magazin sınırlarını aşmayan medya mensuplarının ilgilendiği konuların dışına çıkıp bilinmeyenleri yazmaya çalışacağız. Bu sayede Türkiye’nin siyası hayatının nasıl şekillendiği daha güzel anlaşılacaktır.

Bu arada yazılarımın uzunluğu yüzünden peşinen özür diliyorum. Çünkü mana bütünlüğünü bozmamak adına ve ancak haftada üç defa yazabildiğim için; böyle uzun yazılarla karşınıza çıkıyorum. Eğer haftalık yazı sayım arttırılırsa daha kısa yazıları bulabileceksiniz…

Osmanlı Devletinin son yüzyılında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin çok büyük bir bölümünde; aslen Yahudi olduğu halde Türk isimlerini kullanan ve Müslüman gibi görünen Sabetaycı Aşiretler söz sahibi olmuşlardır. Bu aşiretler arasında çok ciddi kavgalar da olmuştur. Örneğin Kapani grubunun Karakaşilere karşı tasfiye hareketinden bir tanesi “İzmir Suikastı” bahanesi ile gerçekleştirilen idamlardır.

Takriri sükun kanunları nedeni ile kimsenin sesini çıkaramadığı “İzmir Suikastı Mahkemeleri” Türkiye’nin siyasi hayatını derinden etkilemiştir. Uzun yıllar tek partili bir yönetim sorunu yüzünden özgürlükler daima askıya alınmıştır. Fakat bu konuda neredeyse ciddi hiçbir çalışmaya rastlanılmaz.

Halbuki bu suikast yargılaması; teşebbüs aşamasına dahi geçmediği halde devrin en önemli siyasetçilerinin idamı ile sonuçlanmıştır. Osmanlı Devletinin bakanlarının da yer aldığı bu idamlıklar siyasi yaşamımızı derinden etkilemiştir.

Bu mahkemede yargılanan ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Başkanı Kazım Karabekir’de idam edilecek idi. Lakin bazı subaylar, mahkeme salonuna silahlı olarak girip mahkeme başkanı hakkında “Kel Ali, Kel Ali…” şeklinde tempo tutarak slogan atmaları yüzünden; idamdan kurtulmuştur. Fakat sonuçta diğer muhalif Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticilerinin de tasfiye edilip bir kısmının idam edilmesi ve önemli kişilerin de yurt dışına kaçmaları yüzünden Karabekir; yıllarca ev hapsine tutulmuştur.

1926’daki bu mahkemede tutanakları incelediğimizde çok ilginç sonuçlara ulaşabiliyoruz. Örneğin Osmanlı’nın Maliye Bakanı Cavid Bey sorgulanırken kendisine İzmir Suikasti ile ilgili ciddi bir soru sorulmadığı halde bu suçla alakalı olarak idam edilmek durumunda kalmıştır. Çünkü İttihat Terakkiden kalma temizlik operasyonları,yıllarca sonra yeniden benzer şekilde devam ediyordu. Askeri otoriteyi büyük ölçüde eline geçirmiş olan Kapani Sabetaycılar; Karakaşi olan diğer Sabetaycıları mahkeme kararları ile ortadan kaldırıyorlardı.

Mahkemede sorulan sorular bu açıdan çok önemlidir: Çünkü suikast olayı ile hiç alakası olmadığı halde “Niçin İttihat ve Terakki Partisini tekrardan kurmaya çalıştığı” ve “Neden Parti Tüzüğü hazırladığı” gibi absürt sorular sorulmuştur. Ayrıca Mahkeme Başkanı Kel Ali tarafından sanki yapılamazmış gibi “hazırladığınız parti tüzüğü neden Halk Fırkasının tüzüğü gibi 9 maddeden oluşuyor?” diye; asıl gayeye yönelik yani parti kapatmaya yönelik sorular sorulmuştur. Unutmayalım ki mahkeme başkanı Kel Ali (Ali Çetinkaya), Halit Paşa isimli milli mücadele kahramanı bir generali; hem de Meclis’te öldürmüş ve kayıtlara bu şekilde geçmiş birisidir.

ÖNE ÇIKAN VİDEO

Elbette takriri sükun kanunlarının geçerli olduğu bu dönemde; mahkemeden adil bir karar çıkması beklenmezdi. Mahkeme başkanı olan zatın bir katil olmasının da ayrı bir önemi vardı. Zira bir parça hukuk altyapısı olan bir kişi teşebbüs aşamasına dahi geçmemiş bir iddia yüzünden; 13 kişiyi idam etmezdi.

Bu mahkemede idam edilenlerin tamamı Sabetaycı ve Karakaşi değildi. Fakat Kapani grubunun muhalifleriydi ve devleti ele geçirmek için kıyasıya savaşan iki gruptan birisine siyasi destek verdikleri için suçlanıyorlardı. Zira Meclis kürsüsünden “ihtimaldir ki bazı kelleler kesilecektir” nutukları atılabilen; olağanüstü bir dönem yaşanıyordu.

İzmir Suikastı bahanesi ile toplanan fakat asıl gayesi muhalif bir partiyi suçlayarak kapatmak amacında olan İstiklal Mahkemesi, 26 Haziran 1926’da duruşmalara başladı. Bir hafta içinde elliden fazla kişi tutuklanarak İzmir’e gönderildi. 12 Temmuz’da son savunmalar alındı. 13 Temmuz Salı günü, öğleye doğru, duruşmaların yapıldığı Elhamra Sinemasında Kel Ali, kararı okumuştu.

Kararda; 15 kişinin idamına hükmedilmişti. Bunlardan Kara Kemal ve eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey yakalanamamıştı. Asılarak idam edilenler ise şunlardı: Eski Bakan Cavid Bey, Dr. Nazım Bey, Şükrü Bey, Gürcü Yusuf, Ziya Hurşit, Laz İsmail, Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Bey, Rüştü Paşa, Abidin Bey, İstanbul Mebusu İsmail Cambolat, İttihat ve Terakki Genel Sekreterlerinden Nail Bey ve Albay Rasim Bey vardı.

Nail Bey idam sehpasına giderken “Bu bize Tevfik Rüştü’nün oyunudur” demiştir. Bu durum akla bazı soruları getirmektedir. Çünkü tek parti döneminin uzun süre Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan Tevfik Rüştü Aras’ın, idam edilenler yani Karakaşi grubuna mensup bir Sabetaycı olduğu halde; Kapanilerle birlikte hareket ettiği anlaşılmaktadır.

İzmir Suikastı örneğinden anlaşılacağı üzere Sabataycı aşiretler, kendi aralarında birbirlerini idam edecek derecede şiddetle çekişebiliyordu. İşte bu büyük menfaat kapışması, ikbal hırsı ile birleşince akıllara durgunluk veren siyasi idamlar ortaya çıkmaktadır. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardında yatan gerçeklerden bir tanesi de budur. Yine bir Kapani grubu, yine Karakaşileri darbe ve idamlarla tasfiye etmiş; daha önemlisi yüzyıllık rakiplerinin gözlerini korkutmuşlardır.

İşin ilginç yanı resmi tarih ve darbeler incelenirken bu Karakaşi-Kapani kavgası daima es geçilip üzerinde hiç durulmamıştır bile. Çünkü “kol kırılır yen içinde” misali, bu kavga daima kamuoyundan gizlenmiş; bu sırları ortaya çıkaranların başı beladan kurtulamamıştır. O halde 27 Mayıs 1960 darbesine bir parça odaklanarak Türkiye’nin siyasal hayatına ne derece önemli etkileri bulunduğunu anlamaya ve çözmeye devam edelim. Zira gazetecilik bunu gerektirir.

Adnan Menderes, Başbakan olur olmaz Ezanı Muhammediyi yeniden ihya ettiği için İslam kahramanı olmuştur. Bunun bedelini şehit olarak idam edilerek ödemiştir. Fakat onun şanlı ve övgü dolu hayatı, Sabetaycı bir ailenin çocuğu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Keşke diğer Sabetaycı çocuklarda bu zatı örnek alıp gerçek bir İslam fedaisi gibi örnek bir hayat yaşasa. Fakat çoğu Sabetay çocuğu; dinsiz olarak yaşamakta ve ailelerinde gördükleri iğrenç hayat tarzını da benimseyerek dünyayı kendilerine hem de Müslümanlara zindan etmektedirler. İntihar olayları bu Sabetaycı grupların hepsinde çok yüksektir.

Özellikle “mum söndü” gibi gayri ahlaki davranışları görüp ideal aile yaşamını sürdürmek çok güçtü. İşte diğer Sabetaycı gruplardan çok farklı bir hayat tarzı yaşayan Berrin-Adnan Menderes çifti; iki yüzlü yaşam biçiminden uzaklaşarak halkımızın değerlerine yönelmiş ve ekonomik, siyasi, kültürel hayatımıza çok büyük katkılar sunmuştur.

1924 sonrasında Türkiye’nin siyasi hayatında etkili olanlar; Kapani grubundan olan kişilerdi. Fakat 11 Kasım 1938’den sonra siyasette aktif olan Karakaşiler olmuştur. Örneğin Kazım Karabekir’in ev hapsine son vererek CHP milletvekili olarak meclise girmesi sağlanmıştır. Ayrıca uzun yıllar görev yapan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, görevden alınıp yerine Mehmet Şükrü Saraçoğlu atanmıştır.

En büyük değişiklik 1942’de çıkarılan “Varlık Vergisi” kapsamında “D harfi ile damgalanan” ve ağır vergi ödemek zorunda kalan Sabetaistlerin önemli bir kısmı Kapani grubundandır. Bu durum bazı Kapani grubundan olan Sabetaycıların neden İsmet İnönü’ye düşman olduğunu bir parça izah etmektedir.

Aynı şekilde 1946’da Demokrat Partiyi kuranlar arasında da Kapanilerin ağırlıkta olduğu görülmektedir. Partinin kurulmasına büyük destek veren Tevfik Rüştü Aras’ı ve Damadı olan Fatin Rüştü Zorlu’yu görmekteyiz.

CHP’ye karşı siyasi mücadele vermeye başlayan ve Demokrat partide ağırlığını koyan Kapaniler, 1951’de Atatürk’ü koruma kanununu çıkarmaya da muvaffak olmuşlardır. Fakat 27 Mayıs 1960’da Demokrat Partiyi indiren bu sefer Karakaşi grubu olmuştur.

Kısaca söylemek gerekirse Türkiye’nin siyasi hayatı 1924’ten 1950’ye kadar tek partili bir dönem sürmüş ve önce Kapanilerin sonrasında da Karakaşi grubun etkisine girmiştir. Çok partili hayat ile birlikte bu sefer ABD’nin destek ve yardımı ile Karakaşi-Kapani çatışması tekrar şiddetlenmiş yönetim dönem dönem bir o tarafın bir bu tarafın etki altına girmiştir.

Bu çatışma mason localarına da sıçramıştır. Aynı Sabetaycılar gibi faaliyetlerini gizli olarak sürdüren Masonlar, yurt dışındaki İslam düşmanları ile de işbirliği içindedir. Bununla birlikte Hristiyan, Yahudi ve daha bir çok farklı etnik ve dini kökenli insanlara da hizmet etmektedirler. Günümüzde bunlara ilave olarak bir de FETÖ örgütü aralarına katılmıştır. Sabetaycı ve Fetocular, Masonların değişik localarına kayıt yaparak ülkemizin siyasi hayatını gizli yollarla etkilemeye devam etmektedirler.

Ülkemizde dört farklı Mason teşkilatı bulunduğu tahmin edilmektedir. Bunların bir kısmı “kainatın yüce mimarı” diyerek tanrı’ya inanmayanları üye kabul etmemektedir. Diğer bir kısmı ise ateist veya agnostiktir. Bunlar arasında da geçimsizlik, kavga, çekişme vardır. İşte ülkemiz siyasetçileri onların bu kavgası sayesinde bir parça nefes almaktadır. Eğer bunlar birleşip ortak hareket etmiş olsa idiler; gerçekten de işimiz çok zor olacaktı.

Sabataycıların Yakubiler grubunun genellikle Kapancılara karşı Karakaşileri destekledikleri gözlenmektedir. Türkler arasına karışarak büyük ölçüde asimile olan bu grubun niçin bu şekilde hareket ettiği üzerinde çalışmalar yapılması gerekir. Elbette en güzeli Yakubilerden birisinin çıkıp meseleyi izah etmesidir. Lakin böylesi bir çalışma büyük cesaret ister. Sabetaycıların derin sırlarına vakıf olan kişilerin yapacağı ve vatanperverlik gerektiren cinsten işlerdir. Bunu beklemek ise ham hayaldir. Biz ise sadece kamuoyuna yansıyan ve kayıtlara geçen bilgilerden yararlanarak bazı analizler yapabiliyoruz.

Türkiye Sabataycıları arasında kapalı kapılar ardında gizli toplantılar yapıldığı ortaya çıkmakta ve bu konuda duyumlar alınmaktadır. Karakaşi-Kapani-Yakubi gruplarının ileri gelen zenginleri; anlaşmaya ve özellikle de ABD’den gelen baskılar nedeni ile Ak Parti hükümetine karşı ortak tavır almaya çalıştığı gözlenmektedir. 15 Temmuz 2016 darbesine halkın direnç göstererek karşı çıkması, yeni bir yapılanmaya ihtiyaç göstermektedir.

Artık gizli yollardan ülke yönetimini ele geçirme imkanı kalmayınca “kavgayı bırakıp işbirliği yapma kararı” kendileri açısından önem kazanmıştır. Bu duruma karşı hükümetin uyanık olması ve Sabetay Yahudileri üzerinde akademik çalışmalar yapılması için YÖK’ü ve üniversiteleri uyarması gereklidir. Keza bu konuda araştırma yapması gereken kamu kurumlarının da üzerlerine büyük görev düşmektedir.

Eğer bunu yapmazlar ise; gizli olarak faaliyet yürüten ve ülkemize onarılması zor zararlar veren bu Sabetaycı grupların yaptıkları fenalıklar, artarak devam edecektir, vesselam…

Vehbi Kara / Emekli Deniz Subayı

Seyyid Kutub’u Neden Seviyorum?

Çünkü, göğsümde düğümlenip kalan ve zihnimde yoğunlaşan, ifade edemediğim pek çok şeyi dile getirdi. Onları Seyyid’in kalemiyle yazılmış olarak karşımda buldum. O, kalbimin sırlarını benden daha iyi ifade edebildi ve kendimle konuşmamı anlamamı sağladı.

Seyyid’i seviyorum çünkü beni Kur’an’ın gölgesinde yaşamaya yönlendirdi. “Bu, sadece tadına varanların bildiği bir nimettir .. Ömrü uzatan, bereketlendiren ve arındıran bir nimet.” Allah’ın, insan olarak, yaratıcı büyük Allah’ın kelamıyla bana hitap etmesinden ve O’nun sözlerini okuyabilmemden, ezberleyebilmemden, yazabilmemden ve tefsir edebilmemden daha büyük bir nimet olabilir mi?

Seyyid’i seviyorum çünkü beni zaman makinesine soktu ve kendimi “eşsiz Kur’an nesli” ile birlikte buldum. Bu neslin neden farklı olduğunu, bu büyük mesajı ufuklara taşıyacak liyakata nasıl sahip olduklarını anladım. Defalarca sahabe hayatlarını okudum ama Seyyid’in zaman makinesi beni onlarla beraber yaşamaya götürdüğünde, aklım ve kalbimle bu nesille yaşamayı başardım.

Seyyid’i seviyorum çünkü ondan iman üstünlüğünün ve İslam gururunun anlamını öğrendim. Onu okuduktan sonra anladım ki bu dini anlamaya ne kadar derinlemesine dalarsam, kendime olan güvenim o kadar artıyor ve cahiliyenin yeryüzünde kaynadığını ve halkının küçük ve cılız ilgilerinin ne kadar değersiz olduğunu o kadar net bir şekilde anlıyorum.

Seyyid’i seviyorum çünkü onunla Müslüman kimliğimi keşfettim; küçük işlerden arınan ve inancıyla başkalarından ayrılan bir kimlik… Anladım ki ben kaybolmuş insanların sürüsüne değil, Adem’den Nuh’a, Muhammed’e kadar ve binlerce elçiyle bu yüce yolda yürüyen en üstün ve büyük insanlara aidim. Onlardan sonra ise tarihteki en iyi nesle, sahabelere, insanların içinden çıkarılmış en hayırlı ümmete aidim. Bu aidiyetle, Seyyid ile birlikte “Müminin akidesi onun vatanıdır, kavmidir, ailesidir… Ve böylece insanlar yalnızca ona odaklanırlar, hayvanların otlak ve sürü için toplandığı gibi değil!” anladım.

Bu kimlik ile diğer aidiyetler arasında belirgin ve net bir çizgi olduğunu öğrendim, ne bir köprü, ne de gri alanlar var. “(Sizin dininiz size, benim dinim bana)” Yarı yolda buluşma yoktur, ne kadar cahiliye İslam örtüsüne bürünse ya da bu başlığı iddia etse bile. “Cahiliye, cahiliyedir; İslam ise İslam. Aralarındaki fark büyük, ve yol cahiliyeden bütünüyle çıkıp bütünüyle İslam’a yönelmektir.”

Seyyid’i seviyorum çünkü onunla Allah’ın kelimesinin en yüce olması ve dinin bütünüyle Allah’a ait olması anlamını öğrendim. “Kendisinden önceki kitabı doğrulayan ve onu koruyan” anlamını anladım. İslam, insanların ruhlarında ve kalplerinde etki yaratmak için fırsat arayan bir din olarak gelmedi; o, hakim olmak ve hükmetmek için geldi. Allah’ın kelimesi en yüce olmalı, dinin otoritesi hakim olmalı ve tüm cahiliye adetleri ayaklar altında olmalıdır.

Seyyid’i seviyorum çünkü onunla İslam’ın evrenselliği anlamını ve alemlere rahmet anlamını öğrendim. Seyyid’den önce bu evrenselliğin anlamını en fazla, Hristiyan misyonerler gibi ya da Tebliğ Cemaati usulüyle her türlü yönetim altında herkese barışçıl bir davet olarak anlıyordum. Ama Seyyid’den sonra anladım ki İslam, yalnızca bir ülke için değil, birden fazla ülke için değil, tüm dünyada yayılana kadar durmayan bir otorite olarak gelmiştir.

Seyyid’i seviyorum çünkü onunla bu dinin hayatın her alanındaki mutlak referansını öğrenip hazmettim. Bize kitap ve sünnetin referans olduğunu öğrettiler, ama biz onların sadece abdest, namaz, evlilik ve boşanma gibi konularda referans olduklarını düşündük. İbrahim Peygamber’in “De ki: Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir” sözünün anlamını, Seyyid’in bana bu dinin en yüce otoritesinin ne olduğunu gösterene kadar anlayamadım.

Seyyid’i seviyorum çünkü ondan öğrendim ki doğru inanç sadece teorik metinler değil, gerçek sonuçları ve duygularda, sözlerde, davranışlarda ve tutumlarda yansımasıyla birlikte gelir. Ondan saf tevhidin sadece sözlü bir ezber olmadığını, Allah’tan başka her şeyden tamamen kurtulmak olduğunu öğrendim. Bu yüzden neden şehitlerin efendisinin zalim bir yönetici karşısında hak sözü söyleyen kişi olduğunu anladım, çünkü bu makamda hak sözü söylemeye karar veren kişi, Allah’tan başka hiçbir şeyin önemi olmadığını ve hiçbir güç ya da irade olmadığını kesin bir şekilde anlamalıdır.

Seyyid’i seviyorum çünkü ondan öğrendim ki gerçek özgürlük, Locke veya Hobbes’un özgürlüğü değil, Allah’tan başka her şeyden kurtulmak demektir. Seyyid’den öğrendim ki şehvetlere, arzulara ve insan kanunlarına boyun eğmek özgürlük değil, ne kadar süslü ve güzel görünüyor olursa olsun, başka bir tür köleliktir.

Seyyid’i seviyorum çünkü ondan öğrendim ki gerçek adalet, ancak Allah’ın şeriatıyla olabilir; hiçbir insan yasası göklerin adaletine denk olamaz. Dünyanın en tarafsız hukuk sistemlerinde bile yargıçlar ne kadar gayret edip adaletle karar verirlerse versinler, onların hükmettikleri kanunlar insan yasalarıdır ve göklerin adaletiyle kıyaslanamaz.

Seyyid’i seviyorum çünkü ondan öğrendim ki zalimlere küçümsemek gerektiğini ve onların gücünün aslında sadece kendilerine “halk” denilen koyun sürüsünün zayıflığından kaynaklandığını fark ettim. “Zalim aslında güç ya da otorite sahibi bir birey değil; gerçekte, ona sırtını veren, boynunu uzatan, başını eğen ve onurundan ve haysiyetinden vazgeçen cahil ve itaate alışmış kalabalıklardır.”

Bunu, Seyyid’in kişiliğinde gördüm; hakim ona “Nasır’ı öldürmeye teşebbüs etmekle suçlanıyorsun” dediğinde, “Nasır’ı öldürmek küçük bir hedeftir. Biz, Nasır gibilerin çıkmadığı bir millet inşa etmeyi hedefliyoruz” cevabını vermiştir.

Seyyid’i seviyorum çünkü ondan bu dine ve onun getirdiklerine gurur duymayı öğrendim ve bazı Müslümanların savunma ve utanma eğilimlerini, yenilgi psikolojisini küçümsedim. “İslam’da utanılacak hiçbir şey yoktur, savunmak zorunda kalacağımız bir şey yoktur, başkalarına gizlice yaklaştıracağımız bir şey yoktur, ya da onun gerçeğini açıkça söylemekte tereddüt edeceğimiz bir şey yoktur.”

Seyyid’i seviyorum çünkü bu dinin insanlara bir rehber olduğunu, insan kapasitesiyle ele alındığını öğrendim. Bu, gerçekçi bir metodoloji; onu uygulamak, yaymak ve uğrunda cihat etmek bizim sorumluluğumuzdur, bizim çabamızla ve insan kapasitemizle. Peygamber Muhammed (sav) bile mucizelerle değil, kendi cihadı ve arkadaşlarının cihadıyla zafer kazandı. Mekke’de on üç yıl bekledi, Uhud’da başına gelenlerle yüzleşti, Hendek’te kuşatıldı ve Huneyn’de ordusu neredeyse bir felaketle karşılaştı.

Allah’ın kelamı üzerine Seyyid’in yorumunu okuduğumda neşelenir ve yüksek bir semada uçuyorum: ” Düşmanınıza iki mislini verdirdiğiniz kayıp kendi başınıza gelince “Bu nereden başımıza geldi?” mi diyorsunuz? De ki: “O, kendinizdendir.” Doğrusu Allah her şeye kadirdir.” (Al-i İmran, 3:165).
Ve biliyorum ki biz de diğerleri gibi Allah’ın yasalarına tabiyiz; Müslümanlar için Allah’ın yasalarından bir istisna yoktur. (Allah’ın yasasında bir değişiklik bulamazsın, Allah’ın yasasında bir sapma bulamazsın.) Seyyid’i seviyorum çünkü o, yumuşaklığı ve yenilgi ruhunu reddediyor ve Müslümanın her durumda üstün bir ruh haliyle hareket etmesini istiyor. Çünkü “Bu dinin fıkhı, kitaplar ve soğuk kağıtlarla uğraşanlardan alınamaz” ve “Kolay bir davayı her zayıf üstlenebilir, ancak zorlu ve çetin bir davayı sadece güçlüler üstlenir ve sadece en sağlamlar başarabilir” dediği için. “Cihadın bedelini ödemeyen, oturmanın bedelini ödeyecektir” dediği için. Ve “Eğer İslam’ın etkili olması isteniyorsa, İslam’ın hükmetmesi zorunludur; bu din, manastırlara ve tapınaklara çekilmek ya da kalplerde ve vicdanlarda saklanmak için gelmedi” dediği için. Ve “Abdestin bozulması konusunda fetva isteyen, ancak İslam’ın bozulması konusunda fetva istemeyen Amerikan tarzı bir İslam” isteyenlere karşı olan öfkemde Seyyid’in beni nasıl rahatlatmış olduğunu düşünüp anladım.

Seyyid’i seviyorum çünkü onun sertliği, ciddiyeti, meydan okumaları ve kararlı inatçılığına rağmen, İslam çerçevesinde sevgi anlamları üzerine duygusal yorumlarında olağanüstü bir zarafet vardı. Peygamberimiz (sav)’in Hatice ve Aişe’ye olan sevgisi, sahabelerine olan sevgisi, ifk hadisesiyle başa çıkması, Cüveyriye ile evliliği, kızı Zeynep’e karşı olan yumuşaklığı ve Ebu’l-As olayında nasıl davrandığı üzerine yaptığı yorumlarla beni çok etkiledi.

Seyyid’i seviyorum çünkü onun cihat, savaş, izzet ve üstünlük anlamları üzerine konuşması zihninizi ele geçirirken, manevi terbiye üzerine yaptığı konuşmalar kalbinizi fetheder, duygularınıza hâkim olur ve ruhunuzu huşu içinde dalgalandırır; tasavvufun manevi halleri veya ariflerin vecdi gibi şeylere ihtiyaç duymazsınız. Seyyid’in, tasavvufun safsata ve hurafelerinden, mutezilenin kuruluğundan arındırılmış, saf sünnî metodu ruhani olarak benim için nasıl bir uçuş yaşattığını itiraf ediyorum. “Medaricu’s-Salikin” ve “İhya-u Ulumi’d-Din” kitaplarını seviyorum, ama bu kitaplar beni Seyyid’in ruhani uçuşları kadar etkileyemiyor.

Seyyid’i seviyorum çünkü en zor tevazu türünü, yani entelektüel tevazuyu başardı; sürekli olarak müftü veya ilmî bir otorite olmadığını tekrarladı ve “Fi Zilalil Kur’an” kitabını tefsir olarak nitelendirmeyi reddetti, böylece şer’i bir otorite sorumluluğunu üstlenmek istemedi. Sonrasında ise, önceki yazılarında sahabelerden bazılarına yönelik aşırılık ve edebi anlamlardaki rahatlığı konusunda geri adım atarak tevazuyla hakikate döndü ve hayatının sonunda önceki kitaplarına bakılmamasını, İslam’ın saflığı konusunda net bir görüş edinmeden önce yazdıklarının dikkate alınmamasını tavsiye etti.

Seyyid’i seviyorum çünkü o, üstünlük, direniş, izzet ve onurun, manevi yönlerin örneğiydi. “Allah ile çalışmaktan dolayı özür dilemeyeceğim” ifadesi beni etkiliyor. “Namazda Allah’ın birliğine şehadet eden işaret parmağı, zalim bir hükümdarın hükmünü kabul eden bir kelime bile yazmaz.” ifadesi de beni etkiliyor. “Neden merhamet dileyeyim? Hak ile hüküm giydiysem, hak hükmünü kabul ederim; batıl ile hüküm giydiysem, batıldan merhamet dileyecek kadar küçük değilim.” ifadesi de beni etkiliyor. “Şehit, Allah’ın kanununun kendi hayatından daha değerli olduğunu ispatlayan kişidir.” ifadesi de beni etkiliyor. İdam edileceği zaman saray alimi ona kelime-i şehadet telkin ettiğinde “Beni buraya getiren ‘La ilahe illallah’ değil mi?” ifadesi de beni etkiliyor. Allah aşkına, davası uğruna Rabbi ile buluşmayı arzulayan kişinin iman gücünden, sağlam psikolojisinden ve davasına olan bağlılığından şüphe eden birisi olabilir mi?

Ve son olarak, onu seviyorum çünkü kendisini isimlendirmeden geleceğini öngördü; “Bin yıl yaşasa bile davasına hizmet edemeyecek nice şehit var ki, davasını şehitliği ile savundu.” dedi. “Eğer beni öldürürlerse, kelimelerim daha güçlü olacak.” dedi. “Fikirlerimiz ve kelimelerimiz, uğrunda ölene veya onları kanla besleyene kadar cansız kalır; o zaman dirilirler ve yaşayanlar arasında yaşarlar.” dedi.

Onu seviyorum çünkü kendisini ünlü şiiri “Kardeşim, sen duvarların ardında özgürsün” ile övdü; “Allah bizi davası için seçti ve biz de onun yolunda yürüyeceğiz” dediği şiirinde, “Bizden bir kısmı, vaat edilen vakitte ölmeyi seçti ve bir kısmı da sözünü yerine getirmek için hayatta kaldı…”

Ve Allah onun gözünü aydınlattı; yeryüzünü dolduran ve cahiliye liderliğini şaşırtan bütün cihad hareketlerinde büyük bir rol oynadı… Ve Allah emrinde galip olandır; ancak insanların çoğu bunu bilmez…

Yazar: İhsan el-Fakih

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
08.09.2024 OF

لماذا أُحبّ سيد قطب؟!

لأنه تحدث بكثير مما تحشرج في صدري، وازدحم في ذهني، وعجزتُ أن أُخرجه، فوجدته مكتوبا أمامي بقلم سيد..
فكان أقدر على البوح لي مني بأسرار قلبي وتمكيني من فهم حديثي لنفسي.

أحب سيدا لأنه هو الذي أخذ بيدي للعيش في ظلال القرآن، “فأدركتُ أنها نعمة لا يعرفها إلا من ذاقها..نعمة ترفع العمر وتُباركه وتزكيه”. وأيّ نعمة أكبر من أن يخاطبك الله الخالق العظيم بكلامه هو، ويمكنك من تلاوته وحفظه وكتابته وتفسيره، وأنت البشر الضعيف.

أحب سيدا لأنه أدخلني آلة الزمن، فوجدت نفسي مع “جيل قرآني فريد”، وأدركت لماذا تميز هذا الجيل، ولماذا كان أهلا لأن يحمل هذه الرسالة العظمى للآفاق. وكم مرة قرأت سيرة الصحابة فلم أتمكن من العيش بوجداني وروحي وقلبي وعقلي مع هذا الجيل بمثل ما نقلني سيد في آلته الزمنية.

أحب سيدا لأني تعلمت منه معنى استعلاء الإيمان وكبرياء الإسلام،
وأدركت -بعد قراءتي له- بأنني كلما استغرقت في فهم حقيقة هذا الدين مقابل مناهج البشر التائهين كلما ارتفعت هامتي وترسخت ثقتي بنفسي وأحسست بيقين “أنني أنظر من علو إلى الجاهلية التي تموج في الأرض، وإلى اهتمامات أهلها الصغيرة الهزيلة.”

أحب سيدا لأنني اكتشفت به هويتي كمسلمة ترتقي عن الصغائر وتتميز عن البقية بعقيدتها التي لا يقارن بها أي انتماء..
علمت أني لا أنتمي إلى قطيع البشر الضالين، بل لمسيرة طويلة كان فيها أرقى البشر وأعظمهم منذ آدم إلى نوح إلى محمد مرورا بآلاف الرسل الذين كرمهم الله بالوحي والرسالة. وأنتمي بعدهم إلى أفضل جيلٍ مرّ على التاريخ، جيل الصحابة، خير أمة
أخرجت للناس، ونِعم الفخر ونعمت الكرامة.

بهذا الإنتماء أدركت مع سيد أن “عقيدة المؤمن هي وطنه، وقومه، وهي أهله.. ومن ثم يتجمع البشر عليها وحدها، لا على أمثال ما تتجمع عليه البهائم من كلأ ومرعى وقطيع وسياج !”
وعلمتُ أن الخط الفاصل بين هذه الهوية والإنتماءات الأخرى خط واضح وعزل بائن لا برزخ فيه ولا مناطق رمادية
“(لكم دينكم ولي دين) ولا أنصاف حلول، لا إلتقاء في منتصف الطريق، مهما تزيّنت الجاهلية بزي الإسلام أو ادَّعَت هذا العنوان.
“إن الجاهلية جاهلية، والإسلام إسلام، والفارق بينهما بعيد، والسبيل هو الخروج عن الجاهلية بجملتها إلى الإسلام بجملته.“
أحب سيدا لأنني فهمت معه معنى أن تكون كلمة الله هي العليا، ومعنى أن يكون الدين كله لله، ومعنى “مصدقا لما بين يديه من الكتاب ومهيمنا عليه”..
لم يأت الإسلام ليتسول الفرصة للتأثير في النفوس والقلوب بل جاء ليحكم ويسيطر ويهيمن وتكون كلمة الله هي العليا وسلطة الدين هي المهيمنة وقوى الجاهلية كلها تحت الأقدام.
أحب سيدا لأنني من خلاله عرفت معنى عالمية الإسلام، وعرفت معنى رحمة للعالمين.
لقد كان غاية فهمي لهذه العالمية -قبل سيد- أن الإسلام دعوة سلمية لكل البشر تحت أي حكم كان على طريقة التبشير المسيحي أو جماعة التبليغ، لكنني -بعد سيد- أدركت أن الإسلام جاء ليكون سلطة كاملة شاملة، لا لقطر واحد، ولا بضعة أقطار، بل حكما ممتدا لا يتوقف حتى لا يبقى بيت مدر ولا وبر إلا ودخله بعز عزيز أو بذل ذليل.

أحب سيدا لأنني تشربت معه المرجعية المطلقة لهذا الدين في كل حياة الناس. لقد علمونا أن الكتاب والسنة هما المرجع لكننا ظننا أنهما مرجعية الوضوء والصلاة والزواج والطلاق، ولم أدرك معنى كلام نبي الله إبراهيم “قل إن صلاتي ونسكي ومحياي ومماتي لله رب العالمين” حتى دلني سيد على مفهوم الحاكمية العليا لهذا الدين، ومنها دلني على المرجعية الشاملة في كل شيء، في حياة الفرد والمجتمع والدولة والعالم، فلا فرصة لأي شيء في الحياة إلا بالله ولله وعلى المنهج الذي يرضي الله.
أحب سيدا لأنني تعلمت منه أن العقيدة الصحيحة ليست نصوصا نظرية دون مقتضياتها الحقيقية، ودون تمثلها في الشعور والكلام والسلوك والمواقف. وتعلمت منه أن التوحيد الخالص ليس في تلقين لفظي، بل هو في التحرر الكامل من غير الله. وهنا أدركت لماذا سيد الشهداء هو من يقول كلمة الحق أمام سلطان جائر، ذلك لأنه في هذا المقام لن يعزم على قول كلمة الحق إلا وقد تيقن حقيقة أن لا هيبة إلا لله، ولا قدرة ولا إرادة إلا لله، وهنا التحقيق المثالي للتوحيد.
أحب سيدا لأني تعلمت منه أن الحرية الحقيقية ليست حرية (لوك ولا هوبز) بل هي التحرر من كل شيء إلا الله،
وتعلمت من سيد أن الخضوع للشهوات والهوى والخضوع لتشريع بشري ليس تحررا بل هو نوع آخر من العبودية
مهما زركشوه وجمّلوه.
أحب سيدا لأني أدركت أن العدل الحقيقي لن يكون إلا بشريعة الله التي لا يوازيها أي قانون من شرائع البشر. ومهما اجتهد القضاة وتجردوا في العدل بين المتخاصمين في أنزه أنظمة القضاء في العالم فالقانون الذي حكموا به قانون بشري لا يقارن بعدالة السماء.
أحب سيدا لأني تعلمت منه أن أحتقر الطغاة، وأدركت أن قوتهم لم تأت إلا من ضعف القطيع الذي يسمى شعبا،
“وما الطاغية إلا فرد لا يملك في الحقيقة قوة ولا سلطانا، إنما هي الجماهير الغافلة الذلول، تمطي له ظهرها فيركب! وتمد له أعناقها فيجر! وتحني له رؤوسها فيستعلي! وتتنازل له عن حقها في العزة و الكرامة فيطغى! العبيد هم الذين يهربون من الحرية فإذا طردهم سيد بحثوا عن سيد آخر؛ لأن في نفوسهم حاجة مُلِحَّة إلى العبودية لأن لهم حاسة سابعة: حاسة الذل”
ورأيت ذلك متمثلا في شخصيته، حين سأله القاضي إنك متهمٌ بمحاولة قتل عبدالناصر، فقال: إن قتل عبدالناصر هدفٌ تافه، إننا نهدف لبناء أمة لا يخرج فيها مثل عبدالناصر !
أحب سيدا لأني تعلمت منه أن أفتخر بهذا الدين، وبكل ما جاء فيه، واستسخف نهج الدفاع والخجل عند بعض المسلمين، والتبريرات الإنهزامية لبعض الأحكام والمباديء. “ليس في إسلامنا ما نخجل منه، وما نضطر للدفاع عنه، وليس فيه ما نتدسس به للناس تدسساً، أو ما نتلعثم في الجهر به على حقيقته. إذا كان هناك من يحتاج للدفاع والتبرير والاعتذار فليس هو الذي يقدم الإسلام للناس، وإنما هو ذاك الذي يحيا في هذه الجاهلية المهلهلة المليئة بالمتناقضات وبالنقائض والعيوب، ويريد أن يتلمس المبررات للجاهلية. وهؤلاء هم الذين يهاجمون الإسلام ويلجئون بعض محبيه الذين يجهلون حقيقته إلى الدفاع عنه، كأنه متهم مضطر للدفاع عن نفسه في قفص الاتهام!”

أحب سيدا لأني تعلمت منه أن هذا الدين منهج للبشر، نتعامل معه بقدرات البشر، منهج واقعي، نتحمل مسؤولية تطبيقه ونشره والجهاد من أجله، نحن بجهدنا وبقدراتنا البشرية. وحتى محمدا عليه الصلاة والسلام لم ينتصر بالمعجزات بل بجهاده وجهاد من معه رضي الله عنهم، وهو الذي انتظر ثلاثة عشر عاما في مكة، ولاقى ما لاقى في أحد، وحوصر في الخندق، وكاد أن تقع لجيشه كارثة في حنين. وأطرب وأنتشي وأحلق في سماء عالية حين أقرأ تعليق سيد على كلام الله (أولما أصابتكم مصيبة قد أصبتم مثليها قلتم أنى هذا قل هو من عند أنفسكم)، وأعلم أننا خاضعون لسنن الله مثل غيرنا، فلا استثناء للمسلمين من سنن الله (ولن تجد لسنة الله تبديلا ولن تجد لسنة الله تحويلا).
أحب سيدا لأنه يرفض الميوعة وروح الهزيمة، ويريد للمسلم أن يتعامل بنفسية فوقية في كل ظروفه، لأن ”فقه هذا الدين لا يجوز أن يؤخَذ عن القاعدين، الذين يتعاملون مع الكتب والأوراق الباردة”، ولأن “الدعوة الهينة يتبناها كل ضعيف، أما الدعوة العتية الصعبة فلا يتبناها إلا الأقوياء ولا يقدر عليها إلا الأشداء”، ولأن “من لم يدفع ثمن الجهاد، فسوف يدفع ثمن القعود،” ولأنه “إذا أريد للإسلام أن يعمل، فلابد للإسلام أن يحكم، فما جاء هذا الدين لينزوي في الصوامع والمعابد، أو يستكن في القلوب والضمائر” ولكم شفى غليلي سيد في هؤلاء الذين ”يريدون إسلاما أمريكانيا، إسلاما يُستفتى في نواقض الوضوء، ولكنه لا يُستفتى في نواقض الإسلام.”

أحب سيدا لأنه رغم صلابته وجديته وحياة التحدي والعناد الصارم كان فائق الرقة في تعليقاته الوجدانية على معاني الحب الواقعة داخل إطار الإسلام. وكم بهرني في تعليقاته على حب النبي صلى الله عليه وسلم لخديجة وعائشة، وحبه لصحابته، وتعامله مع قصة الإفك، وزواجه من جويرية، ورقته تجاه ابنته زينب في قصة أبي العاص، وكلامه عن الإخوة بين المهاجرين والأنصار!!

أحب سيدا لأنه مثلما يأسر عقلك حديثه عن معاني الجهاد والقتال والعزة والهيمنة، فإن حديثه عن التربية الروحية يأخذ قلبك ويستولي على مشاعرك ويسيح بروحك في فضاء الخشوع فلا تحتاج لتجليات الصوفية ولا وجد العارفين. واعترف أني ممن يحب مدارج السالكين وإحياء علوم الدين، لكنها لا تحلق بي مثلما يحلق بي سيد روحانيا بالطريقة السنية الصافية الخالية من خزعبلات الصوفية وجفاف المعتزلة.

أحب سيدا لأنه حقق أصعب أنواع التواضع وهو التواضع الفكري فلطالما كان يكرر أنه ليس مفتيا ولا مرجعا علميا وأصر على تسمية كتابه في ظلال القرآن ورفض أن يعتبره تفسيرا حتى لا يتحمل مسؤولية المرجعية الشرعية. ثم جمع بين التواضع والعودة للحق حين تراجع عما كتبه سابقا مما فيه تجاوز على بعض الصحابة وتبسط في المعاني الأدبية وأوصى في نهاية حياته أن لا يلتفت إلى الكتب السابقة قبل ان تتضح له صفاء هذا الدين.
أحب سيدا لأنه كان مثال كل ذلك
مثال الإستعلاء ومثال الصمود ومثال العزة والكرامة ومثال الروحانية
تطربني عبارته “لن أعتذر عن العمل مع الله”
وعبارته “إن إصبع السبابة الذي يشهد لله بالوحدانية في الصلاة ليرفض أن يكتب حرفا واحدا يقر به حكم طاغية.”
وعبارته “لماذا أسترحم؟ إن كنت محكوما بحق فأنا أرتضي حكم الحق، وإن كنت محكوما بباطل، فأنا أكبر من أن أسترحم الباطل.”
وعبارته في تعريف الشهيد “هو الذي شهد أن شرع الله أغلى من حياته”
وعبارته حين حين جاء عالم البلاط يلقنه الشهادة “وهل أتى بي للمشنقة إلا لا إله إلا الله”
فبالله عليكم هل يراود أحد الشك في قوة إيمانه وصلابة نفسيته وشوقه للقاء ربه من أجل قضيته
وأخيرا أحبه لأنه استشرف مستقبله دون أن يسمي نفسه
فهو كما قال “كم من شهيد ما كان يملك أن ينصر عقيدته ودعوته ولو عاش ألف عام، كما نصرها باستشهاده”
وقال “ستكون كلماتي أكثر قوة لو قتلوني”
وقال “إن أفكارنا وكلماتنا تظل جثثا هامدة ، حتى إذا متنا في سبيلها أو غذيْناها بالدماء انتفضت حية وعاشت بين الأحياء“

وأحبه لأنه رثى نفسه بقصيدته المشهورة اخي انت حر وراء السدود والتي قال فيها
قد اختارنا الله في دعوته و إنا سنمضي على سُنته
فمنا الذين قضوا نحبهم ومنا الحفيظ على ذِمته…
وها قد أقرَ الله عينه فكان له دور كبير في كل المسيرة الجهادية التي ملأت الأرض وأربكت قيادة الجاهلية..
والله غالب على أمره ولكن أكثر الناس لا يعلمون ..

الكاتبة إحسان الفقيه

Rabî’ el-Medhalî ve Seyyid Kutub ..

Bu mektup, Suudi Arabistan’daki kıdemli alimlerden olan Şeyh Bekir Ebu Zeyd’in, Rabî’ el-Medhalî’ye yazdığı bir mektuptur. Bu mektupta Ebu Zeyd, el-Medhalî’nin Seyyid Kutub’u tenkit ettiği “الأضواء الإسلامية” adlı kitabını gözden geçirmiş ve kitaptaki sert tenkitlerin haksız ve yersiz olduğunu belirtmiştir. İşte mektubun Türkçe tercümesi:👇

Rabî’ el-Medhalî ve Seyyid Kutub

Rabî’ el-Medhalî, Seyyid Kutub’u tenkit etmek amacıyla “الأضواء الإسلامية” adlı kitabını yazmış ve Suudi Arabistan’daki Kıdemli Âlimler Heyeti üyesi olan Şeyh Bekir Ebu Zeyd’e sunarak onun takdirini ve övgüsünü ummuştu. Ancak Şeyh Ebu Zeyd’in cevabı, Rabî’ el-Medhalî için oldukça sert ve onun mübalağa ve yalanlarını açığa çıkaran bir nitelikteydi. Şeyh Beker Ebu Zeyd’in Rabî’ el-Medhalî’ye yazdığı altın değerindeki bu mektup şöyledir:

Saygıdeğer Kardeşim Şeyh Rabî’ b. Hadi el-Medhalî,

Selamun Aleyküm ve Rahmetullah ve Berekatuhu.

Size, gönderdiğiniz “Seyyid Kutub’un Akidesi ve Fikirleri Üzerine الأضواء الإسلامية” adlı kitabı okuma isteğinize cevaben, bu kitabı inceledim ve bazı değerlendirmelerim var. Bu değerlendirmeler, bu projenin rafa kaldırılmasını mı gerektirir yoksa düzeltildikten sonra yayınlanması mı mümkün kılar bilemem, Kitabınızın, ahirette sizin için bir sermaye, dünyada ise Allah’ın dilediği kullarına bir ışık olmasını temenni ediyorum. İşte görüşlerim:

  1. Kitabın içindekiler bölümünün ilk sayfasına baktığımda, Seyyid Kutub hakkında toplanmış bazı başlıklar gördüm. Bunlar arasında küfür, ilhad (inkârcılık), zındıklık, vahdet-i vücud inancı, Kur’an’ın yaratılmış olduğunu savunmak, Allah’ın sıfatlarını aşırı yüceltmek, mütevatir hadisleri kabul etmemek, kesinlikle inanılması gereken itikadi konularda şüphe uyandırmak ve toplumları tekfir etmek gibi başlıklar bulunuyor. Bu başlıklar, müminlerin tüylerini diken diken edecek kadar ağır ithamlar ihtiva ediyor. Müslüman âlimlerin bu kadar büyük günahlara karşı uyarıda bulunmamaları üzüntü verici. Bu başlıkların, Seyyid Kutub’un kitaplarının yayılması ve bu kitaplardan birçok kişinin faydalanması ile nasıl bağdaştırılabileceğini merak ediyorum. Siz bile yazdığınız bazı eserlerde ondan faydalandınız. Başlıklar ve muhtevalar arasındaki tutarsızlıkları gördüğümde, haberin haberi yalanladığını fark ettim. Bu başlıklar, genel olarak Seyyid Kutub’a iftira atmak ve onu küçük düşürmek amacıyla sıradan okuyucuyu kışkırtacak nitelikte. Ben kendim, sizin ve diğer Müslümanların günaha ve haksızlığa düşmesini istemiyorum. Kişinin sevaplarını, sevmediği ve düşman gördüğü birine hediye etmesi büyük bir hata ve kayıp olur.
  2. Bu kitabın şu eksiklikleri olduğunu tespit ettim:
  • İmi araştırma ilkeleri,
  • İlmi tarafsızlık,
  • Tenkit usülü,
  • Nakletme ve bilgi aktarımında dürüstlük,
  • Hakları gasp etmeme.

Kitapta bu eksikliklerin yanı sıra edep, üslup kalite ve seviyesi ile takdim güvenirliliği de yoktur.

İşte ispatları:

İlk olarak, kitabın bazı bölümlerinde Seyyid Kutub’un eski baskılarına atıfta bulunduğunuzu gördüm. Misal, “Zilal” ve “Sosyal Adalet” adlı eserlerin tenkidini eski baskılarına dayandığınızı fark ettim. İlmi tenkit ve dürüstlük ilkelerine göre, tenkitin, her kitabın son baskısındaki metinlere yöneltilmesi gereklidir. Çünkü son baskılarda yapılan değişiklikler, önceki baskılardaki hataları geçersiz kılar. Bu durumun temel bilgilere sahip olduğunuzdan dolayı size de aşikar olduğunu düşünüyorum. Ancak bu durumu bilmez görünmeniz, size bilgi sağlayan bir öğrencinizin hatasından kaynaklanıyor olabilir. Bu durum, geçmiş alimlerin yaşayıp karşılaştığı durumlara da benzemektedir. Misal olarak, İbn Kayyim’in “Ruh” kitabında bazı kimseler, bu kitabın yazarın hayatının başlarında yazılmış olduğunu düşündü. Benzer şekilde, diğer bazı eserlerde de bu tür durumlar olmuştur. “Sosyal Adalet” kitabı da Seyyid Kutub’un İslami konularda kaleme aldığı ilk eserlerden biridir. Allah yardımcımız olsun.

İkinci olarak, kitabın içindekiler bölümünde yer alan “Seyyid Kutub, Allah’tan başkasının da kanun koyabileceğini savunuyor” başlığına rastladığımda, cildim ürperdi. Hemen bu başlığı inceledim ve Seyyid Kutub’un “Sosyal Adalet” kitabından aktarılan uzun paragrafların bu başlıkla alakası olmadığını fark ettim. Farz edelim ki, bu ifadede yanlış anlaşılan veya yanlış yorumlanan bir cümle var; bu durumda bile bu ifadeyi küfre götüren bir tenkide dönüştürmek doğru değildir. Seyyid Kutub, hayatını Allah’ın tevhidini (hüküm ve teşrih konusunda) savunmaya, insan yapımı kanunları reddetmeye ve bu tür eylemlerle mücadele etmeye adamıştır. Allah, her işte adaleti ve dürüstlüğü sever ve umarım siz de adalet ve dürüstlüğe geri dönersiniz.

Üçüncü olarak, kitabınızın başlıklarından bir diğeri “Seyyid Kutub’un vahdet-i vücud inancını savunması” şeklindedir. Seyyid Kutub, Hâdîd ve İhlâs surelerini tefsir ederken bazı benzer ifadeler kullanmıştır ve bu ifadeler onun vahdet-i vücud inancını savunduğunu iddia etmek için kullanılmıştır. Ancak, Seyyid Kutub’un Bakara suresi tefsirinde bu inanca açıkça karşı çıktığını da aktarmışsınız. Özellikle “İslami Düşünce Temelleri” adlı eserinde vahdet-i vücud inancına yönelik tatmin edici bir reddiye bulunuyor. Bu sebeple, Seyyid Kutub’un muğlak ifadelerini küfre götüren bir suçlama olarak nitelendirmek doğru olmaz. Dolayesiyle, Seyyid Kutub’un dolaylı olarak tekfir edildiği bu ifadeleri silmenizi teklif ediyorum.

Dördüncü olarak, kitabınızda “Seyyid Kutub’un ‘Lâ ilâhe illallah’ kavramını alimlere ve dilcilere aykırı bir şekilde yorumladığı ve Seyyid Kutub’un rablık ve ilahlık kavramlarını tam olarak anlamadığı” şeklinde bir başlık yer alıyor. Sevgili kardeşim, bu ifadelerle Seyyid Kutub’un tevhid anlayışını ve hayatı boyunca savunduğu değerleri yok saymışsınız. Ancak Seyyid Kutub, tevhidin gerekliliklerinden biri olan hüküm ve teşrihte Allah’ın birliğini savunmuştur. Seyyid Kutub, Allah’ın şeriatının uygulanmasının yasaklanmasına karşı durduğu ve insan yapımı kanunların uygulanmasına büyük bir cesaretle karşı çıktığı için bu konuda çok fazla vurgu yapmıştır. İslam ümmeti, 1342 (Hicri) yılından önce böyle bir cesaret görmemiştir.
Beşinci Nokta: İçindekiler bölümünde yer alan “Seyyid’in Kur’an’ın yaratılmış olduğu ve Allah’ın kelamının iradeden ibaret olduğu sözü” başlığına gelince; belirtilen sayfalara döndüğümde, Seyyid’in (Allah ona rahmet etsin) bu ifadeyi (Kur’an yaratılmıştır) açıkça belirttiğini gösteren tek bir harfe bile rastlamadım. Bu tür tekfir edici ifadelerin kullanılmasındaki bu kolaycılık nasıl olabilir? Gördüğüm en son şey, Seyyid’in “Ancak onlar, bu harflerden -yani muqatta’a harflerinden- bunun gibi bir kitap oluşturamazlar, çünkü bu Allah’ın eseridir; insanların eseri değil” gibi bir ifadesiydi. Bu ifade elbette hatalıdır; ancak bu ifadeden hareketle Seyyid’in bu küfür muhtevalı görüşü (Kur’an’ın yaratılmış olduğu) savunduğunu mu hükmedelim? Allah’ım, bunu üstlenemem… Bu ifade bana, merhum Şeyh Muhammed Abdülhalik Azime’nin “Kur’an-ı Kerim’in Üslubu Üzerine Çalışmalar” adlı kitabının önsözünde söylediği bir ifadeyi hatırlattı. Bu kitabı İmam Muhammed bin Suud İslam Üniversitesi’nin takdirleriyle basıldı. Peki, herkesi Kur’an’ın yaratılmış olduğunu söylemekle suçlayacak mıyız? Allah’ım, hayır.

Bu noktada konuya dair söylediklerim bu kadar. Diğer açıdan şunları da ifade etmek istiyorum:

  1. Bu kitabın müsveddesi 161 sayfa olup el yazısıyla yazılmıştır. Farklı el yazıları mevcuttur. Geleneksel olarak yazdığınız sayfalardan hiçbirini tanımadım; ancak yazınız değişmiş olabilir ya da beni yanıltmış olabilir. Seyyid Kutub’un (Allah ona rahmet etsin) kitapları, öğrenciler tarafından hazırlanmış ve her bir öğrenci, denetiminiz veya dikte etmeniz altında uygun gördüğü şeyleri çıkarmış olabilir. Bu nedenle, bu kitabın size ait olduğundan emin değilim, ancak kitabın kapağında “yazar” olarak isminiz yer alıyor. Bu, sizin şahsınıza dair bir güvenilirlik belgesi olarak benim için yeterlidir.
  2. El yazıları farklı olsa da kitabın baştan sona aynı tarzda ilerlediği görülmektedir. Bu tarz, sürekli gergin bir ruh hali, sürekli bir heyecan, metni baskı altında tutarak büyük hataların ortaya çıkmasına neden olan bir tutum ve şüpheli ifadelerin kesin bir hükümle tartışılmaz bir şekilde ele alınmasıdır. Bu, ilmi tenkitin tarafsızlığını ihlal etmektedir.
  3. Biçim açısından, Seyyid’in üslubuyla karşılaştırıldığında, bu kitap onun seviyesinin altında kalıyor. Seyyid, yüksek bir seviyeye ulaşmışken, bu üslup “hazırlık” seviyesindedir ve ilmi bir makamı olan bir öğrencinin ortaya koyacağı bir şey değildir. Edebi zevk ve ifade kabiliyeti açısından eşdeğer bir kapasiteye sahip olunmalı ve takdim kabiliyeti iyi olmalıdır, aksi takdirde kalem kırılmalıdır.
  4. Kitapta baştan sona heyecan ve korku dolu bir üslup hakimdir. Bu nedenle, ilmi tenkit usülü eksiktir.
  5. Kitapta baştan sona saldırganlık, dar görüşlülük ve ifadelerde gerilim hakimdir. Bu nedendir; sebebi nedir?
  6. Bu kitap, gençlerin zihninde yeni bir partizanlık ruhunu canlandırıyor. Kimi zaman yasaklama, kimi zaman tenkit, kimi zaman bunun bir bidat olduğunu, diğerinin ise bidatçı olduğunu söylüyor. Yeterli delil olmaksızın, dinî kibir ve üstünlük duygusu geliştiriyor. Bu, bir kişinin bu eylemi gerçekleştirdiğinde, sırtından bir yük atmış ve bu yükten kurtulmuş gibi hissetmesine neden olur. Sanki ümmeti uçurumdan kurtarıyormuş gibi ve diğerleri tarafından daha fazla takdir edilmek için kendini yükseltiyor gibi bir duruma neden olur. Bu, yeterince araştırılmadan aslında bir yıkımdır ve yüksek şerefiyelerle yapılan bir inşaat olarak görülse de çöküşe ve ardından kuvvetli rüzgarlara kapılmasına yol açacaktır.

Bu kitap, yukarıda belirtilen altı özellikten faydalanmıştır, bu yüzden keyif vermeyen bir şey haline gelmiştir. İsteğiniz doğrultusunda bu kadar söylemek yeterlidir ve gecikme için özür dilerim, çünkü bu adamın kitaplarını okumakla ilgilenmiyordum, ancak sizin bahsettiğiniz konular beni bu adamın umumen kitaplarını birkaç kez okumaya yöneltti. Kitaplarında çokça hayır, şerefli bir iman ve İslam’a yönelik düşman planları konusunda derin analizler buldum. Ancak, keşke bu cümleleri hiç söylememiş olsaydı dediğim pek çok cümleleri var. Ve bu hataların çoğunu başka bir yerde doğru olan bir sözüyle çelişiyor ve kusursuzluk nadirdir. Adam, edebi bir eleştirmen iken, daha sonra İslam’a hizmet etmeye yöneldi ve Kur’an-ı Kerim, sünnet ve peygamberin temiz yaşamı üzerinden çalıştı. Ve onun zamanının meselelerinde aldığı tavırlarından sonra, Allah yolunda tavırlarını sürdürdü. Ve o, boynunu uzatarak, kalemiyle özür dilemesi istendiğinde, bilinen imanî sözünü söyledi; “Şehadet için kaldırdığım bir parmakla, onunla tenakuz teşkil eden bir kelime yazmam.” ya da buna benzer bir şey. Bu nedenle, herkesin onun için af dilemesi ve onun ilminden faydalanması gerekir. Onun hatalarını tespit edip, bu hataların ilimlerinden ve kitaplarından yararlanmamızı engellememesi gerektiği hususunda uyarmalıyız. Allah seni korusun, onun durumunu, Şeyhülislam İbn Teymiye’nin savunduğu ve hatalarına rağmen savunduğu Ebu İsmail el-Harawi ve Abdulkadir Geylani’nin durumu ile karşılaştır. Ve Şeyhülislam İbn Teymiye, “Menasikü’s-Sairin”deki tuhaflıklar hakkında nasıl özür dilemişti. Bu konuda “Menasikü’s-Sairin” ve “Medaricü’s-Salikin” şerhinde geniş bir izah bulabilirsiniz. Ayrıca “İnsanları Zan ve Kesinlik Arasında Sınıflandırmak” adlı kitabımda bu konuda elde ettiğim kuralları açıkladım.

Sonuç olarak, bu “الأضواء الإسلامية” adlı kitabın basımından vazgeçmenizi tavsiye ediyorum. Bu kitabın, âlimlere saldırma, onları tenkit etme, itibarlarını zedeleme ve faziletlerinden uzaklaşma yönünde gençleri yönlendirmesi ve onları harama sürüklemesi nedeniyle yayımlanması ve basılması caiz değildir.

Allah seni korusun, ifadelerimde sert davrandıysam lütfen beni affet. Çünkü senin ağır tenkitlerin ve senin hakkındaki endişem nedeniyle böyle yazdım. Ve bu konuda ne düşündüğümü öğrenmek için ısrarın sebebiyle bu şekilde ifade ettim. Allah hepimizi doğru yolda daim kılsın.

Ve selamün aleyküm ve rahmetullah.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
08.09.2024 OF

ربيع المدخلي وسيد قطب
كان ربيع المدخلي قد ألف كتابه “الأضواء الإسلامية” تجريحا في سيد قطب، ثم عرضه على العلامة بكر أبي زيد عضو هيئة كبار العلماء في السعودية حينها أملا في تزكيته والثناء عليه.
لكن رد الشيخ كان قاسيا على المفتري ربيع و فاضحا لكذبه وبهتانه. الخطاب الذهبي الذي رد به العلامة بكر ابو زيد على ربيع المدخلي بعد عرض ربيع كتابه عليه
فضيلة الأخ الشيخ / ربيع بن هادي المدخلي .. الموقر
السلام عيكم ورحمة الله وبركاته.. وبعد:
فأشير إلى رغبتكم قراءة الكتاب المرفق “أضواء إسلامية على عقيدة سيد قطب وفكره”.. هل من ملاحظات عليه. ثم هذه الملاحظات هل تقضي على هذا المشروع فيطوى ولا يروى، أم هي مما يمكن تعديلها فيترشح الكتاب بعد الطبع والنشر ويكون ذخيرة لكم في الأخرى، بصيرة لمن شاء الله من عباده في الدنيا، لهذا أبدي ما يلي..
1 – نظرت في أول صفحة من فهرس الموضوعات فوجدتها عناوين قد جمعت في سيد قطب رحمه الله، أصول الكفر والإلحاد والزندقة، القول بوحدة الوجود، القول بخلق القرآن، يجوز لغير الله أن يشرع، غلوه في تعظيم صفات الله تعالى، لا يقبل الأحاديث المتواترة، يشكك في أمور العقيدة التي يجب الجزم بها، يكفر المجتمعات .. إلى أخر تلك العناوين التي تقشعر منها جلود المؤمنين .. وأسفت على أحوال علماء المسلمين في الأقطار الذين لم ينبهوا على هذه الموبقات .. وكيف الجمع بين هذا وبين انتشار كتبه في الآفاق انتشار الشمس، وعامتهم يستفيدون منها، حتى أنت في بعض ما كتبت، عند هذا أخذت بالمطابقة بين العنوان والموضوع، فوجدت الخبر يكذبه الخبر، ونهايتها بالجملة عناوين استفزازية تجذب القارئ العادي، إلى الوقيعة في سيد رحمه الله، وإني أكره لي ولكم ولكل مسلم مواطن الإثم والجناح، وإن من الغبن الفاحش إهداء الإنسان حسناته إلى من يعتقد بغضه وعداوته.
2 – نظرت فوجدت هذا الكتاب يـفـتـقـد:
أصـول البحث العلمي، الحيـدة العلمية، منهـج النقد، أمانـة النقل والعلم، عـدم هضم الحق.
أما أدب الحوار وسمو الأسلوب ورصانة العرض فلا تمت إلى الكتاب بهاجس.. وإليك الدليل…
أولاً: رأيت الاعتماد في النقل من كتب سيد رحمه الله تعالى من طبعات سابقة مثل الظلال والعدالة الاجتماعية مع علمكم كما في حاشية ص 29 وغيرها، أن لها طبعات معدلة لاحقة، والواجب حسب أصول النقد والأمانة العلمية، تسليط النقد إن كان على النص من الطبعة الأخيرة لكل كتاب، لأن ما فيها من تعديل ينسخ ما في سابقتها وهذا غير خاف إن شاء الله تعالى على معلوماتكم الأولية، لكن لعلها غلطة طالب حضر لكم المعلومات ولما يعرف هذا؟؟، وغير خاف لما لهذا من نظائر لدى أهل اعلم، فمثلاً كتاب الروح لابن القيم لما رأى بعضهم فيما رأى قال: لعله في أول حياته وهكذا في مواطن لغيره، وكتاب العدالة الاجتماعية هو أول ما ألفه في الإسلاميات والله المستعان.
ثانيًا: لقد اقشعر جلدي حينما قرأت في فهرس هذا الكتاب قولكم (سيد قطب يجوز لغير الله أن يشرع)، فهرعت إليها قبل كل شيء فرأيت الكلام بمجموعه نقلاً واحدًا لسطور عديدة من كتابه العدالة الاجتماعية) وكلامه لا يفيد هذا العنوان الاستفزازي، ولنفرض أن فيه عبارة موهمة أو مطلقة، فكيف نحولها إلى مؤاخذة مكفرة، تنسف ما بنى عليه سيد رحمه الله حياته ووظف له قلمه من الدعوة إلى توحيد الله تعالى (في الحكم والتشريع) ورفض سن القوانين الوضعية والوقوف في وجوه الفعلة لذلك، إن الله يحب العدل والإنصاف في كل شيء ولا أراك إن شاء الله تعالى إلا في أوبة إلى العدل والإنصاف.
ثالثًا: ومن العناوين الاستـفـزازيـــة قولكم (قول سيد قطب بوحدة الوجود).
إن سيدًا رحمه الله قال كلامًا متشابهًا حلق فيه بالأسلوب في تفسير سورتي الحديد والإخلاص وقد اعتمد عليه بنسبة القول بوحدة الوجود إليه، وأحسنتم حينما نقلتم قوله في تفسير سورة البقرة من رده الواضح الصريح لفكرة وحدة الوجود، ومنه قوله: ((ومن هنا تنتفي من التفكير الإسلامي الصحيح فكرة وحدة الوجود)) وأزيدكم أن في كتابه (مقومات التصور الإسلامي) ردًا شافيًا على القائلين بوحدة الوجود، لهذا فنحن نقول غفر الله لسيد كلامه المتشابه الذي جنح فيه بأسلوب وسع فيه العبارة .. والمتشابه لا يقاوم النص الصريح القاطع من كلامه، لهذا أرجو المبادرة إلى شطب هذا التكفير الضمني لسيد رحمه الله تعالى وإني مشفق عليكم.
رابعًا: وهنا أقول لجنابكم الكريم بكل وضوح إنك تحت هذه العناوين (مخالفته في تفسير لا إله إلا الله للعلماء وأهل اللغة وعدم وضوح الربوبية والألوهية عند سيد).
أقول أيها المحب الحبيب، لقد نسفت بلا تثبت جميع ما قرره سيد رحمه الله تعالى من معالم التوحيد ومقتضياته، ولوازمه التي تحتل السمة البارزة في حياته الطويلة فجميع ما ذكرته يلغيه كلمة واحدة، وهي أن توحيد الله في الحكم والتشريع من مقتضيات كلمة التوحيد، وسيد رحمه الله تعالى ركز على هذا كثيرًا لما رأى من هذه الجرأة الفاجرة على إلغاء تحكيم شرع الله من القضاء وغيره وحلال القوانين الوضعية بدلاً عنها ولا شك أن هذه جرأة عظيمة ما عاهدتها الأمة الإسلامية في مشوارها الطويل قبل عام (1342هـ).
خامسًا: ومن عناوين الفهرس (قول سيد بخلق القرآن وأن كلام الله عبارة عن الإرادة).. لما رجعت إلى الصفحات المذكورة لم أجد حرفًا واحدًا يصرح فيه سيد رحمه الله تعالى بهذا اللفظ (القرآن مخلوق) كيف يكون هذا الاستسهال للرمي بهذه المكفرات، إن نهاية ما رأيت له تمدد في الأسلوب كقوله (ولكنهم لا يملكون أن يؤلفوا منها ـأي الحروف المقطعةـ مثل هذا الكتاب لأنه من صنع الله لا من صنع الناس) .. وهي عبارة لا شك في خطأها ولكن هل نحكم من خلالها أن سيدًا يقول بهذه المقولة الكفرية (خلق القرآن) اللهم إني لا أستطيع تحمل عهدة ذلك .. لقد ذكرني هذا بقول نحوه للشيخ محمد عبد الخالق عظيمة رحمه الله في مقدمة كتابه دراسات في أسلوب القرآن الكريم والذي طبعته مشكورة جامعة الإمام محمد بن سعود الإسلامية، فهل نرمي الجميع بالقول بخلق القرآن اللهم لا، واكتفي بهذا من الناحية الموضوعية وهي المهمة.
ومن جهات أخرى أبدي ما يلي:
1 – مسودة هذا الكتاب تقع في 161 صفحة بقلم اليد، وهي خطوط مختلفة، ولا أعرف منه صفحة واحدة بقلمكم حسب المعتاد، إلا أن يكون اختلف خطكم، أو اختلط علي، أم أنه عُهد بكتب سيد قطب رحمه الله لعدد من الطلاب فاستخرج كل طالب ما بدا له تحت إشرافكم، أو بإملائكم. لهذا فلا أتحقق من نسبته إليكم إلا ما كتبته على طرته أنه من تأليفكم، وهذا عندي كاف في التوثيق بالنسبة لشخصكم الكريم.
2 – مع اختلاف الخطوط إلا أن الكتاب من أوله إلى أخره يجري على وتيرة واحدة وهي: أنه بنفس متوترة وتهيج مستمر، ووثبة تضغط على النص حتى يتولد منه الأخطاء الكبار، وتجعل محل الاحتمال ومشتبه الكلام محل قطع لا يقبل الجدال .. وهذا نكث لمنهج النقد: الحيدة العلمية.
3 – من حيث الصيغة إذا كان قارنًا بينه وبين أسلوب سيد رحمه الله، فهو في نزول، سيد قد سَمَا، وإن اعتبرناه من جانبكم الكريم فهو أسلوب “إعدادي” لا يناسب إبرازه من طالب علم حاز على العالمية العالية، لا بد من تكافؤ القدرات في الذوق الأدبي، والقدرة على البلاغة والبيان، وحسن العرض، وإلا فليكسر القلم.
4 – لقد طغى أسلوب التهيج والفزع على المنهج العلمي النقدي .. ولهذا افتقد الرد أدب الحوار.
5 – في الكتاب من أوله إلى آخره تهجم وضيق عطن وتشنج في العبارات فلماذا هذا…؟
6 – هذا الكتاب ينشط الحزبية الجديدة التي أنشئت في نفوس الشبيبة جنوح الفكر بالتحريم تارة، والنقض تارة وأن هذا بدعة وذاك مبتدع، وهذا ضلال وذاك ضال .. ولا بينة كافية للإثبات، وولدت غرور التدين والاستعلاء حتى كأنما الواحد عند فعلته هذه يلقي حملاً عن ظهره قد استراح من عناء حمله، وأنه يأخذ بحجز الأمة عن الهاوية، وأنه في اعتبار الآخرين قد حلق في الورع والغيرة على حرمات الشرع المطهر، وهذا من غير تحقيق هو في الحقيقة هدم، وإن اعتبر بناء عالي الشرفات، فهو إلى التساقط، ثم التبرد في أدراج الرياح العاتية.
هذه سمات ست تمتع بها هذا الكتاب فآل غـيـر مـمـتـع، هذا ما بدا إلي حسب رغبتكم، وأعتذر عن تأخر الجواب، لأنني من قبل ليس لي عناية بقراءة كتب هذا الرجل وإن تداولها الناس، لكن هول ما ذكرتم دفعني إلى قراءات متعددة في عامة كتبه، فوجدت في كتبه خيرًا كثيرًا وإيمانًا مشرفًا وحقًا أبلج، وتشريحًا فاضحًا لمخططات العداء للإسلام، على عثرات في سياقاته واسترسال بعبرات ليته لم يفه بها، وكثير منها ينقضها قوله الحق في مكان أخر والكمال عزيز، والرجل كان أديبًا نقادة، ثم اتجه إلى خدمة الإسلام من خلال القرآن العظيم والسنة المشرفة، والسيرة النبوية العطرة، فكان ما كان من مواقف في قضايا عصره، وأصر على موقفه في سبيل الله تعالى، وكشف عن سالفته، وطلب منه أن يسطر بقلمه كلمات اعتذار وقال كلمته الإيمانية المشهورة، إن أصبعًا أرفعه للشهادة لن أكتب به كلمة تضارها… أو كلمة نحو ذلك، فالواجب على الجميع … الدعاء له بالمغفرة … والاستفادة من علمه، وبيان ما تحققنا خطأه فيه، وأن خطأه لا يوجب حرماننا من علمه ولا هجر كتبه .. اعتبر رعاك الله حاله بحال أسلاف مضوا أمثال أبي إسماعيل الهروي والجيلاني كيف دافع عنهما شيخ الإسلام ابن تيمية مع ما لديهما من الطوا م لأن الأصل في مسلكهما نصرة الإسلام والسنة، وانظر منازل السائرين للهروي رحمه الله تعالى، ترى عجائب لا يمكن قبولها ومع ذلك فابن القيم رحمه الله يعتذر عنه أشد الاعتذار ولا يجرمه فيها، وذلك في شرحه مدارج السالكين، وقد بسطت في كتاب “تصنيف الناس بين الظن واليقين” ما تيسر لي من قواعد ضابطة في ذلك.
وفي الختام فأني أنصح فضيلة الأخ في الله بالعدول عن طبع هذا الكتاب “أضواء إسلامية” وأنه لا يجوز نشره ولا طبعه لما فيه من التحامل الشديد والتدريب القوي لشباب الأمة على الوقيعة في العلماء، وتشذيبهم، والحط من أقدارهم والانصراف عن فضائلهم..
واسمح لي بارك الله فيك إن كنت قسوت في العبارة، فإنه بسبب ما رأيته من تحاملكم الشديد وشفقتي عليكم ورغبتكم الملحة بمعرفة ما لدي نحوه .. جرى القلم بما تقدم سدد الله خطى الجميع..
والسلام عليكم ورحمة الله وبركاته

Onlar Kimlerdir?


Korku duymayan ve üzülmeyenler Kimlerdir?
Biz onlardan mıyız?
Korku duymayan ve üzülmeyenlerden nasıl oluruz?
Oku ve üzerinde düşün;

Korku duymayan ve üzülmeyen on bir zümre:

1. “Kim benim gönderdiğim rehbere (Kur’an’a) uyarsa artık onlara ne korku vardır ne de üzüleceklerdir.” (Bakara, 2:38)

2. “Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işlerse, işte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla mahzûn da olmayacaklardır.” (Bakara, 2:62)

3. “Bilâkis, kim güzel niyet ve davranış sahibi olarak kendini Allah’a teslim ederse rabbinin katında onun mükâfatı vardır. Öylelerine korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.” (Bakara, 2:112)

4. “Mallarını Allah yolunda harcayıp da bunun ardından herhangi bir başa kakmada ve gönül incitici bir harekette bulunmayanlar yok mu, onlar için Rableri katında özel mükâfatlar vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.” (Bakara, 2:262)

5. “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar yok mu, işte onlar Rableri yanında hakettikleri mükâfatı göreceklerdir. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2:274)

6. “İman edip sâlih ameller işleyen, namazı dosdoğru kılıp zekâtı verenler yok mu, işte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2:277)

7. “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri katında rızıklara mazhar olmaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 3:169-170)

8. “Kim iman eder, hâlini ve yolunu düzeltirse onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (En’âm, 6:48)

9. ” Kim kötülükten sakınıp kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (A’râf, 7:35)

10. “Şunu iyi bilin ki, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 10:62)

11. “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar asla üzülmezler.” (Fussilet, 41:30)

Bu on bir zümreyi tanıdınız mı? Allah bizi ve sizi onlardan eylesin.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

07.09.2024 OF

من هم:
الذين لا خوف عليهم ولا هم يحزنون؟
هل نحن منهم؟

كيف نكون من الذين لا خوف عليهم ولاهم يحزنون؟
اقرأها و تدبرها:
أحد عشر من الناس هم الذين لاخوف عليهم ولاهم يحزنون

(١) ﴿فَمَن تَبِعَ هُدايَ فَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

(٢) ﴿مَن آمَنَ بِاللَّهِ وَاليَومِ الآخِرِ وَعَمِلَ صالِحًا فَلَهُم أَجرُهُم عِندَ رَبِّهِم وَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

(٣) ﴿مَن أَسلَمَ وَجهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحسِنٌ فَلَهُ أَجرُهُ عِندَ رَبِّهِ وَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

(٤) ﴿الَّذينَ يُنفِقونَ أَموالَهُم في سَبيلِ اللَّهِ ثُمَّ لا يُتبِعونَ ما أَنفَقوا مَنًّا وَلا أَذًى لَهُم أَجرُهُم عِندَ رَبِّهِم وَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

(٥) ﴿الَّذينَ يُنفِقونَ أَموالَهُم بِاللَّيلِ وَالنَّهارِ سِرًّا وَعَلانِيَةً فَلَهُم أَجرُهُم عِندَ رَبِّهِم وَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ}

(٦) ﴿إِنَّ الَّذينَ آمَنوا وَعَمِلُوا الصّالِحاتِ وَأَقامُوا الصَّلاةَ وَآتَوُا الزَّكاةَ لَهُم أَجرُهُم عِندَ رَبِّهِم وَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

(٧) ﴿وَلا تَحسَبَنَّ الَّذينَ قُتِلوا في سَبيلِ اللَّهِ أَمواتًا بَل أَحياءٌ عِندَ رَبِّهِم يُرزَقونَ ،، فَرِحينَ بِما آتاهُمُ اللَّهُ مِن فَضلِهِ

وَيَستَبشِرونَ بِالَّذينَ لَم يَلحَقوا بِهِم مِن خَلفِهِم أَلّا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ}

(٨) ﴿فَمَن آمَنَ وَأَصلَحَ فَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

(٩) ﴿فَمَنِ اتَّقى وَأَصلَحَ فَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

(١٠) ﴿أَلا إِنَّ أَولِياءَ اللَّهِ لا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

(١١) ﴿إِنَّ الَّذينَ قالوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ استَقاموا فَلا خَوفٌ عَلَيهِم وَلا هُم يَحزَنونَ

هل عرفتم من هم ال 11 الذين لا خوف عليهم ولا هم يحزنون؟؟
جعلنا الله وإياكم منهم

TÜRKÇEMİZ

Prof.Dr. Mehmet Maksudoğlu

*Türkçe Konuşmak- Türkler NASIL konuşuyorsa, ÖYLE konuşmak, Türk gibi konuşmak demektir. Türk kelimesine eklenen çe zarfı, tavır anlatır, konuşma fiilini niteler, Türk Dili’nin NASIL konuşulması gerektiğini gösterir. (Şimdilerde, dilimizdeki 8 çeşit kelimeden biri olan ‘fiil’ için, ‘eylem’ diyorlar.)

Başka dillerde, “o dili kullanarak söylemek” gibi bir ifâde kullanılsa gerektir. 

To speak English/İngilizce konuşmak, Fransızca konuşmak/Parler Français, Arapça konuşmak: Muhâdese bil-arabiyye, gibi. 

Bu dillerde “konuşma” eylemi için, sâdece o dil adı, fiille birlikte söyleniyor. O dili ‘söylemek’ gibi bir anlamda kullanılıyor: yâni, o dildeki kelimeleri ‘söylüyorsunuz’, böylece konuşmuş oluyorsunuz.Kelimeleri monoton bir şekilde sıralarsanız, söylerseniz, konuşmuş olmazsınız. Sözlerinizin “konuşma” olması için, ker kelimenin belli bir vurgu ile, cümlenin, belli bir âhenkle söylenmesi gerekir. Sözü getireceğim nokta: kimi tv sunucuları, bir durumu bildirirken, Türk dilini kullanıyorlar, TürkÇEkonuşmuyorlar; kelimelerin telâffuzunda hata yok, ama VURGU yok, hele cümle musikisi (intonation) Hak getire! Cümledeki hemen her kelimesinin ilk hecesini vurgu, enerji yükü ile söylüyorlar. Anlaşılan, dil öğrenmek, bilgisini geliştirmek için gittikleri İngiltere’de, İngilizce bilgilerini ilerletirken Türkçeyi KAYBETMİŞLER. Hiç abartmıyorum: Tvkanallarında, YÜZLERİNİ GÖSTERMEDEN haber aktaranları dinleyin de GÖRÜN. Yüzlerini göstermemeleri, lehlerinde bir olay; utanma hissi güzeldir, insana özgüdür. Kendileri de durumun farkında olmalılar ki, yüzlerini göstermiyorlar.

Türkçe konuşmaktaki o inceliğin başka dillerde görülmemesi, Türk milletinin dilinin, çok eski,kaidelerinin çok muntazam olarak yerleşmiş olması ile yakından ilgilidir, bu bir kültür, birikim meselesidir. Türkçemizin korunması ve geliştirilmesi (aslında, gelişmişti; Ahmet Mithat Efendi’nin, Abdülhak Şinâsi Hisar’ın, Yahyâ Kemâl Beyatlı’nın, Ahmed Hamdi Tanpınar’ın, Nihad Sâmi Banarlı’nınkullandığı dil, mükemmeldir, zaman ilerledikçe, sâdece teknik terimler ve yeni kavramlar -Türkçeleştirilerek- ilâve edilse yeter) için titizlik gösterilmelidir.

*Neden- Zarf denilince, “neden” kelimesinin pek çoklarınca YANLIŞ olarak kullanmakta olduğu hatıra geliyor. Türkçemizde kelime çeşidi 8 olarak kabul edilmiş: isim, sıfat, zamîr, fiil, zarf, edat, bağ, ünlem.

Önce, iyice belleyelim: SIFAT, İSMİ   belirler, İSİM cinsinden kelimeyi niteler. ZARF ise, FİİLin nasıl, hangi zeminde ve zamanda (uydurmacasıyla: ortamda) yapıldığını anlatır. Görelim:

Yüksek ağaç, mâvi boncuk, sağlam kapı, bozuksaat. Sıfatlar, isimleri niteliyor, ismin NASIL olduğunu bildiriyor. İsimle ilgili soru sormak için NASIL kullanılır: Kapı nasıl? Saat nasıl? 

Araba yavaş gidiyor. Öğrenci hızlı yazıyor. Ateş harlı yanıyor. Irmak harlı akıyor. Zarflar, fiillerin NASIL yapıldığını belirtiyor. 

NEDEN: Zarftır, Fiil ile kullanılır, fiilin NİÇİN işlendiğini anlatır, fiilin işlenmesinin sebebini SORMAK için kullanılır, SORU ZARFIDIR: Neden geç kaldın? NEDEN borcunu ödemedin? Neden vaktinde uyumadın? 

İsim olan SEBEP kelimesini kullanmamak için komik ifadeler kullananlar oluyor: Bu işin NEDENİ NE? (sebebi ne? yerine);  Sıcaklığın nedeni ne?  (sebebi ne? yerine); yaygın cahilliğin nedeni ne? (sebebi  ne? yerine).

NEDEN kullanılacaksa:

Bu iş neden böyle YAPILDI?

Hava neden ISINIYOR?

Câhillik neden YAYILIYOR?  diyerek FİİL kullanmak gerekmez mi?   Biraz dikkat, lütfen.

*hayat-ömür, yaşam– Dilimizi sadeleştireceğiz, diye, “hayat”, “ömür” kelimeleri yerine, YANLIŞ türetilmiş yaşam kelimesi, maalesef çokça kullanılıyor. Halbuki, “hayat”, insanın yaşadığı belli bir safhayı gösterir: öğrencilik hayatı, askerlik hayatı, gibi. “Ömür” ise, insanın yaşadığı bütün zamanı gösterir: Ömründe hacca gitmemiş Müslüman zenginler var, gibi. 

Yaşa-mak fiilinin masdar eki atılıyor; “yaşa” kalıyor, buna, aslında “bir defa oluş” anlatan {doğ-(u)m, öl(ü)m, gibi} M ekleniyor: “bir defa yaşamak” gibi bir durum anlatırdı. Bunu ortaya atan işgüzar, hevesli, biraz Türkçenin diğer lehçeleriyle, zahmet edip ilgilenseydi, Doğu ve Kuzey Türklerinin masdar eki olarak kullandıkları V sesini alarak “yaşav” derlerdi, hevesin cehâletle birlikte olması, acı, acıklı bir durum. 

 Bir de “yaşantı” diyenler var. Bu kelime, olsa olsa, “anlık, kısa süreli bir yaşama tecrübesi” olarak, “experience” karşılığı olabilir.

*Ambitionambitious– bu kelimeler, bilindiği gibi, İngiliz dilinde, “hırs, ihtiras”, “muhteris” demek. 

Tercüme ederken dikkatli olmak gereği kendini gösteriyor: İngiliz dilindeki bu kelimeler, bir insan için, öğünülecek, aranılan vasıfları gösterir; Türkçede ise: hakkettiğinden fazlasına göz diken, tamahkâr, gibi olumsuzluklar anlatır. Kelimeler, milletlerin dünyâ görüşünü, kimliklerini de gösterir: Muhteris kişi, bizde, makbûl değildir, huzursuzluk kaynağıdır, halbuki İngilizin gözünde ambitious; gözü yükseklerde, girişken, kolay tatmin olmaz (yâni açgözlü) ve makbûl bir kişidir.

*Zamir- adıl Fiili, eylem yapan zihniyet, zamir kelimesini de adıl yapmış. Zamir, ismin yerini tutan kelime olduğu için, ad sözüne Batıdan aşşşşşşşağılıkduygusu ile alınan L yi ıl olarak eklemekle yalan-yanlış üretilmiş bir kelime. Uydurulmuşluk bir yana; -insanın benliğini, özünü anlatan “vicdan” manâsınagelen güzelim zamîr kelimesini, gelecek insanlarımızın öğrenmesini engelleyecek bir münasebetsizlik.

*Kim- Öz, benlik, denilince, hatıra geliyor: Kazak lehçemizdeki, şu güzelliğe, inceliğe, insana saygıyı gösteren şu muhteşem kullanışa bakar mısınız: İsim, insanın kim idiğini, kim olduğunu gösteren bir kelime olduğu için, Kazak kardeşlerimiz, kişinin adını sormak için, eşyâ için kullanılan NE demez, KİM der; Atınız kım? diye sorar. (Adınız kim?) (aslı “at” olan kelimedeki t harfi, lehçemizde, iki ünlü arasında gelince yumuşayıp d oluyor.) (“isim” gibi, bir varlığı gösteren söz ile Türk’le özdeşleşmiş, en asîl  hayvan için kullanılan sözün aynı oluşu, ayrı bir güzellik değil midir?)

*Tüm Kayseri yöresinde, “bölünmemiş”, “yekpâre” ekmeğe, “tüm ekmek” denilirmiş. Öyle değilse, Kayserililer bunun yanlış olduğunu belirtirlerse, sevinir, düzeltirim. 

Dilimize yerleşmiş olan, yüzlerce yıldan beri kullandığımız “tamam” kelimesi yerine, birkaç yıldan beri, “bölünmemişlik, tek parça oluş” ifâde eden bu “tüm” kelimesi kullanılmaktadır. Halbuki, “tamam”kelimesi, parçaların birleşmesiyle, birbirine eklenmesiyle meydana gelen durumu anlatır: 50 ye 20 eklerseniz, sayı 70 e tamamlanır. 

-Yolcuların hepsi geldi mi?

– tamam, geldiler.

– elektrik faturasındaki miktarın hepsini ödedin mi?

-tamam, ödedim; tamamen ödedim.

Bu cevaplardaki “tamam” yerine, “tüm” koyarsanız, tuhaf olmaz mı?

“Tüm” kelimesi, bir çoklarınca “hepsi, bütün” karşılığı olarak da kullanılmaktadır. “vatandaşlarınhepsi/bütün vatandaşlar” yerine: “tüm vatandaşlar” demek, asker vatandaşlarımız, terörist takibinde iken mayına basıp da ayağı filan kopmamış, veya trafik kazasına uğrayıp da kolunu, bacağını kaybetmemiş, bedeninin “hepsi”, “bütün bedeni” yerinde olan vatandaşlarımız demek değil midir? 

Türkçeyi yanlış kullanmağa, bozmağa hiç kimsenin hakkı yoktur.

Konuşurken birazcık düşünmek, o kadar zor mudur? 

*yürek-gönül-Kimileri, kalple ilgili bu iki güzel kelimeyi de, birbiri yerine kullanmaktadırlar. Madde olarak kalp, sakatatçıda satılırken, “yürek”tir. Kullanışta ise, “yürekli”, “cesûr” anlamındadır. Yürekli adam; cesûr adam demektir. 

“Gönül” ise, tamamen mânevîdir: gönül kırmak, iyi değildir. Gönüllü olmak, mecbur olmadığı hâlde bir işe istekle koşmaktır.

Son günlerde, birileri, “gönül” yerine, “yürek” kelimesini kullanıyorlar:  

“içtenlikle, gönülden” demek yerine:

-yürekten söylüyor, demeleri gibi.

*dans- Zafer Bayramı dolayısıyla yapılan şenlikler arasında, halk oyunları ekiplerinin gösterileri de vardı. Bir tv kanalının muhâbiri, mahallî oyunları oynayanların yaptıkları işten halk dansları diye söz etti! Şimdi, düşünün, tasavvur edin: bu oyunlar, daha çok köylerimizde, düğünlerde oynanır.  Oyuna katılmak isteyen bir delikanlı, arkadaşını, birlikte oynamağa çağırırken, ona:

-Gel, dansa katılalım (!) mı diyecek? 

-Beraber dans edelim (!) mi diyecek, yoksa:

-“Oynayalım” mı diyecek?

Ama, kabahatin hepsi o muhabir kızcağızda değil; bu ülke, bu münasebetsiz, yakışıksız ifadeyi, “halk oyunu” yerine “halk dansları” denilmesini, bakanlık yapmış bir vatandaşımızdan işitmişti: kültür işleri Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı iken ondan ayrılıp “Kültür Bakanlığı” kurularak bu bakanlığa verilmişti. Kültür Bakanı, bu gülünç ifadeyi kullanmıştı. Bu tuhaf tutum, bir zihniyet ürünüdür; mârifet yapıldığı, “ilericiliğe hizmet edildiği” sanılmaktadır.

*yalan/yalgan Anadoluda “yalan” dediğimiz iğrenç, tiksinç, gerçeği  gizleyen, çarpıtan söze yalandiyoruz, Kazan Türkleri ise, yalgan diyorlar. Kuzey lehçesinde yalmak, “utanmak” demektir. Utanma duygusu, çok değerlidir: insanla hayvan arasındaki en bâriz farklardan biridir, hiç yüzü kızaran hayvan gördünüz mü? “yalgan”, “utanılcak, utanç verici” anlamına gelmektedir. Bir Peygamber (S.A.V) Sözü: “utanmadıktan sonra istediğini yap”. Diğer bir Hadîs-i Şerîfte, şöyle buyurulmaktadır: “Müslüman, (yapmaması gerektiği hâlde) içki içebilir, birtakım günahları irtikâp edebilir; AMA, YALAN SÖYLEMEZ.

Ne kadar tekrar edilse azdır:

“yalan”, “yalmak/utanmak’tan türemiş bir sözdür, UTANDIRICI, UTANÇ VERİCİ demektir, yalmak: utanmak demektir, kuzeydeki söylenişi: yalgan’dır. Töre sâhibi, Törük, Müslüman, yalgansöylememelidir!

*emice/emmi/amca- Babanın erkek kardeşine, “amca” diyoruz. Kimi yörelerde, “emmi” derler, “emmioğlu” hakkında ne güzel bir türkümüz vardır. En hoş olanı da “emice” şeklinde kullanılanı olsa gerek. Bu kullanış, Osman Gazi’nin ağzında daha bir güzel oluyor. Amcası Tundar’a diyor ki:

-Emice! buyur, odununu kırayım, hizmetini göreyim, ama Devlet işlerine karışma!

*yarın/yağrın- “Yağrın”, hâfızam beni yanıltmıyorsa (rahmetli Abdülkadir İnan’ın bir yazısında okumuş olabilirim), koyunun kürek kemiğidir. Türkler, yağrın’ı, ateşte kızdırırlar, teşekkül eden damarlardan geleceği okurlarmış. Günümüzde, “yarın” olarak yazılan bu kelimeyi, halk, DOĞRU olarak, yaarındiye, a sesini uzatarak söyler. Nitekim, daha önce kullandığımız alfabe ile yazılırken, bu kelimedeki, y sesinin uzun okunacağını gösteren elif harfi vardır. 

İki gün önce, bir televizyon kanalında, sunucu, kelimelerin doğru söylenişini anlatırken, “yarın” kelimesindeki a sesinin kısa okunması gerektiğini söyledi: yanlışı düzelteyim derken, iyi niyetle, bilmeyerek, halkın yüz yıllardan beri doğru olarak, “yaarın” diye söylediği kelimeyi yanlış söylemeğe sevk etti. Kabahat onda değil, imlâ konusunda titizlik göstermemiş olan Türk Dil Kurumu sorumlularında: kelimenin yazılışını “yağrın” olarak belletse idiler, böyle tereddütler, yanlışlar olmazdı. Ben bir vatandaş olarak rahmetli üstad Abdülkadir İnan’ın Türkoloji ile ilgili yazılarını okuyorum da, o yetkililer, bundan müstağni mi oluyorlar?

Bir zamanlar, bir türkücü, “yarinler bizim” diye türkü söylüyordu! (türkü “çığırıyordu” demek gerekir, ama, o türkücünün bu marifeti ile ilgili olarak halkın ağzındaki o güzelim “çığırmak” fiilini kullanmak, israftır ve israf, haramdır.)

31 Alparslan 2024

Türkçeyi Kısırlaştırıp Tahrif Etmeye İbretlik Bir Örnek:👇

(Gazze) Sanki Son Tur Gibi!

Edhem Şarqawi’den:
(GAZZE) SANKİ SON TUR GİBİ!

“İsrail” in varlığının sona ermesi Kur’an-ı Kerim’in açık bir beyanı ve gerçeği, Peygamber’in de bir vaadidir. Bu yüzden bizler “Yok olacak mı, olmayacak mı?” diye sormuyoruz. Çünkü şüphesiz ki yok olacaktır! Sormamız gereken soru ise “Ne zaman?” dır.

Benim inancıma göre işin gereğini yapmadan oturup mucize beklemek doğru değildir. Aksine, ben inanıyorum ki mucizeler ancak müminler ellerinden gelenin tamamını yaptıktan sonra gelir! Batıl, bütün gücünü ortaya koyup zaferin eşiğine geldiğinde; hak ise gücünü son zerresine kadar sarfedip mücadele ederken, mağlubiyetin eşiğine geldiği anda mucize gerçekleşir!

Kur’an-ı Kerim bize, değişmez bir gerçeği öğretir: Nüfuz mücadelesi inanç mücadelesinden farklıdır!
Nüfuz mücadelesinde Allah insanları sahip oldukları sebepler ve güç dengeleriyle baş başa bırakır, kim en güçlü sebebe sahipse o galip gelir!
Ancak inanç mücadelesinde, kuvvetlerin, güçlerin denk olması veya sebeplerin karşı karşıya gelmesi gerekmez!
Allah’ın (cc) aziz ve muktedir bir şekilde helak ettiği tüm zalimler, güçlerinin zirvesindeyken helak olmuştur!

Allah, Firavun’u helak ettiğinde, onu güç dengelerini değiştirerek helak etmedi. Firavun “Ben sizin en yüce Rabbinizim!” dediği anda, ordusu ile beraber gücünün zirvesinde olduğu bir zamanda helak etti.

Allah, Nemrud’u helak ettiğinde, onu zayıf ve güçsüz olduğu anda değil, gücünün zirvesinde iken, insanlara “Ben diriltir ve öldürürüm!” dediği anda helak etti.

Allah, Ad kavmini helak ettiğinde, onları sebepler değiştiği veya dengeler alt üst olduğu için değil, “Bizden daha güçlü kim var?” dedikleri anda helak etti.

Allah, Semud kavmini helak ettiğinde, onları da sebepler değiştiği için değil, vadide kayaları oymaya devam ettikleri sırada helak etti.

Allah, Hendek savaşında Ahzab ordusunu dağıttığında, yeryüzü müminlere dar gelmiş ve canları boğazlarına ulaşmıştı!

Gazze’deki savaş başladığında, bunun savaşın turlarından bir tur olduğunu ve daha önceki turlar gibi sona ereceğini düşünmüştüm. Ancak şimdi içimde bir his Gazze raund veya turunun son raund veya son tur olduğunu söylüyor! Bu, şu andaki şekliyle kalmayacak, Allah’ın izniyle Ahzab’ın rüzgarı gelecek. Ve Allah’ın rüzgarlarının bin bir tecelli şekli vardır; Rabbimin ordularını O’ndan başkası bilemez! Ve eğer bu tur da, daha önceki turlar gibi sona erse bile, bittiği yerden itibaren tekrar başlamış olacak!
Ama kesin olan şu ki, bu savaş uzun zaman önce bizim ve onların kontrolünden çıktı, Allah’ın iradesi savaşı yönlendiriyor!

Aklıselime, sebeplerin hesabını yapmaya ve gerçeğe bakmaya karşı değilim!
Ancak aklıselim bu kadar direnebilmeyi anlayıp kabul edemiyor; olan her şey esasen akla aykırı görünüyor!
Sebebler bu kadar direnme gücü üretemez!
Gerçek, büyük devletlerin bu kadar bombardıman ve saldırısı altında direnişin çökeceğini söylüyor. Öyleyse, nasıl oluyor da bir çok başkentimizden daha küçük olan bu bölge dayanabiliyor?! Dahası, nehirleri, dağları ve ormanları olmayan düz coğrafyasıyla, bu bölge, böyle bir deniz, hava ve kara gücüne sahip devasa gücün ilk saldırısında askeri olarak düşmüyor, düşürülemiyor? İsrail’in önceki savaşlarının ordularımızla birkaç saat içinde sona erdiği göz önüne alındığında, gerçekçilikten bahsetmek basit maddi bir kanaat gibi görünüyor!

Hiçbir işgalci işgaline ila nihaye devam edememiştir, bu değişmez bir gerçektir, kimse bunu inkar edemez; yer sahiplerinin inancından bağımsız olarak! Tarih bize şöyle söylüyor: Her işgal öyle veya böyle sona ermiştir ve tüm istilacılar sonunda çekip gitmişlerdir. Bu işgal de uzun veya kısa sürse de sona erecektir; umarım ki bu çok yakın bir zamanda gerçekleşir!

Edhem Şargawi

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
04.09.2024 OF

بقلم أدهم شرقاوي
‏كأنَّها الجولة الأخيرة!

إنَّ زوال “إسرائيل” من الوجود حقيقة قرآنيّة، ووعدٌ نبويٌّ، لهذا نحن لا نسأل هل ستزول أم لا؟ لأنها زائلة لا محالة! وإنما السُّؤال هو متى؟!

وليس من مذهبي القعود عن العمل وانتظار المعجزات، بل إني أؤمنُ أن المعجزات إنما تأتي بعد أن يستنفدَ المؤمنُ أقصى ما يستطيعُ من العمل! حين يرمي الباطل بكلِّ قوته فيبدو على بعد خُطوة من الظَّفرِ، ويصمدُ الحقُّ حتى آخر ذرَّة فيه الصمود، فيبدو أنَّه قاب قوسين أو أدنى من الهزيمة، تأتي المعجزة!

القرآن الكريم يُعلَّمنا حقيقة ثابتة وهي أنَّ صراع النفوذِ يختلفُ عن صراع العقيدة!
في صراع النفوذ يذرُ اللهُ النَّاسَ لما بين أيديهم من الأسباب وموازين القوى، فمن ملكَ أقواها غلبَ!
أمّا في صراع العقيدة، فلا يلزمُ أبداً أن تتكافأ القوى، ولا أن تتقابل موازين الأسباب!
كل الطغاة الذين أخذهم الله أخذ عزيز مقتدرٍ إنما أخذهم وهم في قوّة جبروتهم!

حين أهلكَ اللهُ فرعون لم يهلكه بتغيير موازين القوى، وإنما أهلكه وهو يقول: أنا ربكم الأعلى! أخذه وهو في أوج قوّته، على رأسِ جيشه المدجج!

وحين أهلكَ اللهُ النمرود لم يهلكه في لحظة ضعفٍ، وإنما أهلكه وهو قمّة غطرسته، يُنادي في النَّاس: أنا أُحيي وأميتُ!

وحين أهلكَ اللهُ عاداً، لم يهلكها بتغيير الأسباب، وانقلاب الموازين، وإنما أهلكهم وهم يقولون: من أشدُّ منّا قوَّة!

وحين أهلكَ اللهُ ثمود، فإنما أهلكهم وهم ما زالوا يجوبون الصَّخر بالواد!

وحين شتَّتَ اللهُ شمل الأحزاب يوم الخندق، كانت الأرض قد ضاقتْ على المومنين بما رحبت، وبلغت القلوب الحناجر!

حين بدأتِ الحربُ على غزَّة كنتُ أعتقدُ أنها جولة من جولات الحرب، ستنتهي كما انتهتْ كلّ الجولات التي قبلها، أما الآن فشيءٌ ما في داخلي يقول إنها الجولة الأخيرة! وإنها لن تبقى على الشكل الذي هي عليه الآن، ستأتي ريح الأحزاب بإذن الله، ورياح اللهِ لها ألف شكلٍ وهيئة، وما يعلمُ جنود ربّك إلا هو!
وحتى إن انتهت كما انتهتْ الجولات السّابقة، فستكون قد بدأت من حيث انتهتْ!
ولكن الشيء المؤكد أنَّ هذه الحربُ خرجتْ منذ زمنٍ من أيدينا وأيديهم، يدُ اللهِ تُسيِّرها!

لستُ ضدَّ العقلانيّة، وحساب الأسباب، والنظر إلى الواقع!
ولكن العقلانيّة ترفضُ كلَّ هذا الصمود، كلُّ ما يحدثُ هو ضدُّ العقل أساساً!
والأسباب لا تُنتج كلّ هذا الثبات!
والواقع يقول إن دولاً عظمى كانت لتنهار تحت كل هذا القصف والعدوان فكيف يصمد قطاع هو أصغر مساحةً من كلِّ عواصمنا؟! والأدهى من ذلك أنه بجغرافيته المسطحة بلا جبال ولا وديانٍ ولا غابات هو منطقة ساقطة عسكرياً عند أول هجوم من هذه الترسانة المهولة التي تملك البحر والجو واليابسة! وبالنظر إلى أنَّ حروب إسرائيل السابقة مع جيوشنا كانت تنتهي بساعات، فالحديث عن الواقعيَّة يبدو إيماناً مادياً غثيثاً!

لا يوجد محتلٌ بقيَ على احتلاله، هذه حقيقة ثابتة لا يستطيع أحد تكذيبها، بغض النظر عن عقيدة أصحاب الأرض! كل احتلالٍ زال هكذا يخبرنا التاريخ، وكل الغزاة رحلوا نهاية المطاف، وهذا الاحتلال زائل طال الوقت أم قَصُرَ، وعسى أن يكون قريباً!

أدهم شرقاوي

أدهم شرقاوي كاتب فلسطيني 👇
https://mawdoo3.com/أدهمشرقاوي(كاتبفلسطيني)

👇

https://ar.m.wikipedia.org/wiki/أدهمشرقاوي

Darbelerin Anası Olacak Bir Darbenin Ayak Sesleri!

Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan bütün askerî okullarımızın mezuniyet törenlerine katılıyor ve orada tarihî konuşmalar yapıyor. Bu yıl da aynı şeyi yaptı, 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla. Bir askerî okulun mezuniyet töreninde yaşanan bir hâdise herkesin tepesini attırdı…Cumhurbaşkanı bir cami açılışı yapıyor ve günlerden cuma.
Teğmenler ne yapıyor? İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bir ordunun neferleri olacak teğmenleri, cuma günü açılışı yapılan camiyi tıka basa dolduracaklar diye bekliyor bu Müslüman halk, değil mi?

APOLETLER SÖKÜLECEK!


Ama ne oluyor?
Devletin en tepesinin alarm zillerinin çalmasına yol açacak tehlikeli bir oyun, bir “isyan” veya provokasyon (artık ne derseniz deyin!) izlenimi oluşturan bir kılıç sallama ve ilkel, ‘bay’an, bayağı sloganlar atma gösterisine şahit oluyoruz.
Bu bir tören hazırlığı olabilir mi?
Milletin iradesine, milletin iradesinin en yetkili temsilcisi, seçilmiş cumhurbaşkanı ve başkomutanına karşı birileri mesaj mı veriyor acaba, diye sormak zorundayız.
Ne mesajı, demeyin!
Kuzey Kore ilkelliğini, diktatoryasını anımsatan böyle ilkel tören hazırlığı olamaz!
Bu çağda, bu zamanda, bu saatte?
Birileri darbe îmâsında mı bulunmak istedi, diye sormak en temel hakkımız.
Bu ülke darbe üstüne darbe yedi çünkü!
Her on yılda bir darbe yedi, yiyor?
15 Temmuz aşağılık darbe ve işgal girişiminin üzerinden henüz 10 yıl bile geçmeden böyle bir girişime soyunanlar olabilir mi, diye asla bir saniye bile düşünürsek, bir de bakmışız her şey alt üst olmuş, ülke kaosun, belirsizliğin ve -hatta Allah muahafaza ama- iç savaşın eşiğine sürüklenmiş!
Olmaz demeyin!
Bu ülkede nice olmazlar oldu.
Olmaz olmaz diyemeyiz artık!
Aklımızı başımıza devşireceğiz!
En küçük darbe imâsında bulunan herkesin apoletlerini teker teker sökecek bu devlet!
Asla merhamet etmeyecek.
Yeter artık!

PARANOYA DEĞİL, DARBELERİN ANASI TEZGÂHLANIYOR OLABİLİR!


Birileri habire “paranoya yapmayın!” diye salak salak laf ediyor!
Bakın bendeniz 15 Temmuz darbe ve işgal girişiminden yaklaşık altı ay önce Ülke TV’de canlı yayında “darbe geliyor, lütfen devlet uyumasın! Millet de duysun, ona göre hareket etsin!” demiştim.
O zaman canlı yayına yağmur gibi tepkiler gelmişti, “paranoyak mı bu adam, felaket tellallığı yapıyor!” şeklinde!
Ben Müslüman bir fikir adamı ve yazarım. Felâket tellallığı nasıl yaparım! Ben darbenin gelişini dış medyayı İngilizlerin The Economist dergisi, Amerika’ya hükmeden Yahudilerin haftalık Time ve Newsweek dergilerini, CFR terör organizasyon şebekesinin iki aylık Foreign Affairs gibi dergilerini ve tabiî New York Times, Washington Post ve İngiliz Financial Times gazetelerini düzenli takip ettiğim için bu etkili kaynaklarda yazılıp çizilenlere bakarak görmüştüm! Sadece bu dergi ve gazetelerde yazılan makale ve yorumlara dayanarak “Türkiye’de darbe yapacak bu alçaklar, içimizdeki Kemalist ve laikçi sloganlar atan NATO bağımlısı adamlarını, askerleri kullanarak” demiştim.
Darbe geldi 15 Temmuz’da
Şimdi 15 Temmuz’dan daha büyük ölçekli, Türkiye’de iç savaş çıkaracak, ülkenin bölünmesine yol açacak, Kemalizm sloganları attırarak darbe yaptıracak dış güçler ve içerideki uzantıları her zamankinden daha aktifler ve Türkiye’yi darbe yapılacak bir ülkeye, iç savaşın ve parçalanmanın eşiğine sürükleyecek büyük ölçekli “darbelerin anası” diye adlandırabileceğim büyük bir felâketin, çıkmaz sokağın eşiğine sürüklemeye çalışacaklar!
Bu kez işin içine Filistin’deki soykırımı da katacaklar! Filistin’i haritadan silmeye çalışacaklar! Mescid-i Aksa’yı yıkmaktan ve yerine Yahudi Tapınağı dikmekten çekinmeyecekler: On yıllardır Mescid-i Aksa’nın altını oydular arkeolojik kazı diye diye!
Suudi Arabistan ve İran burada Türkiye’ye karşı birlikte hareket edecekler: İsrail’in önünü açacaklar!
İsrail kudurdu. Ne yapıp edip bu Arz-ı Mev’ud saplantısını hayata geçirmek istiyor. Hem bu teo-politik stratejisinin hem de genelde İsrail’in önündeki en büyük ve tek engel olarak gördüğü Türkiye’nin cezalandırılması için can atıyor! Tayyip Erdoğan’ın başında olduğu Türkiye’nin!
Çok büyük, çok katmanlı ve karmaşık bir felâket tezgâhlanıyor. İç cephe çoktan tahkim edildi. Bütün toplum kesimleri birbirine düşman edildi.
Özgür Özel, Cumhurbaşkanına hakaret eden düşük bir kişiyi yanına, baş köşeye oturttu! Çok çirkin ve tehlikeli bir davranış bu! Özgür Özel, makul bir siyasetçi, etrafındaki ve medyadaki akl-ı selîmden nasibini alamamış provokatör tipli adamlara asla itibar etmemeli. Ve Türkiye’nin eşiğine sürüklendiği felâketi, iç savaş ve parçalanma tezgâhını görmeli ve bu konuda devletle birlikte hareket etmeli, küresel şer şebekelerinin adamlarıyla değil!
Vesselâm. 02.09.2024

Yusuf Kaplan

https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/darbelerin-anasi-olacak-bir-darbenin-ayak-sesleri-4642226

Kemalist Terör Örgütü KETÖ

DİKKAT! BU GÜN ASIL TEHDİT UNSURU FETÖ – FETTULLAHÇI TERÖR ÖRGÜTÜ DEĞİL, KETÖ – KEMALİST TERÖR ÖRGÜTÜDÜR.

30 Ağustos’ta HARBİYELİ YENİ MEZUN BİR GRUP TEĞMENİN “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ” sloganlarıyla ADETA DARBE PROVASI niteliğinde ve askeri disiplini çiğneyerek gövde gösterisi yapmaları, dindar kesimde ne oluyoruz diye bir şaşkınlık ve panik oluşturdu.

Bazıları bu gösterinin HARBİYENİN FETÖ’NÜN KONTROLÜNDE OLDUĞU ALGISINA BİR CEVAP OLDUĞU SÖYLEMİYLE BU AÇIK İSYANI ÖRTBAS ETMEYE çalıştılar. Oysa bu tam bir ALGI OPERASYONU olup, asıl tehlikeyi gizleyerek, bir taşla iki kuş vurulmaktadır.

HARBİYE’DE VE YARGIDA FETÖ YADA KARŞITI GÖRÜNÜMLÜ OPERASYONLAR YAPAN ODAK FETÖ DEĞİL, YARGI, EMNİYET ve ORDU’DA ÇÖREKLENMİŞ KETÖ – KEMALİST TERÖR ÖRGÜTÜDÜR.

Bu örgütün arkasında tıpkı FETÖ gibi dolaylı YOLLARDAN ABD vardır ve ABD güdümünde KEMALİST DİKTATÖRLÜK KURMA PEŞİNDE KOŞMAKTADIR.

FETÖ BU GÜN ÖRGÜTSEL OPERASYON GÜCÜNÜ TAMAMEN KAYBETTİĞİ GİBİ, HALK NEZDİNDE İTİBARI SIFIRDIR VE EN AZINDAN YAKIN BİR TEHDİT OLMASI SÖZ KONUSU DEĞİLDİR.

Henüz varlığından kimsenin haberdar olmadığı ve hiç bir yerde ismi bile geçmeyen KETÖ – KEMALİST TERÖR ÖRGÜTÜ hususunda acilen harekete geçilmezse,

15 TEMMUZ’DAN DAHA KANLI BİR DARBE TEŞEBBÜSÜ ve muhtemelen TÜRKİYE’DE ABD GÜDÜMÜNDE KEMALİST DİKTATÖRLÜK REJİMİ KURULMASI söz konusu olacaktır.

Harbiye gösterisi bir darbe provası ve gövde gösterisi, Erdoğan ve halka sallanan tehdit parmağı ve çekilen kılıç olup, gösteriye katılanlar DERİN KETÖ’NÜN az bir kısmı, AYSBERGİN GÖRÜNEN YÜZÜDÜR.

Eğer gereği yapılmazsa bu tip çıkışkara yol olacak ve tıpkı 2000 öncesi olduğu gibi İktidar ve halka ayar vermeye girişecekler ve şartlar olgunlaştırıldığında ABD GÜDÜMLÜ KEMALİST DARBEYE yelteneceklerdir.

Bu nedenle 30 Ağustos’ta Askeri Disiplini çiğneyerek gösteriye katılan TÜM YENİ MEZUN HARBİYELİ TEĞMENLER DERHAL ORDUDAN İHRAÇ EDİLDİKTEN SONRA, yargılanarak KETÖ Örgütü bağlantıları ortaya çıkartılmalı ve Yargı, Emniyet ve Ordu’da çöreklenmiş KETÖ ÖRGÜTÜ DEŞİFRE EDİLEREK TAMAMEN ÇÖKERTİLMELİDİR.

OLAY ÖRTBAS EDİLİRSE, TEHLİKE KARTOPU MİSALİ İVME KAZANARAK BÜYÜYECEK VE YILANIN BAŞINI KÜÇÜKKEN EZMEYEN ERDOĞAN VE DİNDARLARI SOKACAKTIR.

Mustafa Siel

https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=pfbid02LYoPEhCcaQYobJcPTsf2ZjnDh4ed2QCsehU8LxDVKazpMqZQR9fA8XcXhnxfFwnkl&id=100068038031270

01.09.2024

Genç Subaylar Tedirgin!

Ersan Ergür Bey Yazdı

Bundan tam 21 yıl önce Cumhuriyet Gazetesinin manşetiydi; “Genç subaylar tedirgin.”

Sözüm ona dönemin Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’le yapılan bir röportajda TSK içerisinde huzursuzluk ve rahatsızlık olduğu vurgusu ağırlık kazanmıştı.

Tabii bu durum manşetlere taşınmış ve Türk Ordusu ile mevcut iktidarı karşı karşıya getirmişti.

Birçok kesim medya ve gazeteler günlerce bu konuyu işlemiş iktidarın eli kolu bağlanmak istenmişti.

Yine “Beceremediniz artık bırakın” manşetini terör elebaşı ağzından manşetlere taşıyan yine muhalif medyanın amiral gemileri Hürriyet ve Milliyet idi…

15 Temmuz sonrası yerli ve milli bir yapıya kavuşturulmak istenen Türk Silahlı Kuvvetleri Harp Okulları mülakat komisyonlarında görev alan emekli subaylara yönelik; 

Harp Okulları mülakatlarını SADAT yaptı iddiası ile 28 Şubat döneminde YAŞ kararları ile ihraç edilmiş inançlı emekli subaylar mülakatlardan el çektirilmişti.

Bu haberin amacı bugün daha iyi anlaşılmakla beraber maalesef başarılı olmuştu.

Daha geçtiğimiz yıl Tuzla Piyade Okulunda yakasına Atatürk rozeti takmadığı gerekçesi ile darp edilen teğmen meselesi sıcaklığını korumakta iken yeni bir teğmen cuntası devreye girdi.

15 Temmuz ile askeri okullara yerli ve milli bir ruhu aşılamak arzusu bir şekilde bertaraf edilmeye çalışılıyor.

Esasında 28 Şubat sürecinde gerçek manada yerli ve milli muhafazakâr yapıdaki subay ve astsubaylar YAŞ kararları ile ihraç edilmiş geriye Kemalist ve ulusalcı anlayışa sahip kesim ile büyük parçayı oluşturan FETÖ mensupları kalmıştı.

15 Temmuz darbesi ile bu güruh topyekûn tasfiye olunca geriye sadece İslami hassasiyetten uzak hatta din karşıtlığı ile çağdaşlığı yakalayacağına inanan Kemalist ve ulusalcı kesim kalmıştı.

Her zaman olduğu gibi bu gruplar vatanın güya gerçek sahipleri olmalarının verdiği sözde haklı gururla seslerini yükselterek köşe başlarını kapmaya çalışıyorlar.

Sarıklı Amiral haberleri gibi benzeri manşetlerle iktidarı ve karar alıcıları etki altına almayı başardılar.

Terfi edenlerin şeriatçı, cemaatçi oldukları algısını oluşturmayı başarmışlardı.

Azınlıkta olan milli iradeye saygılı iman ve ihlas abidesi birkaç general ise pasif görevlere atanmış ve karar alma mekanizmalarına dahil edilmemişlerdi.

Bu kara propaganda sonucu ötekileştiren, kutuplaştıran, halkın inanç ve değerlerine yabancı bir eğitim anlayışı yerleşmiş oldu.

Son derece tehlikeli bir noktaya geldiğimizi vurgulamak zorundayım.

30 Ağustos sabahı Cumhurbaşkanı Erdoğan Kara Harp Okulu’nda cami açılışı yapmış sonrasında mezuniyet törenine katılmıştı.

O törenlerden sonra dönem birincisi Teğmen Ebru Eroğlu bir grup teğmene “Mustafa Kemalin Askerleriyiz” sloganıyla laiklik andı yaptırdı.

Cami açılışına nispet bir düello izlenimi veriliyordu.

Bu törenlerin geleneksel halini bilirim. Çünkü bende 1990 yılında böyle bir tören sonrası teğmen olarak mezun olmuştum.

Bu törenlerde resmî tören yapıldıktan sonra teğmenler serbest kalır ve tribünlerde oturan aileleri ile buluşarak tebrikleri kabul ederler.

Hiçbir şekilde böylesi bir slogan atılmaz. Geçmişte de bunun örneği yoktur.

Ancak bu kez öyle olmadı. Muhtemeldir ki bir akıl dönem birincisi Teğmen Ebru Eroğlu’nu azmettirerek Laiklik andının yapılmasını sağlamıştı. 

Videoda yansıyan enstantanelere baktığımızda dört bir taraftan birbirlerini çağırarak Ebru Teğmenin etrafında toplanılmasını sağladılar.

Sonrası malum…

Şimdi bunda ne var canım diyebilirsiniz?

Mustafa Kemalin askerleriyiz sloganı suç unsuru değil diyebilirsiniz.

Size bir Nasreddin Hoca fıkrası anlatayım;

Hocaya köylünün biri sorar; Hocam tuvalette sakız çiğnemek haram mıdır?”

Hoca cevap verir; Ne münasebet canım. Elbette çiğneyebilirsiniz. Yalnız sakız çiğnemesine çiğnersiniz de biri sizi görürse hakkınızda ne düşünür onu bilemem. Der.

Yukarıda saydığımız gerekçeler sonrası teğmenlerin Laiklik yemini ve Mustafa Kemalin askerleriyiz vurgusu bu fıkra misali hiç gereği yokken neden servis edildi?

Geçmişte böyle bir yeminin örneği hiç olmadı.

“Unutmayın FETÖ, 15 Temmuz gecesi en ön saflara Harp okulu öğrencilerini sürdü, hatta onlarla yetinmeyip küçücük Askeri Lise öğrencileri ile Çengelköy’de sabaha kadar çatışmaya girdi. 

15 Temmuz için eğitim kampındaki Harbiyeliler getirilip darbe kalkışmasında en öne dizdirilmedi mi?

FETÖ gişelerde sabaha kadar vatandaşa Harbiyelilerle kurşun sıktırıp İstiklal marşı okutmadı mı?

Bir grup FETÖ’cü Harbiyeli Silivri’den tahliye olurken toplanıp İzmir Marşı okumadılar mı?

Mustafa Kemal üzerinden bu milleti böldüğünüz yetmedi mi?

Yeter artık, Mustafa Kemal üzerinden bu millete operasyon çekilmesine müsaade etmeyin!

FETÖ darbe yaparken bile “Yurta Sulh”parolasını kullandı.

Bu millet bu operasyonlara pirim vermiyor ama maalesef sözde Atatürkçü geçinenler her seferinde bu operasyonların maşası oluyor.

Artık bu ülkede darbelere prim vermeyecek nesillere ihtiyaç olduğu kesin.

Bizden söylemesi…

02.09.2024

https://www.milatgazetesi.com/yazarlar/genc-subaylar-tedirgin-rahatsiz-1029

Kemalizmin Vazgeçtikleri ..

Av. Ömer Faruk Uysal Beyin ‘Kemalizmin Vazgeçtikleri’ başlıklı bir yazısı şöyle:

Yeni bir ulus yaratma büyük ve imkansız iddiası, sadece yeni bir dil icadıyla olamazdı! Avrupalı olacaksak dinimiz de onlar gibi olmalıydı. Tamamen Hristiyan veya seküler olamasak bile, olabildiğince onlara benzemeli, en azından İslam azaltılmalı, seyreltilmeli, başkalaşmalı ve Türk kadim kimliğinin baskın karakteri olmaktan çıkarılmalıydı!Tarihin derinliklerinden gelen geleneksel Müslüman Türk olarak, Avrupa medeniyet ailesine dahil olamazdık. Başka da bir medeniyet şekli ve yeri de yoktu. Bu gerekçelerle, kiliselerde olduğu gibi, camilere de ayakkabı ile girilip, sıralarda oturtulması devrimi de ciddi ciddi tartışılmıştır. Namazsız bir tapınma modeli!

Tekke, zaviye, tarikat, türbe ve vakıflar kapatılmalı, ezan ve ibadet asli ve geleneksel şeklinden çıkmalı, yeni icad edilen Türkçe olmalı. İslam aleminin manevi ve siyasi liderliği, hilafete kendi ellerimizle son vermeli, başsız bırakmalıydık. Ama Hristiyanlığın, iki büyük mezhebinden biri olan, Ortodoks ekümenik Patrikliği İstanbul, diğer büyük mezhep Katoklikliğin evrensel liderliği Roma’da üstelik bir devlet olarak muhafaza edilmelidir!

Bu büyük, tarihi, operasyonun yanıltıcı ve baskın kelimeleri vardı! Bu İslama karşı olmak değil, laikliği getirmekti. Mesela Hilafet (İslam dünyasının liderliği) yükünden her nasılsa kurtulmaktı! Halbuki İngiltere, sömürge topraklarımızda sizden fazla Müslüman yaşıyor, gerekçesiyle Hilafet bizde olmalı iddiasındaydı! Hala mütedeyyin bir hayat yaşamaya çalışmak, irtica idi ve rejim düşmanlığıyla aynı anlama gelirdi. Yeni Türk ulusal kimliğinde İslamın yeri yoktu!

Öyleyse vakıf malı camiler satılmalı, depo ve ahır yapılmalı veya yıkılmalıydı. Keza, tarih boyunca tüm dünyayada geçerli asli din dili yerine uyduruk bir Türkçe ile ezan ve ibadet (tapınım!) olmalıydı! 18/07/1932’de Diyanet’e zorla bir fetva mahiyetinde Türkçe ezan-kamet yayınlattırıldı. Ve o tarihten itibaren Atatürk’e atfen yayınlanan bir genelgeyle, Hz Peygamberin diliyle okunan ezan ve kamet yasaklandı.

Ezanın uyduruğunu dinlemek istemeyenler, bunun için dağlarda yaşamaya çalıştılar, dayaklar yediler, hapislerde çürütüldüler.

Bu zulüm 1950 DP iktidarına kadar 18 yıl sürdü. Zulüm diyoruz çünkü halk deyimiyle bu tangur- tungur sesleri, millet gönlünde büyük travmalara yol açtı. Bunu hiçbir zaman ezandan saymadılar. Esasen uzak Asyadan gelip Anadoluyu vatan edinen ecdad, istiklal harbimizi, İslami cihadı yapan atalarımız, Devlet-i Aliye’yi, Hilafeti, minarelerden hür ezanları haykırmak için şehit ve gazi oldular. Atatürk’te Allah için gaza etmek demek olan Gazi ünvanını ölünceye kadar kullandı!

16/6/ 1950’de Menderes tarafından TBMM ce aslına çevrilen ezan’ı onaylamak istemeyen Cumhurbaşkanı Bayar epey direndi.Neredeyse Menderes istifa ediyordu. CHP ise fazla bir direnç göstermedi. Bazı CHP ‘li mebuslar dahi ezan lehine rey kullandılar. Zira, bu tarihi seçim yenilgisinin sebeplerinden biri de buydu. Ezan yasağı, tarih dışı kalmıştı, artık sürdürülemezdi! Müezzinler gözyaşları ile bazı camilerde yedi defa peşpeşe ezan okudular. Asırlardır olduğu gibi 18 yıl sonra tekrar ezanlar, kametler okundu. Hiçbir olumsuzluk ve kötü gidişat başlamadı. Bilakis bir bolluk-bereket, bir hürriyet havası meltem rüzgarı gibi mübarek vatanı kapladı.

CHP’liler bir daha Türkçe ezan diye tutturmadılar. Ahmet Taner Kışlalı gibi bazı Kemalist aydınlar zaman zaman eski, anokranik duruma özlemlerini ifade ettiler. Bir de Y.Nuri Öztürk, CHP mebusluğunun bir gereği olarak, ezana bu çağda hiç gerek yok diyerek, sekülerist CHP seçmeninin yüreğine su serpmek istedi ama Baykal ve kurmayları bunu reddettiler. Yani Kemalist ruh ve seçmen, bunu istese de, siyasi realite böyle şeyleri kaldıramıyor.

Neticeten, biz bu pisliği niye yedik? Ezan yasaklanınca, ne kazandık? Serbest kalınca ne kaybettik? Bu aziz milleti bunca üzmeye, rencide etmeye ne gerek vardı? Halka muhalefet etmek, milletin bedduasını almak kime ne fayda sağlar? Namazda gözü olmayanın ezanda da kulağı olmaz! Neden böyle lüzumsuz ve faydasız şeylere cüret edersiniz?

Benzer şekilde Ayasofya; İslamın Hristiyanlığa galebesinin, İstanbul’un fethinin sembolü, büyük Fatihin vakıf emaneti bir mabedi, şortlu-minili kadınların pis ayakkabılarıyla çiğnediği, arsız dansçıların sahneye çevirdikleri, soğuk, ruhsuz, ücretle girilen bir kasvetgaha çevirmek te nedir? Fethi başardık İslam mabedi yaptık, 481 yıl sonra, istiklal harbi zaferimiz akabinde tekrar Cami olmaktan çıkardık, Neden? Yoksa zaferi kazanan Müslüman Türk milleti değil, Hristiyan Avrupa mıydı?

86 yıllık puthane ve harabegahtan sonra tekrar İslamın direği namaz ve tevhid kelimeleriyle şenlenen, ihya edilen bir ulu mabed! Elimizdekileri niye tutamıyoruz, Batı’ya peşkeş çekiyoruz? Bu zilletleri bu cihangir millete ve mazlum ümmete neden reva görüyoruz?

Fetihler ve Fatihler, İslamın izzet ve azameti için değil, zillet ve hakareti için midir? Anavatanımızdaki egemenliğimizi kullanabilmek için de mi Fatihler bekleyeceğiz?

Şimdi ne oldu? Herşey aslına dönücüdür ilkesince, 86 yıllık vahim bir hata çok şükür tarihe karıştı. CHP hiçbir ciddi itiraz yapamadı. CHP sözcüsü sadece; “Yüreğiniz yetiyorsa Ayasofyayı açarsınız, elinizi tutan mı var” diyerek Batılı patronlarına güvenerek ve onlar adına Türkiyeyi ve milli hükumeti tehdit etti! Ancak anayasa hukuku profesörü ve CHP mebusu İbrahim Kaboğlu, elbette CHP’nin gönlünden geçipte artık dile getiriremediğini ifade etti; “Değil Ayasofyayı tekrar ibadete açmak, Sultan Ahmet camii bile müze yapılmalıdır.” dedi. Bu minvalde birkaç çatlak ses, o kadar. İşte bu Kemalizmin iç sesidir, gerçek sesidir! Fakat artık sürdürülemez bir tarihi günahı savunmaya da takatleri yoktur.

Yine soruyoruz? Bu murdar yemeği neden yedik? Ayasofyayı müze yapınca Avrupalı mı sayıldık? Aslına rücu ettirince medeniyetten mi çıktık? Medeniyet kıstaslarımızı neden Batılının yoğurt gönlüne, Hristiyanın aşağılayıcı keyfine bırakıyoruz? Neden galip geldiğimizi halde, mağlup psikolojisinin ezikliğinden kurtulamıyoruz? Gerçekte biz değil de onlar mı galip geldiler? Yoksa büyük tavizler karşılığında bize göstermelik bir zafer mi ihsan ettiler? Yoksa yaşadığımız sadece bir pirus zaferi midir?

En acısı da şudur; bazı Ortodoks rahipler, “Ayasofya, içinde çıplakların gezip, aşüftelerin raks ettiği bir yer olacağına, Tanrı’ya ibadet edilen bir mabed olsun. Bu ulu mabedin hürmetine daha layıktır, Müslümanlar ulu mabedi yıkmadılar, korudular, imar ve ihya ettiler” dediler! Şu feraseti, Müslüman asıllı ve görünümlü yurttaşlarımızdan beklemek hakkımız değil mi? Aziz milletimize, üstün kadim değerlerimize, dinimize ve imanımıza karşı bu hoyratlık, bu husumet te nedir?

SÜSLENDİĞİN YETER ..


​İsmail MÜFTÜOĞLU

Adalet Eski Bakanı
[email protected]

​31 Aralık 2023 tarihi itibarıyla kadın nüfusumuz 42 milyon 638 bin 306’dır. Erkek nüfusumuz ise 42 milyon 734 bin 71’den ibarettir. Yani toplam nüfusumuzun % 49,9’unu kadınlar, % 50,1’ini erkekler oluşturmaktadır. Kısacası takribi yarı yarıya bir oran söz konusudur.
​Hemen belirtelim ki kadınlar, ailemizin temel direğidir. Ailesinin selameti için çırpınıp, durmaktadır. Erkeklerimiz ise cehaletin verdiği cesaretle kadınları korumaya çalışmaktadır.
​Şüphe yoktur ki, kadınlarımız erkeğin dengi, insan olarak benzeri ve eştir. Unutmamak gerekir ki faziletli ve edepli bir kadın, toplumun başında kıymeti haiz bir taçtır. Maalesef onu takdir edemeyen erkekler vardır. Şunu unutmamak gerekir ki, kadın anadır, namustur. Kadını çığırından çıkaran, kadr-ü kıymet bilmeyen cahil erkeklerdir.
​Çünkü kadın müşfiktir, aynı zamanda merhamet kaynağıdır. Ayrıca denebilir ki kadın erkeğin eşi, evin ise güneşidir. Hemen belirtelim ki faziletli, dürüst ve ehli namus kadın en değerli cevher, hamarat, çalışkan kadın tükenmez bir hazinedir. Kadına hürmet etmek gerekir, çünkü o, insanlığın anasıdır, anavatanıdır.
​Onun için T. Sıtkı Balcı der ki:
​Bir kadın ki zamanın ne metâ’ı, ne puludur
​Ne bir zevkin aleti, ne şehvetin kuludur.
​Onun için, unutmamak gerekir ki; “kadının gülümsemesi güneşe benzer.” Fakat ağlaması tipiden daha tehlikeli ve korkutucudur. Hiç akıldan çıkarmamalıdır ki, kadınların dilleri onların kılıçlarıdır, onu asla paslandırmazlar.
​İfade edilir ki:
​Kadın hem taş yürekli hem de gayet incedir
​Bazı gün merhametli, bazı gün haincedir.
​Onu kontrol etmek, gözetlemek erkeğine düşer. Ancak bu kontrol son derece müşfik olmalıdır. Sayın Ali Türkmen derki:
​Kadın kendi başına ne gül goncasıdır ne de diken
​Koklamasını bilirsen gül olur, tutmasını bilmezsen diken.
​Onun için denir ki, havayı geldiği gibi, rüzgârı estiği gibi, kadını da olduğu gibi kabul etmek gerekir. Aksi hal kavgalara, nizalara sebebiyet verir.
​Aile içinde kadın, iffetli, edepli, mültefit, yapıcı, onarıcı, şerefli olduğu zaman devletler yükselmiş ama bu değerlerden koptuklarında devletlerin inkırazı başlamıştır. İmparatorluklar peşi sıra yıkılmış, tarih olmuştur.
​Bu konuda Sayın Cahit Tutar 28.08.2024 tarihli makalesinde çok önemli tespitler yaparak, önümüze sermiş bulunmaktadır. Erkeklere şöyle seslenmektedir:

  • İki yumurta kıramayan kadınları, size yaprak sarıp, mantı açan kadınlara tercih ettiniz.
  • ‘Manikürüm bozulur’ diye ütü bile yapmayan kadınları, kirli çamaşırlarınızı elinde yıkayan kadınlara tercih ettiniz.
  • Yağmur yağınca saçları bozulmasın diye lüks cafe’ye dalan kadınları, kolunuza girip, ‘beraber ıslanalım’ diyen kadınlara tercih ettiniz.
  • Kuaförden çıkmayan süs boyası kadınları, halk otobüsündeki koltuğu sizinle paylaşan kadınlara tercih ettiniz.
  • ‘Parasız adam gerekmez’ diyen kadınları, ‘iki gönül bir olunca samanlık seyran olur’ diyen kadınlara tercih ettiniz.
  • Burnu aktığında özel Amerikan Hospital hastanesine koşan kadınları, 40 derece ateşle yanarken alnına sirkeli bez koyan kadınlara tercih ettiniz.
  • Kredi kartınızın limitini patlatan kadınları, yarım kilo kıyma ile 3 çeşit yemek yapan kadınlara tercih ettiniz.
  • Saçlarınız döküldüğünde sizi beğenmeyen kadınları, istirahatiniz için kel başınızın altına yastık, oturmanız için minder koyan kadınlara tercih ettiniz.
  • Televizyonlarda magazin programları dışında başka bir şey izlemeyen kadınları, sizden sohbet dinlemek isteyen kadınlara tercih ettiniz.
  • Sık sık yemeğe çıkmayı adet edinen kadınları, bugün de ‘evde yiyelim, israf olur’ diyen tutumlu kadınlara tercih ettiniz.
  • ‘Gelinliğim kefenimdir’ diyen kadınlara, şikâyet için soluğu baba evinde alan kadınları tercih ettiniz.
  • ‘Sakın haram getirme’ anlayışında olan kadınlara, ‘bul da nasıl bulursan bul’ zihniyetinde olan kadınları tercih ettiniz.
    ​Bazı kadınlar onlarca erkekle gezip tozduktan sonra, düzgün bir eş hayali kuruyor. Bazı erkekler de önüne gelen her kızla beraber oluyor, sonra da ahlaklı bir eş istiyor. Onlar istiyor ama Allah (CC) ne buyuruyor: “Kötü kadınlar kötü erkeklere, temiz kadınlar temiz erkeklere layıktır.” (Nur/26)
    ​Günümüzde bu kurallara uyulmadığı için, evlilikler uzun sürmüyor, boşanmalar zirve yapıyor. Maalesef evliliklerin kıymeti harbiyesi kalmadı. Genç yaşta insanlar dul kalıyor. Aile yuvaları tarumar oluyor. Böylece sosyal hayatımız zehirleniyor.
    ​Sonuç olarak denir ki; İslam’da kadının evde kocasına karşı, ayrıca meşru ölçüler içinde süslenmesinde bir sakınca yoktur. Oysa günümüzde kadın dışarı çıkarken süsleniyor… Kime karşı? Başkalarına… Ne için? Beğenilsin diye…
    ​Midhat C. Kuntay’ın dediği gibi:
    ​Ağyâr için midir bu edâ, bunca işveler
    ​Artık şu (çıplaklar) gibi süslendiğin yeter.
    ​Rahman ve Rahim,
    ​Kadir ve Muktedir,
    ​Gaffar ve Settar olan Allah’a emanet olunuz.
    ​“Ya Rabbi bu haftayı bize hayırlı ve bereketli kıl. Hayırlara yakın, şerlere uzak eyle.”​
    ​Selam doğru yola uyanlara olsun. (Taha/47). 02.09.2024
Ekranlar ve Kürsülerden Dedikodu, Suizan ve İftira ..

İlim, İhlas ve Samimiyet Adına, Ekranlar ve Kürsülerden Dedikodu, Mübalağa, Suizan ve İftira Edilmesi İbretlik ve Düşündürücüdür

Bu video linkini👆bana Afrika gezimizin bir bölümünde beraber olduğumuz Cemalettin Terzi kardeşim yollayıp görüş ve değerlendirmemi merak etmiş. Bunun üzerine kendisine aşağıdaki yazının özeti olan cevabi bir not yazıp yolladım.👇

Söyleneni, söyleyenin muradına uygun şekilde anlamayacak kadar ön fikirli ve şartlanmış veya anlayış fukarası olan medyatik hocalar, sadece kendi güven ve itibarını zedelemekle kalmaz, mübalağa, suizan ve iftira çukuruna düşmekten bizi değil, kendilerini bile koruyup kurtaramazlar. Bu insanların ekserisi sözü söyleyen veya yazan kişinin, sözlerinden anladığı manaya delaleti sarih olmayan maksadını, çoğu kez söyleyenin maksadı hilafına, zihin okur şekilde anlayıp açarak yorumlamakla kalmıyor; o fikirlerde olabilecek şeytani incelikleri açığa çıkartarak reddetme ve önleme iddiası ile yaymaya öncülük de ediyorlar. Böylece oluşan polemik ortamında hakikatler ve gerçekler karanlıkta kalıyor; okuyup takip eden kitlelerin zihinleri daha çok karışıyor; muhataplar kadar kendileri de itibar kaybedebiliyorlar. Yaptıkları bu usülsüz tenkit ve reddiyeler ile sadece İslam düşmanlarına hizmet etmiş olabileceklerini düşünecek vakit ve fırsatları bile olmuyor. Çünkü etrafında oluşan taraftar halkasının kültür seviyesi uyarmaya, düzeltmeye elverişli olmadığı gibi böyle bir alışkanlıkları olmadığını da görebiliyoruz.

Medyatik olup takipçi veya dinleyici, okuyucu sayısını artırma gayretinde olan ve kendi görüşünü merkeze koyarak konuşup yazanlar arasında, gerek hoca ve gerekse akademisyen geçinenlerden, hataya düşmeyen tek bir kişi dahi yoktur demiyorum ama ben görmedim; diyorum. Bu sebeple münferit görüş ve hareketlere itibar edip bağlanmak yanıltıcı, riskli ve tehlikeli olabilir. İstişare ve şurayı merkeze koyup birlikte hareket etmek anlayışını benimseyenlere kulak verip itibar etmek gerektiği gibi, araştırma ve sorgulamayı da hiç bir zaman ihmal etmemek gerekiyor.

Dünyanın haini en bol iki-üç ülkesinden birinde yaşamamız bir tarafa, kifayetsizlerin, evliya görünümlü eşkıyaların, ehli sünnet savunucusu görünen etki ajanlarının, bilgi ve samimiyeti ile dikkat çektiği halde, sera şartlarında yetişmesi sebebi ile kullanılmaktan uzak kalamayan, ufku dar, görgü ve tecrübe fakiri çapsızların hiç de az olmadığı bir ülkede yaşadığımızı hiç bir zaman unutmayacak ve her zaman dikkate alacağız. Hele Tenkit usül ve üslubu, yol ve yordamı bilmeyip ekranlarda boy gösteren, tenkit etmek için hiç bir ölçü tanımayanların oyununa gelmeyeceğiz. Bu konuda altta linkini verdiğim iki yazı ve birincisi üzerine yapılan değerlendirmeleri özellikle okumanızı tavsiye ederim.

Ehli Sünnet-i Müdafaa etmek iddiası ile başkalarını tenkit edip reddiye yapanlar, bu işi yaparken dikkat etmesi gereken üç temel unsur olmalıdır:👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/ehlisunneti-mudafa-etmek-iddiasi-ile-tenkit-etmek/

Usülsüz ve Ölçüsüz Tenkidin Faydadan Çok Zararı Vardır👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/usulsuz-ve-olcusuz-tenkidin-faydadan-cok-zarari-vardir/

Rabbim, bizleri aşırılıklardan uzak vasat ümmet olma şuurundan uzaklaştırmasın. Olaylara taassup gözlüğü ile bakmaktan korusun. Allah rızasını her şeyin üstünde ve önünde görüp yaşamaya gayret edenlerden eylesin. (Amin)
29.08.2024 OF
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Sevgili Ahmet Ziya’m,

Haksız iddialarla, zoraki yorumlarla itham edilen bir insanı, sevgili Nureddin Yıldız’ı kimseyi suçlamadan, insaflı sözlerle savunduğun için Allah senden razı olsun.   

İnsanlar herhalde kendi çevrelerince alkışlanmak, onlara dini savunuyor görünmek için ne büyük veballer yükleniyorlar.

Nureddin Hoca’yı tasavvufa karşı gösterirken, onun Mahmut Efendi hakkında yaptığı takriben altı saatlik video programını nasıl görmezden geliyorlar. Allah onları ıslah etsin

Bu pek güzel gayretin için sana teşekkür ederim.

Prof.Dr. Mehmet Yaşar Kandemir

Bir başka Hocamız da şöyle bir not yazdı:👇
Bu gibi dedikodu, isim verip, selefi gibi ithamlar Doğru değil. Kişilerin ömür boyu birbirine buğz ve düşmanlık yapmasına sebep olabilir. Gerçekten, ben şeyh olarak, şu anda senin günahını sildim, diyen varsa, onun kendi düşünmesi gerekir. Yoksa, yanlış yorum da uygun değil. 04.09.2024

Prof.Dr. Hamdi Döndüren

Bir İslam alimi kitabında şöyle harika bir tespitte bulunuyor:👇

“Dünyanın bütün değerli insanlarını yani veli kullarını bir mekana toplasalar ve onlar orada sonsuza dek yaşayacak olsa, orada hiçbir mesele ve sıkıntı olmaz. Çünkü Allah’ın veli kullarında ‘Ben’ yoktur.”

Benlik kişiliğin bir parçası iken günümüzde kişiliğin önünde tutuluyor. Ayrıca benlik aile, toplum, ülke, inanç ve insanlığın önüne geçiriliyor.

Belki de bütün mesele ve sıkıntıların temelinde bu yanlış algı yatıyor.
30.08.2024 Bursa

Dr. Yasin Kuruçay

Aziz kardeşim,

Müslümanın kul hakkına girmemek için büyük çaba sarf etmesi gerekir. Hele hele delil olmadan yargılamak iftiraya kadar götürebilir; Allah korusun. Uğraşmamız gereken yedi başlı küfür canavarı müslümanları doğrarken, bizim birbirimizle uğraşmamız ne kadar acı. Bu nedenle güzel bir çizgiye temas etmişsiniz: Dedikodu, su-i zan, mübalağa ve iftiraya düşmememiz gerekmektedir.

Dua ve muhabbetle

08.09.2024

Prof.Dr. Nurullah Genç

Osman Kavala Deyip Geçmeyin ..

Konu:
Osman Kavala!
————————-
Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘Kızıl Soros’ lakaplı Osman Kavala’nın önerisiyle Suriye’den 50 bin Ermeni’yi gizli bir şekilde Türkiye’ye getirtti. Gelen Ermenilere iş imkanını ise ‘sığınmacı akını’ndan rahatsızlık duyan TÜSİAD sağladı.

Konuyu geçtiğimiz ay bir kez daha gündeme getiren Gerçek Hayat dergisi, son dönemde Altılı Masa’yı perde gerisinden yönlendirmeye çalışan Abdullah Gül üzerindeki Osman Kavala etkisine dikkat çekti.

12 yıl boyunca cumhurbaşkanı danışmanlığı yapan Ahmet Sever’in “Abdullah Gül ile 12 Yıl” adlı kitabında anlattığı ifadelere yer veren dergi, “Dedelerim Diyarbakır’dan Selanik’e sürülmüş” diyen İYİ Parti lideri Meral Akşener’in öz kuzeni olan Osman Kavala’nın, Ermenilere yönelik özel ilgisini şöyle anlattı:

HER TAŞIN ALTINDAN ÇIKAN ‘İŞADAMI’

Osman Kavala

Osman Kavala’nın veya bir başkasının suçlu veya mâsum olup olmadığına karar vermek şüphesiz ki mahkemelerin işidir. Lâkin kimine göre liberal sol, kimine göre radikal solcu olan, Türkiye’nin hasmı 10 ülkenin büyükelçilerinin sahip çıktığı, en samimi arkadaşının hapisten çıkınca Almanya’ya sığınma ihtimalinden söz ettiği, ülkeleri karıştırma, yönetimleri devirme hareketlerini organize ve finanse eden Yahudi Soros’un temsilcisi, PKK’cı yapıları finanse eden, Türkiye’yi ‘Ermeni soykırımı’ yapmakla suçlayan, Suriye Ermenilerine bile hamilik yapacak kadar ‘girişimci’, Batı’nın kültürler arası diyalog projesinin Türkiye-Ermenistan ayağı, çevrecilik maskesiyle hükümeti devirme, İslam’a saldırı, yağma girişimi Gezi’yi koordine ve finanse etmiş birisinin ne kadar Türkiyeli olduğu üzerinde durmak gerekiyor. Biz de onu yaptık…

Ayrıca bir ‘işadamı’nı bu kadar aktif kılan ve kaldırdığınız her taşın altından çıkmasını sağlayan şey nedir? Merak etmek gerekiyor!

Sevan Nişanyan

Sevan Nişanyan, Osman Kavala tutuklandığında, Türkiye’yi yönetenlere ağır hakaretler ettiği yazısında Ermenileri kastederek “kaçırtabildiklerini kaçırtacaklar, gerisini günü geldiğinde 1915 muamelesine tabi tutacaklar” diyor. Oysa 1915 yalanlarında olduğu gibi bugün için de yalan söylüyorlar. Bakın hiç gündeme gelmeyen ‘Suriye Ermenileri’ne neler yapılmış neler!

Gelin olup biteni Abdullah Gül’ün basın başdanışmanı olan Ahmet Sever’in ‘Abdullah Gül ile 12 Yıl’ adlı eserinden okuyalım:

Abdullah Gül ve Ahmet Sever

“Osman Kavala ile bir gün İstanbul’da Cezayir Restoran’da sohbet ederken, “Ahmet, biliyorsun Suriye’deki Ermeniler zor durumda. Türkiye onlara kapılarını açsa her yönden çok iyi bir adım atılmış olmaz mı?” diye bir fikir ortaya attı. Sayıları yaklaşık 50 bin civarında olan, daha çok Halep ve Şam’da yaşayan Ermenilerin çoğu zaten Türkiye kökenliydi.

Fikir aklıma çok yattı. Ertesi sabah Tarabya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Gül ile bir toplantımız vardı. Dışişleri Başdanışmanları Ferden Çankçı ve Sadık Arslan da oradaydı. Bu öneriyi orada dile getirdim. Abdullah Gül, böyle bir hamlenin doğuracağı olumlu sonuçları anında gördü…

Orhan Dink, Delal Dink ve Rober Koptaş cumhurbaşkanlığına geldi. Abdullah Gül; “Yalnız bu konuştuklarımız aramızda kalsın. Basına yansımasın. Çalışmalar gizlice yürütülsün” dedi…

Suriye’den Ermenistan’a giden Ermenilerin de Türkiye’ye gelmesi sorulduğunda, Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun cevabı şu oldu: “Onlar da gelebilirler.”

Türkiye’ye gelecek Ermenilerin iş bulma, barınma gibi sorunlarını, Cumhurbaşkanı Gül’ün bilgisi ve onayıyla TÜSİAD Genel Sekreteri Zafer Ali Yavan ile konuştum. Kısa bir süre sonra Zafer olumlu bir mesajla geri döndü. TÜSİAD’ın Suriye’den gelecek Ermenilerin hem mesleklerine göre işe yerleştirilmelerinde hem de bu süre içerisinde barınma ve beslenme konularında bir yıllık proje kapsamında destek vermeye hazır olduklarını bildirdi.” (s.132-134)

OSMAN KAVALA KİMDİR?
Gerçek Hayat dergisinde yayınlanan Can Kemal Özer imzalı yazıda Osman Kavala’nın gerçekte kim olduğuna ilişkin şu çarpıcı ifadelere yer verildi:

Kadri Gürsel, Joe Biden, Osman Kavala

Selanikli ama Paris’te doğdu. Amerikan misyoner okulu Robert Koleji’ni ve Manchester Üniversitesi’ni bitirdi. İlk olarak bir zamanların şöhretlisi Commodore 64’ün Türkiye Distribütörü olarak tanındı.

Bilderberg Örgütü’nün Türkiye mümessilliği ve Galatasaray Kulüp Başkanlığı yapan şöhretli mason ve Sabetaycı Selahattin Beyazıt ile Britannica Ansiklopedisinin Türkçesini neşreden Ana Yayıncılık’ı kurdu.

Selahattin Beyazıt

Okurlara Ermeni kültür ve edebiyatını tanıtmak amacıyla Mıgırdiç Margosyan, Yetvart Tomasyan, Ardaşes Margosyan ve Hrant Dink tarafından kurulan Aras Yayıncılık’a ortak oldu, finanse etti.

Suriye iç savaşı başlayınca, Suriye’deki Ermenilerin sessiz sedasız Türkiye’ye gelişine öncülük etti.

Selanik’ten Darıca’ya göç eden dedesi Tahir ‘Kavala’, amcası Hüseyin ise ‘Bölükbaşı’ soyadını tercih etti. Bu yüzden Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu zannedile geldi. Oysa hiçbir akrabalıkları yoktu.

Babası ‘Tütüncü Mehmet’ olarak bilinirdi. Zenginleşti ve 1982’de ölünce işleri oğlu devraldı.

Osman Kavala ve yakın arkadaşı Sevan Nişanyan

Sevan Nişanyan’ın Robert Koleji’ndeki en samimi arkadaşıydı ve birlikte ticaret bile yaptılar. Neredeyse yapmadığı iş, girmediği sektör kalmadı. Ticaretin yanı sıra TEMA Vakfı, TESEV, Tarih Vakfı, TURSAK (Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı), İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Demokrasi ve Uzlaşma Merkezi, Kültürel Mirası Koruma Derneği, Hafıza Merkezi gibi sözde STK’ların ya kurucusu oldu yâhut yönetimlerinde yer aldı.

Macaristan doğumlu, Yahudi, siyonist, borsa spekülatörü ve ‘Turuncu Devrimler’in finansörü olarak bilinen ‘Londra Şeytanı’ lakaplı George Soros’un yakın adamıydı. Can Paker, Kerim Paker, Üstün Ergüder, İshak Alaton, Leyla Alaton, Murat Sungur gibi isimlerle beraber Soros’un ‘ülkeleri karıştırma projeleri’ni organize ve finanse etmekle tanınan Açık Toplum Vakfı’nın Türkiye ayağını kurdu. Bu ve benzeri faaliyetleri nedeniyle ‘Kızıl Soros’ adıyla anılmaya başlandı.

Türkiye’ye yönelik düşmanca tavırlarıyla tanınan ‘Uluslararası Af Örgütü’ adlı yapıdan, PKK’yı destekleyen sözde insan hakları örgütlerine dek pek çok yapıya maddi kaynak aktardı. AB destekli ‘Kültür İçin Alan’ oluşumunda yer aldı. Gezi kalkışmasındaki rolüyle tartışılan ‘Anadolu Kültür Vakfı’ ve ayrıca ‘Anadolu Kültür AŞ’yi kurdu. Kars Sanat Merkezi üzerinden Türkiye, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan arasındaki ‘ortak kültür’ adlı çalışmaları yürüttü ve destekledi. Boğaziçi Üniversitesi’nden CHP’li Prof. Binnaz Toprak’ın ‘mahalle baskısı araştırması’ projesini finanse etti.

KVK İLE TEKNOLOJİYİ YÖNLENDİRMİŞTİ

İletişim Yayınlarından sonra Bilderbergci Beyazit ile kurduğu yayınevini, Ermeni vatandaşlarla kurduğu Aras Yayıncılık izledi. Ermeni, Yahudi ve Sabetaycı vatandaşların ortak girişimi olan Teleteknik şirketinden sonra Mehmet Emin Karamehmet ve Murat Vargı ile birlikte meşhur telefon dağıtıcısı K.V.K. (Karamehmet – Vargı – Kavala)’yı kurdu.

Navigasyon işine ilk giren de oydu. F-16 uçaklarının koruma sistemlerinin geliştirilmesi ihalesini alan da. Türkiye’nin ilk Yap-İşlet-Devret modeli olan Hidro Elektrik Santrali’ni işleten Aksu Enerji de onundu.

Birleşik Yatırım Bankası’nı kurduysa da, 1999’da bankacılık lisansı iptal edildi. Pes etmedi, onlarca şirket daha kurdu. Yetmedi, Türk-Yunan İş Konseyi ile Türk-Polonya İş Konseyi’ni teşekkül ettirdi.

Teleteknik, MİKES, Aksu Enerji, Birleşik Yatırım Bankası, Ana Yayıncılık, İletişim Yayınevi, Romar Pazarlama şirketlerinin yanı sıra Birleşik İnşaat, Çatı Pazarlama, Beyaz Adam Kitabevi, ABC Kitabevi, Zeytintepe Madencilik, Cezayir Lokanta İşletmeciliği, Anadolu Kültür Sanat, Menka Ticaret, Plato Danışmanlık, Turmenka Madencilik, İki Nokta Bilişim Teknolojileri, TSB Turizm anonim şirketleri gibi pek çok şirket kurdu veya ortağı oldu. Birgün Gazetesi’nin de onun projesi olduğu bilinir.

ÜNLÜ YAZAR TARIK BUĞRA’NIN DAMADI
FETÖ, global yapının ‘Dinler Arası Diyalog Projesi’nin İslam dünyası ayağını oluşturmaktaydı. Ona ise ‘Kültürel Diyalog’ projesinin Türkiye ayağını koordine görevi verildi.

Gezi’nin finansör ve organizatörü iddiasıyla yargılandı ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 2017’den bu yana tutuklu.

Milliyetçi cenahın hatırı sayılır edebiyatçılarından, Şişli Terakki Mektebi öğretmenlerinden, Abdi İpekçi’nin solcu Milliyet’e yazar yaptığı Tarık Buğra’nın kızı ile evli olduğunun da not edilmesi gerekiyor. Yani Osman Kavala’nın hanımı, Prof. Ayşe Buğra Kavala, gazeteci Yalçın Doğan’ın da dayısı olan Tarık Buğra’nın kızı.

Amerikan misyoner okulu olarak kurulan Robert Koleji mezunu Kavala’nın aynı yapının uzantısı Boğaziçi Üniversitesi ve oradaki yapılanma ile olan irtibatını söylemeye de hâcet yok. Eh ne de olsa kendisi gibi Robert Kolejli ve kocasından 6 yaş büyük karısı, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu ‘UYGAR Merkezi’nin başkanlığını yürütüyor. Bu da tesadüf değildir herhalde.

İşin bir başka ilginçliği ise radikal solcu bir kişinin, milliyetçi yönüyle tanınan Tarık Buğra’nın kızıyla evlenmesi… Öte yandan annesinin Jale Baysal, Osman Kavala’nın ise ikinci kocası olduğu da pek bilinmez. Şunu da belirtmeliyiz ki, bu işler gönül işidir kimseyi ilgilendirmez… Bizi ilgilendiren kısmı, Osman Kavala’nın Ermenilerin soykırım yalanını desteklemiş biri olmasıdır.

Osman Kavala ve eşi Ayşe Buğra

Karısının o meşhur 300 kişilik bildiride ‘Ayşe Buğra’ adıyla imzası vardır. Tabii ki kocasının da… Eski mason Hürol Taşdelen’e göre ise karısı pek çok bildiriyi hazırlayandır ve masonları aklayan tezlerin de hocalığını yapmıştır. Bir başka ilginçlik ise Türk Ordusu’nun PKK’ya yönelik operasyonlarını durdurma çağrısı yapmasıdır.

1 Kasım 2017 günü “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme” ve “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasıyla tutuklanan Kavala hakkında Yalçın Küçük, ‘Gizli Tarih’ adlı eserinde şöyle yazıyor:

“Osman Kavala, Türkiye’nin büyük silah tacirlerindendir, İletişim yayınları da bu holdinge aittir. Bir kez, kılı kırk yararak, İletişim’in ibrâniyet (Yahudilik) hatıraları yayınladığını tespit edince bunu bir dayanak olarak kullanabiliyoruz. İletişim’in çıkardığı Tesal’ın anıları, Vassaf’ın anıları ve benzerleri bizim kaynaklarımız arasındadır. ‘Şebeke’yi bulmamıza yardım ediyorlar.”

ÖCALAN’A DEMİRTAŞ’LA SELAM GÖNDERDİ

Selahattin Demirtaş, Abdullah Öcalan, Pervin Buldan

PKK’nın şehir ayaklarından biri olan HDP’lilerin PKK elebaşısı Öcalan ile buluşmalarının olduğu herkesin mâlumu. Bu görüşmeler bir kitap şeklinde neşredildi. Öcalan imzasıyla yayınlanan ‘Demokratik Kurtuluş…’ adlı kitabın 129. sayfasında Selahattin Demirtaş, Öcalan’a şunları aktarıyor: “Birkaç gündür aydınlar ve gazetecilerle toplantılar yaptık: Mithat Sancar, Cengiz Çandar, Filiz Koçali, Oral Çalışlar, Nuray Mert, Osman Kavala ile görüştük. Sizlere selamları var…”

Öcalan ise aktarmakta fayda olan şu mânîdar cümleleri kuruyor: “Bu devlet, Türk ve Kürt’ün dışında herkesin devleti olmuş. Paralel devlet aygıtı devleti ele geçirip, Kürt-Türk boğazlaşması yarattı. Birbirimizi boğazladık, yaktık…”

10 ÜLKE ORTAK BİLDİRİ YAYINLAMIŞTI

2021 Ekim’inde ABD, Almanya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda’nın Ankara büyükelçileri, Osman Kavala ile ilgili Türkiye aleyhine ortak bir açıklama yayınladı. Bu bildiri sonrasında ciddi bir kriz meydana gelmiş, adamlarının serbest bırakılmasını isteyen büyükelçiler derhal Dışişleri Bakanlığına çağrılmıştı. Gelişmelere tepki gösteren Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Kavala için “Soros artığı” demişti.

“UMARIM ROTAYI ALMANYA’YA KIRMAZ”

Sevan Nişanyan

Sevan Nişanyan “1974- 1984 arası en yakın arkadaşımdı” dediği Osman Kavala’yı şöyle tarif ediyor:

“Orijinal ve zor bir adamdır. Gençliğinde, benden çok daha radikal bir şekilde devrimciydi. Türkiye’nin en büyük iş imparatorluklarından birinin başına geçtikten sonra da solculuğunu ve devrimciliğini korudu. 1983’ten bu yana Türkiye’de akıl ve özgürlük yolunda yapılmış olan her güzel işin ve bir sürü saçma işin arkasında, açık veya kapalı mutlaka Osman Kavala’nın imzası vardır. İletişim Yayınları, Yeni Gündem dergisi, BirGün gazetesi, TESEV, Anadolu Kültür daha bildiğim ve bilmediğim neler neler…”

“Bir sürü saçma işin arkasındaki kişi” dediği Osman Kavala hakkında isteyerek veya istemeyerek de olsa ardında Almanya’nın olduğunu şu cümlelerle ifşa ediyor: “Osman er veya geç çıkacaktır. Çıktığında umarım rotayı Almanya’ya kırmaz.”

Sevan Nişanyan ile Osman Kavala sadece liseden arkadaş değil, aynı zamanda 1984 yılında Commodore 64’ün Türkiye temsilcisi olan Teleteknik firmasında ortaklık yapmışlar. Ticaret Sicil Gazetesinin 1164 sayılı 21 Aralık 1984 tarihli nüshasına göre, Teleteknik firması Mehmet Osman Kavala, Recep Zeki Türkkan, Rıza Çebi, Osman Babaoğlu ve Jozef Biton tarafından kurulur. Sevan Bedros Nişanyan’ın ise idare kurulunda yer aldığı görülüyor.

‘Osman Kavala ve avenesi’ tanımlamasına dikkat çekmek için Sevan Nişanyan’ın ‘Aslanlı Yol’ adlı eserinden kısa bir iktibas yapalım: “… Vaktimin büyük kısmı Osman Kavala ve avenesiyle beraber Akıntıburnu’ndaki Ali’nin kahvesinde briç oynayarak geçti… Benim nikah şahidim Osman Kavala’ydı…

CB ile ben Amazon’dan aşağı Leticia’ya ineceğiz. Oradan Bogota’ya, sonra da memlekete uçacağız. Osman’ın dönüşü Quito’dan, onun için Ecuador’a geçmesi lazım. İki gün sonra New York’ta buluşacağız. Yol boyu pasaportlarla cüzdanı ben taşımışım, Osman’a güven olmaz çünkü… Osman’dır, bulmuştur bir saçma hikâye gene…”

Bu arada Dink ailesinin fertleri Rahil Dink, Hasrof Dink ve Fırat Dink, Osman Kavala’nın Aras Yayıncılık Ltd. Şirketindeki eski ortaklarıdır.

Osman Kavala Hakkında Daha Fazla Bilgi İçin: 👇

https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Osman_Kavala

YANLIŞ ZEMİN

Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu

“Doğrusu, son yüz yıl, kendinden önceki yüz yıl bilinmeden doğru dürüst anlaşılamaz. O yüz yıl da, önceki bilinmeden anlaşılamaz; bu, böylece sürer gider.” E.E. Kellett, The Apprecitation of Literature, p. 79.

Günümüzü ve meselelerimizin kökenini anlamak için birkaç yüz yıl geriye baktığımızda görürüz ki: Türk tarihinin en parlak çağlarını yaşatan Osmanlı Devleti’nde, içteki bozulma, 17. Yüzyılda kendini göstermeğe başlamış. Bunu, Sultan Dördüncü Murad’a (1623-1640) görüşlerini bildiren KoçiBey’in risâlesinde görüyoruz. Sultan İbrahim’in (1640-1648) oğlu Dördüncü (Avcı) Mehemmed(1948-1687) devrinde, Köprülü Mehemmed Paşave haleflerinin gayretleriyle bir düzelme çağıyaşandığı görülüyor. Çok geçmeden, üst düzey bürokraside kendini gösteren çürümüşlük yüzünden Köprülü’nün arkadaşının oğlu ve damadı Kara Mustafa Paşa 1683 yılında kuşattığı Viyana’yı alamaz. (Doğru, sefer, Yanık ve Komoron kalelerinin alınması için düzenlenmişti; ama, Viyana fethedilince, geride bırakılmış olan bu kalelerin dayanma gücü ve ihtimâli çok zayıftı: Malta MuhâsarasındaTurgut Paşa, büyük kalenin alınmasıyla, küçük kalenin teslîm olacağını söylemişti, ama, o daha gelmeden, küçük kalenin muhasarasına başlanılmıştı. Tarihçilerimiz (!) bürokrasideki bu bozukluğa hiç dikkat etmezler, lojistik, köprü gibi konuları papağan gibi tekrar ederler; Viyana hücumla alınsa, askerin 3 gün yağma hakkı vardı, teslîm olunca, fey’ olarak,elde edilen her şey hazîneye aid olacak, üst düzey bürokratlara hediyeler verilecek, hırsları kurslarında kalacak, Mustafa Paşa rahatça sadrazamlığa devam edebilecekti. Anlı şanlı Osmanlı tarihçilerimizin çoğu, ganimet ile fey’ konusunu bilmediklerindenalt yapı eksikliği yüzünden, bu konuya hep yanlış yaklaşır, yanlış yorumlarda bulunurlar.) Nitekim, bozgun haberi üzerine, saraydaki iki üst düzey bürokrat, Mîrâhâr Süleyman ve Kızlar Ağası, mendil çıkarıp oynamışlardı! (İkbal yolu kendilerine açılıyor diye.) Prut’ta (1711) Rus Çarı ve ordusu teslîmolmak üzre iken, Deli Petro’nun metresi (sonradan Kraliçe olan) Martha Rabe’nin “hediye” nâmıaltında Baltacı Mehemmed Paşa ve iki üst düzey bürokrata rüşvet vermesiyle Rusya, büyük bir darbe almaktan kurtulur. Üçüncü Ahmed devrinde (1712-1730) Padişah da, Sadrâzam Nevşehirli İbrâhimPaşa da bozukluğun farkındadırlar, ama, bozulmuş olan yeniçeriliği ortadan kaldırmağa, cesâretedemezler. Vefat eden yeniçerilerin kaydı düşüleceği yerde, bunların ulûfeleri (3 ayda bir aldıkları maaş), ileri gelenlere, esnafa satıldığı oldu. 1740 yılında, ulûfe alım-satımına izin verildi! (böylece, kâğıt üzerinde on binlerce yeniçeri, gerçekte, sivil, esnaf!). Birinci Mahmud (1730-1754) devrinde Humbaracı Ahmed Paşa, Üçüncü Mustafa devrinde (1757- 1774) devrine Baron dö Tott, Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn gibi, askerlikle ilgi işler var. Birinci Abdülhamîd devrinde Halîl Hâmid Paşa’nın çabalarını geçersek, Üçüncü Selîme (1789-1807) geliyoruz. Köklü değişiklikler onun tarafından ortaya koyuluyor. 

Üçüncü Selîm, yerli ve yabancılardan lâyihalar istedi. 1801 yılında 21 lâyiha (rapor) ortaya çıktı. 21 lâyiha tek noktada birleşti: Devlet, eski gücünü kaybetmişti, müesseseleri bozulmuş veya işlemez hâle gelmişti, mutlaka islâhat lâzımdı. Başlıca üç grup vardı:

1.  Muhâfazakâr idealistler:

“Osmanlı, mâzide cihân devletiydi, rakıybi de yoktu. O zaman bütün müesseseleri mükemmeldi. O müesseselere dönebilir, onlar canlandırabilirsek, devlete eski kudretini iâde ederiz” görüşünde idiler.

2. Tâvizci romantikler: “Avrupa bâzıbakımlardan bir müddetten beri bizden ileri gitti. Toplum düzenimizi bozmadan, acele etmeden, Avrupa’nın bizde olmayan tekniğini alalım ve hazmedelim. Zâten Avrupa ile aramızdaki mesafe ancak 30 yıldan beri açılmıştır. Hızla onlara yetişmemiz ve gene en büyük devlet olmamız mümkündür” diyorlardı.

3. Düzen değiştirmek isteyen radikaller: “Avrupa’nın bizi şimdilik bâzı hususlarda geçtiği ortadadır. Bu düzene devâm edersek, her sahada bizi geçecektir. Biz de düzen değiştirip onlara yetişelim ve onları geçelim. Bizim aklımız onlardan eksik, zekâmız geri midir?” iddiasında idiler.

Muhâfazakâr idealistlerin görüşü yabana atılamazdı, Osmanlı müesseselerinin mükemmel ve gıbta edilir olduğunu belirten yabancılar bile vardı. Ancak, ‘insan’ unsurunda bozulma söz konusuydu: Halîl Hâmid Paşa’nın hareketi Devleti oldukça iyi duruma getirecekti ama, çıkarına dokunulanların marifetiyle makamını ve hayatını 1785 yılında kaybetmişti.

Düzeni değiştirmek isteyen radikaller ise panik havası içindeydiler ve işin kolayına kaçma eğilimi gösteriyorlardı: yakın geçmişte, iyileşme için düzen değişikliğine, sosyalizme bel bağlayan okur-yazarlarımız gibi… bilinmeyen yeniliğin çekiciliği de işin cabası… Etkisi günümüze kadar gelen, olumsuzlukların kaynağı, bu üçüncü görüştür.

İkinci zümrenin görüşünün isâbetli olduğu, ancak günümüzde görülebilmektedir: örneği de Japonlardır; Avrupa’nın sâdece tekniğini aldılar, yazılarını, kıyafetlerini DEĞİŞTİRMEDİLER. Amerika, Japon arabaları ile rekabet edemeyeceği için, GÜMRÜK uyguluyor! 

Üçüncü Görüş, Devlet Politikası olarak devam ettiği için, işler o yörüngede giderken, Kavalalı gailesi yüzünden ya Hânedân değişikliği veya Devlet topraklarının ikiye bölünmesi gibi bir durum ortaya çıkınca, Mason Sadrâzam Mustafa Reşîd Paşa, kendisine imparatorluğunda güneş batmayan en büyük emperyalistin dikte ettiği hususları 16 yaşındaki Abdülmecid’e gizli oturumlarla aktarıp onu ikna etmesiyle 1839 yılında Tanzîmat ilân edildi. Artçı Deprem 1856 yılında Islahat Fermanı ile geldi. Mahkemede, Müslüman hakkında tanık olması kabul edilmeyen gâvur, hâkim olabildi. 

Tanzîmât Fermânı ile, Müslüman olsun, kâfir olsun, HERKES, eşit kabul edildi. Artçı Deprem İslâhât ile de cizye kalktı, gâvura ‘gâvur’ demek YASAK EDİLDİ.

 Cizye, başka vergilere benzemez; sembolik değeri vardır ve Kur’ân-ı Kerîm’de, kâfirlerden alınması, gayrımüslimin, cizyeyi KÜÇÜLEREK ödemesi emrolunmuştur: 

Kendilerine kitap verilenlerden; Allah’a, ÂhiretGünü’ne inanmayan, Allah’ın ve Rasûlünün harâmettiği şeyleri harâm saymayan, hak (olan İslâmdînini kendine dîn edinmeyen kimselerle, KÜÇÜLÜP BOYUN EĞEREK elleriyle CİZYE verinceye kadar savaşın. {Tevbe (9) Sûresi, 29. âyet-i kerîme}

Cizyeyi veren, avucu yukarıya bakacak şekilde verir, Müslüman, elini yukarıdan uzatarak cizyeyi alır, Cenab-ı Hakkın buyruğu yerine getirilirdi.

Gâvur’a, “gâvur” demenin YASAK edilmesiyle de DURUŞ KAYBINA UĞRA(tıl)DIK. Günümüzde, kaç Müslüman, gâvur’a, “gâvur” demeyi aklına getiriyor? Renksiz, kokusuz, kimliksiz hâle getirildiğimizin, kültürel sömürge durumunda oluşumuzun farkına varan KAÇ aydınımız var?Hakaret kasdı olmaksızın, İngiliz’in, Fransız’ın, şişman, sıska, gibi bir niteliğinden bahsederek, pek âlâ, ‘İngiliz gâvuru’, ‘Fransız gâvuru’, denilebilir. 

Kültürel Sömürge oluşumuzun isbâtını hemen sunalım:

Gerçekten BAĞIMSIZ bir ülkede, ÖĞRETİM, o ülkenin sâhibi olan Milletin diliyle yapılır. Sömürgeci, sömürdüğü ülkelerde dilini, kültürünü de yerleştirir. Onun içindir ki, eski sömürge aydını, sömürücünün dilini ÇOK İYİ bilir. 

Almanya’da İngilizce ÖĞRETİM YAPAN ÜNİVERSİTE var mıdır?  Fransada? İtalya’da? Rusya’da?

İngiltere’de ALMANCA ÖĞRETİM YAPAN üniversite olur MU? Fransada? Rusyada? İspanyada? İtalyada? Amerikada? Olmaz tabiî, böyle bir şey teklif etseniz, adama gülerler mi, başka türlü mü davranırlar, bilinmez.

Bizde ise, İNGİLİZCE ÖĞRETİM YAPAN üniversiteler, bölümler, yadırganmak şöyle dursun, ÇOK MAKBÛL değil midir?

Durumu, öyle kanıksamışız, -uydurma Türkçesiyle-, öyle içselleştirmişiz ki, bu DURUM, artık, çok tabiî geliyor.

Necip Fâzıl, bir şiirinde şöyle diyordu:

Kollarımı çarpraz açarak haykırsam;

Durun Kalabalıklar! Bu cadde çıkmaz sokak!

Üçüncü Selîm’in iyi niyetle fakat yanlış zemînde başlattığı, Abdülmecid eliyle emperyalistlerin istediği doğrultuda DEVAM ETTİRİLEN, muâsırlaşma, çağdaşlık diye adlandırılan ‘kendimizden uzaklaşma, kurtulma’ akımının bizi getirdiği DURUM budur. 

Konuları, bu YANLIŞ ZEMÎN üzerinde tartışıyoruz.

Önce, bu YANLIŞ’tan DÖNMEK, kendimizin FARKINA VARMAK durumundayız. Ondan sonradır ki, ülkenin bütün meseleleri, SAĞLAM ZEMÎN üzerinde tartışılır ve hayırlı neticelere ulaşılır.

Bu yapılmadıkça, kendimizi ALDATMAĞA DEVAM EDERİZ.

*** *** ***

02 Hazîran 2024

Gazze’yi Kuşatan Katil ve Zalimlerle Savaşıyor muyuz?

KUZEY GAZZE GIDA FİYATLARI
1- Bir kg Patates 87 $
2- Bir kg Soğan 30 $
3- Bir kg Yeşil Biber 125 $
4- Bir kg Patlıcan 14 $
5- Bir adet Yumurta 4 $
6- Bir kg Limon 9 $
7- Bir kg Şeker 22 $
8- Tavuk (1,5 kg) 73 $
Gazze’yi Kuşatan Katil ve Zalimlerle Savaş’ ıyor muyuz?

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
25.08.2024

أسعار غزة والشمال ..
ك البطاطا ب 320 شيكل = 87 $
ك البصل ب 200 شيكل
ك الفلفل الأخضر ب 480 شيكل 
ك الباذنجان  ب 50 شيكل
البيضة الواحدة ب 13 شيكل
ك الليمون ب 30 شيكل
كيلو السكر ب 80 شيكل
الدجاجة الواحدة  (كيلو ونصف) تقريبا ب 270 شيكل ..
قاتل الجبار من حاصر غزة ..

Etkileyici Bir Sahne ..

İnsanın Tüylerini Ürperten Etkili Bir Sahne

İbn Kudâme el-Makdisî (Allah ona rahmet etsin), Abdurrahman bin Zeyd’den şöyle nakletmiştir:
“Bir gemideydik ve rüzgâr bizi bir adaya attı. Karaya çıktık ve orada bir adamın puta tapmakta olduğunu gördük. Ona yaklaştık ve dedik ki: ‘Ey adam, kime tapıyorsun?’ Adam bir putu işaret etti.

Biz dedik ki: ‘Bizim gemide de böyle şeyler yapan birisi var, ama bu tapılacak bir ilah değil.’

Adam dedi ki: ‘Siz kime tapıyorsunuz?’

Biz dedik ki: ‘Biz Allah’a tapıyoruz.’

Adam dedi ki: ‘Allah kimdir?’

Biz dedik ki: ‘O, Arş’ı göklerde olan, yeryüzünde hükümranlığı bulunan ve dirilerle ölüler üzerinde tasarrufta bulunan Zat’tır.’

Adam dedi ki: ‘O’nu nasıl bildiniz?’

Biz dedik ki: ‘Bu büyük kral, yüce yaratıcımız, bize kerem sahibi bir elçi gönderdi ve o bize O’nu bildirdi.’

Adam dedi ki: ‘Peki, o elçi ne yaptı?’

Biz dedik ki: ‘Mesajını iletti ve sonra Allah onu yanına aldı.’

Adam dedi ki: ‘Yanınızda bir nişan bıraktı mı?’

Biz dedik ki: ‘Evet, bıraktı.’

Adam dedi ki: ‘Ne bıraktı?’

Biz dedik ki: ‘Yanımıza kraldan bir kitap bıraktı.’

Adam dedi ki: ‘Bana kralın kitabını gösterin; kralların kitapları güzel olur.’

Biz de ona mushafı getirip gösterdik.

Adam dedi ki: ‘Ben bunu (okumayı) bilmiyorum.’

Biz de ona Kur’an’dan bir sure okuduk. Biz okudukça o ağlıyordu ve sureyi bitirene kadar ağlamaya devam etti.

Adam dedi ki: ‘Bu sözlerin sahibine itaatsizlik edilmemeli.’

Sonra Müslüman oldu ve ona İslam’ın esaslarını ve Kur’an’dan bazı sureleri öğrettik. Onu yanımıza alıp gemiye bindik. Gecenin karanlığı çöktüğünde ve biz yataklarımıza çekildiğimizde, o şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Bana yol gösterdiğiniz bu ilah, gece karanlığı çöktüğünde uyur mu?’

Biz dedik ki: ‘Hayır, ey Allah’ın kulu! O, Hayy ve Kayyum’dur; büyük ve yücedir, uyumaz.’

Adam dedi ki: ‘Siz ne kötü kullarsınız! Uyuyorsunuz ama Efendiniz uyumaz.’ Sonra ibadete başladı ve biz de onu bıraktık.

Memleketimize vardığımızda arkadaşlarıma dedim ki: ‘Bu adam İslam’a yeni girmiş ve bu şehirde yabancı. Ona para toplayalım.’ Ona bir miktar para verdik.

Adam dedi ki: ‘Bu nedir?’

Biz dedik ki: ‘İhtiyaçlarınızı gidermek üzere harcamanız için.’

Adam dedi ki: ‘Allah’tan başka ilah yoktur. Ben deniz adalarında putlara tapardım ve O, beni zayetmedi. Şimdi O’nu tanıdığım hâlde mi beni zayi edecek?’

Sonra kendi geçimini sağlamak için çalışmaya başladı ve öldüğünde salihlerden biri olarak öldü.”

Kaynak:[Et-Tevvabîn İbn Kudâme, sayfa 179]

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
25.08.2024 OF

‏أثر تقشعر منه الجلود

ﺫﻛﺮ ﺍﺑﻦ ﻗﺪﺍﻣﺔ ﺍﻟﻤﻘﺪﺳﻲ -رحمه الله تعالى- ﻋﻦ ﻋﺒﺪ ﺍﻟﻮﺍﺣﺪ ﺑﻦ ﺯﻳﺪ ﻗﺎﻝ: «ﻛﻨﺎ ﻓﻲ ﺳﻔﻴﻨﺔٍ ﻓﺄﻟﻘﺘﻨﺎ ﺍﻟﺮﻳﺢُ ﺇﻟﻰ ﺟﺰﻳﺮﺓ، ﻓﻨﺰﻟﻨﺎ ﻓﺈﺫﺍ ﻓﻴﻬﺎ ﺭﺟﻞ ﻳﻌﺒﺪُ ﺻﻨﻤﺎً، ﻓﺄﻗﺒﻠﻨﺎ ﺇﻟﻴﻪ ﻭﻗﻠﻨﺎ ﻟﻪ: ﻳﺎ ﺭﺟﻞ ﻣﻦ ﺗﻌﺒﺪ؟
ﻓﺄﺷﺎﺭ ﺇﻟﻰ ﺻﻨﻢ
ﻓﻘﻠﻨﺎ: ﻣﻌﻨﺎ ﻓﻲ ﺍﻟﺴﻔﻴﻨﺔ ﻣﻦ ﻳﺼﻨﻊ ﻣﺜﻞ ﻫﺬﺍ، ﻓﻠﻴﺲ ﻫﺬﺍ ﺇله ﻳﻌﺒﺪ.
ﻗﺎﻝ: ﺃﻧﺘﻢ ﻣﻦ ﺗﻌﺒﺪﻭﻥ؟
ﻗﻠﻨﺎ: ﻧﻌﺒﺪ ﺍﻟﻠﻪ.
ﻗﺎﻝ: ﻭ ﻣﺎ ﺍﻟﻠﻪ؟
ﻗﻠﻨﺎ: ﺍﻟﺬﻱ ﻓﻲ ﺍﻟﺴﻤﺎﺀ ﻋﺮﺷﻪ ﻭ ﻓﻲ ﺍﻷ‌ﺭﺽ ﺳﻠﻄﺎﻧﻪ ﻭﻓﻲ ﺍﻷ‌ﺣﻴﺎﺀ ﻭﺍﻷ‌ﻣﻮﺍﺕ ﻗﻀﺎﺅﻩ.
ﻗﺎل: ﻭ ﻛﻴﻒ ﻋﻠﻤﺘﻢ ﺑﻪ؟
ﻗﻠﻨﺎ: ﻭﺟَّﻪ ﺇﻟﻴﻨﺎ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﻤَﻠِﻚُ ﺍﻟﻌﻈﻴﻢُ ﺍﻟﺨﺎﻟﻖُ ﺍﻟﺠﻠﻴﻞُ ﺭﺳﻮﻻ‌ً ﻛﺮﻳﻤﺎً ﻓﺄﺧﺒﺮﻧﺎ ﺑﺬﻟﻚ.
ﻗﺎﻝ: ﻓﻤﺎ ﻓﻌﻞ ﺍﻟﺮﺳﻮﻝ؟
ﻗﻠﻨﺎ: ﺃﺩَّﻯ ﺍﻟﺮﺳﺎﻟﺔ ﺛﻢ ﻗﺒﻀﻪ ﺍﻟﻠﻪ ﺇﻟﻴﻪ.
ﻗﺎﻝ: ﻓﻤﺎ ﺗﺮﻙ ﻋﻨﺪﻛﻢ ﻋﻼ‌ﻣﺔ؟
ﻗﻠﻨﺎ: ﺑﻠﻰ.
ﻗﺎﻝ: ﻣﺎ ﺗﺮﻙ؟
ﻗﻠﻨﺎ: ﺗﺮﻙ ﻋﻨﺪﻧﺎ ﻛﺘﺎﺑﺎً ﻣﻦ ﺍﻟﻤﻠﻚ.
ﻗﺎﻝ: ﺃﺭﻭﻧﻲ ﻛﺘﺎﺏ ﺍﻟﻤﻠﻚ، ﻓﻴﻨﺒﻐﻲ ﺃﻥ ﺗﻜﻮﻥ ﻛﺘﺐ ﺍﻟﻤﻠﻮﻙ ﺣِﺴﺎﻧﺎً
ﻓﺄﺗﻴﻨﺎﻩ ﺑﺎﻟﻤﺼﺤﻒ
ﻓﻘﺎﻝ: ﻣﺎ ﺃﻋﺮﻑ ﻫﺬﺍ.
ﻓﻘﺮﺃﻧﺎ ﻋﻠﻴﻪ ﺳﻮﺭﺓ ﻣﻦ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ، ﻓﻠﻢ ﻧَﺰَﻝْ ﻧﻘﺮﺃ ﻭ ﻫﻮ ﻳﺒﻜﻲ ﻭﻧﻘﺮﺃ ﻭﻫﻮ ﻳﺒﻜﻲ ﺣﺘﻰ ﺧﺘﻤﻨﺎ ﺍﻟﺴﻮﺭﺓ.
ﻓﻘﺎﻝ: ﻳﻨﺒﻐﻲ ﻟﺼﺎﺣﺐ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﻜﻼ‌ﻡ ﺃﻻ‌ ﻳُﻌﺼﻰ
“ﻳﻨﺒﻐﻲ ﻟﺼﺎﺣﺐ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﻜﻼ‌ﻡ ﺃﻻ‌ ﻳُﻌﺼﻰ”
ﺛﻢ ﺃﺳﻠﻢ ﻭﻋﻠﻤﻨﺎﻩ ﺷﺮﺍﺋﻊ ﺍﻹ‌ﺳﻼ‌ﻡ، ﻭﺳﻮﺭًا ﻣﻦ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ، ﻭ ﺃﺧﺬﻧﺎﻩ ﻣﻌﻨﺎ ﻓﻲ ﺍﻟﺴﻔﻴﻨﺔ، ﻓﻠﻤﺎ ﺳﺮﻧﺎ ﻭ ﺃﻇﻠﻢ ﻋﻠﻴﻨﺎ ﺍﻟﻠﻴﻞ ﻭ ﺃﺧﺬﻧﺎ ﻣﻀﺎﺟﻌﻨﺎ، ﻗﺎﻝ: ﻳﺎ ﻗﻮﻡ ﻫﺬﺍ ﺍﻹ‌ﻟﻪ ﺍﻟﺬﻱ ﺩﻟﻠﺘﻤﻮﻧﻲ ﻋﻠﻴﻪ، ﺇﺫﺍ ﺃﻇﻠﻢ ﺍﻟﻠﻴﻞ ﻫﻞ ﻳﻨﺎﻡ؟
ﻗﻠﻨﺎ: ﻻ‌ ﻳﺎ ﻋﺒﺪ ﺍﻟﻠﻪ ﻫﻮ ﺣﻲ ﻗﻴﻮﻡ ﻋﻈﻴﻢ ﻻ‌ ﻳﻨﺎﻡ.
ﻓﻘﺎﻝ: ﺑﺌﺲ ﺍﻟﻌﺒﻴﺪ ﺃﻧﺘﻢ ﺗﻨﺎﻣﻮﻥ ﻭ ﻣﻮﻻ‌ﻛﻢ ﻻ‌ ﻳﻨﺎﻡ، ﺛﻢ ﺃﺧﺬ ﻓﻲ ﺍﻟﺘﻌﺒﺪ ﻭ ﺗﺮﻛﻨﺎ.
“ﺑﺌﺲ ﺍﻟﻌﺒﻴﺪ ﺃﻧﺘﻢ ﺗﻨﺎﻣﻮﻥ ﻭ ﻣﻮﻻ‌ﻛﻢ ﻻ‌ ﻳﻨﺎﻡ”
ﻓﻠﻤﺎ ﻭﺻﻠﻨﺎ ﺑﻠﺪﻧﺎ ﻗﻠﺖ ﻷ‌ﺻﺤﺎﺑﻲ: ﻫﺬﺍ ﻗﺮﻳﺐ ﻋﻬﺪ ﺑﺎﻹ‌ﺳﻼ‌ﻡ، ﻭﻏﺮﻳﺐ ﻓﻲ ﺍﻟﺒﻠﺪ، ﻓﺠﻤﻌﻨﺎ ﻟﻪ ﺩﺭﺍﻫﻢ ﻭ ﺃﻋﻄﻴﻨﺎﻩ ﺇﻳﺎﻫﺎ
قال: ﻣﺎ ﻫﺬﺍ؟
قلنا: ﺗﻨﻔﻘﻬﺎ ﻓﻲ ﺣﻮﺍﺋﺠﻚ.
ﻗﺎﻝ: ﻻ‌ ﺇﻟﻪ ﺇﻻ‌ ﺍﻟﻠﻪ، ﺃﻧﺎ ﻛﻨﺖُ ﻓﻲ ﺟﺰﺍﺋﺮ ﺍﻟﺒﺤﺮِ ﺃﻋﺒﺪُ ﺻﻨﻤﺎً ﻣﻦ ﺩﻭﻧﻪ ﻭﻟﻢ ﻳﻀﻴﻌﻨﻲ، ﺃﻓﻴﻀﻴﻌﻨﻲ ﻭﺃﻧﺎ ﺃﻋﺮﻓﻪ؟!
“ﺃﻓﻴﻀﻴﻌﻨﻲ ﻭ ﺃﻧﺎ ﺃﻋﺮﻓﻪ؟!”
ﺛﻢ ﻣﻀﻰ ﻳﺘﻜﺴَّﺐ ﻟﻨﻔﺴﻪ، ﻭﻛﺎﻥ ﻣﻦ ﺑﻌﺪﻫﺎ ﻣﻦ ﻛﺒﺎﺭ ﺍﻟﺼﺎﻟﺤﻴﻦ ﺇﻟﻰ ﺃﻥ ﻣﺎﺕ»
📓 [ﺍﻟﺘﻮﺍﺑﻴﻦ لابن ﻗﺪﺍﻣﺔ: ‹صـ 179›]

Tuzaklar % 99 Bal ve % 1 Zehir İhtiva Eder Şekilde Kurulabiliyor ..

14 yaşını geçmiş iki çocuk bir film izliyorlar.

Bu film içerisinde ahlaka aykırı olan bir sahne var.

Kısa bir an için, bir erkek ve bir kadın oyuncunun içinde olduğu ahlaksız bir sahne.

Babalarının tepkisi, filmi tamamen izlemeyi reddetmek ve bu sahne nedeniyle onların filmi izlemelerini engellemek oldu.

Çocuklar itiraz ettiler ve “Bir filmi sadece bir sahne üzerinden yargılamak adil ve doğru değil,” dediler. “Bu mantıklı değil, üstelik o bölüm çok kısa bir sahneydi.”

Babaları onlara, “Yarın sözlerimin anlamını anlayacaksınız,” dedi.

Ertesi sabah, babalarının onlara çok güzel bir kek yaptığını gördüler; görüntüsü iştah açıcı ve kokusu harikaydı.

Çocuklar çok sevindiler ve yemeye hazırlanıyorlardı ama babaları onlara, “Durun, acele etmeyin. Yemeden önce size bir şey söylemek istiyorum,” dedi.

“Bu kekin içinde evdeki kedimizin bir parça küçük dışkısı var ve onun nerede olduğunu bilmiyoruz. dedi.

Çok küçük bir parça, yani belki de göremez ya da fark etmezsiniz, ama kekin geri kalanı mükemmel, endişelenmeyin.”

Çocuklar, keke dokunmayı bile baştan reddettiler!

Hatta “Bu kek çöpe atılmalı, doğal yeri burası!” dediler.

Babaları onlara, “Ben problemi anlamıyorum. Bu çok küçük bir parça ve belki de yiyeceğiniz parçada olmayabilir .. Bir parça küçük kedi dışkısı yüzünden tüm keki çöpe atmak mantıklı değil,” dedi.

Çocuklar ona, “Bu küçük iğrenç parça tüm keki bozuyor ve onu yenmez hale getiriyor!” diye açıklama yaptılar.

Babaları onlara gülümseyerek dedi ki:

“Kesinlikle doğru .. Ve bu yüzden Allah’ın hoşnut olmadığı sahneler ihtiva eden filmleri ve dizileri seyretmemeliyiz.

Tıpkı küçük bir kedi dışkısı parçasının tüm keki çöpe attırması gibi, küçük bir sahne bile filmi veya diziyi tarihin çöplüğüne atmamıza sebep olur.”

O zaman çocuklar durumu anladılar ve işin gerçeğini kavradılar.

“Bu sebeple, içinde Allah’ın razı olmadığı çok küçük sahneler olan filmleri ve dizileri bile izlememeliyiz.

Mesela, yasak ilişkiler,
ihanetler,
sarılmalar,
öpüşmeler,
sapıklık,
hırsızlık,
kabadayılık,
dini tahrif etmek,
tabiatı bozmak gibi.

Sahne küçük ve anlık olsa bile”

Dikkatli ol, çünkü tuzak genellikle %99 bal ve %1 zehir ihtiva eder.

Günümüzde kimlik, din, tabiat, tarih ve ahlakı bozup silmek için büyük bir savaş var .. Eğitim, örnek olup oluşturarak ve temiz bir anlayışla yapılmalıdır, şiddet, zorlama ve baskı ile değil.

Çocuklarınızı dinlerini, ahlaklarını ve fıtratlarını kaybetmekten koruyup kurtarın. Onları kurtarın çünkü Allah katında onlardan sorumlusunuz. (Hepiniz bir çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz)

“Allah’ım, dinimizi, fıtratımızı ve ahlakımızı koru. Allah’ım, bizi Sana güzel bir şekilde döndür. Allah’ım, İslam’ı ve Müslümanları yücelt ve lütfunla hak ve dine uygun sözlerimi de yüceltip etkili kıl. Allah’ın zikri ve rızası üzre kalarak iyi olun ve vakitleriniz de güzel geçsin.”

Allah’ı anarak ve hoşnutluğunu kazanarak zamanınız mübarek olsun.

Son duamız, “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.”

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
25.08.2024 OF

طفلان فوق سن ال ١٤ سنة يشاهدان فيلما سينمائيا

هذا الفيلم يحتوي على مشهد واحد به لقطة غيرأخلاقية

لقطة سريعة لممثل وممثلة

كانت ردة فعل أبيهما أنه رفض تماما مشاهدة الفيلم ومنعهم من رؤية الفيلم بسبب هذا المشهد

إعترض الطفلان وقالا ليس من العدل أن تحكم علي فيلم كامل من خلال مشهد واحد ..
وقالوا إنه ليس منطقيا غير أنها لقطة سريعة وعابرة …

قال لهم والدهم غدا تعرفون معني كلامي ..

في صباح اليوم التالي وجدوا أن أباهم صنع لهم كيكة جميلة جدا منظرها يثير الشهية ورائحتها رائعة …

فرح الأطفال فرحا شديدا وهموا بالأكل لكن قاطعهم الأب قائلا لحظة لا تستعجلوا قبل أن تأكلوا أريد أن اخبركم شيئا ..

يوجد في هذه الكيكة قطعة صغيرة من براز القط الموجود ببيتنا ومكانها غير معروف …

قطعة صغيرة جدا يعني قد لا تروها او تشعروا بها لكن باقي الكيكة ممتاز ولا يوجد به شئ لا تقلقوا ..

الأطفال رفضوا تماما حتى لمس الكيكة!!!

حتي قالوا أن هذه الكيكة يجب أن نرميها في القمامة هذا مكانها الطبيعي!!!

قال لهم أنا لا أفهم أين المشكلة؟؟ هذه قطعة صغيرة جدا ممكن حتى لا تأتي في القطعة التي ستاكلونها …
غير معقول أن نرمي الكيكة كلها فى القمامة بسبب قطعة براز صغيرة من براز القط ..

الأطفال وضحوا له إن قطعة صغيرة من هذا القرف طبيعي تفسد الكيكة كلها وتحولها لشيء مقرف لا يصلح للأكل أبدا!!
ابتسم أبوهم وقال لهم :
صحيح جدا …. ولأجل هذا. يجب ألا نشاهد أفلاما ومسلسلات فيها ما لا يرضي الله من مشاهد صغيرة

كالعلاقات المحرمة
والخيانات
والاحضان
والقبلات
والشذوذ
والسرقة
والبلطجة
وتشويه الدين
وتشويه الفطرة
حتي وإن كان المشهد صغيرا وعابرا
فإن كانت قطعة صغيرة من براز القط جعلتنا نلقي الكيكة كلها فى القمامة..
فكذلك مشهد صغير لا يرضي الله فى فيلم أو مسلسل كفيل بأن يجعلنا نلقيه في مزبلة التاريخ …

وقتها فهم الاطفال وعلموا حقيقة الأمر ..

كن منتبها فالخدعه غالبا تكون ١٠٠/٩٩ عسل
و ١٠٠/١ سم زعاف ..

الحرب حاليا مستعرة على طمس الهوية والدين والفطرة والتاريخ والأخلاق …
َويجب أن تكون التربية بالقدوة وبالفهم وبالمثال النقي الطاهر وليس بالعنف والإكراه والإجبار ..

انقذوا أطفالكم من ضياع دينهم وأخلاقهم وفطرتهم
أنقذوهم لأنكم مسؤولون أمام الله عنهم..
(كلكم راع وكلكم مسؤل عن رعيته)

اللهم احفظ ديننا وفطرتنا وأخلاقنا
اللهم ردنا إليك ردا جميلا
اللهم أعز الاسلام والمسلمين وأعلي بفضلك كلمتي الحق والدين
طبتم وطابت أوقاتكم بذكر الله ورضاه ..
وآخر دعوانا أن الحمد لله رب العالمين

Bosna Tahtında Bir Sudanlı ..

“Bosna Tahtında bir Sudanlı: Doğu Avrupa’da Şeyhülislam Fâtih Ali Hasaneyn’in Hayatından Kesitler”

Birçok kişi Fâtih Ali Hasaneyn’in (Allah rahmet eylesin) karakterini tanıma fırsatı bulamamıştır. Kendisi uzun yıllar süren ağır hastalığın ardından, çoğunu hastanelerde ve reçeteli ilaçların yığınları arasında geçirdiği bir hayatın sonunda 19 Ağustos 2024 Pazartesi sabahı vefat etmiştir. O’nun meclisine girdiğinizde, ister sıvı ister katı olsun, oksijen veya serumlar gibi ilaçlardan birine takılmamanız mümkün değildi.

Onu ilk olarak 90’lı yıllarda tanıdım. Ona ulaşmak zordu çünkü Aliya İzzetbegoviç’in özel danışmanıydı ve Bosna Başkan Yardımcılığına kadar yükselmişti. İzzetbegoviç hapse girdiğinde fiilen başkanlığı üstlenmiş ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Bosna Savaşı’nda etkili liderlerden biri olmuştur. Mütevazı bir şekilde, Allah’ın izniyle Avrupa’da ilk İslami cumhuriyetini kuran en önemli kişilerden biri olduğunu gururla ifade ederdi.

Şeyh Fâtih, 1946 yılında Sudan’ın Senar eyaletinde Karkuc’da doğdu. Şerif bir Mağrip ailesinden gelen şeyh, kökenleri büyük tasavvuf âlimi Ahmed Zarruk’a dayanıyordu. Sudan’da Mağriplilerin şeyhiydi ve bu ülkedeki en ünlü âlimleri hakkında bir ansiklopedi yazdı. Bunun ötesinde, çevresindeki seçkinler dışında pek tanınmasa da bir tasavvuf şeyhiydi ve müridleri tarafından çok saygı görürdü. Kendine ait olan ve dostlarına dağıttığı zikirlere sahipti.

Şeyh Fâtih, olağanüstü bir devlet adamıydı; keskin bir görüşe, büyük bir ihtiyat ve cesarete, geniş ilişkilere ve güçlü bir nüfuza sahipti. Bu özellikler, onun eski deneyimlerinden ve içinde bulunduğu şartlardan geliyordu. Türk-Sudan Dostluk Derneği’nde yöneticilik yaptığım zamanlar, onunla her gün görüştüğümde, bana deneyimlerini detaylı bir şekilde anlatmayı severdi. Bu dernek, sıradan bir dernek değildi; neredeyse Sudan-Türkiye ilişkilerinin birçok yönünü yöneten siyasi bir konsey gibiydi.

Şeyh Fâtih’in Yugoslavya ile ilişkisi, 60’ların ortasında Belgrad Üniversitesi’nde tıp okumak için burs kazandığında başladı. Bu dönemde Sudan İslam Hareketi’ne de dâhil olmaya başlamıştı. Yola çıkmadan önce, çok sevdiği ve görüşlerine güvendiği hocası Dr. Hasan el-Turabi’den de hayır duasını almıştı (Allah rahmet eylesin). Orada, kimliklerini asimile olmaktan korumak için uğraşan bir grup Yugoslav Müslüman gençle tanıştı. Bu gençler arasında Aliya İzzetbegoviç de vardı ve Şeyh Fâtih onlardan uzun uzadıya bahsetmişti.

Aliya İzzetbegoviç, Şeyh Fâtih’ten yaklaşık yirmi yaş büyüktü; buna rağmen aralarında sanki eski dostlarmış gibi güçlü bir bağ oluşmuştu. Şeyh, Dr. Turabi ve başkalarının yardımıyla Arap ve Körfez ülkeleriyle ilişkiler kurmuştu. O dönemde Kuveyt, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Avrupa’daki İslami faaliyetlerin en büyük destekçilerindendi.

Şeyh’in, Kur’an-ı Kerim’in anlamını birçok Doğu Avrupa dili, örneğin Yugoslavca, Rumence ve Bulgarca gibi dillere çevirme konusunda büyük bir rolü vardı. Bu çeviriler, Yugoslavya’da gizli matbaalarda basılıyor ve sınırdan kaçırılmaları zor olduğundan para karşılığında basılıyordu. Ayrıca, Şeyh Hasan el-Benna, Seyyid Kutub ve Ebu’l-A’la el-Mevdudi gibi isimlerin en önemli kitaplarının tercümelerini de yayımladı. Bu, Doğu Avrupa’da İslam’ın yeniden canlanmasında önemli bir rol oynadı.

Medya alanında ise, Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki Müslüman azınlıkların savaş ve zorluklarını İslam dünyasına aktaran Şahide dergisini çıkardı. 2016 yılında bu dergiyi yeniden çıkarmayı planladı ve bana ve diğer birkaç kişiye bu derginin yönetimini verdi. Biz de Hartum’da bu derginin iki sayısını yayımladık. Daha önce Belgrad’da çıkan Şikan dergisi ise, eski Yugoslavya’daki yabancı Müslüman öğrencilerin sesi niteliğindeydi.

Şeyh Fâtih, Doğu Avrupa’da İslami faaliyetlerin sürdürülmesi için siyasi bir zemin oluşturmanın gerekliliğine inanıyordu. Bu bağlamda, 1966 yılında Yugoslavya’da Müslüman Öğrenciler Birliği’ni kurmuş ve Doğu Avrupa’daki Müslüman öğrencileri bir araya getiren bir birlik oluşturmak için Yugoslavya’daki İslamcı arkadaşlarını ikna etmiştir. Ayrıca, Doğu Avrupa’daki İslami faaliyetlere destek sağlamak için Avusturya’da 1987 yılında Doğu Avrupa İslam Konseyi’ni kurdu.

Şeyh Fâtih, Doğu Avrupa toplumunu ve onun hassasiyetlerini anlamayı başardı; önceliklerini fark etti ve sıradan davetçilerin odaklandığı diğer ilgi alanlarına meyletmedi. Tıp fakültesinden mezun olduktan ve iç hastalıkları alanında çalıştıktan sonra bile, bu insanlarla olan ilişkisini kesmedi. Birleşik Arap Emirlikleri’nde çalışırken bile onlarla iletişim kurdu, onlara özel ilişkiler kurmanın yollarını açtı. Böylece, Avusturya’da Üçüncü Dünya Yardım Ajansı adında en büyük İslami yardım kuruluşlarından birini kurdu. Bu ajans, Avrupa’daki İslami cumhuriyetlerin kurulmasında büyük bir fon kaynağına dönüştü.

Bu ajansın tek faaliyeti insani yardım değildi; büyük bir davet, kültürel, sosyal ve sportif etkinlikler de organize ediyordu. Orta ve Doğu Avrupa’da İslam’ın yeniden canlanması için fiili bir liderlik merkezi haline gelmişti ve büyük bir mali güce sahipti. Bu da batılı ülkelerin ilk başta ajansı kendi topraklarında ağırlamalarına yol açtı, ancak daha sonra onun tehlikesini fark ettiler ve ajansı kovuşturmaya başladılar.

Şeyh Fâtih, başkanlar ve büyük liderlerle oturduğunda, o anın başkanı gibi davranırdı ve genellikle onlarla oturduğunda taleplerinin çoğunu yerine getirirdi. Bir keresinde, Rusya’dan 13 savaş uçağını Çeçenya’dan Bosna’ya Pakistan, BAE, Suudi Arabistan ve Sudan üzerinden Mısır’a geçiş yoluyla nasıl taşıdığını anlatmıştı. Bu ülkelerin hepsinin onayını nasıl aldığını, zekice ve dikkat çekici yollarla başardığını ve bazılarının hileli olmadığını anlatmıştı. Rusların eline geçmesin diye, bunların merhum Çeçen General Cevher Dudayev tarafından nasıl bağışlandığını da anlattı.

“Şeyh Fâtih’in Bosna’daki Büyük Başarısı”

Şeyh Fâtih’in Bosna’daki büyük başarısı, 1991 yılında Demokratik Eylem Partisi’ni (SDA) kurmasında ve 1993 yılında Viyana’da Bosna-Hersek için Uluslararası İnsan Hakları Konseyi’ni kurmasında görüldü. Bosna’da birçok hassas merkez ve kuruluşun kurucusu olarak, Bosna Savaşı’nın gerçek liderlerinden biriydi. Aliya İzzetbegoviç’in konumunu destekledi ve güçlendirdi, onunla birlikte küçük ve yeni kurulan cumhuriyetin tanınması için birçok ülkeye seyahat etti. Savaş öncesi tanınma sürecinde yaşadığı birçok acı ve ilginç durumu anlattı. Şeyh, yeni kurulan Bosna Cumhuriyeti’nin ilk vatandaşlarından biri oldu ve savaş süresince Başkan İzzetbegoviç ile birlikte kaldı, onunla şehirden şehre geçti ve savaş hikâyelerini anlattı. Bosnalıların Sırpların ve Hırvatların, Avrupa’nın tam desteğiyle yürüttüğü soykırım dalgalarına karşı ayakta durabilmeleri için askeri yardımların nasıl sağlandığını anlattı.

Savaş sona erdiğinde, Şeyh savaşın kurbanlarından biri oldu; Bosna vatandaşlığından çıkarılması ve Bosna’dan çıkarılması, onun serbest bırakılması karşılığında acı bir anlaşma sonucunda kararlaştırıldı. Aksi takdirde uzun süreli hapis cezasına çarptırılacaktı. Türkiye’ye döndü ve orada rahmetli Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından karşılandı. Demirel ile birçok duygusal hikâyesi vardır ki bunlar ayrı bir günlüğü hak eder.

Şeyh Fâtih’in, Recep Tayyip Erdoğan ile olan ilişkisi 1980’lerin başlarına dayanır ve bu dönemin sonlarına doğru pekişmiştir. Erdoğan’ı, partisinin liderliği adaylığına itiraz etse bile belediye seçimlerine katılmaya teşvik edenlerden biriydi. Şeyh, bu hikâyelerin bazılarının Erdoğan’ın siyasi hayatını etkilememesi için anlatılmasından kaçınmıştır. Erdoğan, 2017 yılında Sudan’ı ziyaret ettiğinde, Şeyh Fâtih’in arabuluculuğu ile bu ziyareti gerçekleştirdi. Şeyh, Erdoğan’ın Suakin’den dönüşte geceleyin kendisini ziyaret etmesi için beni ve Furkan Radyosu müdürü Dr. Ayman Tayyip Sorur’u görevlendirdi. Bu ziyaret protokolde yer almıyordu, fakat Şeyh, bu özel toplantıya katılacak kişilerin isimlerini belirlememizi istemişti. Bu ziyarete dair birçok detayı ve önemini hatırlıyorum ve o dönemde bu ziyaret hakkında Facebook sayfamda yazdığım yazı ve fotoğraflar, o dönemde bu ziyareti anlatan tek kaynaktı ve diğer tüm kaynaklar o yazıdan esinlenmiştir.

2018 yılında Şeyh’in sağlığı kötüleştiğinde, Türkiye Cumhurbaşkanı özel bir uçakla Türkiye’ye nakledilmesini emretti ve Şeyh burada vefat etti (Allah rahmet eylesin).

Şeyh Fâtih sadece Bosna ve Doğu Avrupa ile sınırlı değildi. Filistin’deki rolleri hakkında söylenecek çok şey var; 1980’lerde Filistinli birçok kadroyu dünyanın çeşitli yerlerine gönderdi ve Allah izin verirse bu konuda ileride yazabiliriz. Ayrıca, Afrika meselelerine de açıktı. Afrikalı reformcular, davetçiler, resmi ve muhalif siyasi liderler sık sık ona gelir ve danışırlardı. Şeyh’in onlara nasıl yardım ettiğine dair birçok hikâye dinledik. Afganistan’da Sovyet işgali sırasında, Filipinler ve Tayland’daki rolleri hakkında da çok şey söyleyebiliriz. Şeyh, Sudan’da özellikle tarım sektöründe büyük projeler yürütmüş ve “Hasneyin” hayır kurumunu kurmuştur. Muhtaçlara yardım etme konusundaki cömertliğine ve sabrına bizzat şahit oldum. Şeyh ayrıca ülkesine fayda sağlayan özel dosyaları dar bir çerçevede yönetmede önemli roller oynamıştır.

Şeyh Fâtih bir doktor, edebiyatsever ve şiir düşkünüydü. Yugoslavca dilini çok iyi bilir ve etkisi altında kaldığı bazı edebi eserleri çevirirdi. Bosna-Hersek, Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’nın Osmanlı tarihine âşıktı. Beni, “Drina Köprüsü”, “Foça’ya Giden Yol”, “Şeytan Adası”, “Beyaz Zambak” gibi birçok kitabının düzeltilmesi ve eleştirilmesiyle görevlendirdi. Atalarının hayatını anlattığı “Mevlana Ahmed Zarruk’un Hayatı Üzerine Yıldırım Gibi Parlayan Işıklar” kitabını da yazmıştır. Aliya İzzetbegoviç’in anılarının çevirisindeki bazı yerleri ve çevirmenin anılar için seçtiği başlığı eleştiriyordu; bu konudaki görüşleri kendi yerine sahiptir. Allah, sevgili Şeyhimize ecirler yazsın ve ona geniş rahmet eylesin; sen çok bereketliydin, bu ümmete çok hizmet ettin ve Allah senin vesilenle birçok millet ve halkı kurtardı ve bugün hâlâ sana değer veriyorlar.

Dr. Osama el-Ashkar

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
24.08.2024 OF

Mütercimin Notu: 👇

1992 yılında Sudan’ı ziyaret etme fırsatı bulmuş; bu ziyaret esnasında devlet erkanı ile tanışma imkanımız olduğu gibi Rahmetli Hasan Türabi ile de yakından görüşüp tanışmıştık. Sudan’ın O günkü şartlarını dikkate alarak Türklerin orada yatırım yapmasının önemini idrak etmiş bir eğitimci olarak Türkiye’ye döndüğümüzde hem Sudan’ı tanıtma gayretinde bulunmuş hem de Sudan da yatırım yapmayı teşvik eden yazılar yazmış, konferanslar vermiştim. Yazılarımı okuyan, konuşmalarımı dinleyen bir gurup arkadaş Sudan’da yatırım yapmaya, fabrika kurmaya karar verip benim de aralarında olmamı ısrarla istemeleri sonucu oluşan ortaklıkta, rehberimiz ve ortağımız olan iki Sudanlıdan biri Dr.Fatih Hasaneyn Bey idi. Sudan Devleti bize ücretsiz fabrika arazisi tahsis edecek; biz de Makina parkurunu hazırlayıp kuruluşu ve işletmeyi gerçekleştirecektik. Türk ortaklar gurubu olarak bir yıl sürmedi; makinaları hazırlayıp ambalajlayarak bir müddet bekledikten sonra Sudan’a götürmeyi başardık. Fabrikayı kuracak ekip de makinalarla birlikte Sudan’a gitmişti. Ancak yer tahsisi yapılamadığı için uzun müddet makinalar ambalajında bekletildi. Türk ortaklar uzun süre beklemenin moral bozukluğu ile ortaklıktan ayrılmak isteyince çok endişelenmiş; yaptıkları ödemeleri iade edememe telaşına kapılmıştım. İşte o zaman iki Sudanlı ortağımızdan biri olan Dr.Fatih Hasaneyn ağabeyimizin asaleti, müsamahası ve tecrübesi imdadımıza yetişti. Ayrılmak isteyen bütün Türk ortakların hepsine masraflar dahil ödedikleri meblağların tamamını kuruşu kuruşuna iade ederek hisseleri devraldı ve hiç bir ortağın mağduriyet yaşamasına fırsat vermedi. Bu alicenaplığı, cömertliği ve anlayışı bizi ortakların yaşaması muhtemel sıkıntılardan kurtarmış oldu. İlerleyen yıllarda fabrika Sudanlılar tarafından kurulduğunu duydum ama yakından takip etme imkanım olmadı. Rabbimden değerli ağabeyimiz merhum Fatih Hasaneyn Beye rahmet ve mağfireti ile muamele etmesini, Firdevs cenneti ile mükafatlandırmasını, bizlere de cennette buluşma lütfunda bulunmasını niyaz ediyorum.
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Altta Linkini Verdiğim Yazıyı da Okumanızı Tavsiye Ederim:👇

سوداني على عرش البوسنة
“لمحات من حياة شيخ الإسلام في شرق أوروبا الفاتح علي حسنين”
لم يتح لكثيرين أن يتعرفوا شخصية الفاتح علي حسنين رحمه الله، والذي اختاره الله تعالى إلى جواره فجر الإثنين 19/8/2024 بعد سنوات طويلة من المرض الشديد قضى أكثرها في المستشفيات وبين أكوام الأدوية الموصوفة، حتى إنك إذا دخلت مجلسه فلابد أن تتعثر بواحدة منها سواء السائلة منها أو الجامدة أو الأوكسجين أو المحاليل المنصوبة.
أوّل ما عرفته كان في التسعينات، وكان الوصول إليه صعباً إذ كان مستشاراً خاصاً لعلي عزت بيجوفيتش، ووصل إلى منصب نائب الرئيس البوسنى، وتولى الرئاسة فعلياً بعد أن دخل بيجوفيتش السجن، وكان أحد القادة المؤثرين في الحرب البوسنية بعد تفكك الاتحاد اليوغوسلافي، وكان يفتخر بتواضع أنه أحد أهم الأشخاص الذين كتب الله على يدهم أن ينجزوا ميلاد أول جمهورية إسلامية في أوروبا.
ولد الشيخ الفاتح في كركوج بولاية سنار عام 1946 من عائلة ذات أصول مغاربية شريفة تعود في أصولها إلى الشيخ الصوفي الكبير أحمد زروق، وكان شيخاً للمغاربة في السودان، وقد أنجز موسوعة عن أشهر أعلامهم في هذا البلد، وكان فوق ذلك شيخاً صوفياً يجله أصحابه ومريدوه جداً ، ولكنه لم يشتهر بالتصوف إلا في أوساط النخبة القريبة منه، وكانت له أوراده التي كان يطبعها ويوزعها على أحبابه.
كان الشيخ الفاتح رجل دولة بامتياز، يمتلك رؤية ثاقبة، وحذراً شديداً، وجرأة متناهية، وعلاقات واسعة، ونفوذاً ممتداً ؛ وقد أتى له هذا الشيء من تجربته القديمة والظروف التي وضع فيها.
كان يحب أن يحدثني بتفاصيل كاملة عن تجربته يوم كنت لا أغيب عنه يوما عندما كنت في إدارة جمعية الصداقة السودانية التركية التي يرأسها، ولم تكن جمعية عادية بل كانت مجلساً سياسياً يكاد
يدير الكثير من جوانب العلاقة السودانية التركية بسبب وجود الشيخ الفاتح فيها، وبسبب وجود أشخاص ذوى نفوذ كبير فيها ؛

وكان الشيخ شديد العناية بهذه الجمعية ويكاد يص 2/5 لا بدأت علاقة الشيخ بيوغوسلافيا يوم نال منحة لدراسة الطب في جامعة بلغراد في منتصف الستينات، وكان في بداية تأطيره في الحركة الإسلامية السودانية، ونال قبل سفره مباركة أستاذه الذي يحبه ويثق برأيه الدكتور حسن الترابي رحمه الله، وهناك بدأت علاقته مع نفر من الشباب اليوغوسلافي المسلم الذين كانوا ينشطون في الحفاظ على هويتهم من الذوبان وعلى رأسهم علي عزت بيجوفيتش وأشخاص آخرين كانوا لا يقلون عنه حدثنا عنهم الشيخ الفاتح بإسهاب، وكانوا يتحركون في ظروف صعبة داخل المنظومة الشيوعية ذات القبضة الأمنية المشددة وكثيراً ما كان يتعرض للتحقيق والمساءلة والحبس المحدود.
كان علي عزت يكبر الشيخ الفاتح بنحو عشرين سنة، ومع ذلك فقد توطدت العلاقة بينهما كأنهما أصحاب ، وكان الشيخ واسطته للتعامل مع المشرق العربي والخليج العربي بعد أن فتح له الدكتور الترابي وغيره آفاق العلاقات هناك، وكانت الكويت والسعودة والإمارات آنذاك من أكبر داعمي النشاط الإسلامي في أوروبا.
كان للشيخ دور كبير في نشر ترجمة معاني القرآن لعدة لغات شرق أوروبية كاليوغوسلافية والرومانية والبلغارية، وكان يطبعها داخل يوغوسلافيا في مطابع سرية نظير المال لصعوبة التهريب عبر الحدود ونشر ترجمات عديدة لأهم كتب الشيخ البنا وسيد وأبي الأعلى المودودي وغيرهم، وقد كان لذلك الأمر دوره البارز في نهضة الإسلام في شرق أوروبا. وفي الجانب الإعلامي أصدر مجلة الشاهدة التي رصدت وقائع الحرب البوسنية ومعاناة الأقليات الإسلامية بالبلقان وأوروبا الشرقية ونقلت ذلك إلي العالم الإسلامي والعربي، وكان ينوي إعادة إصدارها عام 2016 وكلفني مع آخرين بتكليف إدارة تحرير لها، وبالفعل أصدرنا عدديين منها في الخرطوم؛ كما أصدر من قبل مجلة شيكان في بلغراد وكان بمثابة الصوت الوحيد للطلاب الأجانب الإسلاميين في يوغسلافيا السابقة اهتم الشيخ الفاتح بالعمل الطلابي الأكثر حيوية في شرق أوروبا، فأسس اتحاد الطلاب المسلمين بيوغسلافيا عام 1966م ، وأقنع زملاءه من الإسلاميين اليوغوسلاف بتأسيس اتحاد يجمع الطلاب المسلمين بشرق أوروبا بمدينة بلغراد في العام 1967م.

كان الشيخ الفاتح يؤمن بضرورة وجود حواضن سياسية للعمل الإسلامي في شرق أوروبا فتمكّن من جلب دعم كبير لتأسيس المجلس الإسلامي لشرق أوروبا في النمسا عام 587 / 3 فيه قيادات إسلامية من كل من بلغاريا، اليونان، رومانيا، الباليا، صربيا، البوسنة والهرسك، مقدونيا، كوسوفا، المجر، سلوفاكيا، التشيك، بولندا، ومولدافيا ؛ كما فتح الباب للمنظمات الإغاثية الإسلامية الكبيرة للعمل في شرق أوروبا مثل الندوة العالمية للشباب الإسلامي، وهيئة الإغاثة الإسلامية العالمية، والوكالة الإسلامية الإفريقية للإغاثة.
استطاع الشيخ الفاتح أن يفهم المجتمع الشرق أوروبي وخصوصيته، وأدرك أولوياته، ولم ينشغل بالاهتمامات الأخرى التي يركز عليها الدعاة العاديون، ولم تنقطع علاقته بهؤلاء الذين عاش معهم بعد تخرجه في كلية الطب واشتغاله بالطب الباطني، وظل أثناء عمله في الإمارات طبيبا يتواصل معهم، ويفتح لهم سبل العلاقات الخاصة، حتى أنشأ واحدة من أكبر المنظمات الإغاثية الإسلامية المعروفة باسم وكالة إغاثة العالم الثالث في النمسا، والتي استطاعت أن تتحوّل إلى ما يشبه الخزانة الكبيرة لتأسيس هذه الجمهوريات الإسلامية لاتساع مواردها التي بلغت عدة مليارات في بعض المراحل كما أخبرنا الشيخ؛ إذ كانت دول عربية وإسلامية كبيرة تجعل هذه الوكالة مدخلها لدعم المسلمين هناك. لم يكن النشاط الإغاثي هو النشاط الوحيد لهذه الوكالة فقد كان لها مناشط دعوية وثقافية واجتماعية ورياضية كبيرة، وتطورت لتكون مركز قيادة فعلي لنهضة الإسلام في وسط أوروبا وشرقها، وكان لها نفوذ مالي كبير أدى إلى ترحيب الدول الغربية بها أول الأمر طمعاً في وارداتها الكبيرة على بلدانهم، ثم تنبّهوا إلى خطورتها فطاردوها. كان الشيخ الفاتح يجلس مع الرؤساء وكبار الزعماء كأنه الرئيس آنذاك، وكان يحظى بتلبية أكثر طلباته عند جلوسه معهم، وقد حكى لي تفاصيل واحدة من أكبر أعماله يوم استطاع نقل نحو 13 طائرة حربية روسية من الشيشان إلى البوسنة عبر باكستان والإمارات والسعودية والسودان مروراً بمصر، وكيف أنجز موافقة هذه الدول كلها بطرق ذكية وملفتة ولا يخلو بعضها من الحيلة، وحكى لنا كيف تبرع بها الجنرال الشيشاني الراحل جوهر دوداییف رحمه الله قبل أن يقتله الروس في الحرب الشيشانية خوفاً من أن تقع غنيمة في أيديهم.
كان النجاح الكبير للشيخ الفاتح في البوسنة حيث أسمم في تأسيس حزب العمل الديمقراطي (SDA) الذي تولى 4/5 1991م؛ وأسهم في تأسيس المجلس العالمي لحقوق الإنسان للبوسنة والهرسك بمدينة فينا في العام 1993م، وأسس العديد من المراكز والهيئات الحساسة هناك. كان الدكتور الفاتح رحمه الله أحد القادة الحقيقيين في هذه الحرب، الذين دعموا مواقف علي عزت بيجوفتش و عضدوها، وسافر معه إلى بلدان كثيرة للاعتراف بجمهوريته الصغيرة الناشئة، وروى لنا الكثير من المواقف المؤلمة والمثيرة أثناء رحلة الاعتراف قبل الحرب، وكان الشيخ من أوائل مواطني الجمهورية البوسنية الناشئة بقرار من رئيسها الثائر علي عزت وظل الشيخ مع رئيسه طيلة فترة الحرب، ينتقل معه من مدينة إلى مدينة، ويروي لنا قصص الحرب هناك، ويروي كيف استطاعوا توصيل الإمداد العسكري حتى يثبت هؤلاء البوسنيون أمام موجات الإبادة التي قام بها الصرب والكروات ضدهم بدعم كامل من أوروبا، وعندما توقفت الحرب كان الشيخ أحد ضحاياها إذ تقرر تجريده من الجنسية البوسنية وإخراجه من البوسنة في صفقة مؤلمة مقابل الإفراج عنه، وإلا فإنه سيحاكم بعقود طويلة في السجن، فعاد إلى تركيا واستقبله الرئيس التركي الراحل سلیمان دیمیریل وله معه حكايات مؤثرة تحتاج إلى مدونة خاصة لتسجيلها.
كان علاقة الشيخ برجب طيب أردوغان قديمة تعود إلى بداية الثمانينات وتعززت في آخرها، وكان أحد الذين شجعوه لخوض غمار الانتخابات البلدية حتى إن لم توافق قيادة حزبه على ترشيحه وهناك تفاصيل كان يتحفّظ الشيخ في روايتها لئلا تؤثر على حياة صديقه السياسية. وعندما زار أردوغان السودان عام 2017 بعد وساطة من الشيخ الفاتح كلفني الشيخ رحمه الله مع الأخ الدكتور أيمن الطيب سرور مدير إذاعة الفرقان بترتيب زيارة أردوغان له عند عودته من سواكن ليلاً رغم عدم وجودها في بروتوكول الزيارة، كما كلفنا بتحديد أسماء الحضور إلى هذه الجلسة الخاصة التي كان كثيرون يتطلعون للمشاركة فيها، وأذكر الكثير من التفاصيل حول تلك الزيارة وأهميتها، وأذكر أن ما كتبته عنها في صفحتي على فيسبوك كانت المصدر الوحيد الذي ذكرها آنذاك مع صورها، وعنها نقلت جميع المصادر الأخرى دون عزو.
وعندما تراجعت صحة الشيخ في عام 2018 أمر الرئيس التركي بنقله بطائرة خاصة إلى تركيا وبقى فيها حتى وفاته رحمه الله.

لم يكن الشيخ الفاتح موقوفا على البوسنة وشرق أوروبا فحسب فثمة الكثير مما يمكن قوله عن أدواره في فلسطين وكيف ابتعث عدداً من كوادرهم إلى أنحاء العالم في حقبة الثمانينات، وقد يتاح لنا الكتابة عن ذلك لاحقاً إن شاء الله ، كما كان الشيخ منفتحاً على قضايا إفريقيا، إذ كان المصلحون والدعاة الأفارقة والزعماء السياسيون الرسميون والمعارضون يأتونه ويستشيرونه، وكثيراً ما سمعنا قصصهم حول ما قدمه الشيخ لهم ؛ ويمكننا الحديث كثيراً عن أدواره في أفغانستان حقبة الغزو الشيوعي وفي الفلبين وتايلاند ، كما أن الشيخ له باع طويل في بلده بمشروعاته الكبيرة في القطاع الزراعي خاصة، وفي مؤسسته الخيرية “حسنين” وقد رأيت بنفسي كرمه الباذخ في إعانة المحتاجين والصبر عليهم، كما كان له أدوار مهمة في كثير من الملفات الخاصة التي كان يديرها في أضيق الحدود لصالح بلده. كان الشيخ الفاتح الطبيب أديباً ذوّاقة للشعر، وكان يتقن اللغة اليوغوسلافية ويترجم بعض أعمالها الأدبية التي تأثر بها، كما كان يعشق تاريخ البوسنة والهرسك وألبانيا وكوسوفا ومقدونيا العثماني، وقد كلفني بتصحيح العديد من كتبه ونقدها مثل “جسر على نهر الدرينا” و”الطريق إلى “فوجا” و”بلنة جزيرة الشيطان” و”الزنبقة البيضاء”… وألف في سير أجداده “لمعان البروق في سيرة مولانا أحمد زروق”…. وكان الشيخ ينتقد بعض المواضع في ترجمة مذكرات علي عزت بيجوفيتش، وينتقد العنوان الذي اختاره المترجم للمذكرات، وله في ذلك نظر له موضعه كتب الله أجرك شيخنا الحبيب، ورحمك رحمة واسعة، فقد كنت عظيم البركة، كثير النفع لهذه الأمة، وأنقذ الله بك أمماً وشعوباً تحفظ لك قدرك إلى اليوم.

د. أسامة الأشقر Osama Al-Ashqar

Filistin Kurtuluş Hareketi Tarihinden İbretlik Sayfalar ..

Yaser Arafat, Oslo Anlaşması’ndan sonra, Temmuz 1994’te Filistin’e, Filistin Yönetimi başkanı olarak girdi. İlk konuşmasını, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kurumları arasında yer alan bir çeşit parlamento hükmünde olan Ulusal Konsey önünde yaptı. Bu konuşmada yeşil hareketi (Hamas’ı) tasfiye etme tehdidinde bulundu. Şöyle dedi: “Eğer Nelson Mandela, Zulu kabilelerine ateş açmadıysa, ben Filistinli Zulu kabilelerine ateş açacağım.”

Sadece üç ay sonra, Filistin Yönetimi güvenlik güçleri, o sırada esir olan Şeyh Yasin’le takas etmek üzere yeşil hareket (Hamas) tarafından kaçırılan bir İsrailli askerin bulunduğu yeri tesbit etti. İsrailliler yeri öğrendiklerinde, oraya baskın yaptılar ve esirlerinin, onları kaçıranlarla birlikte öldürülmesini umursamadan operasyonu gerçekleştirdiler!

Bu usül, daha sonra bir kanuna dönüştü. Bu kanun, askerlerinin kıyafetlerine, bulundukları yerleri gösteren çipler yerleştirilmesini öngördü ve bir asker esir alındığında, esirle birlikte onu kaçıranların da vurulmasını emretti. Böylece İsrail, bir takas anlaşması yapmak zorunda kalmayacaktı!

Bunu, kendime ve kardeşlerime, şu anda Gazze Şeridi’nde gerçekleşen muazzam askeri mucizenin boyutunu hatırlatmak için söylüyorum. On aydan fazla bir süredir, İsrail, tüm teknolojik imkanlarının üstünlüğüne, ABD ve İngiltere gibi ülkelerden aldığı teknik desteğe ve askeri güçlerinin Gazze’nin bölgelerini tek tek işgal etmesine rağmen, yüzün üzerinde esirin yerini henüz tespit edemedi!

Beş yıl boyunca tek bir askerin (Gilad Şalit) saklanması, bu büyük teknolojik farkın ışığında bir mucize olarak kabul ediliyorsa, yüzden fazla esirin saklanması kelimenin tam anlamıyla bir dizi askeri mucizelerdir!

Savaşın nihai sonuçları ne olursa olsun, şu anda olan şey, kesinlikle kısa bir süre sonra dünyanın her yerindeki güvenlik akademileri ve askeri okullarda ders olarak okutulacak hayret uyandıran şaşırtıcı bir eylemdir.

Ayrıca bu hain ve suçlu Filistin Yönetimi’nin aşağılık rolünü de hatırlamalıyız .. Faaliyet göstermeye başlamasından sadece üç ay sonra, Siyonistlere kendi başlarına yapamayacakları bir hizmet sundular! Fedailerin öldürülmesine ve fedailerin liderinin (Şeyh Yasin’in) yıllarca hapiste kalmasına sebep oldular!

Bu durum, bu hain yönetimin otuz yıllık faaliyetinin ardından ne hale geldiğini bize hatırlatmalıdır; dinlerini başkalarının dünyalığı için satan hain casus nesilleri yetiştirdiler, eğitip ürettiler ve imal edip kullandılar!

2008-2009 savaşının ardından, Birleşmiş Milletler’e İsrail’in bu savaşta insan haklarını ihlal ettiğine dair bir rapor sunulmuştu, bu rapor Goldstone Raporu olarak biliniyordu. Ancak Birleşmiş Milletler’deki Filistin Yönetimi bu rapora itiraz etti ve desteğini geri çekti!

Bu, şaşırtıcı ve anlaşılmaz bir sürprizdi, ancak bir İsrail gazetesi (hafızam beni yanıltmıyorsa Yediot Ahronot) bu tuhaf tutumun sırrını araştırıp ortaya çıkardı!

Netanyahu, Mahmud Abbas’ı Ehud Barak ve Tzipi Livni ile bir toplantıda, yeşil hareketi (Hamas’ı) devirmek ve tamamen bitirmek için savaşın sürdürülmesinin gerektiğini vurgulayan bir video kaydıyla tehdit etmişti; Barak ve Livni bu kadar istekli değildi!

Bu videonun yanı sıra, Filistin Başkanlığı Genel Sekreteri Tayyip Abdurrahim ile İsrail Genelkurmay Başkanlığı ofis müdürü arasında bir telefon görüşmesi kaydı vardı .. Bu görüşmede, Filistinli yetkili İsrailliye, yeşil hareketi devirmek ve teslim olmaya zorlamak için Cebaliye ve Şati mülteci kamplarının işgal edilmesi gerektiği konusunda ısrar ediyordu!

İsrailli ona şöyle dedi: “Bu, binlerce sivilin ölümüne yol açabilir!”

Tayyip Abdurrahim şöyle cevap verdi: “Onlar Hamas’ı seçtiler ve böylece kaderlerini de kendileri seçmiş oldular!”

Bu olay Goldstone Skandalı olarak bilinir!

Gazze’de süren savaşın durmasını en son isteyecek olanlar, Abbas yönetimindeki bu hainler ve zavallı Arap rejimlerindeki benzerleridir .. Bunlar, Gazze’nin iki milyonu ile birlikte tamamen yok olmasını veya orada bir İslami hareketin kalmamasını umursamayan insanlardır!

Kim tarihin sayfalarını çevirerek okursa, sayfalarında yer alan skandal, rezalet ve ihanet hikayelerinden dehşete kapılır ve hayrete düşer!

Ve burada Allah’ın şu beyanının geçerli olduğunu görür: “Ey Peygamber! Kalpten inanmadıkları hâlde, ağızlarıyla “İnandık” diyenler (münafıklar) seni üzmesin.” (Maide 41. Ayet)

Ve şu beyanı: Onlardan birçoğunun inkârcıları dost edindiklerini görürsün. Onların önceden kendileri için hazırladığı şey, yani Allah’ın onlara gazap etmesi ne kötü bir sonuçtur! Hem de onlar azapta sürekli kalacaklardır.” (Maide 80. Ayet)

Muhammed İlhami

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
24.08.2024 OF

‏دخل عرفات إلى فلسطين، بعد اتفاقية أوسلو، رئيسا للسلطة الفلسطينية في يوليو 1994م.

كانت أول خطبة خطبها أمام المجلس الوطني (شيء شبيه بالبرلمان ضمن مؤسسات منظمة التحرير الفلسطينية)، تحتوي تهديدا بتصفية الحركة الخضراء، أوحى بذلك قائلا: إن كان نيلسون مانديلا لم يطلق الرصاص على قبائل الزولو فسأطلق الرصاص على قبائل الزولو الفلسطينية (يقصد: حماس).

بعد ثلاثة أشهر فحسب، كانت أجهزة أمن السلطة الفلسطينية، تتوصل إلى مكان اختطاف جندي إسرائيلي، اختطفته الحركة الخضراء لمبادلته بالشيخ ياسين الذي كان أسيرا وقتها.

والإسرائيليون متى عرفوا المكان، اقتحموه، ولم يبالوا بقتل أسراهم مع آسريهم، وهو ما كان!

وهذا النهج هو الذي تطور فيما بعد لقانون، جعلهم يزرعون في ملابس جنودهم شرائح تدل على أماكنهم، وفي حالة أسر أحدهم يكون التوجيه بقصف الأسير وآسريه، لكي لا تضطر إسرائيل لعقد صفقة تبادل!

أقول هذا لكي أذَكِّر نفسي وإخواني بمدى المعجزة العسكرية الهائلة التي تحصل الآن في قطاع غزة.. بعد أكثر من عشرة أشهر لا يزال أكثر من مائة أسير لا تستطيع إسرائيل معرفة أماكنهم، مجرد المعرفة، مع كل التفوق التقني الهائل، ومع كل الدعم التقني الأمريكي والبريطاني وغيرهما، ومع أن قواتها اقتحمت مناطق القطاع واحدة تلو الأخرى!!

لئن كانت تخبئة جندي واحد لخمس سنوات، هو جلعاد شاليط، معجزة في ظل الفارق التقني الهائل، فإن تخبئة أكثر من مائة هو حرفيا نهرٌ من المعجزات العسكرية!

أيًّا تكن النتائج النهائية للمعركة، فالذي يحصل الآن هو عمل مذهل لا ريب أنه سيكون بعد قليل دروسا تُدرّس في الأكاديميات الأمنية والعسكرية في كل العالم.

ويجب أن نتذكر أيضا، هذا الدور الحقير للسلطة الفلسطينية الخائنة والمجرمة.. بعد ثلاثة أشهر فحسب من عملها كانت تقدم للصهاينة خدمة لم يستطيعوها بأنفسهم! وكانت تتسبب في قتل فدائيين وفي بقاء شيخ الفدائيين في السجن سنين أخرى!!

فيجب أن يذكرنا هذا بمدى ما وصلت إليه سلطة الخيانة هذه بعد ثلاثين سنة من عملها، حيث فرَّخت وأنتجت وصنَّعت أجيالا من الخونة العملاء الذين باعوا دينهم بدنيا غيرهم!

أتذكر أنه بعد حرب (2008 – 2009) قدِّم تقرير للأمم المتحدة عن انتهاكات إسرائيل لحقوق الإنسان في هذه الحرب، عرف بتقرير جولدستون، ولكن السلطة الفلسطينية في الأمم المتحدة اعترضت على التقرير وسحبت تأييدها له!!

كانت مفاجأة صاعقة وغير مفهومة، ولكن صحيفة إسرائيلية -يديعوت أحرونوت لو لم تخني الذاكرة- كشفت سر هذا الموقف الغريب!

لقد هدد نتنياهو محمود عباس بمقطع فيديو مصور له، وهو في اجتماع مع إيهود باراك وتسيبي ليفني، وعباس يؤكد على ضرورة استمرار الحرب حتى إسقاط الحركة الخضراء وإنهاءها تماما، لم يكن باراك وليفني بهذه الحماسة!!

ومع المقطع المصور، تسجيل صوتي لمكالمة بين الطيب عبد الرحيم -أمين عام الرئاسة الفلسطينية- ومدير مكتب رئاسة الأركان الإسرائيلية.. وفيه يلح المسؤول الفلسطيني على الإسرائيلي بضرورة اجتياح مخيمي جباليا والشاطئ لإسقاط الحركة وحكمها ودفعها للاستسلام!!

قال له الإسرائيلي: هذا ربما يتسبب في مقتل آلاف المدنيين!

قال الطيب عبد الرحيم: لقد انتخبوا حماس، وبهذا يكونون هم الذين اختاروا مصيرهم!!

وهذه الحادثة هي التي عُرفت بفضيحة جولدستون!

إن آخر من يريد إيقاف الحرب على غزة هم هؤلاء الخونة في سلطة عباس، وأمثالهم في الانظمة العربية البائسة.. هؤلاء قومٌ لا يهمهم حرفيا أن تباد غزة كلها بمليونيها، ولا أن تبقى فيها حركة إسلامية!!

ومن قلّب في كتاب التاريخ ارتاع ولم ينتهِ ذهوله مما في صفحاته من أخبار الفضائح والخزايا والخيانات!!

وفيه سيجد قول الله تعالى قائما {الذين يسارعون في الكفر من الذين قالوا آمنا بأفواههم ولم تؤمن قلوبهم}

وقوله تعالى {ترى كثيرا منهم يتولون الذين كفروا، لبئس ما قدمت لهم أنفسهم أن سخط الله عليهم وفي العذاب هم خالدون}

محمد إلهامي

Bir Küçük Türkiye İdeali, Kemalizm!

Av. Ömer Faruk Uysal Yazdı

Avukat Ömer Faruk Uysal, “Bir Küçük Türkiye İdeali; Kemalizm!” başlıklı köşe yazısında, Kemalizm’in tarih sahnesine nasıl çıktığını ve bu ideolojinin Türkiye üzerindeki etkilerini çarpıcı bir şekilde ele aldı.

Bir Küçük Türkiye İdeali; Kemalizm!

Kemalizm, Atatürk’ün mirasçısı olma iddiasındaki bazı kimselerin, o öldükten sonra ortaya attıkları veya geliştirdikleri bir düşüncedir! Mirasçılık iddia edenler elbette mirastan en büyük payı almak ve mirası temellük etmek isterler! Yani Mustafa Kemal’in, sultanlarda dahi olmayan sultasını, mutlak otoritesini, kullanmak, faydalanmak, isteyenlere Kemalist diyoruz! Maddi mirası demiyoruz. İş Bankası hisseleri ve yönetimi zaten CHP’de. Savarona yatı, AOÇ ve bir çok emlak çok şükür devlette!

İsmet İnönü, gazinin genel kabul gören, itiraz olunmayan, tek varisiydi. Tek parti mirasını, koyu bir diktatörlüğü, sorunsuz sürdürebildi. 1950 DP iktidarına kadar, Türkiyenin hem özgürlükler hem de ekonomik kalkınma bakımından en karanlık dönemidir.

İnönü, “Atatürk lider de biz neciyiz” mantığıyla Atatürk’ü öne çıkarmadığı gibi, bilakis onu bastırıp, kendi tek adamlığını, mutlak hakimiyetini öne çıkardı ve vurguladı.

Para ve pullara gazinin yerine kendi resimlerini bastırdı. Devlet dairelerine kendi fotoğraflarını astırdı. Kendi heykellerini yaptırdı. Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra, 15 yıl bir mezarı olmadı, mumyalanmış naaşı etnografya müzesinde, bir müze objesi gibi bekletildi. Ancak DP iktidarı zamanında, 1953’te Anıtkabir’e taşınabildi!

İnönü başında, artık ölmüş bir liderin gölgesi olsun, mutlak otoritesini sınırlasın istemezken, DP ise yapılabilecek bir askeri darbeye karşı, Atatürk’ün geçmişte kalan otoritesinden medet umuyordu. Aktüel, somut bir siyasi rakip, İnönüye karşı, Atatürk’ü sahneye çıkarıyorlardı. Kemalizm tarih sahnesine böyle böyle çıkacaktı.

Fakat 27 Mayısta, ABD ve Batı destekli askeri cunta, DP’nin bu tedbirini yemedi. Ölmüş bir orgeneral’e karşı, yaşayan bir orgeneral’i, İnönü’yü, komutanları saydılar. Rasyonel eğitimden geçmiş zabitan, bir ölünün değil, dirinin otoritesine itibar ettiler. Çünkü asker dediğin, somut, güncel emirlerle iş görür.

Öyle olmakla beraber darbeciler, güncel, müşahhas, bir CHP ve komutanları İnönüden başka, Kemalizm ideolojisininden de meşruiyet alabileceklerini keşfettiler. Zira kanlı bir askeri darbe yenir-yutulur bir ihanet, kolay sindirilebilir lokma değildir. Darbelere Atatürkçü bir kılıf giydirmek çok kullanışlıdır çünkü.

Şu özet tarihçeden de anlaşılabileceği gibi, Kemalizm Atatürk’ün yazıp çizdiği, sağlığında 1921 veya 1924 anayasasına koyduğu bir teori, ideoloji veya felsefe değildir. Mustafa Kemal zaten son derece pratik ve pragmatik bir şahsiyettir. O sebeple, bir Osmanlı paşası olarak devletin kendine verdiği istiklal harbi organizasyonu ve TBMM nin açılışında ve mutlak iktidarı sağladığı 1923’ten sonraki görünümü çok farklıdır. Farklı zamanlarda çok farklı Mustafa Kemaller görmekteyiz.

Kemalizmin kitabını Moiz Kohen Tekinalp adlı bir Yahudi yazmış ve ideoloji görünümü vermiştir. Türklerin atasının kitabını bir Yahudi mi yazar? Son tahlilde Türkçü bir ideoloji sayılan Kemalizm, Siyonist bir Yahudi eli ürünü mü olmalıdır? Veya Türk Dil Kurumu için en uygun patron, Ermeni Agop Dilaçar mıdır?

Görüldüğü gibi, Kemalizm iç siyasette taraflardan bazılarının tereke temellüküne çalıştığı, bazılarının suçlandığı, bazılarının darbelerde meşruiyet sebebi olarak, bazılarının da siyasi iktidar talebinin unsuru olarak kullandığı bir politik malzemeden ibarettir!

Ebedi şefin yerini alan, milli şef İnönü ve partisi CHP’nin bile unutturmaya çalıştığı, DP’nin de, komutanları İnönü’ye karşı TSK ‘dan destek aradığı bir politik unsurdur.

Mustafa Kemalin zihni ve eli ürünü olmayan muhayyel Kemalizm ideolojisi, uzun ve şaibeli süreçler sonunda ilk defa 1961 ve daha çok da 1982 faşist darbeler ürünü olan anayasalarla resmi bir ideoloji hüviyetine büründürülmüştür. Atatürk’ün akıl etmediğini, ABD azmettiricisi darbelerle anayasa yapan cuntacı generaller akıl etmiş ve Atatürk’ün mirasçısıyız diyerek ABD emellerine hizmet etmişlerdir!

Bir Yahudinin yazmış olduğu veya tamamen muhayyel Kemalizmin bazı özellikleri şunlardır; iddiasız, küçük, tarihteki muazzam başarı ve zaferlerinden özür dileyici, güdük, edilgen, savunmacı, apolojik bir mahiyettedir.

Mesela Batılıların defalarca denediği Haçlı seferlerini boğan Selçuklu ve Hilafet ile İslam ümmetinin liderliğini, hamiliğini, abiliğini yapan Osmanlı’dan nefret edilir! Emperyalist, sömürgeci, İngiliz, Fransız, Rus düşmanlığının aynısı hatta daha fazlası, Selçuklu, Osmanlı ve tüm ecdada karşı yapılır. Batıya, bilhassa İngiliz ve Fransıza, büyük hayranlık duyulur, atalarımızın onlara çıkardığı zorluklardan ötürü özür dilenir! Onların emperyal, büyük, muktedir politikalarına değil ama! Şapkasına, papyon ve kuyruklu smokinine, hicret yerine miladı esas alan takvimine, alfabesine, hukukuna, müziğine, çorabına, yeleğine, alafrangalıklarına hayranlık duyulur!

Aslında Hristiyan Frenk’e karşı Müslüman olmaktan ötürü özür dilenir. Biz milletlerarası siyasette artık rakibiniz değil, yardımcınız ve taabiiniziz. Bizi doğulu, Asyalı, ortadoğulu, Müslüman ve Türk saymayınız. Filistin ve Gazzeli Müslümanları soykırıma mı tabi tutacaksınız? Tabiki biz Siyonizmden yanayız. Terörist kadın, çoluk-çocuk, hasta, yaşlılara merhamet edecek değiliz! Cami, okul, Kilise, hastane ve evleri insanların başına yıkabilirsiniz!

Küçük, etkisiz Türkiye psikolojisine kapılma ve tarihi büyük misyonundan öyle bir nefret var ki, Libya’da, Azerbaycan’da, Suriye’de, Afrika’da, Filistin’de ne işimiz varla başlıyor; köprülere, havaalanlarına, milli harp sanayi harikalarına, şehir hastanelerine ne lüzum varlara geliyorlar! Biz Akpartiye ve her yaptığına mecburen karşıyız mı diyorsunuz? Peki AP’nin yaptığı ilk boğaz köprüsüne niye amansız muhalefet ettiniz? Şimdi iki köprü, Marmaray, Avrasya tüneline rağmen ihtiyac giderilemedi! Keban barajı için, “bu kadar elektriği toprağa mı vereceksiniz” itirazı! Nasıl oluyor da, bir Batı medeniyeti hayranlığından, medeniyet düşmanlığına geçiyorsunuz? Bir konuda, tek bir konuda olsun, hayırhah bir adımı desteklemeseniz de, muhalefet etmeseniz!

“Haddimizi bilelim”, “Biz adam olmayız”, “Ayranımız yok içmeye…” lakırdılarını ne büyük bir özgüvenle, cüretle, sarfediyorsunuz!

“Doğuda lokomotif olacağımıza, Batıda son vagon olalım”a ne kadar da heveslisiniz! Gezi vandallığınız sırasında medeniyet kırıcılığınızı gözlerimize soktunuz da, muasır medeniyetler seviyesine nasıl çıkmayı düşünüyorsunuz? Hala orada mısınız? “Zulüm 1453’te mi başladı gerçekten!” Şu aziz millete ve bu mübarek topraklara hiç mi aidiyet duymuyorsunuz?

Nasıl bir Türkçü ve Ulusalcısınız? İstisnasız her ihtilafta ve TC operasyonunda, Ermenistan, PKK, FETÖ, ABD, Siyonizm yanında hizalanıyorsunuz? Nasıl bir ulusçuluk ki, Müslüman Arap’a karşı kibirli, etken, saygısız; Hristiyan Frenk’e karşı alçak gönüllü, edilgen ve hürmetkarsınız?

Saplantılı küçük Türkiye ideolojinizi büyük Türkiye idealinin prangaları yapmak sizi gerçekten iyi mi hissettiriyor? Kim “Büyük Türkiye” diyecek olsa, karşısına dikilip itiraz; bir de “Böyyük Türkiye” diye alay etmekten kendinizi alamıyor musunuz? Türkiyenin başarılarına üzülüyor, başarısızlıklarına seviniyorsunuz!

Hayırhah muazzam projeleri geçtik, tüm darbeleri heyecanla bekliyor, destekliyorsunuz. 15 Temmuz kanlı Fetöcü darbesini dahi Kemalist bir darbe gibi alkışladınız! Allah korusun, yeni bir darbeye kalkışsalar, yine hevesle destekleyeceğinizden eminiz. Türkiyeyle ve bu aziz milletle derdiniz nedir? 1923’ten beri 100 yıldır, serbest seçimler 1950’den beri 73 yıldır seçim kazanamamak olabilir mi? Peki millet size niye asla güvenmiyor ve emaneti teslim etmiyor? Halk küçük Türkiye değil de büyük Türkiye istiyor olabilir mi?

Misak-ı Milli’ye, yani milli yemin’e bağlı mısınız? Küçük Türkiye ideolojisiyle bu nasıl olacak? Muasır medeniyetin bütün araç ve mekanizmalarına karşı çıkıyor, üstelik bir de alay ediyorsunuz! Sahi bu işler; heykel, festival, balo ve konserlerle olabilecek işler mi? Winston Churchill; “Türkiye kurursa sulayın, büyürse budayın” diyor. Budama işini size mi verdiler? Bütün ufkunuz bundan ibaret mi?

Milli İslam Alimi?

Allah için sevip çok değer verdiğim insanların vefatından sonra bile akrabaları ile irtibatımı sürdürmeyi arzu eden bir yapım var. Rahmeti Rahmana kavuşmuş değerli kardeşim, beyin cerrahı Yusuf Akkaya’nın ağabeyi emekli albay Hüseyin Akkaya Bey ile kardeşinin ölümünden sonra tanışma imkanımız oldu. Uzun bir müddetten beri yazışıyoruz. Yazışmalarımız kitap hacmini buldu. Yayınlansa ilgi çekebilir. Bu sitede yayınladığımı duyurmadığım halde okuyanlar olmuş. Emekli subayların ağırlıkta olduğu bir whatsap gurupları var; orada paylaşılan bazı yazıları bana yollar ve ne cevap vereceğimi öğrenmek ister. Aşağıdaki yazıyı 22.08.2024 günü bana yolladı; kendisinin de onayladığını hissettirmek için altına kısa bir not ve isim yazdı.
Düşünce ufkumuzu genişletebilir hüsnü zannı ile dostlarımızla paylaşmayı faydalı gördüm. İşte emekli albayımızın bana yolladığı yazı: 👇

ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR’DAN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ DERSİ

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, (1878-1942) büyük bir tefsir âlimidir. Atatürk, 1926’da kendisine Kur’an’ı Türkçe tefsir etmesi görevini verdi. Bu görevi verirken Kur’an’ı bozacaksın, tahrif edeceksin, eğip bükeceksin, bazı ayetleri çıkarıp ekleyeceksin falan demedi, bunu aklının ucundan bile geçirmedi.

Yani Atatürk’ün niyeti dinde reform yapmak değil, dini halkın asıl kaynağından doğru biçimde öğrenmesini sağlamaktır. Atatürk istedi ki Türkler, sahanın en iyi âlimi ve otoritesi olan Elmalılı’nın kaleminden kitapları olan Kur’an’ı anlasınlar ve öğrensinler.

Böylece Hak Dini Kur’an Dili (Kuran’ı Kerim’in Türkçe Tefsiri) kitabı çıktı ve Atatürk’ün emriyle 1935 yılında matbaa’ya verildi. Atatürk’ün Elmalılı’ya yazdırdığı bu tefsir, günümüzde bile önde gelen İslam âlimleri tarafından da hâlâ en güvenilir tefsir olarak kabul edilmektedir.

Bu tefsirin önsözünde şu ifadeler yer alır:
“Ben halis Anadolulu Öz Oğuz, Yazır Türkü’yüm. On beş yaşında İstanbul’a geldim. Ne Arabistan’a gittim ne Türkistan’a. Ne İran’ı gördüm ne Frengistan’ı. Öğrendiğimi bu vatanda öğrendim.Yazır’ın Kayı, Kınık, Bayındır, Eymir, Avşar gibi büyük Oğuz kabilelerinden biri olduğunu da Divan-ı Lügati’t-Türk’ten öğrendim.

İran’da çıkan yünden, Avrupa’da bükülen ipten, Türk tezgâhında dokunan halıyı Türk malı tanıdım. Bir binanın mimarisi Türk olmak için bütün kerestesi yerli olması lâzım değildir diye işittim. Afrika madenlerinden çıkmış altının üzerinde bir Türk sikkesi gördüğüm zaman ona Afrika’nın değil, bizim altınımız dedim.

Ruhî-i Bağdadî’nin: “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler…”
(Ey hoca sanma ki senden altın ve gümüş isterler. Hiçbir şeyin fayda vermeyeceği günde tertemiz ve sapasağlam bir kalp isterler.) sözünü duyduğum vakit bunu Türkçe’den başka bir lisanın edebiyatına kaydedemediğim gibi Türkçe’nin en güzel sözlerinden tanımakta tereddüt etmedim..

(Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili Mukaddimesi)

Bu ifadeler Elmalılı’nın son derece milliyetçi ve istiklalci bir Türk âlimi olduğunu gösteriyor.
Bugün İslamcılık adına Türk’üm demenin neredeyse günah kabul edildiği bu ortamda en büyük tefsir âliminin göğsünü gere gere “ben Türk’üm” demesi ne kadar önemli ve anlamlı hale geldi.
“Her şeyi bu vatanda öğrendim,” diyerek aslında yüzde yüz yerli ve millî bir İslam âlimi oluşuna vurgu yapıyor.

Yani Arapçı ya da İrancı Müslüman değil, Anadolu Türk müslümanıyım diyor.
Bu da önemli, zira bugün İslamcı, cemaatçi, tarikatçi çevreler, öz be öz Türk halkını Arapçı ya da İrancı bir İslam anlayışıyla avlayarak milliyet ruhlarını, Türklüklerini iğdiş ediyorlar.

Tarihini, soyunu sopunu, kimliğini, neliğini, Divanü Lügati’t-Türk gibi öz Türk kaynaklarından öğrendiğini söylemesi de son derece önemli ve dikkate değer.
Zira Türk kaynaklarını okumanın ya da ciddi kaynak olarak kullanmanın şovenlikle, ırkçılıkla, kavmiyetçilikle suçlandığı bu zamanda böylesine milliyetçi bir Türk tavrı, Türk çocuklarına cesaret ve güven veriyor.

Malzemenin, kaynakların, yabancı ülkelerden gelmesi önemli değil, o ham malzemenin Türk ruhuna, milliyet şuuruna ve Türk zekâsına göre terkip edilip millî bir sentezle ürüne dönüştürülmesini önemsemesi de bugün için anlamlı. Doğudan, batıdan, oradan buradan bilgi, eşya ve değişik türde malzeme alabiliriz, bunda bir sakınca yok. Ama onları Türk milliyeti ruhuna göre özgün bir senteze dönüştürüp ondan Türk’e özgü bir ürün elde etmek önemlidir.

Elmalılı’nın bu milliyet ruh ve şuuru bugünkü Türk gençliğine ve özellikle İslamcı geçinen milliyetsiz mankurt Türklere çok lazım.

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN

NOT:
MUHTEREM VE MUHTEŞEM HOCAMIZIN MEKÂNI CENNET, RUHU ŞÂD OLSUN …
Hüseyin Akkaya

Albayım,
Evet, merhum Elmalı Hamdi Yazır Hoca’nın tefsiri ilmi bir üslupla yazılmış değerli bir tefsirdir. Ama
Nurullah ÇETİN Bey’in yazısını bitirdiği cümle çok garip değil mi? Bu Tefsir, onun kendi ifadesi ile “milliyetsiz mankurt Türklere lazım,” da kendisi gibi milliyetli ve mankurt olmayan Türklere lazım değil mi? Kendilerini neden müstağni görüyorlar anlayamadım? Biz beğenip takdir ettiğimiz bir anlayış ve düşünceyi önce kendimiz yaşar; sonra başkalarına tavsiye ederiz; öyle değil mi?

İsminin başında akademik ünvanlar yazılmış olmasına aldanmayın; bu tefsir esas onun gibi yaşadığı toplumun değerlerine, özellikle dini değerlere yabancı kalmış, millet ve milliyet ne demektir bilmeyen, akademik ünvanların gölgesinde cehalet sergileyen kişilere daha çok lazım.

Son cümlesini şöyle değiştirerek mutabık kalabiliriz: 👇

Elmalılı’nın bu milliyet ruh ve şuuru bugünkü Türk gençliği kadar, özellikle İslamcılara nasihat etme sevdasına kapılmış ve kendi İslam kültürü fukaralığını görüp farketmeyen, milliyetli olduğunu, mankurt olmadığını zanneden Türklere daha çok lazım.
22.08.2024
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Doğru İle Batılı, Yanlış İle Hakkı Savunmaya Çalışmak Çıkmaz Sokaktır ..

Emekli Büyükelçilerimizden Fikret Özer Bey, kendisinin de içinde olduğu bir whatsap gurubunda paylaşılan şu notu bana yollayarak ne diyeceğimi merak etmiş: 👇

Mustafa Öztürk; “Hz. Peygamber’in Hz. Ayşe ile evliliği, Buhari başta olmak üzere sahih kabul edilen tüm hadis kitaplarında vardır. Akrabalarından gelen rivayetlerde de Hz. Ayşe’nin ‘6 yaşında nişanlandım, 9 yaşında evlenip zifafa girdim’ dediği yazılıyor. Bir tek bu olay da değil; Hz. Peygamber’in Zeynep ve Rukiye isimli kızlarının evliliklerine bakarsanız, evlilik yaşları 8-10 yaşlarıdır. Hz. Ali’nin kızı Ümmügülsüm de Hz. Ömer’le çocuk yaşta evlenmiştir. Ayrıca evlendirmek başka, zifafa girmek başka diye bir anlayış da yoktur. Evlillik gerçekleşince, sonuçları da her zaman yaşanabilir demektir.”

Oxford Üniversitesi Hadis Uzmanı Dr. Joshua Little’ın, doktora tezi; “Muhammed’in Aişe ile 9 yaşında evlendiğini belirten hadis, O’nun vefatından 150 yıl sonra, Irak’ta Hişam bin Urwah adındaki bir hadis ravisi tarafından mezhep propagandası için aktarılmıştır. Irak’taki Sünniler, böylece Hz. Ayşe’nin de Hz. Ali gibi çocuk yaştan beri Hz. Muhammed’in evinde yetiştiği üzerinden Hz. Ayşe’nin Hz. Ali ile olan mücadelesini temellendirmek istedi.
Hz. Ayşe’nin 9 yaşındayken Hz. Muhammed ile evlendirildiğine dair bir bilgi, erken İslam kaynaklarında mevcut değil. Dolayısıyla Hz. Ayşe ile 9 yaşındayken evlendiğine ilişkin hadis gerçek değil.”

Little, doktora tezi konusu olarak Hz. Ayşe annemiz hakkındaki hadisi, çocuk evliliği hakkında Müslümanlara yönelik önyargıları ve haksız eleştirileri geçersiz kılmak için seçtiğini açıklıyor.

Bizim (!) itimizin iddiası, İslam’ı yaralamak isteyenlerin değirmenine su taşırken, elin İngiliz hadis uzmanı, Müslümanların pedofilik olduğu önyargılarını geçersiz kılmaya çalışıyor.

Ne denebilir ki? En basit tabirle; hırsız içerden olunca, kapı kilit tutmaz!

Bu notu kimin yazdığını kendisine sorup öğrenmek istedim. O da araştırmış ve notu Muharrem Balcı isimli bir arkadaşın yazdığını öğrenip bana bildirince, kendisine aşağıdaki notu yazıp yolladım.

Muhterem Büyükelçim,
“Yarım doktor candan, yarım alim imandan eder.” şeklinde bir deyiş olduğunu bilirsiniz.
Notu yazan Muharrem Bey kardeşimiz yeterli bilgi sahibi olmadan kendini aşan ifadeler kullanmış. Mustafa Öztürk denen ilim fukarası proje şahsiyete muhalefet etmek her zaman kişiyi doğru sonuca ulaştırmayabilir; Mustafa Öztürk bir doğruyu batıl görüşlerine alet etmeye çalışmış. Diğer doktora yapan gayri Müslim kişi de bir yanlışın akademik temellerini oluşturmaya çalışmış. Yazıyı paylaşan Muharrem Bey kardeşimiz de yanlış ile doğrunun savunulduğunu zannederek paylaşmış. Her iki yanlıştan bir doğru çıkmayacağını anlamak için biraz ilim, biraz da tecrübe gerekiyor. Bozuk saatlerin bile günde iki defa doğruyu göstermesi, saatin çalıştığının göstergesi kabül edilemez.

Görüş ve tesbitler, sağlam deliller, muteber şahitler üzerine bina edilirse kabül görür.

Keyfini, Zevkini ve Eğlencesini merkeze koyan bir toplumda yaşayan kişiler, bugünkü anlayış ve yetersiz bilgi ile, 15 asır önceyi değerlendirmeye kalkarsa, varacağı sonuç doğru ve tatmin edici olmayabilir.

Bu konunun birden fazla boyutu olduğu, nokta ihtisasların yaygın olduğu günümüzde münferit bakış ve değerlendirme yapanların yanılabileceği, ilmi istişare ve müzakereye önem vererek değerlendirme yapmanın daha isabetli ve doğru sonuca bizi ulaştırabileceğini bilmemiz ve kabül etmemiz gerekir.

Konunun değişik boyutlarının sadece başlıklarına işaret ettiğim bir değerlendirmemin linkini zikretmekle iktifa edeyim; ondan sonrada konu ile ilgili bir kaç sağlam kaynağa işaret ederek notumu noktalamış olayım.
Selam ve muhabbetlerimi arzediyorum. 22.08.2024
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

İşte Konunun değişik boyutlarının sadece başlıklarına işaret ettiğim yazım.👇
https://www.aynamayansiyanlar.com/makalelerim/hz-aise-annemizin-evlilik-yasi/

İlmi açıdan konuyu incelemeye muktedir olanların Arapça şu kaynaklara müracaat etmesi gerektiğini düşünüyorum.👇

Akademik Üslupla İlmi Buluşturan Kitap
Hz. Ayşe (ra) Annemizin Evlilik Yaşı
480 Sayfalık Müdellel Bir Çalışma
https://hamzali.org/wp-content/uploads/2023/02/118328.pdf
Bir İlim Heyetinin Konu İle İlgili Özet Beyanı👇
https://hamzali.org/wp-content/uploads/2023/01/زواج-السيدة-عائشة-أم-المؤمنين.pdf
Farklı Görüşlerin Ekseriyetinin Dayandığı Eser👇
Mısırlı Abbas Mahmud Al Akkad Yazdı
https://hamzali.org/wp-content/uploads/2023/01/كتاب-الصديقة-بنت-الصديق-رواياتي.pdf

Kendi Kalemize Gol

Prof.Dr.Mehmet Maksudoğlu

Ortodoks Hristiyanların başı Bartolemeos Efendi, israrla, inatla Ekümenik etiketini kullanmaktadır.

Bu, NE demektir?  

Kısaca ŞU DEMEKTİR: 

Asıl İstanbul, sur içindeki kısım, Fâtih semti, bütünüyle, Sultanahmed Meydanı, Camii, Topkapı Sarayı, kapalı çarşı, Bayezîd Câmii, aklınıza NE geliyorsa, RUM hâkimiyetinde olacak demektir. Sur içi, asıl İstanbul’a girmek isterseniz, Patrik hazretlerinin hükûmetinden VİZE almak zorunda olmanız demektir; yâni, Roma’daki Vatikanhükûmeti, yönetimi nasıl AYRI, BAĞIMSIZ bir kuruluş, “devletçik” ise, Patriklik de öyle, BAĞIMSIZ, DEVLET İÇİNDE DEVLET demektir. Vatikan; Katolik Hristiyanların bağımsız devleti olduğu gibi, Ekümenik Patriklik de Ortodoks Hristiyanların bağımsız devleti olma hedefine odaklanmıştır. 

Bilindiği gibi, Vatikan; İtalyan Hükümetinden BAĞIMSIZ, AYRI bir devletçiktir, Türkiye’nin de orada Büyükelçisi vardır. Gözünüzün önüne getirin: Allah korusun, gâvurun bağımsız olarak hâkim olduğu sur içi bölgesine girmek için, meselâ kapalı çarşıya gitmek için, Ekümenik Patriklikten VİZE almak zorunda kalacaksınız! (1856 yılındaki Islâhât Fermânının hükmü kalmadığı, gâvura ‘gâvur’ demek artık yasak olmadığı için, ‘gâvur’ etiketini, hakaret kasdı olmaksızın, Müslüman olmayanın bir sıfatını belirtmek için, çağdaş uyurgezerlere de hatırlatmak için, kullanıyorum.) Fâtih Câmiinin -Allah korusun- yıkılarak, yerine, Rum İmparatorluğunda olduğu gibi, Havariyyûn Kilisesinin yapılması, Sultanahmed Câmiinin yerine, 1453 yılından önce, orada ne var ise, onun yapılması, meydana Hipodrom’un yapılması, kısaca, 1453 yılındaki Fetih’ten önce Konstantinopolis’te NE varsa, onların ikame edilmesi demektir; karışamazsınız da: bağımsız bir devlettir, iç işleridir, Allah korusun. Meraklısı, İnternette Fetih’ten önceki İstanbulla ilgili yapıların ne kadar çok olduğunu görebilir. İstanbul’un ve Rum İmparatorluğunun merkezi olarak Ayasofya’nın karşısında bir yere yerleştirilen Milyer’i, pek çok kişi -turistler gibi- bilir de, İstanbul’un sâhibi Osmanlı’nın, şehrin merkezine işâret olmak üzere koyduğu, Şehzâde câmiinin duvarındaki sütûndan pek az vatandaşımızın haberi vardır. 

Kanûnî Sultân Süleyman’ın, 22 yaşında ölen oğlu Şehzâde Mehmed için Mîmâr Sinan’a yaptırdığı câminin duvarına,İstanbul’un ortasınıa işâret için yerleştirilmiş olan sütûn

Öylesine savrulmuşuz, kendimizden habersiziz; öte yandan, bilinçli, hırslı, dış destekli bir tutum.

Türk olmak kolay değildir, vesselâm.

Patriklik, yıllardan  beri, bu asla kabûl edilemez duruma alt yapı döşemek üzere, bilinçli olarak, sur içinde, bina, arsa satın almaktadır. Rahmetli Mehmet Şevket Eygi gibi yazarlar, İsmâil Ağa Cemâati gibi Müslümanlar, Bu durumun farkında olarak mücâdele etmişlerdir. Evinin altında bir tarihî dehliz bulunan Filistinlinin, 20 milyon dolar teklif edilen evini satmadığını, evinin önünde su vb. satarak geçimini sürdürmekte olduğunu hatırlayan İstanbullu Türk de, Patriklik veya maşaları tarafından ne kadar büyük meblâğlar teklif edilse de, evini, arsasını, vatan toprağını gâvura SATMAMALIDIR.

Bartolemeos Efendi, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışındaki toplantılara, israrla ‘Ekümenik’ sıfatını kullanarak katılmaktadır. Trabzon’daki milyonlarca lira sarf edilerek âdetâ yeniden inşâ edilen (bunu, bize ‘turizm zokası’ yutturarak yaptırıyorlar) Sümela manastırının açılışı için gittiği ve yönettiği âyinde ve birkaç ay önce İsviçre’de yapılan Ukrayna-Rusya savaşı ile ilgili toplantıya gözlemci olarak katıldığında bu etiketi kullanmıştır. Aynı toplantıda Türkiye’yi temsîl eden Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ne yapsın: belirtildiğine göre Lozan andlaşması müzâkereleri sırasında, azınlıklar konusu gündemde iken, ‘ekümeniklik’ kelimesi defalarca geçtiği hâlde, Türk delegasyonundan hiçbir itiraz olmamıştır. Herhâlde, o kelimenin NELERİ içerdiğini bilmiyorlardı, böyle bir hileyi yutmuşlardı. Günümüzde ise, Yunanistan, Lozan’a göre silâhsız olması gereken adaları silâhlandırdığı için ve daha bazı ihlâlleri dolayısıyla, pekâlâ, Lozan’da atladığımız bu konu telâfi edilebilir. Ammaaaa; Cumhurbaşkanlığından Bartolemeos Efendi’ye gönderilen dâvetiyede de Patrik Efendi için bu etiketin kullanıldığından söz ediliyor: o bürokrat veya bürokratlar NASIL bu kadar AYMAZ olabiliyor? Sırf bu aymazlık için tez elden gereken yapılmalı değil midir? Adam, vatan toprağını    -bilerek veya bilmeyerek- HİBE EDİYOR !!! Bu cehâletteki adamlar, hangi diplomayı taşırlarsa taşısınlar, muzır (zararlı) mahlûklar değil midirler? Öyle makamlara NASIL tırman mışlardır? (Gel de “Emânet, ehil olmayana verilince, o işin kıyâmetini bekle” Peygamber Sözünü hatırlama.)

Ne dersiniz: 

Önce, millet olarak patrikliğin, kurum olarak, en kısa zamanda yurt dışına gönderilmesi gerektiğini anlayıp, buna KARAR VERMELİYİZ. İktidara hangi parti, kim gelirse gelsin, bu konu, millî bir hedef olarak gündemde olmalıdır. Elbette bunu gerçekleştirecek er kişi de zuhûr edecektir. Fâtih’in mîrâsı ve vakfı olan Ayasofya’nın  -uygun bir zamanda-  aslî   hüviyetine   kavuşturulduğu   gibi, -bu topraklarda VAR OLMAĞA DEVÂM EDECEKSEK- patriklik konusu da halledilmelidir. 

Zâten, işin tabiatı icabı, bir dînin, mezhebin temsîlcisinin, en üst makamının, o dînin, mezhebin bağlılarının EN ÇOK olduğu yerde olması, en tabiî, en gerçekçi durum değil midir? öyle olduğuna göre, Patrikliği, en kalabalık Ortodoks nüfûsun yaşadığı Rusya’ya, bir jest olarak göndersek, iyi olmaz mı? Balkanlarda, bizim mezarlıklarımızı bile söküp yok etmişler. Patriklik binasının yerine, çocuk parkı yapılsa, güzel olmaz mı? 

Türkiye’deki Ortodoksların yönetimi için Sayın Selçuk Erenerol’un başında bulunduğu Türk Ortodoks Patrikliği kâfidir.

17 Ağustos 2024

Yapay Zekaya Güvenilir mi?

Gerek yaptığım tercümelerde ve gerekse araştırdığım bazı konularda yapay zekadan da istifade etmeyi deniyorum. Tercümelerde en hassas ve kritik noktaları saptırarak tercüme ettiğini görünce şaşırdım; ilk defa olduğu zaman sistemin yetersizliğine yormuştum. Defalarca deneyip şantaj ve saptırma anlayışı ile karşılaşınca bu durumun sistem yetersizliğinden kaynaklanmadığını bilakis şuurlu bir tahrif, saptırma ve şantaj anlayışı ile planlandığını görüp anladım. Size bunun sadece bir misalini zikretmekte fayda görüyorum. Bu misali, tahdit için değil temsil için, anlamayı kolaylaştırmak için zikrettiğimi de hatırlatmış olayım.

Yapay Zekaya Dünyada En Büyük Dini Terör Yapılanmalarını Sorduk; Aldığımız Cevap Dikkat Çekici ve Düşündürücüdür:👇

Dini terör örgütleri, ideolojilerini din temelli argümanlarla meşrulaştırmaya çalışan ve bu ideolojileri şiddet yoluyla yaymaya gayret eden gruplardır. Ancak, “en büyük” terör örgütü kavramı, örgütlerin büyüklüğü, etki alanı, sahip oldukları militan sayısı, gerçekleştirdikleri eylemler ve global tehdit oluşturma kapasitesi gibi birçok faktöre bağlıdır. İşte dünya çapında bilinen bazı büyük dini terör örgütleri:

  1. İŞİD (DAEŞ): Irak ve Suriye’de kurulan bu örgüt, İslam Devleti adı altında geniş bir bölgeyi kontrol etti. Özellikle 2014-2019 yılları arasında dünya çapında çok sayıda terör saldırısı düzenledi.
  2. El Kaide: 1988’de Usame bin Ladin tarafından kurulan bu örgüt, 11 Eylül saldırıları başta olmak üzere birçok büyük terör saldırısına imza attı.
  3. Taliban: Afganistan merkezli bu örgüt, 1996-2001 yılları arasında Afganistan’da iktidarda kaldı ve 2021’de tekrar yönetimi ele geçirdi. Taliban, şeriat hukuku uygulamaları ve Batı karşıtı duruşuyla bilinir.
  4. Boko Haram: Nijerya merkezli bu örgüt, özellikle Batı Afrika’da faaliyet göstermektedir. Özellikle sivil hedeflere yönelik saldırıları ve kadınların kaçırılmasıyla tanınır.
  5. Hamas: Filistinli İslamcı bir örgüt olan Hamas, İsrail’e karşı yürüttüğü direnişle bilinir. Hem siyasi bir parti hem de silahlı bir grup olarak faaliyet göstermektedir.
  6. Hizbullah: Lübnan’da Şii Müslümanlar arasında popüler olan bu örgüt, İsrail’e karşı yürüttüğü mücadele ve İran ile olan bağlarıyla bilinir.
  7. Eş-Şebab: Somali merkezli bu örgüt, Afrika Boynuzu’nda faaliyet gösterir ve sık sık Kenya ve diğer komşu ülkelere saldırılar düzenler.
  8. Tehrik-i Taliban Pakistan (TTP): Pakistan Talibanı olarak bilinen bu örgüt, Pakistan’da ve Afganistan’da faaliyet gösterir ve birçok terör saldırısının sorumlusudur.
  9. Lashkar-e-Taiba (LeT): Hindistan’a karşı mücadele eden Pakistan merkezli bu örgüt, özellikle 2008 Mumbai saldırılarıyla bilinir.
  10. Jemaah İslamiyah: Güneydoğu Asya’da faaliyet gösteren bu örgüt, El Kaide ile bağlantılıdır ve Bali bombalaması gibi birçok büyük saldırı düzenlemiştir.

Bu örgütler, çoğunlukla İslamcı ideolojilere dayanan şiddet eylemleri ile tanınır. Ancak, dini terörizm sadece İslam ile sınırlı değildir; diğer dinlere mensup bazı gruplar da terör eylemlerine başvurmuştur. Örgütlerin büyüklüğü ve etkisi zamanla değişebilir ve bu liste zamanla güncellenmeye ihtiyaç duyabilir.
(Zekamızla alay ettikten sonra, bu göstermelik ifadelerle de inandırıcılığını korumaya çalışıyor.)

Yapay Zekanın Yaptığı Analiz 👆

Dikkat eden herkes, yukarıda adı geçen örgütlenmelerin tamamına yakınının, İngiliz, ABD ve Siyonizm ortak yapımı örgütler olduğunu, projeleri İngiliz patentli, saha yönetmenleri ABD kontrol ve idaresinde, finansları ise siyonist kaynaklarca sağlanan örgütler olduğunu bilir. Bu örgütlerin iç yüzünü geri zekalı veya salak olmayan herkes bildiği halde, yapay zeka denen ve siyonist anlayışla kurgulanıp hazırlanmış bu şeytani zeka sistemi insanların aklı ile alay edercesine bizi etki altına almaya veya yönlendirmeye çalışıyor. Araya sıkıştırdığı ve terör örgütü olmayan birkaç direniş hareketini de listeye ekleyerek bir taşla bir kaç kuş vurmaya çalışıyor. Yeryüzünün en büyük terör örgütü İsrail olduğu halde bu gerçeği görmeyen, göstermeyen hiç bir sisteme asla güvenme imkanımız yoktur. Bu sistemler, terörü besleyen ve destekleyen sistemlerdir; bunu bilmek ve oyuna gelmemek şuuruna sahip olmak zorundayız. Kalpazanlık Operasyonlarını sordum; İkinci dünya harbi esnasında nazilerin sahte İngiliz sterlini basmasından bahsetti. 1971 de ABD nin yaptığı en büyük kalpazanlıktan hiç bahsetmedi. Ben hatırlatınca da yuvarlak cevaplarlarla geçiştirdi.
Tercüme ettiği dile hakim olmayan kişilerin, yapay zeka ile ciddi ve güvenilir bir tercüme yapma imkanı olmadığını bilmeye ve dikkate almaya mecburuz. Sadece dile hakim olan uzmanlar yapay zeka denen şeytani zekadan da istifade etmeyi düşünebilirler.

Düzenleyip Yazan: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
18.08.2024 OF

المنظمات الإرهابية الكبيرة في العالم:

  1. داعش (تنظيم الدولة الإسلامية في العراق والشام): تأسس هذا التنظيم في العراق وسوريا، وقد سيطر على مناطق واسعة تحت مسمى “الدولة الإسلامية.” ارتكب العديد من الهجمات الإرهابية حول العالم خصوصاً في الفترة بين 2014-2019.
  2. القاعدة: أسسها أسامة بن لادن في عام 1988، وارتبطت بهجمات كبيرة مثل هجمات 11 سبتمبر.
  3. طالبان: تنظيم يتمركز في أفغانستان، وقد حكم أفغانستان من 1996 إلى 2001 واستعاد الحكم في 2021. يشتهر بتطبيق الشريعة ومعاداته للغرب.
  4. بوكو حرام: تنظيم يتمركز في نيجيريا وينشط في غرب أفريقيا. يشتهر بالهجمات على المدنيين واختطاف النساء.
  5. حماس: تنظيم إسلامي فلسطيني، يشتهر بمقاومته ضد إسرائيل. يعمل كحزب سياسي وكجماعة مسلحة.
  6. حزب الله: تنظيم شيعي في لبنان، معروف بصراعه مع إسرائيل وارتباطه بإيران.
  7. حركة الشباب: تنظيم يتمركز في الصومال، ينشط في منطقة القرن الأفريقي ويقوم بالعديد من الهجمات في كينيا والدول المجاورة.
  8. تحريك طالبان باكستان (TTP): تنظيم طالبان في باكستان، ينشط في باكستان وأفغانستان ويشتهر بالعديد من الهجمات الإرهابية.
  9. لشكر طيبة (LeT): تنظيم يتمركز في باكستان ويقاتل ضد الهند، ويشتهر بهجمات مومباي 2008.
  10. جماعة إسلامية: تنظيم ينشط في جنوب شرق آسيا وله صلة بالقاعدة، وقد نفذ العديد من الهجمات الكبيرة مثل تفجيرات بالي.
Bin yıllık büyük oyun: İslâm medeniyetinin tasfiyesinden İslâm’ın tasfiyesine… (l)

Yusuf Kaplan Yeni Şafak’da Yazdı:

İslâm’ın kaderi değiştirilmeye çalışılıyor.
Yahudi-İngiliz aklı’nın beyni “operasyon tarihçisi” Bernard Lewis özene bezene işledi bunu. “Laik Türkiye” ve “Şiî İran” öne çıkarılacak. Bizim zihin özürlü tiplerimizi ayartacak şekilde Ermenilere karşı Türkiye’yi destekleyen bu sinsi Yahudi provokatör, Türkiye’de el üstünde tutulur!
Dertleri şu: İslâm sahipsiz kalacak. Görünüşe bakılırsa, kaldı da nitekim. Ama buna göz yummayacağız. İslâm’ın sahibi Allah’tır, Allah’ın nûrunu tamamlayacağını görecek bütün insanlık, bütün Müslümanlar!
Altını çizerek tekrar ediyorum: Bendeniz Şia yayılmacılığı üzerinden Pers emperyalizminin hortlatılmasına dikkat çekerken mezhepçilik filan yapmıyorum. İslâm’ın kaderiyle oynandığına, geleceğimizi belirleyecek kadar tehlikeli bin yıllık bir “büyük oyun”a dikkat çekiyorum.
Müslümanların bu kadar paramparça olduğu bir zaman diliminde İttihad-ı İslâm fikrini hücrelerine kadar hissederek savunan bir Müslüman yazar, bir fikir adamı olarak mezhepçilik, kabilecilik, meşrepçilik yapamam. Asırlar sonrasını dizayn etmeye matuf ve İslâm coğrafyasını cehenneme çevirerek bizi, bütün Müslümanları cehennemin eşiğine sürükleyecek emperyalist küresel bir projeye, tuzağa, İslâm’ın yönünü, yörüngesini ve ruhunu yok edecek, özetle İslâm’ın kaderini tepe taklak edecek tarihî bir dönüşüme, yıkıma dikkat çekiyorum. Bunu mezhepçilik olarak yaftalayan kişi ya salak ya da İran beslemesi asalak biridir. Özür dilerim ama tam gerçek ifade bu.

İRAN EMPER-YALİSTLERLE Mİ SAVAŞIYOR, MÜSLÜMAN-LARLARLA Ml?

Küresel sistem tarafından maşa olarak kullanılan İran çok aşağılık bir oyun tezgâhlıyor.
Emperyalistlerle savaşıyormuş gibi yaparak Sünnî Müslümanları katlediyor Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da Haşdi Şabi, Hizbullah gibi vahşî, katil sürüsü örgütlerle!
Emperyalistlerle savaşıyormuş gibi yaparak bölgenin demografisini, coğrafî, siyasî ve kültürel haritalarını yeniden çiziyor İran. Kimse de İran’a “bu yaptığın ateşle oynamaktır, insanların hayatlarıyla oynamaktır; kimsin sen, emperyalistlerin yapmaya bile cesaret edemeyecekleri katliamları, yıkımları nasıl yapabiliyorsun”, diye hesap sormuyor.
Sünnîliğin her bakımdan kalesi, medeniyetimizin simgesi Bağdat gibi, Halep gibi, Musul, Kerkük, Telafer, Basra, Kûfe gibi sembol şehirlerini DEAŞ denen maşa örgütlerle mizansen düşmanlıklar icat ederek yerle bir ediyor, tarihten, bölgenin tarihinden siliyor, İslâm medeniyetinin kalbi olan merkez coğrafyasından İslâm’ın kurucu, konumlandırıcı ve koruyu şehirlerinin ve tarihinin izlerini yok ediyor, köklerini kurutuyor!
Emperyalistlerle savaşıyormuş gibi yaparak, bütün Sünnî bölgelerine, şehirlerine yerleşiyor, oralardaki mazlumları koruyormuş gibi yaparak satın aldıkları adamlar ve örgütler aracılığıyla İslâm’ın merkez coğrafyasının şehirlerini -köylerine, mahallerine varana kadar- Şiileştiriyor, orta ve uzun vadede emperyalistlerin planladıkları büyük Sünnî-Şiî savaşının temellerini atıyor!
Emperyalistlerle savaşıyormuş gibi yaparak hem mağdur rolünü hem de mazlumların hâmisi rolünü oynuyor İran!
Büyük acem oyunu bu.

OSMANLI TASFİYE EDİLDİ, İSLÂM’I TASFİYE PROJESİ DEVREDE…

Osmanlı uzaklaştırıldı tarihten, Osmanlı coğrafyasına İran yerleştiriliyor…
Bu İran-Turan meselesi değil, İslâm’ın kaderiyle oynanması aşağılık tezgâhıdır.
Bin yılı kuruyor İngiliz-Yahudi aklı.
Biz anlayacak çapa, kalibreye sahip değiliz.
Oryantalist literatür felsefede, sanatta, medeniyet tarihinde hep İran’ı öne çıkardı.
Oryantalizm bunun için geliştirildi, belki de.
Oysa omurga da, ruh da biziz. Ehl-i Sünnet yani. İslâm’ın omurgası ve ruhu.
İslâm’ın kaderiyle oynanmasına, İslâm’ın omurgasının çökertilmesine, ruhunun yok edilmesine bir fikir adamı olarak dikkat çekmeyeceksem ne anlamı var ki yapıp çizmenin, değil mi?
Bin yıldır, Batılılarla, Haçlılarla savaştık.
Bundan sonraki bin yılı, Müslümanların birbiriyle boğuşması için kurguluyorlar.
O yüzden İran, İslâm medeniyetinin merkez coğrafyasına yerleştirildi. Osmanlı’yı tarihten silerek İslâm medeniyetini tasfiye ettiler, İran’ı Osmanlı coğrafyasına yerleştiriyorlar adım adım…
İslâm’ın tasfiyesi sürecini devreye soktular…
Kan gövdeyi götürecekmiş, İran’ın umurunda değil. Sadece Suriye’de yarım milyon Sünnî Müslümanı katlettiler! Hem vahşetin en alasını yapıyorlar hem de “vahdet vahdet!” diye propaganda yapıyorlar!
İran durdurulmalı, doğal sınırlarına çekilmeli!
Yoksa bölgemiz, cehenneme dönecek… Allah muhafaza.
Vesselâm.

16.08.2024

Yusuf Kaplan

https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/bin-yillik-buyuk-oyun-islam-medeniyetinin-tasfiyesinden-islamin-tasfiyesine-l-4639148

Belediyelerin Zorunlu Bağış Yaptırarak Gösterdikleri Müsamaha ve Anlayış(!) Üzerine ..

Yıl 2006 Üsküdar / Bahçelievler’de satın aldığım arsa üzerine ev yapmak için proje çizdirmiş, belediyeden ruhsat alarak inşaata başlamıştım. Belediye başkanı merhum Mehmet Çakır, hem hukukumuz olan bir hemşehrim hem de asker arkadaşım olduğu için kurallara uymaya hususi bir itina gösteriyor; mahallede örnek olmaya gayret ediyordum. Kalfaya işe başlamadan tembih etmiş, kural ihlali yapmamasını, projeye harfiyyen uymasını istemiştim. Nitekim kalfamda bu gayrette oldu ve kaba inşaatın bitmesine kadar belediyenin bütün kontrollerinden olumlu rapor almıştık. Çatı dubleksini yaparken, çatı arasını kütüphane olarak kullanmayı planladığım için, kullanışlı bir alan oluşturmayı tembih ettiğim kalfam, yüksekliği, müsamaha kabül ettiğine inanarak, 17 cm fazla yapmış. Mıntıka kontrol mühendisi bunu farkedince, bu durumu rapor ederek belediyeye bildirmiş; bizi de uyarmıştı. Kalfa da, bitirme ruhsatı ve iskan almamıza engel çıkartabilirler düşüncesi ile beni uyardı. Oysa çevremizde yapılan inşaatlarda metreyi aşan yükseklik farkları, dışardan bakanların bile görüp anlayabileceği durumdaydı. Komşularımız nasıl bitirme ruhsatı ve İskan alabildiklerini merak edip araştırdım. Onların Belediyenin isteyip işaret ettiği kurumlara, ihlal hacmine göre bağış yaptığı için müsamaha gördüğünü öğrenince aşağıdaki mektubu yazarak Üsküdar belediye başkanı Mehmet Çakır Beye yolladım. Mektubu okuyunca ertesi gün haber vermeden evime geldi. Mektubu benim yazdığımı teyit ettikten sonra üzüldüğünü, benden böyle bir tepki beklemediğini söyledi. Ben de çevredeki inşaatların durumunu gösterip durumu izah ettim. Çevredeki durumu benim uyarım üzerine farkettiğini hissettim. Komşu binalardaki durumu görünce, bizim 17 cm fazlalığa göz yumacağını, bitirme ruhsatı vereceklerini fakat iskana müracaat etmeme talebini, gerekçesi ile beraber bana anlatınca, iskan almak için belediyeye müracaat etmeyeceğime söz vermek zorunda kaldım. Bu sebeple oturduğum evin iskanı yoktur. Bitirme ruhsatı ile iktifa edip sözümüze bağlı kaldık. İşte 2006 yılında Üsküdar Belediye Başkanı merhum Mehmet Çakır kardeşime yazdığım mektup:

| Şahsa Özeldir |

Üsküdar Belediye Başkanımız
Muhterem Mehmet Çakır Bey’e

Muhterem Başkanım,

16 yıldır Üsküdar’da oturduğum halde sizden önce ve sizin döneminizde Üsküdar Belediyesi’nden şahsi herhangi bir talebim olmadığı gibi kurallara uymayan bir davranışım sebebiyle de hiçbir uyarıya muhatap olmuş değilim.

Bahçelievler Mah. Sarıyayla sokakta, oturmak için yapmakta olduğum ev inşaatıma başlarken, gerek kalfa ve gerekse yapı denetim şirketine “Belediye’nin onay vermeyeceği, müsamaha kabul etmez bir hata yapmamalarını” özellikle tembih etmiş ve anladığım kadarıyla da takip ve kontrol etme gayretinde olmuşumdur. Kurallara uymanın ilk zorluğu ve zaman kaybını bina logar’ını bağlatma esnasında yaşadım ve iki ayda resmi usulle logar bağlatabildim. İki ayda kaba inşaatı tamamlama imkânı bulunca, neden inşaatçıların logarları gayrı resmi usulle bağlattıklarını anlamış oldum.

İki aya yakın bir süreden beri de temel üstü ruhsatı almak için uğraştığımızı ve neden alamadığımızı öğrenmekle, kazanmış olduğum bilgi ve tecrübemi size de aktararak bazı hatalı anlayış ve uygulamaları düzeltmenize vesile olmak istiyorum.

Takriben iki ay önce temel üstü ruhsatı için Üsküdar Belediyesi’ne müracaat ettik. Mıntıka mühendisi gelip gerekli inceleme ve tetkiki yaptıktan 10-15 gün sonra hiçbir netice alamayınca, kendim yurtdışında olmam sebebiyle yeğenim Abdullah Yılmaztürk Belediyeye uğrayıp dosyamızın mıntıka mühendisi tarafından uygundur notu olmasına rağmen başkan yardımcısı tarafından yeniden kontrol için Mecdudi Bey’e gönderildiğini öğrendi. Bu sebeple yanına uğrayıp ilgi ve yardımını istedi. Yeni bir inceleme yaptıracağını öğrenip bana bildirdi. Şahsen, mıntıka mühendisinin onay vermemiş olabileceğini düşünerek makul karşılayıp bekledik.

Birkaç gün içerisinde, sonradan adının Mecdudi Bey olduğunu öğrendiğim bir teknik belediye görevlisi inşaata uğrayarak “Bir kat fazla yapılmış görünüyor, harita mühendisi yollayıp yeniden ölçüm yaptırmamız gerekiyor…” deyip ayrıldı. Daha sonra harita mühendisi gelip bakmış, o herhangi bir kat fazlalığı olmadığı gibi binanın 15-20 cm. düşük kurulduğunu tespit ettiğini yine Mecdudi Bey’den yeğenim öğrendi. Sadece bina hafriyatında, zeminden binanın ana girişine çıkış için olan güzergâh toprağının fazla alınması sebebiyle, oranın doldurulması gerektiğini, Başkan yardımcısı ile görüşerek bunu halledebileceğimizi ima etti.

24.11.2006 günü Yapı denetim şirketinden arayıp dosyamızın Başkan yardımcısı tarafından mıntıka mühendisine tekrar iade edildiğini bildirdiler. Yurtdışından yeni döndüğüm için teferruatlarını bilmediğim konuyu etraflıca inceleyip bilgi aldım. Komşu inşaat sorumlularıyla da istişare ederek iki aylık süreçte netice alamayışımızın sebebini anlamaya çalıştım. Öğrendiklerim özetle:
1- İnşaatımla ilgili ilk inceleme ve tetkiki mıntıka mühendisi Ayfer Hanım ve yanındaki arkadaşları yapmış olumlu rapor bildirmiş,
2- Harita mühendisi yaptığı incelemede dosya üzerine uygundur notu düşüp imza atmış,
3- Yapı kontrol Mühendisi Hakan Bey uygundur notu düşmüş,
4- İmar Müdürü Gül Hanım onay bildirmiş,
5- Mecdudi Bey ruhsat almamıza mâni bir durum olmadığını ima ederek yaptığı tespitler için Mehmet DEMİRÖZ Bey’le bir görüşmeniz gerekiyor demiş. Biz kimseyle görüşmedik, dosyamız tekrar mıntıka mühendisine iade edilmiştir.

Görünürde hiçbir sebep yokken, iki aydan beri sonuç alamayışımızı merak etmemenin mümkün olmadığını takdir edersiniz. Çünkü bahsedilen ve doldurulması gerekir denilen alan, sokağı işgal etmemek için kum, çimento, tuğla vs. indir – bindir işlemlerinde kullanılan alan olup sonuçta doldurulup düzeltilmesi tabii olan basit bir alan, asla ruhsat verilmemesini gerektiren bir sebep olamaz. Merakımı gidermek için etrafımdaki komşu inşaatlardan benzer durumlarda ne yaptıklarını sordum, öğrendiklerimi size aktarmak yerine, Malatyalı Hamido’ya izafe edilen bir hikâyeyi zikretmeyi tercih ediyorum.

Hamido, kendine ait usullerle, tehdit ederek mallarını aldığı bir grup insana: “Hamido’nun kursağına bugüne kadar haram inmemiştir. Bu sebeple sizden aldıklarımı da helal edin.” demiş. Korkudan titreyen muhatapları “helal olsun” demişler. “Baskıyla değil, kendi rızanızla helal ettiniz değil mi?” diye sorduğunda da “Evet” cevabını almış ve etrafındakilere dönüp “Allah’a, bizi haram yemek zorunda bırakmadığı için şükredin” demiş….

Sayın Başkanım,

Belediye, yaptığı ve yapacağı hayırlı işlerde vatandaşın katkısına ihtiyaç duyarsa, hizmetleriyle gönüllerini kazanacağı vatandaşlar bundan kaçınmazlar. Gönüllü olmayan, zorlama ve yönlendirmelerle böyle bir katkıyı sağlamak tasvib edilecek bir usûl olamaz.

Müsamaha kapsamına giren konularda bile vatandaşın işini yokuşa sürüp, sonrada zorlama bir yönlendirmeyle hayır yaptırdığını zannedenlerin yanıldığını, onlara birisinin anlatması gerektiğini düşünüyorum. Bizler “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız” düsturunu yaşamak ve yaşatmak zorunda değil miyiz? Sizler vatandaşların müsamaha kapsamına girebilecek en küçük eksiklerini, velev iyi niyetle dahi olsa, değerlendirme usulünü yerleştirirseniz, kendisi ihtiyaç sahibi olan memurlarınızın, uygulamanızı örnek alarak bu hayırlardan (!) şahsı için de istifade etmesini önleyemezsiniz. Bu usûl ve üslûbu, vatandaşlarda sizin eksiklik ve hatalarınızı değerlendirmekte kullanacak olsa hoşunuza gider mi? Ayrıca böyle bir uygulama vatandaş idareci dayanışma, kaynaşma ve yardımlaşmasının önüne set çekmek olmaz mı?

Sayın Başkanım,

Bu vesile ile Ayfer hanımın işindeki ciddiyetini, müsamaha kabul etmeyecek bir eksikliğe çıkar için onay vermeyeceğini, müsamaha kabul eden eksikler için de zorluk çıkartmadan, tamamlatıcı bir üslup kullandığını öğrendim. Elbette ki, bunu sizler de biliyorsunuz. Böyle ciddi bir görevlinin onay verdiği bir işi teknik bir elemanla tekrar kontrol ettirip yokuşa sürmeyi size başka türlü izah edenler de olabileceğini biliyorum. Eğer tereddüdünüz olursa bizzat yerinde görüp inceleme yapmanızı arzu ederim. İnşaat mühendisi olmanızın değerlendirmeyi kolaylaştıracağını zannediyorum.

Son olarak, inşaatımızla ilgili işlem yapan hiçbir görevliyi ne gördüm ne de tanıdım. Onlar da beni görmedi ve tanımazlar. İşlemler tamamen resmi prosedür çerçevesinde yürümüş, takibinin ise yapı denetim şirketi tarafından yapılmış olduğunu da belirtmek isterim. Selâm ve başarı dileklerimle gereğini arz ediyorum. 27.11.2006
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Fakirlerin Babası(!) Bangladeş’i Salladı

Yoksullar Bankası’ndan Sonra .. Muhammed Yunus Başbakanlığı ..

Bangladeş

Halkın ayaklandığı Bangladeş’te zalim Hüseyne’nin kaçmasının ardından halkın başbakan olarak atanmasını sağladığı (Muhammed Yunus) kimdir?

Genellikle halk ayaklanmaları, görevden almak istedikleri hükümdarın yerine geçecek kişi konusunda hemfikir olamazlar. Ancak Bangladeş’te durum farklı .. Peki, 160 milyon vatandaşın bu kişi üzerinde hemfikir olmasının sırrı nedir?

O, 1976’dan bu yana, Bangladeş’teki milyonlarca yoksulu, son derece üretici ve zeki bir yöntemle aşırı fakirlikten kurtarmaya adanmış (Fakirler Bankası) yöneticisidir. Üniversitede ekonomi profesörü olarak görev yaparken, öğrencilere öğrettiği ekonomik teorilerin Bangladeş toplumunun vakıası ile tenakuzunu fark etti. Bunun üzerine, şehrinin etrafındaki en fakir köylere gidip sürekli fakirliğin nedenini araştırmaya karar verdi.

Orada köydeki kadınların bambudan ürünler yapmak için sadece yarım dolardan daha az bir miktara ihtiyaç duyduklarını, ancak kazançlarının büyük bir kısmını alacak olan tefecilerden borç almak zorunda kaldıklarını keşfetti. O anda, 42 köylü kadına toplamda sadece 27 dolar borç vermeye karar verdi ve bu borcu herhangi bir şart koşmadan verdi. Sonuçlar ise muhteşemdi… Kısa bir süre sonra, herkes borcunu geri ödedi ve kâr elde etmeyi başardı.

Bu fikir üzerine bir bankayı, bu fikri genişleterek daha fazla fakire kredi vermeye ikna etmeye çalıştı, ancak banka müdürü, “Nasıl olur da bir güvence olmadan fakirlere kredi verebilirim?” diyerek onun teklifini (safça) buldu. Bu durumda Muhammed Yunus, kredinin sorumluluğunu ve teminatlarını üstlendi ve yüzlerce köylüye borç vermeye, onlara en iyi yatırım usüllerini öğretmeye ve ayrıntılı bir borç verme, geri ödeme ve yatırım planı oluşturmaya başladı.

Bu fikir pek çok köyde büyük bir başarı elde etti ve 1976’da Muhammed Yunus, dünyadaki ilk fakir bankasını (Grameen Bank) açtı. 1981’in sonunda, verilen kredilerin toplamı 14 milyon dolara ulaşmıştı ve kredi alanların %90’ı fakir köylerin kadınlarıydı.

Muhammed Yunus, dünya bankalarının çalışma usüllerinin tam tersini uyguladı .. O, sadece fakirlere değil, hiçbir mülkiyeti veya teminatı olmayan (en fakir garibanlara) kredi veriyor ve erkekler yerine kadınlara kredi vermeyi tercih ediyordu. Çünkü bir ev hanımı, kazanç elde ettiğinde ailesine ve çocuklarına ihtimam gösterirken, bir erkek kazançları farklı yerlere harcayabilirdi. Ayrıca yardım kuruluşlarının, fakiri doyurup onu sürekli yardımlara bağımlı hale getirdiğini, hiçbir çaba göstermeden fakir bıraktığını görüyor ve reddediyordu.

Grameen Bank şu anda Bangladeş ve yurt dışında 2600’den fazla şubeye sahip olup, 26.000 çalışanı bulunuyor. Bu muhteşem başarılar sayesinde, Muhammed Yunus Nobel Barış Ödülü ve sayısız uluslararası ödül kazandı ve 60’tan fazla uluslararası üniversiteden fahri doktora unvanı aldı.

Ancak bu başarılar, Başbakan (Şeyh Hüseyne) tarafından hoş karşılanmadı. Hüseyne, kıskançlık ve hasetle Ona bazı suçlar isnat etti ve onu yıllarca ev hapsinde tuttu. Bangladeş halkının ayaklanması ve zalim Hüseyne’nin Hindistan’a kaçmasının ardından, halk “fakirlerin babası” Muhammed Yunus’un geçici başbakan olarak atanmasını ve seçimler yapılana kadar bu görevi üstlenmesini talep etmeye başladı .. Ne büyük bir değişiklik!

Muhammed Yunus’un en güzel yanı, hiçbir şey yapmamak için bahaneler aramamasıydı. O, fakirliği Bangladeş’teki yaygın yolsuzluğa, zalim yöneticilere, komşu ülkelerin entrikalarına, uluslararası komplolara veya insanların tembelliğine bağlayabilirdi .. Ancak o, kollarını sıvadı ve muazzam bir başarıya imza attı. Ben de Muhammed Yunus’un hayat hikayesini okumanızı ve fakirliğin ortadan kaldırma konusundaki felsefesi ve planını yakından incelemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
12.08.2024 OF

Mütercimin Notu:

Bangladeşli Muhammed Yunus Bey ile ilgili, olumlu olumsuz, çok şey söylenebilir ama bir noktayı dikkatten kaçırmamak gerekir. Batılılar ürettikleri projelerin planlarını da iyi hazırlarlar. Her projenin A ve B planını da yapar; gerektiğinde plan değişikliği yapmakta zorlanmazlar. Bangladeş’i kurduran ve kullanan güçler, başarısız veya deşifre olan atlarını geri çeker; yerine destekleyip besledikleri, yetiştirip hazırladıkları yeni kahramanlarını koyabilirler. Son yıllarda değişik ülkelerde bunun bol örneklerini görme imkanımız olduğu için anlamakta zorlanmayacağımızı düşünüyorum. Türkiye’de F.Gülen cemaatini, Irak’da Kesnizani tarikatını, Malezya’da Mahazir Muhammed hareketini bilenler Bangladeş’te Muhammed Yunus’u keşfetmekte zorlanmayacakları kanaatindeyim. Ayrıca Bangladeş’in Çin ile ABD arasında hâkimiyet çekişmesi yaşanan bir ülke olduğunu da dikkate almak zorundayız. Muhammed Yunus’a Nobel ödülü verilmiş olması, önünün açılmış bulunması, Batı ile uyumlu bir yaşantı yaşaması, yetiştirilip özel hazırlanmış bir kahraman olma ihtimali, üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken konular olduğunu söylemekle iktifa edeyim. Gerisini ferasetinize tevdi ediyorum. Bangladeş hakkında bilgi edinmek isteyen okuyucular için de bir link vererek notumu bitirmiş olayım. 👇
https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Bangladeş

محمد يونس رئيسا للوزراء .. بعد بنك الفقراء

بنغلادش

من هو (محمد يونس) الذي تطالب الجماهير الثائرة في بنغلاديش بتنصيبه رئيسا بعد فرار السفاحة حسينة؟

نادرا ما تكون الثورات الجماهيرية متفقة على البديل للحاكم الذي يسعون لاقتلاعه، لكن في بنغلاديش الأمر مختلف .. فما هو السر في إجماع 160 مليون مواطن على هذا الشخص؟

إنه مدير (بنك الفقراء) الذي نذر نفسه منذ عام 1976 وحتى الآن لانتشال الملايين من المعدمين من حالة الفقر المدقع في بنغلاديش بطريقة غاية في الإبداع والذكاء. كان استاذ اقتصاد في الجامعة ووجد أن ما يدرسه من نظريات اقتصادية للطلاب متناقض تماما مع واقع المجتمع البنغالي، فقرر الذهاب بنفسه لافقر القرى المحيطة بمدينته ليعرف سبب الفقر الدائم.

هناك اكتشف ان نساء القرية يحتاجون لأقل من نصف دولار فقط للإستثمار في مواد أولية يمكن أن يصنعوا منها مصنوعات خيزران ليبيعوها، لكن كانوا مضطرين للاقتراض من أشخاص مرابين يأكلون النسبة الكبرى من ارباحهم. قرر في لحظتها ان يقرض 42 من نساء القرية ما مجموعه 27 دولار فقط دون شروط، وكانت النتائج مبهرة .. بعد مدة وجيزة أعاد الكل قيمة القرض وتحققوا لأنفسهم أرباح.

تبلورت عنده فكرة اقناع احد البنوك بتوسعة الفكرة واقراض عدد كبير من الفقراء، لكن مدير البنك ضحك من اقتراحه (الساذج) قائلا .. كيف اقرض فقراء دون أي ضمانة لسداد القرض؟ حينها تحمل محمد يونس مسؤولية القرض والضمانات للبنك، وبدأ عمله في اقراض المئات من القرويين مع توعيتهم بالاساليب الأفضل للاستثمار ووضع مخطط مفصل في أسلوب الاقتراض والسداد والاستثمار.

تواصل نجاح الفكرة بشكل مبهر في قرى عديدة، وفي 1976 افتتح محمد يونس اول بنك للفقراء في العالم (بنك غرامين)، ومع نهاية 1981 بلغ مجموع القروض المقدمة 14 مليون دولار، وكانت نسبة 90 بالمية من المقترضين من نساء القرى الفقيرة.

عمل محمد يونس على العكس تماما مما تعمل وفقه بنوك العالم .. فهو يقرض ليس الفقراء إنما (أفقر الفقراء) ممن ليست لديهم ممتلكات او ضمانات، ويفضل اقراض النساء بدلا من الرجال، السبب أن ربة المنزل حين تحقق أرباح فهي تحرص على أسرتها واطفالها، اما الرجل فقد يبذر الأرباح. وهو يرفض اسلوب المؤسسات الإغاثية التي تطعم الفقير وتجعله معتمدا دوما على المعونات دون أن يبذل اي جهد، وتتركه في حالة فقر دائم.

يضم بنك غرامين حاليا اكثر من 2600 فرع في بنغلاديش وخارجها، ويعمل لديه 26 الف موظف، وبفضل هذه النجاحات الباهرة حصل محمد يونس على جائزة نوبل للسلام والعشرات من الجوائز الدولية علاوة على 60 دكتوراه فخرية من الجامعات الدولية.

لكن مثل هذا النجاح لم يعجب الخاتونة (شيخة حسينة) رئيسة الوزراء، واكلتها الغيرة والحسد حتى لفقت له تهم ومحاكمات ووضعته قيد الإقامة الجبرية لسنوات .. ومع انتفاضة الشعب البنغالي وهروب السفاحة (حسينة) إلى الهند، تعالت اصوات الشعب مطالبة بتنصيب ابو الفقراء محمد يونس رئيسا انتقاليا ريثما تجري الانتخابات .. فسبحان مقلب الأحوال.

أجمل شي في شخصية محمد يونس انه لم يبحث عن الأعذار ليبرر عدم فعل اي شيء .. كان بمقدوره ان ينسب الفقر إلى الفساد المستشري في بنغلاديش، ودكتاتورية الحكام المتسلطين على الشعب، ومؤامرات دول الجوار، والمؤامرات الدولية، وكسل الناس عن العمل وووو … لكنه شمر عن ساعديه وقام بأعظم إنجاز .. وأنا أنصح بشدة بقراءة سيرة حياة محمد يونس والاطلاع على فلسفته ومخططه للقضاء على الفقر الذي تم اعداده باحترافية رائعة وتفصيلات جميلة.🌴

Savaşın ve Sıkıntıların Yaşatarak Öğrettikleri ..

Gazze halkından, üç kez oturduğu bölgeden göç etmiş bir mücâhid şöyle diyor:

Savaşın acısına rağmen, farkına vardığımız ve önceden çok fazla önem vermediğimiz bazı şeyler var, bunlardan bazıları:

  1. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) kullandığı su miktarıyla nasıl abdest alıp gusül edeceğimizi öğrendik.
  2. Teyemmüm hükümlerini öğrendik ve uyguladık.
  3. Aç olmadıkça yemek yememeyi ve yediğimizde ise doymamayı öğrendik.
  4. Korku, endişe ve sıkıntı anlarında okunacak zikir ve duaları öğrendik.
  5. Korku anında namazın nasıl kısaltılacağını ve korku namazının nasıl kılınacağını öğrendik.
  6. Açlığı gidermek için karnımıza taş bağlamayı öğrendik.
  7. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) Mekke için “gönlümün en sevgili şehri” dediği ve oradan çıkmak zorunda kalmasaydı çıkmayacağını, çıkmanın acı ve zorluğunu görüp anladık.
  8. Muhacirlerin neden bu derece bir konuma yükseldiğini ve Ensar’ın bu şerefi neden, nasıl kazandığını anladık.
  9. “Onları açlıktan kurtaran ve onlara güven veren Allah’ın nimetinin” değerini anladık.
  10. Ve son olarak -en önemlisi- Allah’ın tek yardım eden ve güvenilen olduğunu öğrendik.

Peki bizler ne yapmalıyız?..

Allah Teâlâ’nın şu sözünü hatırlamalıyız:
“Sonra o gün nimetlerden elbette sorguya çekileceksiniz.”
(Tekâsür Suresi, 8. Ayet)

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
12.08.2024 OF

يقول أحد الإخوة من أهلنا في غزة وقد نزح ثلاث مرات داخل القطاع، يقول:
.. بالرغم من مرارة الحرب .. ولكن هناك أشياء أدركناها ولم نكن قبل نعطيها الكثير من الاهتمام، و منها:
١. تعلمنا كيف نتوضأ و نغتسل بكمية المياه التي كان النبي صلى الله عليه وسلم يستعملها.
٢. تعلمنا أحكام التيمم و طبقناها
٣. تعلمنا أن لا نأكل حتى نجوع و إذا أكلنا لا نشبع.
٤. تعلمنا الأذكار والأدعية المأثورة في حالة الخوف و الجزع و الكرب.
٥. تعلمنا أحكام قصر الصلاة في حالة الخوف وصلاة الخوف.
٦. تعلمنا كيف نضع الحجر والحجرين على البطن ليذهب الجوع.
٧. أدركنا قول النبي صلى الله عليه وسلم عن وطنه مكة بأنها أحب البلاد إلى قلبه و لولا أنه اضطر للخروج منها ما خرج !
٨. أدركنا لماذا نال المهاجرون هذه المكانة و لماذا الأنصار نالوا هذا الشرف ؟
٩. أدركنا نعمة “الذي أطعمهم من جوع و آمنهم من خوف”
١٠. و أخيرًا -وهو أهمّها- تعلمنا أن الله وحده المستعان وعليه التكلان.

أما نحن ..
فلا بد أن نتذكر قول الله تعالى:
﴿ثُمَّ لَتُسأَلُنَّ يَومَئِذٍ عَنِ النَّعيمِ﴾

Siyonist Yahudilerin Çakallığı Ömürlerini Uzatır mı?

Dünya Neden “Tanrı’nın Seçilmiş Halkı”na Zulmetti?

Tanınmış İngiliz tarihçi Jane Gardner hanım, Yahudiler ve Siyonizm hakkında şunları yazdı:

Her zaman insanların dünya genelinde ve tarihin farklı dönemlerinde neden Yahudilerden nefret ettiğini merak etmişimdir. Eğer gerçekten söyledikleri gibi “Tanrı’nın seçilmiş halkı” iseler, o halde dünya tarihinin en şanssız ve en mazlum halkı olmaları gerekirdi!

Küçüklüğümden beri beni hep düşündüren soru şu oldu: Yahudiler neden tarih boyunca zulme uğradı?

Naziler, onları “Yahudi Meselesi”nden tamamen ve sonsuza dek kurtulmak için neden hayvan vagonlarında topladılar ve “imha kamplarına” gönderdiler?

Birden fark ettim ki Hitler “Yahudi Meselesi” için bir “nihai çözüm” geliştirdiyse, ortada bir “Yahudi Meselesi” olmalıydı. Yahudiler, bulundukları ülkelerin onlara sırt çevirmesine neden olacak şekilde mi davrandılar yoksa sadece onların talihsiz, masum kurbanlar mıydılar?

Sorularıma cevap bulmak için tarih, kitaplar ve internet aracılığıyla araştırmalara başladım. Ancak farklı milletlerden ve çeşitli dönemlerde bu konuda yazılmış kitapları okudukça bulduklarım beni giderek daha fazla rahatsız etti.

Tarih boyunca 79 ülkeden ve bazı ülkelerden birden çok kez kovulduklarını bilmiyordum. Rus çarlarının, başkente 500 kilometreden daha yakın bir mesafede yaşamalarını yasakladığını ve bu yüzden Moskova’dan 500 km’den daha uzak çeşitli şehirlere toplandıklarını bilmiyordum.

Holokost (Tamamen yakılma, yanıp kül olma) hakkında yapılan birçok iddianın aslında aldatmaca olduğunu, uzun süre kesinlikle inandığım ve okuduğum kitapların ve izlediğim filmlerin aslında İsrail devletiyle ilgili sarsılmaz bir sempati üretmek ve Almanya ile İsviçre bankalarından milyarlarca dolar tazminat almak amacıyla yapıldığını bilmiyordum.

Ergenlik çağımda birkaç kez okuduğum ve ağladığım (Anne Frank’ın Günlüğü) kitabının en azından kısmen Anne Frank dışındaki biri tarafından yazıldığını keşfettim (başka bir deyişle, bu kitabın Yahudiler tarafından uydurulduğunu düşündüm).

Nürnberg Mahkemeleri’nde yapılan itirafların ve birçok Alman “savaş suçlusunun” (sözde) idamının işkence altında alındığını, suçlananların yargılanıp cezalandırıldığını ve onları yargılayanların aynı zamanda davacı olduklarını öğrendim (yani davacı aynı zamanda hâkimdir).

1967 savaşında İsrailliler tarafından saldırıya uğrayan Amerikan gemisi USS Liberty ve Lavon olayı gibi “sahte bayrak” operasyonları hakkında bilgi sahibi oldum. Gemide 34 Amerikalı genç öldü ve birçoğu yaralandı.

Üstüne üstlük, İsrailliler bunun sadece bir yanlış kimlikten kaynaklanan talihsiz bir durum olduğunu iddia ettiler, ancak Liberty gemisinin hayatta kalanları bu durumu şiddetle reddettiler. Ancak gerçekte ne olduğuna dair hikâyelerini anlatmaları halinde askeri mahkemeye çıkarılmakla tehdit edildiler.

İsrailli casus Jonathan Pollard’ın davası ve Yahudi İsraillilerin ABD’nin kendisine karşı casusluk yaptığı diğer olaylar hakkında bilgi edindim, ABD’nin onların “en yakın müttefiki” olduğu varsayılırken.

İsrail Savunma Kuvvetleri ve Yahudi yerleşimcilerin işgal altındaki topraklarda Filistin halkına yönelik muamelesini öğrendiğimde şok oldum ve dehşete düştüm .. İsrail’in Orta Doğu’daki tek demokrasi olduğunu iddia etmesine rağmen bu demokrasi sadece Yahudiler içindir. Yahudi olmayanlar eşit insan olarak görülmez.

Masum Filistinli çocukların İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından yalnızca Filistinli oldukları için hedef alındıktan sonra tanınmayacak kadar yanmış ya da ağır yaralanmış hallerini gösteren fotoğrafları gördüğümde büyük bir üzüntü hissettim.

Yahudi tarihinin açgözlülük, hırsızlık, yalan söyleme, manipülasyon, şüpheli ticaret uygulamaları ve tefecilik tarihini ihtiva ettiğini keşfettim.

Radikal eşcinsellik hareketindeki, radikal feminizm hareketindeki ve pornografi endüstrisindeki rollerini ve aynı zamanda kürtaj endüstrisinde aşırı temsillerini öğrendim.

Organize suçlardaki rollerini, köle ticaretindeki rollerini ve medeni haklar hareketindeki rollerini öğrendim, oysa kendileri milyonlarca insanın öldürülmesinden ve diğer milyonların ezilmesinden sorumlu Siyonist bir ideolojiyi benimsiyorlar.

Yahudi fanatiklerin Hristiyanlık ve Noel’e karşı yürüttükleri savaşın arkasında olduklarını öğrendim. Tanrı’yı yeminlerden ve tüm Hristiyan sembollerinden çıkarmak ve onları kamu hayatından silmek istiyorlar.

Hristiyanlık, çoğunluğun dini olmasına rağmen devlet okullarından Hristiyanlığı çıkardılar.

Noel’i, resmi bir tatil olmasına ve adı Noel olmasına rağmen devlet okullarının takviminden çıkardılar.

Yahudi karşıtı Antijenitalizm’i (yani Yahudi olmayanlara karşı düşmanlık), Babil Talmud’una olan nefretlerini, İsa Mesih’e, Meryem Ana’ya ve genel olarak Hristiyanlara karşı saygısızlıklarını ve düşmanlıklarını okudum.
Daha fazla insan neler olup bittiğini ve kimlerin sorumlu olduğunu fark ettikçe, Yahudilere karşı öfke artacak ve eski Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi iki katına çıkacak.

Televizyonu, filmleri ve basılı medyayı kontrol ediyor olabilirler, ancak interneti kontrol edemiyorlar .. en azından henüz .. Yahudi fanatiklere adanmış bloglar ve web siteleri nihayetinde onların çöküşüne neden olacak.

Bu bilgileri gören herkes en az bir kişiye daha iletirse, Yahudi fanatiklerin ve Siyonistlerin suçları ve eylemleri ortaya çıkacaktır.

Jane F. Gardner
Britanyalı Tarihçi

Yazının İngilizce Aslının Linki 👇https://rense.com/general80/whj.htm
İngilizceden Tercüme: Said Tanios

Arapçadan Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
12.08.2024 OF

لماذا اضطهد العالم “شعب الله المختار”؟

كتبت المؤرخة البريطانية المعروفة جين غاردنر عن اليهود والصهيونية تقول:

كنت دائما أتساءل ما الذي جعل الناس في مختلف أنحاء المعمورة، وعلى مر التاريخ، يحتقرون اليهود؟؟؟ فإذا كانوا بالفعل كما يقولون بأنهم “شعب الله المختار” فإنهم في هذه الحالة أقل الناس حظا في تاريخ العالم، وأكثر الشعوب مظلومية!.

والسؤال الذي حيّرني دائما ومنذ الطفولة المبكرة: لماذا تعرض اليهود للاضطهاد عبر التاريخ؟

لماذا قام النازيون بتجميعهم كالقطعان في سيارات الماشية ونقلوهم إلى “معسكرات الإبادة” للتخلص تماماً وإلى الأبد من “المشكلة اليهودية؟”

أدركت فجأة أنه إذا كان هتلر قد طور “حلاً نهائيا” للمسألة اليهودية، فلا بد من وجود “مشكلة يهودية” هل يمكن لليهود أن يكونوا قد يتصرفوا بأي شكل من الأشكال بطريقة تجعل البلدان التي يقيمون فيها تنقلب عليهم، أو كانوا مجرد ضحايا أبرياء تعساء الحظ؟

شرعت في العثور على إجابات لأسئلتي، وتوجهت بشكل أساسي إلى التاريخ وإلى بواطن الكتب وإلى الإنترنت، ولكن ما وجدته في قراءاتي لكتب مختلفة خطّها مؤلفون من أمم كثيرة وفي أومان متفاوتة حول هذا الموضوع، أصبح مزعجا بشكل متزايد بالنسبة لي.

لم أكن أعرف أنه على مر التاريخ، تم طردهم من 79 دولة، ومن بعض البلدان أكثر من مرة.
ولم أكن أعرف أن القياصرة الروس منعوهم من العيش والاقتراب لأقل من خمسماية كيلومتر عن العاصمة، فتجمهوروا وتركزوا في مختلف المدن التي تبعد عن موسكو 500 كلم وأكثر.
لم أكن أعرف أن العديد من الادعاءات التي قدموها حول المحرقة التي يسمونها (الهولوكوست) والتي اعتقدت بلا شك لفترة طويلة كانت في الواقع احتيالية. الكتب التي قرأتها والأفلام التي شاهدتها عن “الهولوكوست” وبكيت عليها لم تكن سوى محاولات مستترة لكسب تعاطف لا يتزعزع مع دولة إسرائيل وذريعة لابتزاز مليارات الدولارات من ألمانيا ومن البنوك السويسرية.

اكتشفت أن كتابا قرأته عدة مرات عندما كنت في سنّ المراهقة وبكيت منه، وهو (يوميات آن فرانك) Anne Frank’s Diary، قد كتبه جزئيا على الأقل شخص آخر غير آن فرانك (بمعنى آخر أن اليهود هم من لفقوه).
علمت أن الاعترافات في محاكمات نورمبرغ وإعدام العديد من “مجرمي الحرب” (المزعومين) الألمان قد تم انتزاعها تحت التعذيب وأن المتهمين يحاكمون ويحكمون ويدينون من قبل متهميهم (أي ان المشتكي هو في نفس الوقت القاضي).

علمت عن عمليات “التدبير الزائف” وخاصة قضية لافون ومأساة يو إس إس ليبرتي، وهي سفينة أمريكية هاجمها الإسرائيليون خلال حرب عام 1967. وقتل على متنها 34 شابا أمريكيا وجرح الكثير.

ولزيادة الطين بلة، ادعى الإسرائيليون أنها كانت مجرد حالة مؤسفة حدثت كخطأ في تحديد الهوية، وهو أمر لطالما أنكره الناجون من السفينة ليبرتي بشدة. ومع ذلك، فقد تم تهديدهم بالمحاكمة العسكرية إذا قاموا برواية حقيقة ما حدث لهم.

علمت بقضية الجاسوس الإسرائيلي جوناثان بولارد، وحوادث أخرى تجسس فيها اليهود الإسرائيليين على أمريكا نفسها، والمفترض أنها “أقرب حليف لهم.”

لقد أصبت بالصدمة والرعب عندما علمت بمعاملة الشعب الفلسطيني في الأراضي المحتلة على أيدي قوات الدفاع الإسرائيلية والمستوطنين اليهود .. تزعم إسرائيل أنها الديمقراطية الوحيدة في الشرق الأوسط، لكنها ديمقراطية لليهود فقط. غير اليهود لا يعتبرون بشرا متساوين.

لقد شعرت بالحزن لرؤية صور لأطفال فلسطينيين أبرياء محترقين بشكل لا يمكن معه التعرف عليهم أو يعانون من جروح خطيرة ناجمة عن أعيرة نارية بعد أن استهدفهم (جيش الدفاع الإسرائيلي!) لا لسبب آخر غير أنهم فلسطينيون.

اكتشفت أن التاريخ اليهودي هو تاريخ الطمع والجشع والسرقة والكذب والتلاعب وممارسات الغش التجارية المشكوك فيها والربوية.

تعلمت عن أدوارهم في الحركة الجنسية المثلية الراديكالية، والحركة النسوية الراديكالية، وصناعة المواد الإباحية وكذلك تمثيلهم المفرط في صناعة الإجهاض.

إكتشفت دورهم في الجريمة المنظمة، وفي تجارة الرقيق، وفي حركة الحقوق المدنية، مع أنهم يتبنون أيديولوجية صهيونية مسؤولة عن مقتل ملايين لا حصر لها من البشر وقمع ملايين أخرى.

علمت أن المتعصبين اليهود كانوا وراء الحرب ضد المسيحية وعيد ميلاد السيد المسيح. وهم الذين يريدون استبعاد الله من تعهد الولاء وجميع رموز المسيحية وإزالتها من الحياة العامة.

لقد استبعدوا المسيحية من المدارس العامة على الرغم من أن المسيحية هي دين الأغلبية.

لقد أخرجوا عيد الميلاد من تقويم المدارس العامة على الرغم من حقيقة أنه عطلة قانونية ويسمى عيد الميلاد.

قرأت عن معاداة الأغيار Anti-Genteelism (أي معاداة غير اليهود) وكراهية التلموذ البابلي وعدم احترامهم المطلق، والعداء تجاه يسوع المسيح، ومريم العذراء والمسيحية والمسيحيين بشكل عام.

تعلمت عن Chutzpah “وهي كلمة تعني الوقاحة المفرطة بلغة اليديش اليهودية” من خلال الادعاء بأن حياة الأمم لا تساوي أكثر من حياة حيوانات الحظيرة، لكنهم اعتبروا أن حياة اليهود تشبه حياة الله نفسه. ولا بأس أن تسرق من أممي (أي غير يهودي) أو تقتل أممياً، لكن حياة اليهود مقدسة.

تعلمت سيطرتهم على غالبية الثروة ووسائل الإعلام والأوساط الأكاديمية على الرغم من أنهم يشكلون أقل من 2 % من السكان (حتى أقل في كندا).

إنهم وراء حركة التصحيح السياسي السخيفة وتشريعات جرائم الكراهية التي تمت صياغتها لإسكات أي شخص قد يكتشف أجندتهم ويحاول إلقاء الضوء عليها.

تم القبض على رجال مثل الألماني رودولف وديفيد إيرفينغ وغيرهم الكثير، الذين تم الاعتراف بهم سابقاً كمؤرخين عظماء، وتم اتهامهم بجرائم الكراهية وسجنوا لمجرد قيامهم بإجراء أبحاث أكاديمية عن فترة محددة من التاريخ.

وقد تعرض آخرون ممن يطلق عليهم “التحريفيون revisionists” أو “منكرو الهولوكوست” للترهيب والمضايقة والاعتداء والتشويه لمجرد محاولتهم الوصول إلى الحقيقة.

من الواضح بوضوح أن الحرب في العراق ترجع فقط إلى رغبة إسرائيل في إعاقة أعدائها من خلال زعزعة استقرار حكوماتهم من أجل تحقيق الهيمنة في الشرق الأوسط.

سيكون من غير المعقول أن يموت اليهود الإسرائيليون من أجل هذه القضية، لذا فقد تلاعبوا بالولايات المتحدة في الحرب بمساعدة الصهيونية اليهودية “الأوائل في إسرائيل” في إدارة بوش من أجل إراقة دماء الكثير من الشباب والشابات الأمريكيين بدلاً عنهم.

هم الذين يسيطرون على السياسة الخارجية للشرق الأوسط لأقوى دولة في العالم، الولايات المتحدة الأمريكية. هم الذين يسيطرون على الكونغرس ومجلس الشيوخ والرئيس الدمية.

لديهم مثل هذه السيطرة في الأفلام والتلفزيون لدرجة أننا نتعرض الآن لبرامج لا نهاية لها وأفلام هوليوود التي تسخر من المسيحية والقيم المسيحية والأديان الاخرى وتحط من قيم الأسرة التقليدية.

بعد تفكير عميق ورصين حول ما كنت قد اعتقده عن التفوق اليهودي والصهيونية، واضطررت الى التخلي عن كل ما كان داخل رأسي من مفاهيم سابقة وأكاذيب سامقة عن تاريخ الاضطهاد اليهودي المزعوم.

ما أجد صعوبة في فهمه هو سبب استمرارهم في هذا السلوك المنحط وغبير الأخلاقي في أي مجتمع يعيشون فيه، مع العلم أنهم في النهاية سوف يبالغون في انتهاجه وسيتم الكشف عن غدرهم مرة أخرى .. ألم يعلمهم التاريخ شيئا؟
مع إدراك المزيد والمزيد من الناس لما يجري ومن المسؤول عنه، سيزداد الغضب على البهود ويتضاعف كما حدث بالفعل في الاتحاد السوفيتي السابق ودول أوروبا الشرقية.

قد يتحكمون في التلفزيون والأفلام ووسائل الإعلام المطبوعة، لكنهم لا يتحكمون في الإنترنت .. على الأقل ليس بعد .. المدونات والمواقع الإلكترونية المخصصة للمتعصبين اليهود ستكون في نهاية المطاف سبب سقوطهم.

إذا قام كل من يرى هذه المعلومات بنقلها إلى شخص آخر على الأقل، فسوف يتم الكشف عن جرائم وأفعال اليهود المتعصبين والصهاينة.
Jane F. Gardner
‏British historian
تعريب سعيد طانيوس

Gazze Halkına Müjdeler Olsun ..

Birçoğumuzun bilmediği veya kendisinden gizlenen (Gazze Katliamı) ile ilgili ahir zaman haberleri var. Bunlar, Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından rivayet edilen ve yüzlerce kişinin aktardığı sahih hadislerdir. Bu yazıda en önemlilerini paylaşacağım. Belki kayıp, acı ve şaşkınlıkla yıpranmış kalpleri rahatlatır. Bunları aranızda paylaşın, belki okuyucularına huzur ve selamet getirir. Gazze halkı bilsin ki, sabredenler Allah’ın cennetinin gelinleridir.
ABOSALAM

Not: 1947 yılına kadar Gazze, Büyük Askalan’ın bir parçası olarak kabul ediliyordu.
İmam Şafii (r.a.) bazen “Ben Gazze’denim,” bazen de “Ben Askalan’danım” derdi.

Birinci Hadis:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu: “Askalan iki gelinden biridir, kıyamet gününde oradan yetmiş bin kişi hesapsız olarak diriltilecek, oradan elli bin şehit Allah’a elçi olarak gönderilecek, şehitlerin safları orada olacak. Başları ellerinde, boyunlarından kan akacak ve şöyle diyecekler: ‘Rabbimiz, elçilerinle bize vaat ettiğini ver, şüphesiz ki sen vaatlerinden dönmezsin.’ Allah da: ‘Kullarım doğru söylüyor, onları Beyaz Nehir’de yıkayın,’ der. Oradan bembeyaz ve temiz olarak çıkarlar ve cennette istedikleri gibi dolaşırlar.”

İkinci Hadis:
Darqutni, “Sahihayn’a Dayalı Kitabı”nda, İbn Ömer’den isnad ederek şöyle rivayet etmiştir: {Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir mezarlıkta namaz kıldı, kendisine ‘Ya Resulallah, bu hangi mezarlıktır?’ diye soruldu. O da şöyle dedi: ‘Düşman topraklarında Askalan denilen bir mezarlık. Ümmetimden bazıları orayı fethedecek, Allah oradan yetmiş bin şehit gönderecek, bir adam Rabi’a ve Mudar gibi kabilelere şefaat edecek, herkes için bir gelin vardır ve cennetin gelini Askalan’dır.’}

Üçüncü Hadis:
Said bin Mansur, “Sünen”inde, Ebu Nadr’den isnad ederek şunu rivayet etmiştir: Avf bin Malik, {Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) geldi ve dedi ki: “Ya Resulallah, bana vasiyet et.” O da şöyle buyurdu: “Cebel’ül Hamr’a bağlı kal.” Avf sordu: “Cebel’ül Hamr nedir?” Peygamber Efendimiz de şöyle dedi: “Mahşer yeridir.”} Ayrıca, Ata el-Horasani’den isnad ederek şunu rivayet etmiştir: {Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu bana ulaştı: “Allah Askalan’daki mezarlık halkına rahmet etsin.” Bunu üç defa söyledi. Sorulduğunda, “Bu, Askalan’da olacak bir mezarlıktır,” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ata, her yıl orada kırk gün nöbet tutardı ve orada vefat etti.}
ABOSALAM

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
11.08.2024 OF

بشري سارة لأهل غزة العزة

نبؤات كثيرٌ منا لايعرفها أو غُيِبت عنه عن (مقتلة غزة) وهي من أنباء آخر الزمان، وهي أحاديث صحيحة رواها مئات عن رسولنا صلى الله عليه وسلم، سأسرد أهمهما في هذا المنشور، لعله يريح قلوباً انهكها الفقد والألم والتيه، انشروها بينكم لعلها تكون برداً وسلاماً على قارئيها، وليعلم أهل غزة أن الصابرين منهم هم عروس جنان الله.
ABOSALAM
ملحوظة: غزة الى العام ٤٧ كانت تعتبر جزءاً من عسقلان الكبرى، الشافعي رحمه الله كان يقول مرة أنا من غزة ومرة أنا من عسقلان.

الحديث الأول
قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: “عسقلان أحد العروسين، يبعث منها يوم القيامة سبعون ألفا، لا حساب عليهم، ويبعث منها خمسون ألفا شهداء، وفودا إلى الله، وبها صفوف الشهداء، رؤوسهم مقطعة في أيديهم، تثج أوداجهم دما يقولون: ربنا آتنا ما وعدتنا على رسلك إنك لا تخلف الميعاد، فيقول: صدق عبيدي، اغسلوهم بنهر البيض، فيخرجون منه نقاء بيضا، فيسرحون في الجنة حيث شاءوا.”
الحديث الثاني
روى الدارقطني، في “كتابه المخرج على الصحيحين،” بإسناده عن ابن عمر، {أن النبي صلى الله عليه وسلم صلى على مقبرة، فقيل له: يا رسول الله، أي مقبرة هي؟ قال: مقبرة بأرض العدو، يقال لها: عسقلان، يفتتحها ناس من أمتي، يبعث الله منها سبعين ألف شهيد، فيشفع الرجل في مثل ربيعة ومضر، ولكل عروس، وعروس الجنة عسقلان.}
الحديث الثالث
وروى سعيد بن منصور، في “سننه” بإسناده عن أبي النضر، أن عوف بن مالك، {أتى رسول الله صلى الله عليه وسلم فقال: يا رسول الله أوصني. قال: عليك بجبل الخمر . قال: وما جبل الخمر؟ قال: أرض المحشر.} وبإسناده، عن عطاء الخراساني: {بلغني أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال: رحم الله أهل المقبرة. ثلاث مرات، فسئل عن ذلك، فقال: تلك مقبرة تكون بعسقلان.} فكان عطاء يرابط بها كل عام أربعين يوما حتى مات.
ABOSALAM

Gazze’deki Soykırım ve Katliama Köklü Bir Çözüm ve Eylem Teklifi

(Çözüm Üretmek İçin Risk Almak Zorundayız)

Gazze halkını sürekli devam eden soykırım kampanyasından -Bugün, 10.08.2024 günü sabahı yapılan katliamdan- kurtarmak imkânsız olmadığı gibi zor da değildir. Ancak bunun için, sözlerde tasarruf, eylemlerde fedakârlık ve etkili, pratik stratejilerin izlenmesi gerekir. Bugün kurtuluş için mümkün olan ve zorunlu olan en önemli adımlar şunlardır:

  1. Gazze’deki kardeşlerine destek olmak için 1948 Filistinlilerinin halk ayaklanmasına katılması ve işgalcilerin ayakları altındaki toprağı sallayıp sarsmalı. Onlar İsrail nüfusunun beşte biri ve % 80’i de Müslüman. Cesur ve fedakâr olurlarsa çok şey yapabilirler. 1987 ayaklanmasında etkin bir şekilde yer almış; rol oynamışlardı ..
  2. Batı Şeria halkının düşmanı şaşırtıp meşgul edecek bir yıpratma savaşı başlatması lazım. Orada 60 bin silahlı adam var, işgalci teröristler onları kendi hizmetine soktu! Eğer harekete geçip savaşı bir an önce başlatmazlarsa, gelecekte Gazze’de gördüğümüzden daha korkunç bir soykırımın kurbanı olacaklar. Çünkü Batı Şeria -Mescid-i Aksa ve Kudüs’ün bulunduğu yer- çatışmanın kalbi ve merkezidir.

Bugün Gazze halkını yalnız bırakan Batı Şeria halkı, yarın kendileri de yalnız kalmış olacak ..

  1. Mısır ve Ürdün’de korku salacak büyük bir halk hareketi başlatmak gerekir; İsrail ve Amerikalıları Arap müttefiklerinin kaderi konusunda endişelendirecek, bölgenin kalbine yerleştirdikleri stratejik hazinelerinin kaybolmasından korkuya kapılmasını sağlayacak ve şu anda kendileri için elverişli olan stratejik çevrenin köklü bir değişiminden endişeye kapılacak bir hareket başlatılmalı.
  2. Gazze Direniş müttefiki görünen (İran, Lübnan, Yemen vb ülkeler) düşmanı yıpratacak operasyonlarını yoğunlaştırması. Bu, düşmanın umutla sürdürdüğü gayretlerini dağıtır ve onlar üzerindeki baskıyı artırır. Düşmana yönelik askeri, ekonomik, beşeri veya psikolojik her türlü baskı faydalıdır, ne olursa nasıl olursa olsun.

Eğer Gazze’deki kan denizi, bu kadar basit adımları ve bu adımların getireceği sonuçları ve fedakarlıkları hak etmiyorsa, o zaman ağıt yakmayı, ağlamayı ve yas tutmayı bırakalım ..

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
11.08.2024 OF

كيف ننقذ أهل غزة؟

إنقاذ أهل ⁧‫غزة‬⁩ من حملة الإبادة المستمرة -وآخرها ⁧‫مذبحة فجر‬⁩ يوم السبت ١٠ / ٨ / ٢٠٢٤- ليست مستحيلة، ولا حتى صعبة. لكنها تحتاح اقتصاداً في الأقوال، وبذلاً من الأفعال، واتّباعا لاستراتيجيات عملية فعالة. وأهم خطوات الإنقاذ الممكنة والمتعينة اليوم:
‏١. انخراط فلسطينيِّي ٤٨ في انتفاضة شعبية نصرة إخوانهم في غزة تهزّ الأرض تحت أقدام الغزاة. فهم خُمس سكان إسرائيل، و٨٠% منهم مسلمون. وفي وسعهم فعلُ الكثير إذا تحلّوا بالشجاعة والاستعداد للتضحية. وقد اشتركوا بفاعلية في انتفاضة ١٩٨٧..
‏٢. إشعال أهل ⁧‫الضفة الغربية‬⁩ حرب استنزاف تربك العدو وتشغله. ففيهم ٦٠ ألف رجل مسلَّح سخَّرهم الاحتلال لخدمته! وهم سيكونون ضحايا إبادة مماثلة في المستقبل القريب بأبشع مما نراه في غزة، إذا لم لم يستبقوا المعركة، لأن الضفة -حيث الأقصى والقدس- هي قلب الصراع ومحوره، وخذلان أهل الضفة لأهل غزة اليوم خذلان منهم لأنفسهم غدا..
‏٣. حراك جماهيري هادر في ⁧‫مصر‬⁩ و ⁧‫الأردن‬⁩، يخيف الصهاينة والأميركيين على مصائر حلفائهم العرب، ويرعبهم من ضياع كنوزهم الاستراتيجية المزروعة في قلب المنطقة، ويخيفهم من تغير جوهري في البيئة الاستراتيجية المواتية لهم الآن، التي هي درعهم الحصينة اليوم.
‏٤. تكثيف حلفاء المقاومة (في إيران ولبنان واليمن) عملياتهم لاستنزاف العدو.. بما يشتت جهده، ويرفع عليه المخاطر. فكل ضغط عسكري أو اقتصادي أو بشري أو نفسي على العدو مفيد مهما يكن نوعه.
فإذا لم تكن بحار الدماء في غزة تستحق خطوات بسيطة كهذه، وما يترتب على هذه الخطوات من تبعات وتضحيات.. فلنكفَّ عن الندب، والبكاء، وفتح بيوت العزاء
..

Gazze ve Bosna Katliamının Acı ve Dehşet Veren İbretlik Benzerliği

Silahınızı Teslim edin, sizi katledelim ve sizden kimseyi sağ bırakmayalım.

Şeyh Fehmi Hüveydi:  

Eğer Bosna’yı anlamazsanız, Gazze’yi de anlayamazsınız. Önce Bosna’yı iyi anlayın ki, Gazze’yi ve orada olup bitenleri doğru anlayabilesiniz; hayrete düşüp şaşırmayasınız.

Sırpların Bosnalı Müslümanlara karşı başlattığı soykırım savaşında 300 bin Müslüman şehit oldu.  

60 bin kadın ve çocuk tecavüze uğradı.  

Bir buçuk milyon kişi yerlerinden zorla ayrılmak zorunda bırakıldı.

– Hatırlıyor muyuz?  

– Yoksa unuttuk mu?  

– Ya da hiç mi bilgimiz yok?

“CNN” sunucusu, Bosna katliamlarının yıldönümünde, ünlü muhabir Christiane Amanpour’a soruyor:  

– Tarih tekerrür mü ediyor?  

Christiane Amanpour “CNN”de Bosna’nın yıldönümünü değerlendiriyor:  

– Ortaçağ savaşları gibiydi, Müslümanların katline, kuşatma ve aç bırakılmasına, Avrupa müdahale etmeyi reddetmiş ve demişti ki:  

– Bu bir iç savaştır; ama bu tesbit koca bir yalandı..!  

Holokost (yakıp yıkma, yok etme) yaklaşık 4 yıl sürdü, bu süre içinde Sırplar 800’den fazla camiyi yıktı, bazıları 16. yüzyıldan kalmaydı; Saraybosna’nın tarihi kütüphanesini de yaktılar.

– Birleşmiş Milletler müdahale etti ve Goražde, Srebrenica ve Žepa gibi İslami şehirlerin girişlerine kapılar koydu, ama bu şehirler kuşatma ve ateş altındaydı, koruma hiçbir işe yaramadı.

– Sırplar binlerce Müslümanı toplama kamplarına yerleştirdi, işkence ettiler, aç bıraktılar ve onları iskelet haline getirdiler.

– Bir Sırp komutana neden diye sorulduğunda ne dedi biliyor musunuz?  

Çünkü domuz eti yemiyorlar!

– “The Guardian” Bosna katliamları sırasında tam sayfa bir harita yayınladı, Müslüman kadınların tecavüze uğradığı kampların yerlerini gösteriyordu, 17 büyük kamptan bazıları Sırbistan’ın içindeydi.

– Sırplar çocuklara dahi tecavüz etti.. 4 yaşında bir kız çocuğu…  

– “The Guardian” onun hakkında bir rapor yayınladı, başlığı şöyleydi:  

– “Günahı Müslüman olmak olan çocuk.”

– Kasap Mladić, Žepa’daki Müslümanların komutanını bir toplantıya davet etti, ona bir sigara ikram etti, biraz güldü, sonra saldırıp onu boğazladı.

Žepa ve halkına karşı korkunç şeyler yaptılar.  

– Ama en bilinen vahşi suç, Srebrenica kuşatması ve katliamıydı; uluslararası askerler (Haçlılar) Sırplarla birlikte eğleniyordu, dans ediyorlardı, bazıları Müslüman kadının onurunu bir lokma yiyecek karşılığında pazarlık konusu yapıyordu.

Sırplar, Srebrenitsa’yı iki yıl boyunca kuşattı, bombardıman bir an bile durmadı. Sırplar, kasabaya ulaşan yardımların büyük bir kısmını alıyordu. Sonra Batı, kasabayı kurtlara teslim etmeye karar verdi: Srebrenitsa’yı koruyan Hollanda taburu Sırplarla işbirliği yaptı ve Müslümanlara silahlarını teslim etmeleri karşılığında güvenlik vaat etti.

– Müslümanlar, uzun süren yorgunluk ve acıdan sonra boyun eğdi, Sırplar’a güvendiklerinde ise onlar Srebrenitsa‘ya saldırdılar, erkekleri kadınlardan ayırdılar, 12.000 erkeği (erkek çocuklar ve yetişkin erkekler) topladılar ve hepsini katledip cesetlerini tahrip ettiler.

– Tahrip etmenin bir şekli şuydu: Sırp, Müslüman adamın üzerine basar, hala hayatta ve canlı iken yüzüne bir Ortodoks haçı çizerdi (Bu tesbit “Newsweek” veya “Time” dergisinde yayınlanan bir rapordan alındı).

– Bazı Müslümanlar, Sırp’a, işkenceden duyduğu acıdan dolayı, ölmek için yalvarıyordu.

– Bir anne, Sırp’ın elini tutarak ona yalvarıyordu: Oğlumu öldürme, diye, ama Sırp onun elini kesiyor, sonra da çocuğunun boynunu gözleri önünde koparıyordu. Katliam devam ederken, biz izliyor, dinliyor, yiyor, eğleniyor ve oyun oynuyorduk.

– Srebrenitsa katliamından sonra kasaba açılmış gibi, kasaba kasabı Radovan Karadziç şehre girdi ve şunu ilan etti: Srebrenitsa her zaman Sırp’tı ve şimdi tekrar Sırpların kucağına döndü.

– Sırplar Müslüman kadınlara tecavüz ediyor, onları 9 ay boyunca hapsediyorlardı. Neden mi? Bir Sırp, bir Batılı gazeteye sebebini şöyle açıkladı:  Müslüman kadınların Sırp çocuklar doğurmasını istiyor ve bekliyoruz.

– Biz Bosna’yı, Saraybosna’yı, Banja Luka’yı ve Srebrenitsa’yı hatırlatırken tekrar ediyoruz: Balkanları unutmayacağız, Gırnata’yı unutmayacağız, Filistin’i unutmayacağız.

– Avrupa ve Sırpların Bosna’da işlediği soykırım suçunun üzerinden 30 yıl geçtikten sonra şunu söylüyoruz: Unutmayacağız, affetmeyeceğiz ve asla sahte hoşgörü, birlikte yaşama ve insan hakları sloganlarına inanmayacağız.

– Bosna’da yapılan katliam sırasında, bir Fransız gazetesi şunu yazdı: Bosna’da olanlardan sonra, güzel ve medeni bir kültüre sahip olan tek topluluğun Müslümanlar olduğu gördük ve anladık.

– Ve burada utanç dolu bir şekilde kaydetmeliyiz ki; o zamanlar Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri olan yaşlı Ortodoks (Butros Gali), Sırp kardeşlerine karşı açıkça taraf tuttu.

– Ama 30 yıl sonra bile ders almadık.

Eklenmesi gereken bir nokta: Sırplar, öldürmek için dini liderleri, cami imamlarını, entelektüelleri ve iş adamlarını seçiyorlardı. Onları bağlayıp, sonra boğazlarını kesiyor ve cesetlerini nehre atıyorlardı.

– Sırplar bir kasabaya girdiklerinde, camisini yıkmakla işe başlıyorlardı. Bir Müslüman şöyle dedi: Eğer Sırplar kasabanın camisini yıkarlarsa, yapacak tek şey göç etmek olurdu. Çünkü Cami her şeyi temsil ediyordu!

– Bir İngiliz gazetesinin Bosna’daki Müslümanların soykırımını şu sözlerle tarif ettiğini hatırlıyorum: Ortaçağ yöntemleriyle yürütülen yirminci yüzyılın en vahşi savaşı!

(Batı medeniyetine ve onun sahte insan hakları ve hoşgörü sloganlarına aldanıp inananlara son bir mesaj)

Tarih hikayeleri, çocukları uyutmak için anlatılmaz!  Erkeklerin uyanması için anlatılır.

“Sonra şimdi geliyorlar ve Hamas’ı suçlayıp kınıyorlar; savaşın sebebi onlardır deyip silahlarını teslim etmeleri gerektiğini söylüyorlar? Bunlar, akıl bakımından hayvandan daha aşağı ve onur bakımından domuzdan daha düşük seviyede olan kişilerdir.”

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

10.08.2024  OF

مقال مهم جدا..

‏سلموا سلاحكم حتى نذبحكم ولا نترك منكم المبشر

‏الشيخ فهمي هويدي:  

‏إذا لم تفهم البوسنة، فلن تفهم غزة. افهموا البوسنة أولًا، حتى تفهموا غزة وما يدور بها، وحتى لا تتعجبوا.  

‏حرب الإبادة التي شنها الصرب على مسلمي البوسنة، واستشهد فيها 300 ألف مسلم.  

‏واُغتُصِبت فيها 60 ألف امرأة وطفلة.  

‏وهُجِّر مليون ونصف المليون.  

‏- هل نتذكرها؟  

‏أم نسيناها؟  

‏أم لا تعرفون عنها شيئًا أصلًا؟!

‏- مذيع “سي إن إن” يتحدث عن ذكرى المجازر البوسنية، ويسأل (كريستيانا أمانبور) المراسلة الشهيرة:  

‏- هل التاريخ يعيد نفسه؟  

‏- كريستيانا أمانبور من “سي إن إن” تعلق على ذكرى البوسنة:  

‏- كانت حربًا قروسطية، قتلٌ وحصارٌ وتجويعٌ للمسلمين، وأوروبا رفضت التدخل، وقالت:  

‏- إنها حرب أهلية، وكان ذلك خرافة..!  

‏- استمر الهولوكوست نحو 4 سنوات، هدم الصرب فيها أكثر من 800 مسجد، بعضها يعود بناؤه إلى القرن السادس عشر الميلادي، وأحرقوا مكتبة سراييفو التاريخية.

‏- تدخلت الأمم المتحدة فوَضَعت بوابات على مداخل المدن الإسلامية مثل غوراجدة، وسربرنيتسا، وزيبا، لكنها كانت تحت الحصار والنار، فلم تغنِ الحماية شيئًا.

‏- وضع الصرب آلاف المسلمين في معسكرات اعتقال، وعذبوهم، وجوعوهم حتى أصبحوا هياكل عظمية.  

‏- ولما سُئل قائد صربي: لماذا؟  

‏قال: إنهم لا يأكلون الخنزير!  

‏- نشرت “الغارديان” أيام المجازر البوسنية خريطة على صفحة كاملة، تُظهر مواقع معسكرات اغتصاب النساء المسلمات، 17 معسكرًا ضخمًا، بعضها داخل صربيا نفسها.  

‏- اغتصب الصرب الأطفال.. طفلة عمرها 4 سنوات، ….  

‏ونشرت “الغارديان” تقريرًا عنها بعنوان:  

‏”الطفلة التي كان ذنبها أنها مسلمة”.  

‏- الجزار ملاديتش دعا قائد المسلمين في زيبا إلى اجتماع، وأهداه سيجارة، وضحك معه قليلًا، ثم انقض عليه وذبحه.

‏وفعلوا الأفاعيل في زيبا وأهلها.  

‏- لكن الجريمة الأشهر كانت حصار سربرنيتسا، كان الجنود الدوليون (الصليبيون) يسهرون مع الصرب، ويرقصون، وكان بعضهم يساوم المسلمة على شرفها مقابل لقمة طعام.  

‏……

حاصر الصرب سربرنيتسا سنتين، لم يتوقف القصف لحظة، كان الصرب يأخذون جزءًا كبيرًا من المساعدات التي تصل إلى البلدة، ثم قرر الغرب تسليمها للذئاب: الكتيبة الهولندية التي تحمي سربرنيتسا تآمرت مع الصرب، وضغطوا على المسلمين لتسليم أسلحتهم مقابل الأمان..!  

‏- رضخ المسلمون بعد إنهاك وعذاب، وبعد أن اطمأن الصرب، انقضوا على سربرنيتسا، فعزلوا ذكورها عن إناثها، جمعوا 12,000 من الذكور (صبيانًا ورجالًا) وذبحوهم جميعًا ومثَّلوا بهم.  

‏- من أشكال التمثيل:  

‏كان الصربي يقف على الرجل المسلم فيحفر على وجهه وهو حي صورة الصليب الأرثوذكسي (من تقرير لمجلة “نيوزويك” أو “تايم”).  

‏- كان بعض المسلمين يتوسل إلى الصربي أن يُجهز عليه من شدة ما يلقى من الألم..!  

‏- كانت الأم تمسك بيد الصربي.. ترجوه ألا يذبح فلذة كبدها، فيقطع يدها ثم يجز رقبته أمام عينيها..!  

‏كانت المذبحة تجري..  

‏وكنا نرى ونسمع ونأكل ونلهو ونلعب.  

‏- وبعد ذبح سربرنيتسا.. دخل الجزار رادوفان كاراديتش المدينة فاتحًا وأعلن:  

‏سربرنيتسا كانت دائمًا صربية، وعادت الآن إلى أحضان الصرب.  

‏- كان الصرب يغتصبون المسلمة، ويحبسونها 9 أشهر حتى تضع حملها، لماذا؟  

‏قال صربي لصحيفة غربية:  

‏نريد أن تلد المسلمات أطفالًا صربيين (Serb babies).  

‏- ونحن نتذكر البوسنة وسراييفو وبانيا لوكا وسربرنيتسا  

‏نقولها ونعيدها:  

‏لن ننسى البلقان..  

‏لن ننسى غرناطة..  

‏لن ننسى فلسطين..  

‏- في ذكرى مرور 30 عامًا على جريمة أوروبا والصرب في البوسنة نقول: لن ننسى، لن نعفو، ولن نصدق أبدًا أبدًا شعارات التسامح والتعايش وحقوق الإنسان..

‏- في غمرة القتل في البوسنة كتبت صحيفة فرنسية:  

‏يتضح لنا من تفاصيل ما يجري في البوسنة أن المسلمين وحدهم هم الذين يتمتعون بثقافة جميلة ومتحضرة.  

‏- وهنا يجب أن نسجل بمداد من العار.. مواقف العجوز الأرثوذكسي (بطرس غالي) الذي كان وقتها أمين الأمم المتحدة، والذي انحاز بشكل سافر إلى إخوانه الصرب.

‏- لكننا بعد 30 عامًا لم نتعلم الدرس..  

‏- إضافة لا بد منها: كان الصرب يتخيرون للقتل علماء الدين وأئمة المساجد والمثقفين ورجال الأعمال، وكانوا يقيدونهم، ثم يذبحونهم، ويرمونهم في النهر.

‏- كان الصرب إذا دخلوا بلدة بدؤوا بهدم مسجدها.. ويقول أحد المسلمين:  

‏إذا هدم الصرب مسجد البلدة فليس لنا إلا النزوح منها، كان المسجد يمثل كل شيء..!  

‏- أذكر أن صحيفة بريطانية وصفت إبادة المسلمين في البوسنة بهذه العبارة:  

‏حرب في القرن العشرين تُشن بأسلوب القرون الوسطى..!  

‏(رسالة إلى المفتونين بالحضارة الغربية وحقوق الإنسان المزيفة التي يتشدقون بها)

‏قصص التاريخ لا تُحكى للأطفال لكي يناموا!  

‏بل تُحكى للرجال لكي يستيقظوا.

ثم يأتي الان من يلوم حماس أنهم سبب الحرب و لابد أن يسلموا اسلحتهم؟ هذا اقل من الحيوان عقلا و أقل من الخنزير نخوة.

İsmail’in Gitmesi, Yahya’nın Gelmesinin Anlamı ..

Yüce Allah’a (cc) hamdolsun, her şey O’nun iradesiyle oluyor… Direnişçilerin İfadesiyle: Peygamberlerimizin isimleri ve delaletleri ile (ey teröristler) sizin peşinizdeyiz!!!

İsmail (a.s.) doğru sözlüydü ve ailesine namazı ve zekatı emrederdi ve Rabbi katında rızasına mazhar olmuş biriydi. Bugünkü tabir ile, bir davet ve diyalog, müzakere ve uzlaşma insanıydı…  

Ancak  

Yahya (a.s.) ise kitabı kuvvetle alandır. Bugünkü ifade ile size (İsrailoğulları’na) intikam diliyle geri döndü…  

Başını kestiğiniz Yahya (a.s.), Allah’ın izniyle başlarınızı kesmek için geri geldi….

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

08.08.2024  OF

Mütercim Olarak Hamas Lideri Merhum İsmail Haniye’yi Doğru Tanımak İçin Dinlemeyi Tavsiye Ettiğim Video:👇

Yahya Sinvar Hakkında da Altta Linkini Verdiğim Videoyu Dinlemenizi Tavsiye Ederim:👇

ذهب إسماعيل وجاء يحيى

سبحان الله العظيم كله بتدبير رب العالمين .. ولسان حال المقاومة تقول: نلاحقكم بأسماء أنبيائنا ومدلولاتها !!!

إسماعيل عليه السلام كان صادق الوعد وكان يأمر أهله بالصلاة والزكاة وكان عند ربه مرضيا، وبمعجم اليوم هو رجل دعوة وحوار وتفاوض وإجماع ..

أما

يحيى عليه السلام فهو الذي يأخذ الكتاب بقوة .. وبمعجم اليوم عاد لكم بلغة الثأر ..

 سيدنا يحيى عليه السلام الذي قطعتم رأسه، عاد ليقطع رؤوسكم باذن الله ..

Hamas’ın Yahya Sinvar’ı Başkan Olarak Seçmesindeki İnce Mesajlar

Dr. İbrahim Hammami  

06/08/2024

Hamas bu gece, merhum İsmail Heniyye’nin yerine Yahya Sinvar’ı oybirliğiyle siyasi bürosunun başkanı olarak “seçtiğini” duyurdu. Bu seçim, Heniyye’nin Tahran’da suikasta maruz kalmasından sadece bir hafta sonra ve özellikle son birkaç gün içinde bu pozisyon için birçok isim konuşulurken yapıldı. Sinvar ne kıdem olarak hareketin en eskisi ne de en yaşlısı idi; peki neden o seçildi?

Hızla değişen olayları izleyen hiçbir gözlemci, bu seçimin taşıdığı önemli mesajlardan bazılarını gözden kaçırmaz:

– Hızlı ve oybirliğiyle yapılan seçim, Hamas’ın en zorlu şartlarda bile canlılığını ve tüm sahalarda iletişim kabiliyetini gösteren bir mesajdır.

– Bu seçim, aynı zamanda hareketin içindeki birliğine dair bir mesajdır.

– Hamas bu seçimle önceliklerini belirledi: Askeri liderlik siyasi liderliğin önünde olacak.

– Bu seçim, işgale karşı bir meydan okuma ve sahadaki savaşçıların arkasında durma mesajıdır.

– Bu seçimle Hamas, başka bir lideri misafir eden herhangi bir devlete, uluslararası baskı ve tehditlere maruz kalmadan, farklı bir çözüm sunmuş oldu.

– Aynı zamanda, Hamas, büro başkanını korumak için ek düzenlemelere gerek kalmadan, Gazze tünellerinin Beyrut, Şam veya Tahran gibi bölge başkentlerinden daha güvenli olduğunu ispatlamış oldu.

– Bu tercih, uluslararası hukuk sistemine olan güven kaybı ve bazen çaresiz, bazen de komplo ihtiva eden bir duruşu sergileyen ince bir mesajdır.

– Ayrıca, Arap dünyasının ihanetine karşı duyulan hayal kırıklığını ve İran ile yakınlaşma arzusunu ifade eden bir mesajdır; zira Sinvar, İran ile ilişkileri güçlendirme konusunda en hevesli olanlardan biridir.

– Bu adım, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin, mağdur ile zalimi eşit tutmaya çalışmasına karşı bir hamledir. Eğer mahkeme, hareketin lideri için tutuklama emri çıkarmaya karar verirse, Gazze ve tünelleri onların kararının önünde olacaktır; böylece herhangi bir devleti zor duruma sokmadan ya da liderin ziyaret ettiği bir ülke rahatsız edilmeden fiili durum oluşacak.

– Ateşkes anlaşması müzakereleriyle ilgili olarak ise, en önemli ve net mesaj şu an karar verme gücünün de Gazze ve sahada olduğu gerçeğidir; orada onlarla iletişim kurup müzakere edin mesajıdır.

2015 yılında Gazze’deki Jakar Caddesi’ni hatırlıyor musunuz? Bu seçim, savaş suçlusu Netanyahu ve faşist hükümetine karşı bir meydan okuma ve kışkırtma mesajıdır; dünyada Sinvar kadar nefret ettikleri başka kimse yoktur. Sadece bu tercih, Hamas’ın verdiği tek mesaj olsaydı bile yeterli olurdu!

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

07/08/2024  OF

Mütercimin Notu:

Hamas’ın, İran’da İsmail Haniye’nin bir komplo sonucu şehid edilmesine rağmen, İran’a toz kondurmayıp sessiz kalması, tavır koymaması normal midir? diye soran arkadaşlarımız var. Evet böyle bir sorunun sorulmasını tabii karşılamak gerekir. Halid Meşal Bey benzer bir soruya verdiği cevapta bunu izah etmeye çalışıyor.
Harpler sadece silahlarla olmuyor; stratejik ve taktik savaşlar zannedildiğinin aksine, bazen bilineni bilmemezlikten gelmeyi gerektirdiğini de bilmeliyiz.
Mesela,
İran’ın Gazze ve Kudüs’e olan göstermelik desteği proğramlanmış bir destektir. Bu sebeple İran’ın Hamas’ı destekler görünmesine ABD, Batı ve Terörist İsrail bile müsamaha ediyor; Türkiye’nin aynı rolü oynamasına ise asla müsamaha etmiyorlar. Bunu Hamas da biliyor. Fakat bilmez görünmeye ihtiyacı var; bu pozisyonu bile kullanmak istiyor. Rahmetli İsmail Haniye İran taraftarı, Halid Meş’al Beyin ise daha dengeli görünmesinin sebebi budur. Yeni seçilen lider Yahya Sinvar’ın radikal bir İran taraftarı olduğu bile söyleniyor. Planlar, strateji ve taktikler düşündüğümüzden çok farklı olabiliyor.
İran kaderin akışına ters kürek çekiyor. Elbette İran içinde derin ve etkili güçler vardır; Bu güçlerin bazıları siyonist emperyalizmin oyuncağı olduğu için itibar kayıpları hızla yükselecek. Gazze ve Müslümanlar ise itibar ve güç kazanacak inş.
Bu vesile ile Deniz Ülke Arıboğan Hanımın, aşağıda linkini verdiğim yorumunu, ufuk açıcı bulduğum için dinlemenizi tavsiye ediyorum:👇

https://youtube.com/watch?v=a4xU5MfyH18&si=iHcD6SsG7LIk_g2w

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

رسائل حماس في اختيارها للسنوار رئيساً لها

د. إبراهيم حمّامي

06/08/2024

أعلنت حماس الليلة عن “اختيارها” ليحيى السنوار رئيساً لمكتبها السياسي خلفاً لاسماعيل هنية رحمه الله، وبالإجماع…

الاختيار جاء بعد اقل من اسبوع على اغتيال هنية في طهران، والإعلان جاء مفاجئاً خاصة أن أسماء كثيرة تم تداولها في الأيام القليلة الماضية كمرشحين محتملين لذلك الموقع…

ليس السنوار هو الأقدم تراتبياً ولا الأكبر سناً، فلماذا تم اختياره؟

لا يفوت أي مراقب للأحداث والأوضاع المتسارعة جداً ملاحظة عدد من الرسائل الهامة التي يمكن قراءة بعضها في هذا الاختيار:

– سرعة الاختيار وبالاجماع هو رسالة تثبت حيوية حماس وقدرتها على التواصل في أحلك الظروف ومع كل الساحات

– وهي رسالة ايضاً عن وحدة الحركة الداخلية

– حماس بهذا الاختيار تكون قد حددت أولوياتها: العسكري قبل السياسي

– هي رسالة تحدي للاحتلال وتأكيد على المواجهة والوقوف خلف مقاتليها في الميدان

– بهذا الاختيار تكون حماس قد رفعت الحرج عن أي دولة مضيفة لأي رئيس آخرلها، تتعرض من خلال تلك الاستضافة للضغوطات والتهديدات الدولية

– وتكون أيضاً قد ارتاحت -نسبياً- من ترتيبات الحماية الإضافية لرئيس مكتبها، فقد أثبتت الوقائع أن أنفاق غزة أكثر أماناً من عواصم المنطقة سواء بيروت أو دمشق أو طهران

– هي أيضاً رسالة فقدان الثقة بالنظام والقانون الدوليين والوقوف موقف العاجز تارة والمتآمر المنحاز تارة أخرى

– وأيضاً فقدان للثقة والشعور بالمرارة من الخذلان والعربي، والتقارب مع إيران التي يعتبر السنوار من أكثر المتحمسين لتعزيز العلاقات معها

– أيضاً هي خطوة تسحب البساط من محكمة الجنايات الدولية التي تحاول المساواة بين الضحية والجلاد، فإن قررت إصدار أوامر اعتقال بحق رئيس الحركة، فغزة وأنفاقها أمامهم، دون إحراج اي دولة قد تستضيف أو يزورها رئيس الحركة

– أما عن مفاوضات صفقة وقف إطلاق النار فالرسالة الأهم والأوضح الآن أن القرار في غزة وفي الميدان، تواصلوا وتفاوضوا هناك

هل تذكرون شارع جكر -العام 2015 في غزة- هذا الاختيار لا يقل جكراً واستفزازاً ونكاية بمجرم الحرب نتنياهو وحكومته الفاشية الذين لا يكرهون شخصاً في هذا العالم كما يكرهون السنوار ..

وإن كانت هذه هي رسالة حماس الوحيدة لكفتها!

(ERGENERAL)

Rütbe yok, madalya yok, ünvan yok,

Albay değil, general değil, mareşal hiç değil,

O sayın başkan, sayın kral, sayın beyefendi diye hitap edilenlerden de değil.

Gayrimenkulü yok, doları yok,

Mahiyeti yok, birliği yok, konvoyu yok,

Zayıf yapılı, bedeni engelli, sesi kısık,

karşınızdaki bu yaşlı adam,

Gazzelilere çocukluklarından beri şehadet yolunu öğretti.

Onlar onun öğrencileri ve evlatları, nasıl onun yolundan gitmesinler?

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun

Allah sana rahmet eylesin Şeyh Ahmed Yasin

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

05.08.2024  OF

لا رُتب لا أوسـمة ولا نياشين،

لا عقيد لا لواء لا مُشير،

لا فخامة الرئيس ولا جلالةَ الملِك ولا صاحِبَ السّعادة،

لا عقارات لا دُولارات،

لا حاشِية لا أرتـال لا مواكب،

 نحيلُ العُـود مُقعدُ الجـسد خافِت الصّوت،

هذا الشيخُ الذي أمامكُم

علّمهم طريق الشـهادة منذُ نعومة أظفارهم،

هُم تلامذتُه وأبناؤُه فكيفَ لايسيرونَ على دربِه؟

 إنا لله وإنا إليه راجعون

الله يرحمك يا شيخ احمد ياسين

İslam’a Komplo 205

(Mısır Pazarındaki İngiliz Projeleri)

🍃🌷🍃

Mısır’da neler oluyor!!!!

İslam’a karşı kapsamlı bir savaş sadece Mısır’da başlamadı, şimdi Suudi Arabistan ve Ürdün’de de devam ediyor; halklar konuya ilgisiz, sanki uyuyor ya da programlanmış gibi duruyor!!!

İslam’dan geriye ne kaldı??

Sisi boşanmayı değiştirmek istiyor ..

Şubeşi başörtüsünü kaldırmak istiyor ..

İbraşi miras hükümlerini değiştirmek istiyor ..

Vakfılar Bakanı camilerde namaz kılanları gözetliyor ve camilere kameralar takılmasını emrediyor..

Eğitim Bakanı okullarda İslam dini eğitiminin kaldırılmasını onaylıyor ..

Mustafa Raşid Buhari’yi karalıyor ve sünneti ve sahabeleri eleştiriyor ..

Mezo evlilik dışı cinsel ilişkileri serbest bırakmayı savunuyor ..

Amine Nasır Başörtüsü/Peçe  ve sakalın aşırılık kültüründen geldiğini söylüyor..

Halid Müntezir Zemzem suyunu eleştiriyor ..

İbrahim İsa Ramazan ayını eleştiriyor, ezanla dalga geçiyor ve mikrofonla ezan okumanın terbiyesizlik olduğunu söylüyor..

Bazıları diyor ki: Umre ve hac devletin kaynaklarını tüketiyor ve Su İşleri Bakanı abdest suyunun %3 su tükettiğini söylüyor!!

Nemnem diyor ki: Mısır doğası gereği laik bir ülke, yani “doğası gereği kafir”!!

İnas Dügayidi genelevlerin ve eşcinsel ilişkilerin serbest bırakılmasını istiyor ..

Abdullah Neccar diyor ki: Allah insanı yarattı ve ona beyanı öğretti, filmlerdeki sıcak sahneler de beyanlardan bir beyandır ..

Saadeddin Hilali diyor ki: Peygambere salâtu selam getirmek ne sünnettir ne de farz ..

Müsteşar Ahmed Mahir diyor ki: Peygamber hata yapmaktan masum değildir ve onun sözleri ve sünneti gökten gelen vahiy de değildir; dört imamın anlayışları yetersiz ve eksiktir; onlar değer ve itibarları olmayan kifayetsiz kişilerdir ..

Fifi Abdu Allah ile selfi çektirmek istiyor ..

Ve Sisi gücünü Allah’ın gücü ile kıyaslıyor ve diyor ki “Allah’a güç yetiren bize de güç yetirir” ..

Devlet paramızı banka faizleriyle ve kumarhanelerden ve fahişelerden alınan vergilerle kirletiyor!!

Bu buzdağının görünen kısmı ve tüm bu açıklamalar ve daha fazlası darbe döneminde sesli ve görüntülü olarak kaydedildi; kesinlikle gizlenen daha korkunç, daha büyük şeyler de var. Ama üzücü olan şu ki, sizi yanıltan ve size şöyle söyleyen insanlar var: Bu, bazılarının dediği gibi İslam’a karşı bir savaş değildir.!..

Peki ey İslam ümmeti, ne yapıyorsunuz, ne yapacaksınız?!

İhsan Fakih

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

05/08/2024  OF

Not: Yazar İhsan Fakih hanım Ürdün vatandaşı olup Türkiye’de ikamet etmektedir. Anadolu Ajansının Onunla ilgili bir haberi.👇

https://www.aa.com.tr/tr/cemal-kasikci/urdunlu-yazar-turkiyeyi-hedef-alan-suudlu-alime-kasikcinin-cesedini-sordu/1744447

Mütercimin Notu:

İngiliz’lerin İslamı tahrif etmek için ürettiği projeler önce Mısır’da pazarlanıp münakaşa ve müzakereye açılarak olgunlaştırılır. Ondan sonra Türk ve diğer ülke pazarlarına sürülür ve o ülkelerdeki pazarlamacılar kanalı ile yayılmaya çalışılır. Daha Ufuk açıcı değerlendirme yapmanıza yardımcı olacak bilgiler için şu yazımı okunmanızı da tavsiye ederim. 👇

المؤامرة على الاسلام ٢٠٥

🍃🌷🍃

ماذا يحدث في مصر !!!!

حرب شاملة على الإسلام ليس فقط في مصر ممكن بدأت في مصر لكنها الآن في السعوديه وعندنا في الأردن والحرب مستمرة والشعوب لا علاقة لها وكأنهم نيام أو مبرمجين !!!

أى شيء بقى من الإسلام ؟؟

السيسى يريد تعديل الطلاق ..

والشوباشى يريد نزع الحجاب ..

والإبراشى يريد تعديل المواريث ..

ووزير الأوقاف يراقب المصلين وهم بين يدى الله ويأمر بتركيب كاميرات فى المساجد ..

ووزير التعليم يوافق على إلغاء تدريس الدين الإسلامى فى المدارس ..

ومصطفى راشد يشوه البخارى ويطعن فى السنة والصحابة ..

وميزو يبيح العلاقات الجنسية من غير زواج ..

وآمنه نصير تقول إن النقاب واللحية من ثقافة التطرف ..

وخالد منتصر يطعن فى ماء زمزم ..

وإبراهيم عيسى يطعن فى شهر رمضان ويسخر من الأذان ويقول إن الأذان فى الميكروفونات قلة ذوق ..

ومنهم من يقول إن العمرة والحج يستنزفان أغلب موارد الدولة ووزير الرى يقول إن ماء الوضوء يستهلك ٣ ٪‏ من الماء !!

والنمنم يقول: إن مصر علمانية بالفطرة “يعنى كافرة بالفطرة” !!

وإيناس الدغيدى تطالب بإباحة بيوت الدعارة والشذوذ الجنسى ..

وعبد الله النجار يقول: إن الله خلق الإنسان وعلمه البيان والمشاهد الساخنة فى الأفلام وسيلة من وسائل البيان ..

وسعد الدين الهلالى يقول إن الصلاة على النبى محمد لاهى سنة ولا هى فرض ..

والمستشار أحمد ماهر يقول إن الرسول لم يكن معصوماً من الخطأ وكلامه وسُنته لم تكن وحيا من السماء والأئمة الأربعة لا يفهمون شيئا وإنهم شوية جهلة لا قيمة لهم ..

وفيفى عبده تريد أن تتصور سيلفي مع الله ..

و السيسى يشبه قوته بقوة الله ويقول “اللى يقدر على ربنا يقدر علينا”..

والدولة تلوث أموالنا بربا البنوك وبتحصيل الضرائب على صالات القمار وعلى العاهرات !!

هذا غيض من فيض وكل هذه التصريحات وأكثر منها موجودة ومسجلة بالصوت والصورة وحدثت كلها فى زمن الانقلاب وما خفى بالتأكيد أفدح وأعظم لكن المُحزن أن تجد من يُضللك ويخدعك ويقول لك: ليست حرباُ على الإسلام !، كما يقول البعض ..

فماذا أنتم فاعلون يا أمة الإسلام ؟!

إحسان الفقيه

Aksa Tufanı ve Gazze Direnişi, Oradaki Katliam ve Yıkımın Sebebi midir?

Eğer bu resmi daha önce görmediyseniz, Gazze’de olduğunu zannedebilirsiniz .. ama işin gerçeği hayır!  

• Bu resim, 1948 yılında üç ay süren bir kuşatmadan sonra Yafa şehrine ait .. Burada halk, Siyonist çeteler tarafından aç bırakılmış, öldürülmüş ve zorla göç ettirilmiştir.  

• O dönemde Filistin’de, onların esir alınmış askerleri yoktu.  

• Ve Filistinliler onlara saldırmamıştı ki intikam almak için geldiler; denebilsin.

• Aksine, etnik temizlik, soykırım ve hiçbir hakları olmayan topraklarımızı işgal etmek için gelmişlerdi.

• Unutanlara lanet olsun… Topraklarını müdâfaa  eden direnişçi mücahidleri Gazze’deki yıkımın sebebi olarak görüp suçlayanlara yazıklar olsun.  

Oku” ümmeti hatırlamalı, unutmamalı ..

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

03/08/2024  OF

إذا ما رأيـتم الصورة سابقا فظنـنـتم أنها لغزة .. لكن في الحقيقة لا!  

• هذه الصورة لمدينة يافا عام 1948 بعد حصار دام ثلاثة شهور … حيث تم تجويع وقتل وتهجير أهلها على يد العصابات الصهيونية ..

• في ذلك الوقت لم يكن هناك مختطفون من جنودهم في فلسطين ..

• ولم يكن الفلسطيني قد غزاهم فجاؤوا للإنتقام منه ..

• ⁠إنما أتوا لممارسة التطهير العرقي والإبادة الجماعية والإستيلاء على الأرض بلا أي وجه حق ..

• ⁠ تباً لمن نسي … سحقاً لمن اتهم مقاومته التي تدافع عن أرضها بأنهم سبباً في دمارها . .  

 أمة اقرأ يجب أن تتذكر .

Beş Dakikada 20 Bin Dolar

Dev bir gemi motoru bozulur ve kimse tamir edemez.

Tavsiye üzerine 30 yıldır gemi motorları ile uğraşan bir usta çağırırlar.

Usta tüm sistemi gözüyle önce iyice bir kontrol eder ve takım çantasında küçük bir çekiç çıkarıp motorun bir noktasına hafifçe vurur. Çok geçmeden dev motor tekrar çalışır.

Gemisi çalışan patron mutluluktan havaya uçar ve ustaya borcunun ne kadar olduğunu sorar.

Usta; 20.000 dolar olduğunu söyler.

Bunu duyan patron kaşlarını çatarak;

“Neredeyse hiç bir şey yapmadın, sadece 5 dakika için 20.000 dolar mı? Detaylı fatura istiyorum” der.

Usta faturayı yazar;
Çekiçle vurma, işçilik: 2 dolar.
Nereye vuracağını bilmek: 19.998 dolar.

Ve ekler; “Bu işi 5 dakikada yapıyorsam 30 yılımı 5 dakikada nasıl yapacağımı öğrenmekle geçirdiğim içindir. Bana dakikalar için değil, nereye vuracağımı öğrenmeye harcadığım yıllar için 20.000 dolar borçlusun” der.

Uzmanlığı ve tecrübeyi takdir etmenin önemi.

Çünkü tecrübe; Uzun yılların, deneylerin,hatta zorlu günlerin ve göz yaşlarının sonucudur. Tecrübe, bilginin anasıdır..

Kız Kardeşinin Ağızından İsmail Haniye

Haniye’nin Kız Kardeşi:

Son Görüşmemizde Bana Dedi ki; Çok Uzun Zamandır Buralardayım

Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye’nin kız kardeşi Ümm Raid, ağabeyi ile yaptığı son görüşmelerin ayrıntılarını açıkladı. “Son aramasında bana ‘Çok uzun zamandır buralardayım; kardeşim’ dedi.”

Ümm Raid, “Bir hafta önce beni sesli ve görüntülü olarak aradı ve bana ‘Şehitlerimiz var, cennette bizi karşılayacaklar’ dedi” diye ekledi.

Ağlayarak konuşan Ümmü Raid, “Ona cennette olduklarının doğru olduğunu söyledim ama ayrılık zor, o da bana ‘Ama bu bizim yolumuz ve biz bunu seçtik, kardeşim’ diye cevap verdi.”

Ona “Herhangi bir gün şehadet haberim gelebilir, sabırlı olmalısın ve bu yolu seçtiğimizi bilmelisin” dediğini söyledi.

Ümm Raid, lider Haniye’nin sekiz kızdan sonra doğduğunu ve 15 yaşından beri şehitlik yolunu seçtiğini belirtti.

Türkiye’de gerçekleştirdikleri son yüz yüze görüşmede, “Bana ‘kardeşim, altmış yaşına geldim, gerçekten çok uzun zamandır buralardayım’ dedi” dedi.

O anlarda Ebu el-Abd’in kendisine veda ettiğini düşündüğünü belirtti, “Sözleri ve hareketleri hep vedalaşma gibiydi;  beni havaalanına kadar götürdü ve ‘Güle güle, kardeşim, beni affet’ dedi.”

Ebu el-Abd’i, “Kadınların babası” olarak tanımlıyor, “Kız kardeşlerine, onların kızlarına, kendi kızlarına ve ailedeki kızlara özel ilgi gösterirdi, kendimi ikinci kez yetim gibi hissettim.”

Ağabeyini zahid biri olarak tanımlıyor, “Onu saraylarda yaşamakla suçladılar, bana ‘Yemin ederim kardeşim, param yok, Allah’tan gelenleri insanlara veriyorum ve ihtiyaç sahiplerine dağıtıyorum’ derdi.”

Ebu el-Abd’in zindanlar, takipler ve sürgünler arasında gidip geldiğini belirtti, “Ne biz kız kardeşleri ne kızları ve ne de eşi, onun varlığına doğru dürüst sevinemedik.” dedi.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

02/08/2024  OF

شقيقة هنية في آخر لقاء قال لي؛ أنا طولت كثيير

 كشفت أم رائد شقيقة الشهيد القائد الكبير إسماعيل هنية رئيس المكتب السياسي لحركة حماس، عن كواليس اللقاءات الأخيرة التي جمعتها مع شقيقها، قائلة “آخر اتصال قال لي طولت كتير يختي.”

وأضافت أم رائد لـ”الرسالة نت،” “اتصل بي قبل أسبوع اتصال هاتفي صوت وصورة، وقال لي: نيّالنا صار  عنّا شهداء يستقبلونا في الجنة.”

وتتحدث أم رائد وهي تبكي “قلت له صحيح أنهم في الجنة؛ لكن فراقهم صعب، فأجابني لكن هذه طريقتنا واخترناها يختي”.

ثم قال لها : في أي يوم ممكن يجي خبر استشهادي، بدك تصبري وتعرفي أنه هاد الطريق اخترناه.”

وتابعت أم رائد أن القائد هنية الذي جاء لوالديه بعد ثماني بنات، اختار الشهادة منذ كان عمره ١٥ عاما.

وأشارت لآخر لقاء وجاهي جمعها به في تركيا، “قال لي: يختي صار عمري ستين سنة، والله طولنا.”

هل ياترى أن أبا العبد كان يودعها في تلك اللحظات، “كل كلامه وسكناته كانت وداعا، ثم أوصلني إلى المطار وقال لي  مع السلامة يختي سامحيني.”

وتصف أبا العبد بأنه “أبو الولايا” لأنه كان يهتم بشكل خاص بزيارة اخواته، وبناتهم، وبناته، وبنات العائلة، شعرت بأني يتيمة للمرة الثانية.”

كما تصف شقيقها بأنه كان زاهدا، “اتهموه بالقصور، كان يقول لي: والله يختي ما معي مصاري، ما يأتي من عند الله يذهب للناس وأوزعه على المحتاجين.”

وأكدت أن أبا العبد تنقل بين الزنازين والمطاردة والإبعاد، “والله ما فرحنا عليه ولا  خواته ولا بناته ولا زوجته.

رحم الله الشهيد.

اللهم أجرنا في مصيبتنا واخلف لنا بخير منها.

Terörist İsrail İran’ı Kullanıyor mu?

(İran’ın), Şiilerin (İsrail)  Yahudiler ile (Gazze için) savaşmalarını bekleyenlere sesleniyorum:

Yahudiler ile Şiiler arasında ceryan ettiğini bildiğiniz tek bir savaş söyleyebilir misiniz?

Tarih diyor ki, böyle bir savaş hiç olmamıştır.

Müslümanlar hiçbir zaman Şiiler güçlü iken galip gelememiş ve Şiiler güçsüz olduğunda ise yenilmemiştir.

İslam devleti, ancak Şiiler ve Yahudiler birleşip işbirliği yaptığında, zayıflamış ve halifelik yıkılıp düşmüştür.

İran’da dünyanın en büyük Yahudi cemaati yaşarken, İran ile İsrail arasında böyle bir düşmanlık veya savaş olabilir mi?

İsrail’in İran’daki yatırımları yılda 30 milyar dolara ulaşıyor.

Sadece Tahran’da 200 Yahudi Sinagogu varken Sünni Müslümanlara ait tek bir cami bile yoktur. Aksine, camileri yıktılar ve Sünnilerin bu camilerde namaz kılmasını yasakladılar. Ancak Yahudilerin her türlü dini ibadetlerini yapmalarına izin verdiler.

İran’da enerji alanında yatırım yapan onlarca İsrail şirketi vardır.

İsrail’in, İran’la Irak arasında ceryan eden savaş esnasında, İran’a verdiği silahların değeri 3 milyar doları aşıyor.

İran İslami Danışma Meclisi’nde Yahudi cemaatini temsil eden Yahudi milletvekilleri var.

Peki İran ile İsrail arasında sürtüşme ve çatışmadan bahsedenler neye dayanarak bunu söylüyorlar?

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

31.07.2024  OF

 الشيعة واليهود

‏إلى من ينتظرونهم يتقاتلون

اذكروا لي معركة واحدة دارت بين اليهود وبين أشقائهم الشيعة؟

التاريخ يقول إنه لم

تدر بينهم معركة واحدة

فلم ينتصر المسلمون وتسود دولة الإسلام إلا حينما كان الشيعة ضعافا.

 ولم ينهزم المسلمون أمام أعدائهم إلا حين كان الشيعة أقوياء.

ولم تتناقص رقعة الدولة وتسقط الخلافة إلا بتحالف الشيعة مع اليهود.

‏أخبروني كيف تكون هذه العداوة بينُهما؟ وفي إيران أكبر جالية يهودية في العالم.

الاستثمارات الإسرائيلية في إيران بلغت 30 مليار في السنة.

بلغ عدد المعابد اليهودية داخل طهران فقط 200 معبد يهودي، ولا يوجد مسجد واحد لأهل السنة في طهران بل قاموا بتهديمها ومنعوا الصلوات فيها واليهود مسموح لهم أن يمارسوا كل طقوسهم الدينية.

في إيران عشرات الشركات الإسرائيلية تستثمر في مجال الطاقة.

 بلغت قيمة التسليح الذي قدمته إسرائيل لإيران في حربها مع العراق أكثر من 3 مليار .

وجود نواب يهود في مجلس الشورى الإسلامي يمثلون الجالية اليهودية في إيران.

فعن أي صراع بينهما تتكلمون؟

Terörist İsrail’in Gazze Soykırım ve Katliamında Son Durum:

Siyonist Terör Örgütü  İsrail’in Gazze Saldırıları Sonucu, 300. Günde, 31 Temmuz 2024  Tarihine Kadar Gazze Hükümeti Resmi Bilgilendirme Ofisinin İstatistiklerine Göre Harp Sonucu:

◻️ 300 Günlük Toplu İmha ve Katliam Harbi

◻️ (3.457) Toplu Katliam,

◻️ (49.480) Toplam Şehid ve Kayıp sayısı.

◻️ (10.000) Kayıp Sayısı

◻️ (39.480) Hastahaneye ulaşıp orada Şehid olanlar.

◻️ (16.314) Çocuk Şehidlerin Sayısı

◻️ (35) Açlıktan Ölen Çocuk Şehid Sayısı

◻️ (10.980) Kadın Şehidelerin Sayısı

◻️ (885) Kişi Sağlık Ekiplerinden Şehid olanların sayısı

◻️ (79) kişi İtfaiye ekiplerinden şehid olanların sayısı.

◻️ (165) kişi şehid gazeteci sayısı

◻️ (7) Hastahanelerin içinde Siyonistler tarafından yapılan Toplu Katliamların sayısı

◻️ (520) Hastahanelerin içinde Siyonistler tarafından yapılan Toplu Katliamlarda Şehid olanlar

◻️ (91.128) kişi yaralananların toplam sayısı

Kayıp ve yaralıların % 69 u çocuk ve Kadın.

◻️ (168) Siyonistlerin hedef alıp saldırdığı Barınma merkezi sayısı

◻️ (17.000) Annesiz babasız veya ikisinden birini kaybetmiş çocuk sayısı,

◻️ (3.500) Gıda yetersizliği ve beslenme bozukluğu sebebi ile ölümle karşı karşıya olan çocuk sayısı

◻️ (12.000) Hayati tehlikesi olup Gazze dışında tedavi görmeye muhtaç hasta sayısı,

◻️ (10.000) Ölüm tehlikesi ile karşı karşıya olan kanser hastalarının sayısı,

◻️ (3.000) Muhtelif hastalıklar sebebi ile Gazze dışına çıkıp tedavi görmesi gereken hasta sayısı,

◻️ (1.737.524) Göç nedeni ile bulaşıcı hastalığa yakalananların sayısı,

◻️ (71.338) Zorunlu göç sebebiyle oluşan HCV enfeksiyonlu hasta sayısı,

◻️ (60.000) Sağlıklı şartlar olmadığı için tehlikede olan hamile kadın sayısı,

◻️ (350.000) İlaç bulunmayışı sebebi ile tehlikede olan müzmin hastaların sayısı,

◻️ (5.000) Soykırım ve Katliam sebebi ile Gazze’den ayrılanlar,

◻️ (310) kişi sağlık personeli tutuklusu

◻️ (36) Tutuklu gazeteci sayısı,

◻️ (02) milyon kişi yerlerinden ayrılıp göç etmek zorunda kalanlar.

◻️ (198) Hükümet binasını tahrip edip yıktı.

◻️ (117) Okul ve Üniversiteyi tamamen yıktı.

◻️ (332) Okul ve Üniversite kısmen tahrip etti.

◻️ (107) İdam edilen Alim, Akademisyen ve Araştırmacı sayısı,

◻️ (610) Mescidi tamamen tahrip edip yıktı.

◻️ (211) Mescid kısmen tahrip edildi.

◻️ (3) Kilise tahrip edilerek yıkıldı

◻️ (150.000) Ev tamamen yıkıp yok edildi.

◻️ (80.000) Ev Oturulamayacak şekilde tahrip edildi;

◻️ (200.000) Ev kısmen tahrip edildi.

◻️ (82.000) Ton Bomba ve patlayıcı Gazze üzerine atıldı;

◻️ (34) Hastahane tahrip edilerek devre dışı bırakıldı.

◻️ (68) Sağlık ocağı tahrip edilip devre dışı bırakıldı.

◻️ (162) Sağlık Merkezi kısmen tahrip edildi.

◻️ (131) Ambülansı tamamen  imha ederek devre dışı bıraktı.

◻️ (206) Tahrip edilen Tarih ve Kültür Eseri Sayısı,

◻️ (3.030) km uzunluğunda elektrik şebekesi tahrip edildi;

◻️ (34) Tesis, Stadyum ve oyun salonu tahrip edildi;

◻️ (700) Su kuyusu bombalanıp devre dışı bırakıldı;

◻️ (33 Milyar Dolar) Soykırım ve katliamın doğrudan öncelikli kayıpların yol açtığı maddi zarar miktarı.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

01.08.2024  OF

⭕ المكتب الإعلامي الحكومي بغزة:  تحديث لأهم إحصائيات حرب الإبادة الجماعية التي يشنها الاحتلال “الإسرائيلي” على قطاع غزة لليوم (300):

◻️ (300) يوماً على حرب الإبادة الجماعية.

◻️ (3,457) مجزرة ارتكبها جيش الاحتلال.  

◻️ (49,480) شهيداً ومفقوداً.

◻️ (10,000) مفقودٍ.

◻️ (39,480) شهداء ممن وصلوا إلى المستشفيات.

◻️ (16,314) شهيداً من الأطفال.  

◻️ (35) استشهدوا نتيجة المجاعة.

◻️ (10,980) شهيدة من النساء.

◻️ (885) شهيداً من الطواقم الطبية.

◻️ (79) شهيداً من الدفاع المدني.

◻️ (165) شهيداً من الصحفيين.

◻️ (7) مقابر جماعية أقامها الاحتلال داخل المستشفيات.

◻️ (520) شهيداً تم انتشالهم من 7 مقابر جماعية داخل المستشفيات.

◻️ (91,128) جريحاً ومُصاباً.

◻️ (69%) من الضَّحايا هم من الأطفال والنساء.

◻️ (168) مركزاً للإيواء استهدفها الاحتلال “الإسرائيلي”.

◻️ (17,000) طفل يعيشون بدون والديهم أو بدون أحدهما.

◻️ (3,500) طفل معرّضون للموت بسبب سوء التغذية ونقص الغذاء.

◻️ (12,000) جريح بحاجة للسفر للعلاج في الخارج.

◻️ (10,000) مريض سرطان يواجهون الموت وبحاجة للعلاج.

◻️ (3,000) مريض بأمراض مختلفة يحتاجون للعلاج في الخارج.

◻️ (1,737,524) مصاباً بأمراض معدية نتيجة النزوح.

◻️ (71,338) حالة عدوى التهابات كبد وبائي بسبب النزوح.

◻️ (60,000) سيدة حامل تقريبا مُعرَّضة للخطر لانعدام الرعاية الصحية.

◻️ (350,000) مريض مزمن في خطر بسبب منع إدخال الأدوية.

◻️ (5,000) معتقل من قطاع غزة خلال حرب الإبادة الجماعية.

◻️ (310) حالات اعتقال من الكوادر الصحية.

◻️ (36) حالة اعتقال صحفيين ممن عُرفت أسماؤهم.

◻️ (2) مليون نازح في قطاع غزة.

◻️ (198) مقراً حكومياً دمرها الاحتلال.

◻️ (117) مدرسة وجامعة دمرها الاحتلال بشكل كلي.

◻️ (332) مدرسة وجامعة دمرها الاحتلال بشكل جزئي.

◻️ (107) علماء وأساتذة جامعات وباحثين أعدمهم الاحتلال.

◻️ (610) مساجد دمرها الاحتلال بشكل كلي.

◻️ (211) مسجدٍ دمرها الاحتلال بشكل جزئي.

◻️ (3) كنائس استهدفها ودمرها الاحتلال.

◻️ (150,000) وحدة سكنية دمرها الاحتلال كلياً.

◻️ (80,000) وحدة سكنية دمرها الاحتلال غير صالحة للسكن.

◻️ (200,000) وحدة سكنية دمرها الاحتلال جزئياً.

◻️ (82,000) طن متفجرات ألقاها الاحتلال على قطاع غزة.

◻️ (34) مستشفى أخرجها الاحتلال عن الخدمة.

◻️ (68) مركزاً صحياً أخرجه الاحتلال عن الخدمة.

◻️ (162) مؤسسة صحية استهدفها الاحتلال.

◻️ (131) سيارة إسعاف استهدفها الاحتلال.

◻️ (206) مواقع أثرية وتراثية دمرها الاحتلال.

◻️ (3,030) كيلو متر أطوال شبكات الكهرباء دمرها الاحتلال.

◻️ (34) منشأة وملعباً وصالة رياضية دمرها الاحتلال.

◻️ (700) بئر مياه دمرها الاحتلال وأخرجها عن الخدمة.

◻️ (33) مليار دولار الخسائر الأولية المباشرة لحرب الإبادة الجماعية.

Bir Arkadaşının İsmail Haniye’ye Sevgi ve Hüzün Dolu Vedası

İSMAAİN

Abdülhadi Raci al Mecali

… Ne yazacağımı bilemiyorum, ama biz her zaman şehitlerimizle gurur duyarız… Yas tutmaz veya üzüntüye kapılmaz, boyun eğmeyiz. Hele ki şehitlerimiz, lider seviyesinde ve (İsmaain) hacminde olursa… (İsmail) demek istemiyorum, çocukluğumuzda ismi nasıl telaffuz ettiysek öyle hitap edeceğim: (İsmaain) ..

Haberlerde okudum ki, (İsmaain), naaşını Tahran’dan defin için Cuma günü öğlende Doha’ya getireceklermiş. Sen Gazze’de deniz kenarında yaşama fırsatı buldun .. şimdi denizin yakınında gömülmek için bir fırsat daha oldu .. Gazze cenazene katılacak .. Şehitler, çocuklar ve yıkılmış evler, tüm gücü ve vakarı ile cenazeye katılacaklar. Son dinlenme yerine ulaşmadan önce başını biraz sağa çevir, çünkü toprağının her zerresine vefa gösterdiğin Gazze seni, senin onu sevdiğin kadar sevdi.

Bu münasebetle, Doha ve Amman, Şam, Bağdat, Kahire, Beyrut, Hartum ve Sana’daki insanlara zayıflığın, ezikliğin yenilgi anlamına geldiğini gösterme fırsatıdır. Sakın zayıf ve ezik olmayın .. Filistin’in şu anda zayıflığa, ezikliğe, moral sarsıntısına ihtiyacı ve tahammülü yok; hepimizin zafer gülümsemesi sergilemesi gerekiyor .. çünkü şehadet, inanan insanlar için zafer, (haramzadeler) için mağlubiyettir ..

Şimdi sen büyük kapılarından geçip tarihe yürüdün .. Güneşin altında tek başına, kimsenin gölgesine girmeden, yürüyerek gittin; içeri girdin .. Zamanı gelip tarih yazıldığında, senin hakkında, mütevazi bir lider olduğunu, eli boş olarak bu dünyadan ayrıldığını, ailenin yarısının şehit olduğunu .. Bu dünyadan sadece Gazze’de yıkılmış bir evle çıktığını, Avrupa başkentlerine hiç dinlenmek için gitmediğini, gittiğin başkentlerde ise sürgün gibi kontrol ve takip edilerek yaşadığını .. Hayatını ya mücadele ederek, ya secde ederek, ya da savaşarak geçirdin .. Bu nasıl bir hayat tercihi .. Sözlerimin yanlış anlaşılmasından korkmasaydım, senin bizim zamanımızdan farklı bir zamandan gelme olduğunu söylerdim .. Sen bize (Ebu Zer el-Gıfari) zamanından kaldın .. Onun elinde zühdü öğrendin; kılıcın, vatanın, gururun ve onurun sözünü de ondan öğrendin.

Onunla burada Amman’da buluşmuştum ve Doha’dan bana selam göndermişti ..

Rahat uyu ey Filistin’in aziz evladı, Arap toprağının kucağında yattığını hatırla .. Tarih mezarının yanından geçecek ve mezarın toprağıyla harflerini süsleyecek, Gazze’de yıkılan her eve, yeniden inşa edilirken, senin resmini asacaklarını hatırla, bütün şehitlerin sana Fatiha okuyacaklarını unutma,  semaya çıktığında oradakiler seni omuzlarında taşıyacaklar .. Belki de Şucaiye’den bir çocuk, okullarına yaptığın ziyareti ve onu kucağına alıp alnına Filistin’in incirinden daha tatlı bir sevgi öpücüğü kondurduğun anı hatırlayacak .. Sana öpücüğü geri verecek ve seni kucaklayacak .. Semaya çıktığında, bedenin yükselirken, geride gül, kehribar ve misk kokusu bırakacak, tüm kuşlar ve bulutlar teberrük için yükseliş yolunu takip edecekler ..

Bu sabah ağladım (İsmaain), elini tuttuğumu hatırladım .. Avucunun sıcaklığını ve Amman’da paylaştığımız öpücükleri hatırladım .. Bu sabah, resmin ve gülüşün kalbime geri döndü…

Şükürler olsun (İsmaain), şükürler olsun .. Doha’da mezarını ziyaret etme fırsatım olursa .. Mezarına çiçek koymayacağım, barutu tanıyan sen, çiçeği tanımazsın .. Bunun yerine mezarının yanına biraz Filistin yağı dökeceğim .. Ve şüphesiz, şehit bedenini kucaklayan toprağa değerse o yağ bizi aydınlatacaktır .. Allah rahmet eylesin.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

02/08/2024  OF

Yazar Abdülhadi Raci al Mecali İçin

https://islamsyria.com/ar/المقالات/الكتاب/عبد-الهادي-راجي-المجالي-إجبد

عبدالهادي راجي المجالي اجبد

                           اسماعين

…. لا أعرف ماذا سأكتب, لكننا اعتدنا دوما أن نفرح بالشهداء .. لا أن نلطم أو نحزن أو نستكين, ما بالكم إذا كان الشهداء من مستوى القادة وبحجم (اسماعين) … لأ أريد أن أقول: (اسماعيل) .. بل سأناديه كما كنا نلفظ الاسم في طفولتنا (اسماعين) …

قرأت في الأخبار يا (اسماعين) أنهم سيحضرون جسدك من طهران كي تدفن في الدوحة ظهر الجمعة, أنت عشت بجانب البحر في غزة وهذه فرصة .. أن تدفن قريبا من البحر أيضا, هذه فرصة  أن تحضر غزة جنازتك .. حتما ستأتي بالشهداء والأطفال والبيوت المهدمة سـتأتي كي تشارك في التشييع بكل جبروتها وعزتها, فلا تتردد بأن تدير الرأس قليلا باتجاه اليمين قبل أن تسجي في مستقرك الأخير, هي تحتاج أن تطبع قبلة على خدك فقد أحبتك بمثل ما أحببتها وكنت وفيا لكل ذرة تراب فيها.

وهذه مناسبة لكي تعرف الناس في الدوحة وعمان .. في دمشق وبغداد والقاهرة في بيروت والخرطوم وصنعاء .. أن كل دمعة ضعف تعني الهزيمة, إياكم والضعف .. فلسطين لا تحتاج في هذه اللحظة للضعف والمعنويات المهزوزة, تحتاج منا جميعا أن نطلق ابتسامة المنتصر .. لأن الشهادة هي بحد ذاتها انتصار للمؤمن وهزيمة (لأولاد الحرام) …

لقد دخلت التاريخ الان, من بواباته الكبرى .. دخلته وأنت تمشي تحت الشمس مباشرة, ولم تكن سائرا في ظل أحد أبدا, وحدك تحت الشمس … وسيأتي الزمن الذي يكتب التاريخ فيه عنك, أنك القائد الزاهد, فقد خرجت من هذه الدنيا بكفك الفارغة وبعائلة استشهد نصفها .. خرجت من الدنيا لا تملك غير بيت مهدم في غ زة .. لم تصل في حياتك عاصمة أوروبية كي تستجم فيها, منفيا في العواصم مطاردا .. وأمضيت العمر إما مجاهدا وإما راكعا, وإما مقاتلا .. أي حياة تلك التي اخترتها .. لولا خوفي أن يفسر كلامي في غير محله, لقلت أنك من زمن غير زمننا .. أنت من زمن (ابو ذرالغفاري) .. تعلمت الزهد على يديه, وأتقنت حديث السيف وحديث الوطن وحديث الكبرياء والعز.

التقيته هنا في عمان, وكان يرسل لي بسلامه من الدوحة …

نم قرير العين يا ابن فلسطين,  وأنت تسجى في حضن تراب عربي تذكر .. أن التاريخ سيعبر من عند قبرك, وسيعطر حروفه بتراب القبر, تذكر أن كل بيت هدم في غ زة وحين يعاد البناء سيعلقون في صدره صورتك, تذكر أن كل الشهداء سيقرأون عليك الفاتحة, وحين تصعد إليهم سيحملونك على أكفهم .. وربما سيذكرك طفل من الشجاعية بزيارة قمت بها لمدرسته, وحملته على صدرك وطبعت على جبينه قبلة من الحب أشهى من تين فل سطين .. سيرد لك القبلة ويحتضنك .. تذكر أنك حين تصعد لعليين سيترك جسدك في مسار الصعود .. رائحة الورد والعنبر والمسك, وستأتي كل الطيور وكل الغيوم .. كي تتبرك بمسار الصعود ..

لقد بكيت يا (اسماعين) هذا الصباح, تذكرت كيف احتضنت كف يدك .. يدي, تذكرت حرارة الكف والقبل التي تبادلناها في عمان هنا .. هذا الصباح عادت صورتك وابتسامتك لقلبي ..

الحمد لله يا (اسماعين) الحمد لله .. وإذا قدر لي أن أزور قبرك في الدوحة .. لن أضع عليه وردا, من مثلك يعرف البارود ولا يعرف الورد .. بل سأقوم بسكب القليل من زيت فلسطين إلى جوار رأسك .. وحتما سيضيء الزيت إن مس ترابا يحتضن جسد شهيد .. رحمك الله.

https://islamsyria.com/ar/المقالات/الكتاب/عبد-الهادي-راجي-المجالي-إجبد

İster İnan İster İnanma Ama Bunların Hepsi Oldu

Kırk yıl önce, Arapların Siyonist işgalci orduya karşı yenilgileri zihninlerimizde yer etmişken, bir gün birinin sana, tekerlekli sandalyeye bağımlı yaşlı bir adamın, bu işgale karşı duracak bir hareket başlatacağını söyleseydi, inanır mıydın? Ancak inan bu oldu.

Bu yaşlı adamın, tekerlekli sandalyesiyle, bu gezegenin gözbebeği(!) olan bir devletin temellerini sarsacak kadar tehlikeli olacağını, sabah namazından çıkarken onu bekleyen Apache helikopterlerinin olduğunu, çünkü sandalyesinin tekerleklerinin tanklarının paletlerinden daha güçlü görüldüğünü söyleselerdi, inanır mıydın? Ancak inan bu da oldu.

Her şeyin bir taş, bir bıçak ve bir molotof kokteyli ile, ve şarjöründeki mermileri sadece elinle desteklediğinde duran tek bir tabanca ile başladığını söyleselerdi, inanır mıydın? İnan; bu da oldu.

Tabiat kanunlarına ve eşyanın tabiatına aykırı hareket eden, bir dağın zirvesine doğru giden bir su yolu gibi tuhaf olan bu insanların, bir taş, bıçak ve molotof kokteyli ile başladıkları işten, kendi ilk roketlerini yapmaya karar vereceklerini söyleselerdi, inanır mıydın? Ancak inan bu da oldu.

Ve sana, Virginia Teknoloji Üniversitesi’nde ders veren bir adamın, bu ilkel rokete bakıp, “Burada ne yapıyorum, onlar beni orada bekliyor, denklemi ben değiştireceğim!” dediğini, ülkesine geri dönüp gücünü ve her imkanını zerresine kadar kullanıp roket sistemlerini geliştirmek için harcadığını, şehitlik onurunu kazanmadan önce bile, gönlündeki en değerli roket olan Ayyaş 250’yi görmeyi başardığını söyleselerdi, inanır mıydın? Rakamı yanlış okumadın, bu adam kuşatma altında yaşadığı şehirden 250 km uzaktaki bir havaalanını vurdu. Tüm bunları sana birisi söylenmiş olsaydı inanır mıydın? Ancak şüphen olmasın, bunların hepsi oldu.

O birkaç yıl zarfında, sadece birkaç yıl içinde, kuşatma ve esaret altında iken, bu taş ve bıçakla başlayanların, bir orduya, alaylara, tugaylara, seçkin birliklere, muhafız birliğine, roket birimine, gölge birimine, istihbarat birimine, insan kurbağalara, mühendislik silahına, İHA birimine ve sinyal birimine dönüşeceğini söyleselerdi, inanır mıydın? Ancak bu da oldu; o halde inan!

Ve bir gün, dünyanın habersiz ve gaflette olduğu bir anda, aynı bu  insanların, taş ve bıçakla başladıktan sonra, siyonist işgal ordusunun Gazze Tugayı’nı kırk dakika içinde tamamen yok ettiklerini, askerlerin kafalarını çiğneyerek, öldürüp esir aldıklarını ve ağır kayıplar verdirdiklerini söyleselerdi, inanır mıydın? Ancak bu da oldu; o halde inan!

Bir yıl önce, kuşatma ve esaret altındaki birkaç adamın bir uçak yapacağını ve bölgedeki en güçlü orduya saldıracağını söyleselerdi, inanır mıydın?

Bir yıl önce, tamir atölyelerinde yaptıkları uçağın gerçekten uçacağını, uydular tarafından tespit edilemeyeceğini ve radarları atlatacağını söyleselerdi, inanır mıydın?

Ancak şimdi onların bir mucizeyi başardığını da biliyorsun!

Ve şimdi sana bu grubun azminin asla kırılmayacağını ve çok geçmeden onları Mescid-i Aksa’nın avlularında göreceğini söyleseler, belki de inanmazsın. Ancak gökleri ve yeri yaratan Allah adına yemin olsun ki bu da olacak, o halde buna da inanmalısın!

Edhem Şarkavi / Arap Bloğu

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

31.07.2024  OF

‏ولكنَّه قد كانَ، فَصَدِّقْ!

لو قيل لكَ قبلَ أربعين عاماً من الآن، وأنتَ المطبوع في ذهنك صورة عن الهزائم العربية أمام جيش الاحتلال، أنَّ شيخاً قعيداً على كرسيٍّ مدولبٍ، بصدد أن يُنشىءَ حركةً لتقفَ بوجه هذا الاحتلال، أكنتَ تُصدِّق ؟! ولكنَّه قد كان، فصدِّق!

لو قيلَ لكَ أنَّ هذا الشيخ، وهو على كرسيّه هذا، سيهزُّ أركان دولةٍ هي الابنة المدللة لهذا الكوكب، وأنّه سيكون من الخطورة بمكانٍ أن تنتظره طائرات الأباتشي عند عتبة المسجد وهو خارجٌ من صلاة الفجر، لأنّها رأتْ أن دواليب كرسيّه أقوى من جنازير دباباتها، أكنتَ تُصدِّقْ، ولكنَّه قد كان فصدِّقْ!

لو قيلَ لكَ أنَّ الأمرَ قد بدأَ بحجرٍ وسكّين وزجاجة حارقة، ومُسدَّسٍ وحيد لا يثبتُ مشط رصاصه فيه إلا إذا أسندته بكفِّ يدكَ، أكنتَ تُصدِّق؟! ولكنَّه قد كان فصدِّقْ!

لو قيل لكَ أنَّ هؤلاء الذي يسيرون بعكسِ نظامِ الكونِ، وسُننِ الأشياءِ، الغريبون كجدولِ ماءٍ يتسلَّقُ جبلاً بدل أن ينحدرَ منه، وأنت الذي تعرفُ أنَّ الجداولَ لا يمكنها أن تتسلّقَ الجبالَ، قد قرروا أن ينتقلوا من الحجرِ والسّكينِ والزجاجةِ الحارقةِ إلى صنعِ صاروخهم البدائيّ الأول أكنتَ تُصدِّق؟! ولكنّه قد كان، فصدِّقْ!

وإنَّه لو قيل لكَ إنَّ رجلاً كان يُدرّسُ في جامعة فرجينيا للتّقنيّة، قد نظرَ إلى ذاك الصاروخ البدائي في مدينته، فقال في نفسّه: ماذا أفعلُ هنا وهم يحتاجونني هناك، سأقلِبُ المعادلة!

عادَ وأعملَ جمجمته، وصبَّ كل ذرّةٍ من كيانه وهو يُطوّرُ منظومةَ صواريخِ المقاومة، فلم ينلْ وسامَ الشّهادةِ إلا وكان قد رأى صاروخه الأثيرَ على قلبه، عيّاش ٢٥٠! لم تقرأ رقماً خاطئاً، هذا الرجل قصف مطاراً على بعد ٢٥٠ كلم من مدينته المحاصرّة، أكنتَ تُصدّقُ لو قيل لك كل هذا؟! ولكنّه قد كان فصدِّقْ!

لو قيل لكَ إنّ أولئكَ الثُّلّة القِلَّة الذين بدأوا الأمرَ بالحجر والسّكين والزجاجة الحارقة، قد صاروا في بِضعَ سنين، بضعَ سنين فقط، وهم تحت الحصار جيشاً جرَّاراً، ألويةٌ وفِرقٌ وكتائب، نُخبة وكتيبة حُفّاظٍ، وحدة صواريخ ووحدة ظلٍّ واستخبارات، ضفادع بشريّة وسلاح هندسة، كتيبة مسيّراتٍ وسلاح إشارة، أكنتَ تُصدِّقْ، ولكنّه قد كان فصدّق!

لو قيل لكَ إنه وفي يوم وعلى غفلةٍ من العالم كلّه، هؤلاء أنفسهم الذين بدأوا الأمر بالحجر والسّكين والزجاجة الحارقة قد أبادوا فرقة غزَّة في جيش الاحتلال عن بكرة أبيها في أربعين دقيقة، داسوا رؤوس الجنود بأحذيتهم، قتلوا وأسروا وأثخنوا، أكنتَ تُصدِّق، ولكنّه قد كان فصدِّقْ!

لو قيل لكَ قبل عامٍ أن بضعة رجالٍ محاصرين سيصنعون طائرة وينقضُّوا على أقوى جيشٍ في المنطقة، هل كنتَ تُصدِّق؟

لو قيل لكَ قبل عامٍ أن الطائرة التي صنعوها في ورش الحدادة ستُحلّق فعلاً، لن ترصدها الأقمار الصّناعية، وستُفلتُ من الرادارات،

 أكنتَ تُصدّق؟

ولكنك الآن تعلم أنهم صنعوا معجزة!

ولو قيلَ لكَ الآن أنّ هذه العصابة لن تُكسرَ أبداً، وأنه لن يطول الوقت حتى تراهم في باحات المسجد الأقصى، فلربما لن تُصدِّق، ولكن والذي خلقَ السماوات والأرض أنَّ هذا سيكون، فصدِّقْ!

أدهم شرقاوي / مدونة العرب

Kalıcı Olan Behlül’ün Kabri ve Geçici Olan Reşid’in Sarayı

Ebu Vehb Behlül bin Amr es-Seyrafi el-Kufi” (Behlül olarak bilinir), Abbasi halifesi “Harun Reşid” zamanında yaşayan bir meczuptu.

Bir gün “Harun Reşid” onun mezarlıkta oturduğunu görerek yanına gelir ve ona çıkışarak, “Ey Behlül, ey deli, ne zaman akıllanacaksın?” der.

Behlül koşarak bir ağaca tırmanır ve en yüksek sesle “Harun Reşid”’e seslenir: “Ey Harun, ey deli, ne zaman akıllanacaksın?”

Harun” atının üzerinde ağacın altına gelir ve ona: “Ben mi deliyim, yoksa mezarlıkta oturan sen mi?” der.

Behlül” ona: “Ben akıllıyım,” der.

Harun”: “Nasıl yani?” der.

Behlül”: “Çünkü ben bunun geçici olduğunu (Harun’un sarayını işaret eder) ve bunun kalıcı olduğunu (mezarına işaret eder) biliyorum. Bu nedenle önce burayı imar ettim. Ama sen, sarayını imar ettin ve mezarını ihmal ettin, buradan (saraya işaret eder) oraya (mezara işaret eder) geçmekten korkuyorsun, çünkü sonunun bu olacağını biliyorsun. Şimdi söyle bana, hangimiz deli? der.

Harun Reşid”’in kalbi titrer ve sakalını ıslatana kadar ağlar ve: “Vallahi doğru söylüyorsun,” der. Sonra: “Bana daha fazlasını söyle Behlül,” der.

Behlül”: “Sana Allah’ın kitabı yeter, ona bağlı kal,” der.

Harun”: “Benden bir isteğin, arzun var mı?” der.

Behlül”: “Evet, üç isteğim var. Eğer onları yerine getirirsen sana teşekkür ederim,” der.

Harun”: “İste,” der.

Behlül”: “Ömrümü uzat,” der.

Harun”: “Buna benim gücüm yetmez,” der.

Behlül”: “Beni Azrail’den koru,” der.

Harun”: “Buna da benim gücüm yetmez,” der.

Behlül”: “Beni cennete sok ve cehennemden uzaklaştır,” der.

Harun”: “Buna hiç gücüm yetmez,” der.

Behlül”: “O zaman bil ki, sen bir kölesin, kral değilsin. Sana ihtiyacım yok,” der.

Kaynak:

Kitab-ı Ukala-i Mecnun – Nisabûri

المصدر: كتاب عقلاء المجانين لإبن حبيب النيسابوري

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

30.07.2024  OF

قبر بهلول الدائم .. وقصر الرشيد الزائل

 كان “أبو وهب بهلول بن عمرو الصيرفي الكوفي” المشهور باسم (بهلول) رجلا مجنونا في عهد الخليفة العباسي “هارون الرشيد.”

وفي يوم من الأيام مر عليه “هارون الرشيد” وهو جالس على إحدى المقابر، فقال له “هارون” معنفا: يا بهلول يا مجنون، متى تعقل؟!  

فركض “بهلولوصعد إلى أعلى شجرة، ثم نادى على “هارون” بأعلى صوته: ياهارون يا مجنون، متى تعقل؟

فأتى “هارون” تحت الشجرة وهو على صهوة حصانه، وقال له: أنا المجنون أم أنت الذي يجلس على المقابر؟

فقال له “بهلول“: بل أنا عاقل.

 قال “هارون“: وكيف ذلك؟

قال “بهلول“: لأني عرفت أن هذا زائل (وأشار إلى قصر هارون)، وأن هذا باقِ (وأشار إلى القبر)، فعمرت هذا قبل هذا، وأما أنت فإنك قد عمرت هذا (يقصد قصره)، وخربت هذا (يعنى القبر)، فتكره أن تنتقل من العمران إلى الخراب مع أنك تعلم أنه مصيرك لامحال. .. وأردف قائلا: فقلّ لي  أيّنا المجنون ؟؟

فرجف قلب “هارون الرشيد” وبكى حتى بلل لحيته، وقال: والله إنك لصادق .. ثم قال “هارون“: زدني يا بهلول.

فقال “بهلول“: يكفيك كتاب الله فالزمه.

قال “هارون“: ألك حاجة فأقضيها؟.

قال “بهلول“: نعم ثلاث حاجات، إن قضيتها شكرتك.

قال “هارون“: فاطلب.

فقال “بهلول“: أن تزيد في عمري ..!!

قال “هارون“: لا أقدر.

فقال “بهلول“: أن تحميني من ملك الموت!!  قال “هارون“: لا أقدر.

فقال “بهلول“: أن تدخلني الجنة وتبعدني عن النار ..!!

قال “هارون“: لا أقدر.

قال “بهلول“: فأعلم أنك مملوك ولست ملك، ولاحاجة لي عندك.

المصدر:

كتاب عقلاء المجانين – لإبن حبيب النيسابوري

Eğitime Çözüm

Yazar
 Mehmet MAKSUDOĞLU
11 Aralık 2016

“ Eğitim Dökülüyor ! “ feryatları her taraftan yükseliyor. Eğitim değil, öğretimin bile durumunun pek iyi olmadığı görülüyor. Son 10 yıldaki pek çok sayıda yeni derslikler yapılmış olması, az mevcutlu sınıflar, çok sayıda öğretmen tâyinleri, sınıflarda akıllı tahtaya geçilmesi gibi, gerçekten büyük masraf gerektiren başarılara rağmen, durum, iç açıcı olmaktan uzak.
Lise öğrencisi iken, okuduğum son sınıfta 67 kişi idik (1956) . Günümüzde ise, sınıflarda, ilköğretimde bile 30 öğrenci bulunması, gerçekten büyük bir başarıdır. Okul kitaplarının öğretim yılı başlarken sıralarda hazır bulunması da alkışlanacak bir olaydır. Özetlersek; öğretime, son yıllarda, büyük meblâğlar ayrılmış olması gözden kaçırılmaması gereken bir konudur.
Böyle olduğu hâlde, durum niçin istenildiği gibi değildir?
Cevap çok basît :
Zincirin sağlamlığı, en çürük halkası kadardır. Diğer halkalar ne denli sağlam olursa olsun, bir çürük halka varsa, zincirin oradan kopması kaçınılmaz bir durumdur.
Bütün bu iyileştirmeler yapılmadan önce veya yapılmağa başlandıktan sonra, sevgili yurdumuzda olan, gazetelere geçmiş bir durumu hatırlamak, meselenin özünü kavramağa yardımcı olur kanaatindeyim.
Esnafın durumu, her şeye rağmen, memurunkinden daha iyidir. Karakteristik olay şudur :
Bir bakkal, alışveriş yapmakta olan öğretmen müşterisine der ki :
“hocam, lütfen yardımcı olsanız da, şu oğlum, hiç olmazsa bir öğretmen olsa.”
Söyleyen adamcağızın kabahati yok; durumu -isâbetli olarak- öyle görüyor. Bir bakkal dükkânında işe yaramayacak oğlunu, aylığı olduğu için, öğretmenliğe lâyık görüyor. Oğlu ne öğretir, ne yapar? Onun derdi, oğlunun aylığı olması.
Öğretmen en değerli mevcut olan “insan”ı yetiştiren, çok iyi yetişmiş, değerli birisi olmalıymış… bu konu çoktaaaan unutulmuş veya ihmâl edilmiş.
Ne kadar dikkat çekicidir : Sovyetler Birliğinin çökmesinden sonra yurdumuza diğer Türk illerinden gelen öğrencilere, ana-babalarının mesleği sorulduğunda, bizde çok revaç gören mesleklerden iseler, öğrenci, öylesine, sıradan bir iş yapan ebeveyninin mesleğini söylerdi. Annesi veya babası öğretmen olan ise, iftiharla, başka bir havada söylerdi. Rejim, kendisine eleman hazırlayacak olanları mâddeten ve mânen yüce, üstün tutmuştu.
Bizde ise, çok az sayıda idealist genç bu mesleği seçerken, çoğunu da bahtının rüzgârı o mesleğe sürüklemişti. Bu konuda, saygıdeğer Beşîr Ayvazoğlu’nun, öğretmenler günü sıralarında (24.11.2016) Karar gazetesinde çıkmış olan Ben Öğretmenim ! başlıklı yazısı, durumu çok güzel özetlemektedir.
Evet, eğitimin temel direği öğretmen ÇOK İYİ yetiştirilmelidir ki, öğretim ve eğitim istenildiği gibi olsun. Cevherli ve zeki olanları öğretmenliğe yönlendirmek ilk adımdır. Bunun için de, öğretmenleri hem mâddeten, çok iyi aylık vererek, hem de mânen, toplum içinde saygınlılğını arttırarak yüceltmek, üstün tutmak gerekir.
Eşitlik, mevzuat, falan filân diye ahkâm kesenlere hiç kulak asmadan, bütün öğretmenlere, diğer memurlardan farklı olarak, yarım maaş fazla verilmelidir. Kültürün esası, dil, edebiyat ve tarih bilgisidir. (Laiklik yobazlarına yaygara fırsatı vermemek için, dîn olgusunu ayrı tutuyorum, çünkü ölçü kaybolmuş; bâzılarına bir gerçeği anlatmak, kel birisine tarak satmağa çalışmaktan farksızdır.)
Bunun için de bu üç dersi öğretecek olanlara, diğer öğretmenlerin bir katı fazla aylık verilmelidir. İngilizce, kimya, fizik, matematik öğretecek olanı, dışarıdan da getirtebilirsiniz, ama kültür derslerini, bizim çocuklarımız öğrenip öğretmelidir.
Bir neslin yetişmesi, değişimin gerçekleşmesi için 25 yıl gerektiği kabul edilir. Öğretmenlere ve kültür dersleri öğretmenlerine (yapılabilirse, dîn dersleri öğretmenlerine de) böyle ödeme uygulaması, en az 25 yıl devam etmelidir. En iyi zekâlılardan bir kısmının böylece öğretmen olmasıyla, onların yetiştireceği öğrenciler, artık hangi mesleği seçerlerse seçsinler, Türkiye başka bir Türkiye olur.
Öğretime, eğitime, kısacası, insanı “insan” yapmağa yönelik işlere, ne kadar çok harcama yapılırsa yapılsın, azdır, mahalline masrûfdur. (Günümüz Türkçesiyle : yerinde harcamadır.)
Durum böyledir, işin doğrusu da, öğretime, eğitime, milleti “millet” yapan kültürün gelecek nesillere aktarılmasında en etkili vâsıta olan bu işe en büyük özenin gösterilmesidir de, mutlaka Batı’dan örnek isteyenlere şu iki vâkıayı da hatırlatalım:

• Anlatıldığına göre, Avusturya’da ilkokul öğretmenleri ÇOK YÜKSEK maaş alırlar; işlerini İYİ yapma gayretinde iken, âdetâ çocuklaşırlar, bunda öyle başarılı olurlar ki, şâhitlikleri kabûl edilmez.

• Almanya’da, kendilerinden ÇOK DAHA FAZLA ücret alan öğretmenlerinki gibi ücret almak isteyen doktor, mühendis vb. lere, Merkel’in verdiği cevap:
Size, nasıl olur da sizleri yetiştirenlerinki gibi ücret verebilirim ?

Anlayana sinek sesi saz!

SAHABE’den BİŞR B. AKREBE’nin HİKAYESİ

Sahabe’den Filistinli Bişr’in Hüzün Dolu Hikayesi | Mehmet Görmez Hoca 👇


Mısırlı Ümmü Gülsüm’ün Hüzünlü Nağmeleri İle Aynı Kıssanın Arapça İlahisi👇
https://youtube.com/watch?v=yPaeRYFSDog&si=ZGFkeas70mqW59Y7
الصحابي بشر بن عقربة الفلسطيني👇
https://tarajm.com/people/33599#
👇
http://sahaba.rasoolona.com/Sahaby/7771/تفصيل-ما-ذكر-عنه-في-الكتب-الأربعة/بشر-بن-عقربة-الجهني

Sahabeden Bişr b. Akrebe Kimdir?
https://islamansiklopedisi.org.tr/besir-b-akrebe


Tavsiye Edip Paylaşan: Ahmet Ziya İbrahimoğlu