İslam Kültüründe esas olan şikâyet değil, şükürdür; tenkit değil tashihtir. Bu ifade ile şikâyet veya tenkit yapılamayacağını söylemek istemediğim aşikârdır. Yeni bir tartışma kapısı da açmak niyetinde değilim. Her yerde ve her zaman şunu savunurum: “Asrımız münferit içtihat asrı değil, içtimai içtihat asrıdır.”
Eli kalem tutan, ağızı laf yapan herkesin dilediği gibi konuşup yazdığı, başıboş bir ortamda yaşıyoruz. Merkezi bir otorite denetim ve kontrolü olmadığı gibi kendimiz de bir istişare sistemi oluşturabilmiş değiliz. Herkes münferit takılıyor. Okul okumamış köylü münevver bir komşumuzun ifadesi ile herkes kendine göre küçük bir hükümet oluşturmuş; kimse burnundan kıl aldırmıyor.
Farklı zaviyelerden bakan “İlim ehli” insanlarla bir araya gelmek, ihtilafları müzakere edip birlikte değerlendirerek ortak karar vermek anlayışımız yeteri kadar gelişmedi. Tepki ve tenkitlerimizin çoğu hissi ve ön fikir illeti ile maluldür. Aradığımızı bulmak için okuyor; okuduklarımızı anladığımız gibi kabul ediyor veya anlayışımızı teyit eden bilgileri öne çıkartıyoruz. Taraftar ve takipçimizi çoğaltmak için her konuya balıklama dalıyor; anladığımızı doğru kabul edip farklı zaviyeden bakabilen “ilim ehli” insanlarla istişare etmeden asıp kesiyor; reddiyeler yazıp itham ederek, insanların bize göre olan yanlışlarını açığa çıkartıp topluma mal ederek deşifre edebiliyoruz. Bunları yaparken de zararlı ve ifsat edici düşüncelerden toplumu koruduğumuzu zannediyor; iddia ediyoruz. Hatalı anlama olmuş ise itham ettiklerimiz kendilerini savunsun; itiraz etsin diyoruz. Bazen itibarsızlaştırmayı o kadar abartıyoruz ki muhatabımızın küfre düştüğünü bile ima edebiliyoruz. Bundan dolayı bizim de zaruri olarak yazmak zorunda kaldığımızı söyleyebiliyoruz. Dar bir çevrede söylenmiş bir sözü, hatalı mı değil mi, doğru mu yanlış mı muhatabına sorup teyit etmeden, muhatabın esas kastını öğrenmeden, kendimize göre hatalı kabul edip, binlere, yüz binlere hatta bazen milyonlara aktarıp duyurarak yayabiliyoruz.
Burada kimseye nasihat etmeye kalkmayacağım. Sadece aşağıda işaret edeceğim hususları gündeme alıp düşünmeyi teklif edeceğim.
1- Hz.Ali (ra) şahsını küfürle itham eden ve kendisi ile savaşan Hariciler ’in kâfir olup olmadığını soranlara: “Onlar küfürden kaçan fakat bize isyan eden kardeşlerimizdir.” demiştir.
2- Milli Eğitim Bakanlığının 70 li yıllarda bastırdığı 20 ciltlik İslam Ansiklopedisinin Mutezile maddesinde: “Mutezile mezhebine reddiye yazan ehlisünnet âlimlerinin cenazesine Müslümanların katılmamama sebebi izah edilmektedir.”
O dönemin muteber âlimleri, Mutezile mezhebini tenkit eden ehlisünnet âlimlerini, onların metodunu benimsemek ve düşüncelerini yaymakla itham etmiş ve cenazelerine katılmayı uygun görmemişlerdir. Bu sebeple Reddiyeci ehlisünnet âlimlerinin cenazesi 3-4 kişi ile kılınabilmiştir.
Dikkatinizi çekmek için altını çizmek istiyorum. Cenazesine gidilmeyen âlimler Mutezile mezhebini benimsememiş, bilakis reddiye yazmıştır. Reddiye yazmak bile Mutezili usulü benimseyip yanlış düşünceyi yayma sebebi olarak görülmüştür. İnanmayanlar zikrettiğim maddeyi bulup okusun.
Dar bir çevrede bilinen bir yanlışı, tenkit etme gerekçesi ile bile olsa, geniş kitlelere duyurmak doğru değildir; yanlışın yayılmasına yol açar; vebal sebebi olabilir.
3- Topluma, yanlış ve hatalı görüşlerini aktarmak üzere konuşup yazan ve izah eden kişileri tanıtıp, onlara reddiye yazanların çoğu, topluma karamsarlık telkin ettiğini, umutsuzluk pompaladığını bile fark edemiyor; hizmet ettiğini zannediyor. Böyle yapmakla hem muhatabı ile cebelleşip zıtlaşıyor; hem de kötülük hissi taşıyan, hata ve yanlışa meyyal insanların aklına fitneyi düşürüp harekete geçmesine kapı aralıyor.
Umutsuzluk ve karamsarlık hissi uyandırmadan, toplumu ilim ve bilgi ile besleyip koruyarak yahut fitne sebebi gördüğü yanlışları, kaynağı ile temas kurup müzakere ederek veya tartışarak düzeltmeyi, izale etmeyi denemek daha kolay ve verimli olur kanaatindeyim. Karamsarlık ve Umutsuzluk telkin etmenin hiç bir faydası yoktur.
Karşıtlık üzerinden elde edeceğimiz ciddi bir kazanç olmadığı gibi varacağımız olumlu bir sonuç veya hedef de yoktur. Kendimize çeki düzen vermek, farklı zaviyelerden bakabilen ilim ehli insanlarla bir araya gelmek, birlikte müzakere edip ortak kararları uygulamaya koymaya öncelik vermek zamanıdır. Dünyada dönen entrika ve perde arkası gerçekleri çok iyi bilen, evrensel düşünebilen, ufku açık, planlanmış Siyonist emellere alet olmayacak, muhaliflerin oyununa gelip kullanılmayacak kadar bilinçli, ilim ehli insanlarımızın sayısı çok fazla olmadığını söylemek ve kabul etmek zorundayız. Bu açığımız bir araya gelerek, müşterek hareket etmeyi zorunlu kıldığı gibi, müzakere ederek yanılma payımızı azaltmayı da gerekli kılıyor. Aksi halde hizmet ediyorum zannederek birilerin oyununa gelmekten kurtulmamız çok zor. Yakın geçmişteki tecrübelerimiz bunu bize öğretmiş olması gerekir. Öyle değil mi?
Süleyman Mustafa oğlu Sadullah Çavuş köyümüzün uzun yaşayanlarından biridir. Oğullarından merhum Ahmet Yıldız (ö.1990), Adapazarı/Sapanca’da yaşamış olmasına rağmen şakacılığı ile tanıyanlarının hafızasında yer etmiştir. Rüştü Yıldız amca (ö. 2016) sanatkâr karakteri ve camiye müdavimliği ile, Hacı Hafız Resul amca zor zamanda Kur’an’a hizmeti ve yetiştirdiği talebeleri ile, Yusuf amca esnaflığı ile, Hacı Hafız Hilmi hoca da Kur’an eğitimine vakfettiği hayatı ve yetiştirdiği talebeleri ile tanınır.
Süleyman Mustafa oğlu Sadullah Çavuş’un kardeşi, Resul ve Hilmi hocaların amcası Halim Hilmi hoca ise ailenin pek bilinmeyen, tanınmayan fertlerindendir.
1876 yılında doğduğunu, seferberlik yıllarından (1914-23) önce Samsun-Alaçam’ın köylerinde imamlık yaptığını biliyoruz. 1939 yılında Resul amca Alaçam’da çalışmaya gittiği zaman namaz kıldığı caminin levhasında “Halim Hilmi” ismini görünce şaşırmış, nedenini sormuş ve bu camide amcasının imamlık yaptığını öğrenmiştir. Cemaate kendisinin Halim Hilmi hocanın yeğeni olduğunu söyleyince hoş bir hatıra yaşamış olsalar da o tarihte cemaatten Halim Hilmi hocayı tanıyan kimse olmadığı ancak hikâyesini duyan ve camiye adının verilme nedenini bilenlerden, buradaki camide hocalık yaptığını öğrenmiş olmasını Resul amca bizzat bana anlatmıştır.
Halim Hilmi hoca Yeniköy’de (Divran) imamlık yaparken seferberlik ilan edilir. O zamanlar imamlık yapan ve belli bir ücret ödeme gücü olanlar askere gitmeyip yerine bedel ödeyebiliyordu. Halim Hilmi hoca seferberlik sebebiyle askere çağrıldığında, bedel ödeyecek kadar birikimi olduğu hâlde yaşlı babasının yanına giderek istişare eder. Babasının ona ihtiyacı olmasına rağmen, vatan savunmasının oğluna ihtiyacından önce geleceğini söyler ve askere gitmesini tavsiye eder. Halim Hilmi hoca en azından elindeki maddî birikimini babasına bırakmak ister fakat babası parayı da yanına alarak vatan savunması için askere gitmesini öğütler. Halim Hilmi Hoca babasının tavsiyesini dinler ve küçük çocuklarıyla eşini önce Allah’a sonra yakınlarına emanet ederek duygusal bir merasimle askere uğurlanır. Hilmi Yıldız hoca, amcası Halim Hilmi hocanın uğurlanması esnada bütün köy ahalisinin sessiz bir hüzünle yollara döküldüğünü ve gözyaşlarına boğulduklarını anlatmaktadır. Dönüşü olmayan bu yolculuğa bedel ödeyerek gitmeme imkânı varken, baba tavsiyesiyle vatanına karşı olan sorumluluğunu tercih edip gönüllü askere gitmesi Halim Hilmi hocayı unutulmaz kılmıştır. Âlim ve fazıl bir şahsiyeti olduğunu, Hilmi Yıldız hocanın, ilme heves etme ve kitap merakını anlatırken, etkilendiği olaylar arasında, Halim Hilmi hocanın ardında bıraktığı bir sandukada bulunan kitaplardan yayılan ıhlamur kokusu olduğunu anlatmasından öğreniyoruz.
Geride bıraktığı Yeniköy’deki kızı çocuksuz vefat etmiş, iki oğlu Fazlı ve Muhammed ismi ile Balıkesir-Bala ilçesinde yaşamış ve sadece Muhammed’in nesli devam etmiştir.
Torunlarından biri Manisa/Soma’da diğeri ise Bursa’da yaşadığını öğrenince Bursadaki torunu Mehmet Kaplanı nüfus kayıtlarından arayıp buldum ve görüştük. Kendisine yazdığım bu bilgileri ulaştırdım.
Of’un Zisino (Bölümlü) köyünden Resüloğlu Hafız Müfid, 1908 yıllarında İlim tahsil etmek için gittiği Hicaz’da 1916 yılında Mescid-i Nebi’ye imam olarak tayin edilir. İki yıllık görevi müteakip Mondros anlaşması sonrasında Hicaz bölgesinden ayrılmak zorunda kalır ve Şam’a gelerek oraya yerleşir…
İlimle meşgul olan Hafız Müfid Efendi, devrin âlimlerinden istifade etmiş ve âlimler yetiştirmiş ilim ehli bir şahsiyet…
Şam’dan evlenmiş ve Mehmed Müfid ismi ile bilinen bir oğlu olmuştur. Şam’daki ilim adamlarından bahseden kaynaklarda kendisinden övgü ile bahsedilir…
Türkiye’de yaşanan değişiklikler, Onun tekrar ülkesine dönmesine fırsat vermediği tahmin ediliyor…
Takva sahibi ve ilim ehli olması yanında, saat tamirciliği yaparak geçinen, kanaat ehli bir insan olarak yaşadı ve öyle de öldü…
Bursa / Harmancık ilçesinde imamlık yapan kardeşi Necmeddin Bey’in, ağabeyi Hafız Müfid Efendiye 1951 yılında yazdığı bir mektupta “SOYLU” soyadı aldıklarını bildirdiği fakat mektup Şam’a ulaştığında ağabeyinin çoktan vefat ettiğini incelediğimiz belgelerden anlıyoruz.
Hafız Müfid Efendi 1931 yılında vefat ettiğinde, oğlu Mehmed Müfid 8 Yaşında idi. Babasının yürüdüğü ilim yoluna intisab ederek, Şam’ın meşhur âlimlerinden ve babasının da hocası olan, Bedreddin el-Hasenî’den 1935 tarihindeki ölümüne kadar ders okur. Of/Zisino (Bölümlü) deki akrabaları bir arazi vesilesi ile kendilerini aramaları üzerine yeniden irtibat kurma imkânı bulurlar. Bu irtibattan sonra 1975-86 yılları arasında Mehmed Müfid Efendi iki defa Türkiye’ye gelerek akrabalarını ziyaret eder. Bu ziyaretlerle ilgili, yazdığı hatıratında ayrıntılar vardır. Elle yazdığı Arapça notlarını, ancak o yazıya aşina olan ve Arapça bilenler anlayabilir…
Mehmed Müfid Efendi 1986 yılında köyüne yaptığı ziyarette köylüleri ile resim çektirir…
Köye geldiği ilk tarihte, babasının köyden ayrılmasının üzerinden 70 yıl geçmiş, yaşayanlardan sadece babasının kuzeninin bilgi sahibi olduğu görülür…
Mehmed Müfid Efendinin oğlu, Hafız Müfid Efendinin torunu, Teysir Hoca babasının 2000 yılında vefatından sonra bayrağı teslim alarak ilme hizmet yolculuğunu sürdürmeye çalışır.
Kendisi Suriye’nin meşhur İslami İlimler Akademisi olan Fethü’l İslam mezunu olup fakir ve muhtaçlara yardım eden bir hayır cemiyetinin 2000-2012 yılları arasında başkanlığını yapar; Suriye olayları başlayınca dedesinin diyarına, Türkiye’ye dönmek zorunda kalır…
İstanbul’da kurduğu Şam Kardeşlik ve Yardımlaşma Derneği ile Suriye’deki hayır faaliyetlerini uzaktan da olsa sürdürmeye devam ediyor…
Türk vatandaşı kabul edilmesi gereken bir konumda olan Teysir Hoca’nın elindeki mahkeme kararı Nüfus İdaresi Genel Müdürlüğü’ne gönderilmiş fakat hala sonuç alınamamış; ilgi ve himmete muhtaç olarak bekliyor…
İlgililere arz olunur…
17.02.2020 Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Konuyu bana ilk defa aktaran bir kardeşimiz şu notu da yazmıştı:
Gerçekten de Suriye’de yaşadığım 2007-2008 yılında karşılaştığım böyle nice aileler beni bir hayli şaşırtmıştır. Dolayısıyla Müfid Ailesi bunlardan sadece biridir. Bundan dolayıdır ki Suriye’den Türkiye’ye göç edenleri düşünürken bu durumu göz ardı etmemek gerektiği kanaatindeyiz. Bugün Türkiye Devleti İçişleri Bakanı olarak görev yapan Süleyman Soylu’nun, her ne kadar içerisinde muğlaklık barındırıyor olsa da, aile mensupları tarafından dile getirilen Teysir Hoca’nın akrabası olduğu iddiası araştırılması gereken bir konu olmakla birlikte yine de dikkate alınması gerektiği kanaatindeyiz.
Teysir Hoca’nın hukukî olarak yapılması gerekenleri yapmasına rağmen bu ülkede vatandaşlık alamaması ise büyük bir ayıp olarak hâlâ düzeltilmeyi bekliyor. Seneler süren gayretler neticesinde mahkeme tarafından “Soylu” ailesine mensup olduğuna karar verilmesine rağmen Teysir Hoca’nın dosyası, bir karar vermesi için mahkeme tarafından kendilerine gönderilen nüfus müdürlüğünün raflarında bekliyor.
NOT: Bu yazıyı yukarıda zikredilen tarihte İçişleri Bakanımız Muhterem Süleyman Soylu ve
özel kalemine ulaştırmış; hikâyede adı geçen Reisoğlu Hafız Müfid Hocanın torunlarından Teysir Hocaya ve ailesine vatandaşlık verilmesine vesile olmuştum. Bir hafta önce Teysir Hoca, elinde bir Kudüs levhasıyla yanıma geldi ve bana teşekkür etti. Bende kendisine bu teşekkürün muhatabı ben değil İçişleri bakanımız Süleyman Soylu ve Özel kalemindeki arkadaşlarımızdır dedim. Bunun üzerine bu teşekkürü kendilerine vekâleten ulaştırmamı benden talep etti; bu talebi yerine getiriyor ve tebliğ ediyorum. Emeği geçen herkesten Allah razı olsun.
Teysir Hoca bu sevincini paylaştıktan sonra bir konuda üzüldüğünü bana bildirdi ve yardım talebinde bulundu. Benim hikayeyi anlatırken Teysir Hocayı merkeze koymam sebebiyle diğer kardeşleri ve aileleri unutuldu; dikkate alınmadı. Bunun için onlar hala ehli himmet idarecilerimizin yardımını bekliyor. Onlara da vatandaşlık verilmesini canı gönülden arzu ediyor ve talep ediyoruz. İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu ve özel kalemindeki hizmet ehli arkadaşlara arz ediyorum.14.02.2022 Ahmet Ziya
YAZILAN HATIRAT ve GÜNLÜKLER İBRET AYNASI OLMALIDIR
Hatırat okumaya gösterdiğim ilgi ve ihtimamı bilen arkadaş ve dostlarım, okudukları, bildikleri ve duydukları yayınları bana haber verir; bazen gönderir bazen de okuyup özetleyenlerin özetini ulaştırırlar. Hatırat ve günlüklerden böyle haberim olur. Bazı hatıratları okumakla kalmaz, not alır; görüş, düşünce ve mülahazalarımı da yazmaya gayret ederim.
Okuyup not alarak görüş ve düşüncelerimi yazdığım hatıratlardan biri de muhterem Hayrettin Karaman Hocamızın yazıp yayınladığı hatıralarıdır. Tayyar Altıkulaç Hoca’nın hatıralarını da dikkatle okuyup incelemiştim. Mustafa Öz Hocamızın hatıratından bir nüshayı, hattat Yusuf İzzeddin Sav hocanın, içinde benimle ilgili önemli gördüğü bir hatıranın varlığı sebebiyle, satın alıp hediye etmesi ile öğrenmiştim. Merhum Ali Özek Hocamızın hatıratını, imzalayıp gönderme lütfunda bulunması sebebi ile okuma imkânı bulmuştum. “Kutuz Hoca” nın hatıralarını İsmail Kara Hoca’nın sayesinde okudum. Son olarak Ali Rıza Demircan Hoca’nın hatıralarını, lütfedip haber vermesi sayesinde, okuma fırsatı bulduğum hatıratlardan oldu.
Merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın da hatırat ve günlük yazdığını biliyordum. Uzakta, Mekke’de olmam sebebi ile hayatta iken Osmanlıca yazdığı günlüklerini, Latin harfleri ile yazdırıp dizdirdiği ve Tayyar Bey ile müzakere edip bazı düzeltmeler yaptıktan sonra, basılması için yayınevine verdiğini, ortak dostlarımızdan duymuştum…
Merhum Hocamızla olan hukukumuzu bilen ortak bir dostumuz elektronik ortamda bu hatıratı okuyup ilgilenmem ve görüş bildirmem için bana da yollamıştı. O günlerde müsait olmamam, elektronik ortamda okumaya ilgi duymamam sebebiyle okuyamamış; basılmasını beklemeyi tercih etmiştim. Hocamızın Mart 2016 da vefat ettiğini duyunca, üzülmüş, sarsılmış, hatıratını okuyup görüş bildiremediğim için vicdanen rahatsız olmuştum.
İsmail Kara kardeşimize hatırat ve günlüklerini kontrol ettirmek ve görüşünden istifade etmek istediğini de duymuştum. Ona yazıp sorarak bilgi almak istedim; benim duyduklarım dışında, son durumdan kendisinin de haberdar olmadığını öğrendim…
Bendeki elektronik nüshayı kâğıda döküp basarak okudum. Okuyunca ilgi ve merakım arttı ve Hocamızın merhum dayısı Yahya Kutluoğlu Hoca ile irtibat kurup bilgi almak istedim; haberdar olmadığını gördüm. Kardeşi Ahmet Topaloğlu Hoca ve eniştesi Hamza Okur Bey ile irtibat kurup görüştüm. Onların da farklı bilgisi olmadığını öğrendim. Bendeki elektronik nüshanın kâğıda dökülmüş şeklini istediler; kendilerine verdim…
Hocamızın refikası ve kerimesi ile irtibat kurup bilgi sordum. Kerimesi bana: “Babamızın sağlığında dizilmiş şekli ile hatıratının basılmasının mahzurlu görüldüğünü, kendilerinin de ikna olması sebebi ile oluşturulan bir ekip tarafından elden geçirildikten sonra basılacağını” yazdı…
Bu arada, elektronik nüshanın kâğıda dökülmüş halinden okuduğum hatırat ve günlükler içerisinde, dikkatimi çeken bazı tespitleri, ilgili bölümün resmini çekip muhatabı olan tanıdıklarımla paylaştım. İki kişi hariç, yazılan günlüklerde kendileri ile ilgili olumsuz ifadelere rağmen, yadırgayan ve tepki gösteren olmadı.
Nedenini merak edip sorduklarım, merhum Hocamızın samimi, sade ve art niyet olmaksızın yazdıkları, kendi penceresinden gördüklerini yansıttığı için, eksiğine fazlasına bakmadan, anlayışla ve müsamaha ile yaklaştıklarını söylediler/yazdılar…
Merhum Hocamız politik duruştan uzak, ilmi duruşu ile tebarüz etmiş, samimi, ihlaslı, dürüst, sevilen ve sayılan bir şahsiyetti. Tenkiti ve muhalefeti, rahatsız edici ve yaralayıcı olmadığını test ederek gördüm.
1999 yılında Emir Turizm ile Umre yapmıştı; Emir Turizm sahibi Ali Rıza Demircan Hocamız ile ilgili yazdıklarını kendisine ilettiğimde, tespitlerine katılmasa da rahmet ve minnetle yâd etmemize vesile oldu. İhlas ve samimiyet böyle bir şey, yaşamayana anlatmak çok kolay olmuyor…
Sözü uzatmak niyetinde değilim. Hocamızın sağlığında dizgisini yaptırıp, arkadaşları ile istişare ve bazı düzeltmeler yaptıktan sonra, bastırmak istediği hatırat ve günlükleri, takriben 1200 sayfa olmasına rağmen, basılan kitap sadece 686 sayfa. Bu hatırat ve günlükleri kaleme alıp yayına hazırlayanın bir ilim adamı olması, yumuşak tabiatlı, politik hırsı veya tiryakiliği olmayan, her hangi bir hizip veya cemaate mensubiyeti bulunmayan, müstakil, samimi ihlaslı ve dürüst bir şahsiyet olduğunu da dikkate alarak, günlüklerdeki tekrarları dahi hazfedip çıkartmayı yadırgadım. Eşi ve kızlarının rıza göstermesine bir şey diyemem. Kendilerine kim veya kimlerin, neyi nasıl anlattığının ayrıntılarını bilmediğim için, endişe etmelerini de anormal bulmam. Ama mesai arkadaşlarının buna ihtiyaç duymalarına, üstelik bu seçme ve ayıklama işini, ilkeli ve ustaca yapamayışlarına üzüldüm. Evet, Hocamızın maddi varislerinin onayı alınmış fakat manevi varisleri olan talebelerinin duygu ve düşünceleri hiç dikkate alınmamış…
Siyasi vesayetten şikâyet eder dururuz. Bu da vesayetin bir başka versiyonu değil midir..?
Hocamız, yazdıklarının sorumluluğunu taşıyamayacak bir insan olmadığı gibi sivri dilli olan veya muhalefet tiryakiliği bulunan bir şahsiyet de değildi; müstakil, yerli milli, sıcak, samimi ve ihlaslı bir insandı. Makam ve şöhret hırsı da yoktu. Bu sebeple müşahedeleri, tenkitleri ve yazdıkları yaralayıcı değildi. Ben bunu tahmin olarak değil, test etmiş bir eğitimci olarak yazıyorum. “Yazdıkları, bazı kişiler için kırıcı, rencide edici olabilir; hukuki sonuçlar doğurabilirmiş.” tespitini kabul etmek mümkün değil; böyle bir iddiayı Hocamızı tanıyıp bilen, sevenlerin dillendirebileceğini zannetmiyorum…
Bazen ismini zikredip yazdığı bir cümlelik tespiti, Onun rahmet ve minnetle hatırlanmasına vesile olabileceği gibi, muhatabını da teşvik edici olmayacağını kim söyleyebilir..? Zemmettiği, hata ve eksiğini zikrettiği kişilerin hatasını fark edip tövbe etmesine vesile olması, farklı bir güzellik olmadığını kim iddia edebilir..?
1992 yılında, en yakın mesai arkadaşları ile Umre yaparken, Hıra dağında yaşadığı duygulu, güzel bir hatırası bile hazfedilmiş…
Kendisinin hazırlayıp dizdirdiği nüshada 18 sayfa olan 1992 yılına ait günlükler, basılan kitapta sadece 2 sayfa olarak yer almış. Bunu kim nasıl izah edebilir..?
Hocamızın her tespitinin doğru, hatasız, eksiksiz olduğunu söylüyor; iddia ediyor değilim. Elbette her beşer gibi Hocamızın da yanıldığı, yanıltıldığı hususlar, görüşler, tespitler olabilir; vardır da…
Benim de tespit ettiğim hatalı, eksik ve yanlış yorumları da var ama bunlardan bile istifade etmediğimi söyleyemem…
Recep Özkan kardeşimizin eşi ile ilgili, 20 Aralık 1992 tarihli günlüğünde, bir iki cümlesi Emine hanımı nasıl heyecanlandırdığı, memnun ve mutlu ettiğini görüp şahit oldum. Bu bölümün basılan kitapta hazfedilmesinin sebebini ben anlayamadım; anlayan varsa öğrenmek isterim…
Tenkit edip zikrettiği akademik unvan ve makam sahibi insanlardan, “görüşünü isabetli bulmasak da, Bekir Topaloğlu Hocamıza öyle görünmüş isek bizim eksikliğimizdendir.” deyip rahmet, minnet ve dua ile yâd edenler yanında, “evet yazdıkları doğrudur; bu vesile ile Rabbimden tekrar af ve mağfiret diliyorum” diyenleri de görüp dinledim…
Hatırat ve Günlükler ayna gibi olmalıdır; aynalar yansımaları gösterir. Kimse aynaya kızmaz; aksine, görüldüğü şekli beğenmeyenler, kendilerine çeki düzen verip görünmek istediği şekle bürünmesine, dönmesine vesile olur…
Ne dersiniz, siz aynalara kızıyor musunuz yoksa..?
Nice hatıratlar vardır; içinde hiç bir hata ve eksiklik gündeme getirilmemiş; savunma ve güzellemeler ile doldurulmuştur. İnandırıcı olmadıkları gibi ibret alınacak bir tabloya da rastlayamazsınız…
Merhum İmamı Gazali, kendi nefsine hitap ederek: “Ey nefsim, sakın olduğundan farklı görünmeye kalkma, kalkarsan, iki ihtimalden farklı bir durum söz konusu olamaz; muhatabın, akıllı ise olduğundan farklı görünmek istemene itibar etmez; onun gözünde daha da küçülürsün; eğer muhatabın ahmak ise, ahmağın gözünde büyümen ne işe yarar..?” der.
Evet, Bekir Topaloğlu hatırat ve günlüklerinin muhtasar hali bile olsa, Ensar Yayınları arasında yayınlanmasına sevindim. Seçme, kısaltma ve hazif yapanların başarısızlığını, ilkesizliğini görünce de üzüldüm. Bu duygular benim içimdeki duyguların satırlara yansımış halidir. Vesayetin hiç bir türlüsü hoş durmuyor. Hatırat yazmak nasip olursa, duygularımı daha gerçekçi yazmaya gayret edeceğimi söyleyebilirim. Kimseyi kırmak, itham etmek gibi bir kastım yoktur. Hocasına vefası olan, bir talebesinin bu duygularına tahammül edilmesini beklemeye hakkım var mı bilmem ama beni de böyle, yanlışa susmayı beceremeyen, patavatsız(!) biri olarak kabul ediniz lütfen… 05.05.2021 OF / Hamzalı
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: S.A. Sami Bey, Muhterem Bekir Topaloğlu Hocamızın sizinle ilgili de müşahede ve tespitleri vardı fakat onları da muhtasar baskıda hazfetmişler.
Merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın, Ensar Yayınları tarafından basılmış olan hatıratının değerlendirmesini yaptığım yukarıdaki yazımı ilgili arkadaş, dost ve hocalarıma göndermiştim. Bunlar arasında Sami Uslu Bey de vardı. Bu yazıyı okuduktan sonra Sami Uslu Bey bana yazdığı mesaj üzerine, aşağıdaki yazışmalar 05 Mayıs 2021 – 14 Haziran 2021 tarihleri arasında aramızda geçmiş yazışmalardır.
SAMİ USLU: Çok Değerli Kardeşim Ahmet Ziya İbrahimoğlu, Yayınlanmış hatıratlar konusunda nefis görüşlerinizi havi uzunca düşüncelerinizin kaleme dökülmüş metnini zevkle okudum. Her detaya yer vermişsiniz. Çok değerli ağabeyim diyebileceğim Bekir Topaloğlu’nun hatırları içinde yayınlanmamış bölümünde benden de bahsedildiğini küçük bir not şeklinde yazmışsınız. Fakat benden neyi istediğinizi yazmamışsınız. Eğer hatıralarımı yazıp yazmadığımı sormak istiyorsanız; bir kaç cümle içinde bu konuya temas etmek isterim. Lütfedip yazdığınız uzunca metninizde kastınız buysa kısaca şunları söylerim: Bana da bir hayli hatırat gönderen arkadaşlarım oldu. Birçoğunu şöyle bir baktım, okuyamadım. Kendime göre esbap-ı muciplerim var. Hatıra yazan kişi, hayatında bir güzel, hayırlı hizmeti başarmışsa bunu yazmalıdır. Yoksa şurada büyüdü, çocukluğunda hayvan otlattı, hatta eşekten bile düştü, beş- altı yaşlarında iken arkadaşlarıyla köyde oynarlarken komşuları Mustafa’nın onun üzerine çişini yapmasını dahi hatıralarda gördüğümde o kitabı hep bırakmışımdır. Bana ulaşan birçok hatıratta böyle şeyler gördüm. Âcizane ben de hatıralarımı bilgisayarıma yazdım. Fakat bastırmadım. Eğer yazdıklarım basılınca, birçok değerli kabul ettiğim arkadaşlarımla aram açılacak. Öbür hayata geçerken bu şekilde geçmiş olacağız. Bunları düşünüyorum. Bir de “Hafıza-yı beşer nisyan ile maluldür” fehvasınca bazı bildiğim konuları halen yaşayan arkadaşlarım arasında anlattığım oldu. Unutmuşlar. Hele bir örnek verirsem, çok şaşıracaksınız; merhum hocamız bu konuyu konuştuğum zaman hayatta idi. Başkanın da bulunduğu önemli bir ekip halinde TDV olarak bir şehrimizde bulunuyorduk. Orada bir olay vuku bulmuştu. Konu benimle ve onlarla ilgiliydi. Orada olan hadiseden bahsediyordum. Hem rahmetli Lütfü hocam ve hem de orada vuku bulan olayın kahramanı diyebileceğim arkadaşım da orada idi. Her ikisi de olup biteni unutmuşlardı. İnkâra yöneldiler. “Biz orada yoktuk” demişlerdi. Allah’tan bizzat o gün çektiğim fotoğraflar da yanımdaydı. Cebimden çıkarıp gösterdiğimde, mahcup oldular. Sadece unutmuşuz dediler. İşte bu sebeplerden dolayı yazdıklarımı yayınlamaktan çekiniyorum. Gönderilenleri de pek okuyamadım. Tayyar hocam hatıratını yazarken her bölümü göndermişti. Tartışmıştık. Öyle olabilir. Ama tayyar Altıkulaç. Ben çevreme göndersem kesin biliyorum onları yazmamamı isteyecekler. O zaman o hatıratın ne önemi kalmış olacak? Şu anda dahi yazmaktan imtina ediyorum. Bildiğim bazı konuların tek cümlemi dahi sizleri hayrete düşürecek hafızamda yaşanmış olaylar vardır. Bir de siz büyük tahliller yapmışsınız. Bu hatırattan onları didik didik etmenin ne yararı olur dediğim de oluyor. Hem sonra; acaba günah olmaz mı diyorum. O kişi -mesela- birlikte bir seyahatteyiz, bana çok önemli bir sırrını söylemiş. Fakat o sır o kişinin iç dünyasını aksettiriyor. Bunun bilinmesi çok önemli. Kabul ediyorum. O gün o konuyu bana bir sır şeklinde bahsetmiş.
Onu yazmam günah olmaz mı? İşin vahameti o sır yıllarca sonra ortalara dökülmüş. Benden başka da bilen yok. Şimdi onu açıklamam bir hayli velvelenin kopmasına vesile olmayacak mı?
Bütün bunlar öbür hayatımızda önümüze konulup OKU KİTABINI denilmeyecek mi? Ben de içimi açmış oldum. Fakat Bekir hocamızın benim hakkımda mesela ne dediğini öğrenemedim. İşte bir örnek, bu konu benim için bir vesveseye sebep olmayacak mı? O konunun doğrusunu da rahmetli hocamla görüşüp belki tashih etme imkânımda zail olduğundan muhtemeldir ki, yazdıkları durum benim için daha farklıdır. Bilmedikleri bir ciheti de belki bulunmaktadır vs. Bunlar uzayıp gidiyor. Ahmet Ziya kardeşim konular zincir olup gidiyor. Mekke-i Mükerreme’de o kadar yıllar görev yaptım. Sizlerden kimse odama uğramadı. Ümmül Kura’da o kadar öğrenci bulunuyordu. Beni nasıl görüyordunuz bilmiyorum. Halil İbrahim Kutlay Bursalı hemşerimdi. Bazen haremde karşılaşırdık. Selamını dahi benden esirgerdi. Şimdi geçen akşam televizyonda, hem de diyanetin televizyonunda konuşurken gördüğümde, içimden “Ben de diyanetin bir elemanıydım, Mekke’de yanıma hiç uğramamıştı” dedim eşime o an. Bunlar da hatıra olmaz mı? Düşündüğüm zaman, oradaki yalnızlığım içimde beni bir hoş yapmaktadır. Sadece bir kaç arkadaşınız benimle olmuşlardı. Bana yardımcı olmaktaydılar. Belki de onlar hakkında neler söyleniyordu. O da işin bir başka veçhesi. Neyse, uzun oldu. Bu kadarla iktifa edelim. En derin selam ve sevgilerimle. Hayırlı iftarlar. Yaklaşan gecelerin sultanlarını da can-ı gönülden tebrik ediyorum.
SAMİ USLU: Merhum Bekir Topaloğlu hocamın sanıyorum benimle ilgili yazdıkları başörtüsü konusunda bir ilgim olmuştu. Bir gece bir yerde bir araya gelmiştik. Kendilerinden aldığım bir notu bir generale ulaştırma konusuydu. Ben görevimi yapmıştım. O general hulf etmişti. Bu konu olabilir. Hem de o general namazında niyazında birisiydi. Selamlar
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Sami Bey, Düşüncelerinizi yansıtan notunuz için teşekkür ederim. Merhum Hocamızın hatıratında sizinle ilgili, yanılmıyorsam Tayyar Beyin görevinden sonra Başkan olma heves ve isteğinizi, bu istikametteki çalışmalarınızı anlatıp değerlendiriyordu…
Notlarım arasında yok; olsaydı sizinle paylaşabilirdim. Yeniden arayıp bulmak için de tarihini bilmeden bulmak zor… Eğer bulup göndermemi isterseniz takribi tarih yazın; bakıp bulmaya çalışayım…
Mekke’de sizi ziyarete gelemeyişimizin sebebi zannettiğinizden çok farklı, daha önce bu konuda size bir değerlendirme notu yazmıştım. Unutmuş olabilirsiniz…
Mekke’ye ziyaret için geldiğinde M.S.Yazıcıoğlu Hoca da bunu görmüş, hatırlatmıştır.
Makam sahibi insanlara yaklaşmak, yanlış anlamaya açık bir konu, sizin davet edip tanışma imkânı tanımanız uygun ve doğal olandır. Sizin Mekke’ye gelmenizden önce DİB’nın Harem idaresine yazdığı yazılara muttali olmuş ve bir soğukluk oluşmuştu. Bu soğukluğu gidermek görevi size yakışırdı. Bizden böyle bir şey beklemeniz doğal ve uygun olan değildir…
Nitekim M.S.Yazıcıoğlu gelip bizi davet edince hepimiz koşarak Mekke’deki müşavirlik makamına geldiğimiz görülmüştür…
Halil İbrahim Kutlay kardeşimiz dâhil hiç bir arkadaşımız sizin davet ve ilginizi karşılıksız bırakmayacağından ben emindim.
Ben Mekke’ye maaşlı mezun olarak DİB tarafından gönderilen ilk ve tek talebeyim. Davet ve ilginizi karşılıksız bırakma ihtimali olabilir mi..?
Hatıratlar ve günlüklerde mahrem sayılacak özellerimizi zikretmek zorunda değiliz. Ama zikrettiğimiz konuları doğru ve vakıaya uygun aktarmak, ibret almaya açık şekilde zikretmek zorundayız…
Ancak kamuyu ilgilendiren konuları gizleme, saklama veya güzelleştirerek göz boyama şeklinde anlatmamız hem hata hem de amme hakkı ihlalidir.
Şahıslar arası özel meseleler, ammeye yansımamış, ammeyi de ilgilendirmiyorsa zikredilmesi gerekli ve zaruri olmadığı gibi bazen hata da olabilir; kul hakkı ihlali kabul edilebilir; günah sayılacak alana girebilir. Biz bunları kastetmiyoruz…
Mesela Rü’yeti Hilal konusu ammeyi ilgilendiren bir konu, bu konuda bildiklerimi, doğru ve dürüst bir şekilde yazıp ortaya koymamın birilerini rahatsız etmesi, kul hakkı ihlali olmadığı gibi günah da olmaz.
Uzatmadan kısa anlatımlarda eksik ve hatalı anlatmaya yol açılabiliyor…? Anlayışınıza güveniyorum… Selam ve hürmetler…
SAMİ USLU: Çok teşekkür ederim. Mekke’de davet konusunu istişare etmiştim. Beni yanıltmışlar o zaman. Bunu öğrenmiş oldum. (Gelmezler) denilmişti. Mustafa Sait Yazıcıoğlu günlerinde ben Mekke’de görevli değildim. Yazıcıoğlu 17.06.1987-02.01.1992 tarihlerinde görev yapmıştı. Ben Mekke’den 1986 yılında ayrılmıştım.
Bekir hocamız konusu; her halde sanıyorum, 1978 yılındadır. Tayyar beyin Başkanlığı ve kararnamesinin çıkması ve hatta başkan olmasında dahlimle ilgilidir. Onun başkan olması olayının tam merkezindeydim.
Günah konularında her zaman والتجسسو emr-i ilahisini düşünenlerdenim. Selam ve sevgilerimle,
Külfet ihtiyar etmeyiniz. Çok teşekkür ederim.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: M.S.Yazıcıoğlu DİB döneminde mi, Bakanlığı döneminde tam net hatırlayamıyorum, ama Mekke’yi ziyaret etmişti; siz mi yoksa sizden sonraki ataşemiz mi bütün öğrencileri davet etmiş ve hep beraber davete icabet etmiş olduğumuzu net ve kesin hatırlıyorum. Sizin 1986 da ayrıldığınızı biliyorum. Nitekim ataşelikte, makamınızda, sizinle kısa bir fikri müzakeremiz olduğunu da sizlere daha önce yazmıştım.
1987 yılına bakayım; bulabilirsem göndereyim fakat hatalı bir tespit te olsa hocamıza rahmet duasına vesile kılmanızı arzu ediyorum…
SAMİ USLU: Ahmet Ziya bey kardeşim, M. Sait Yazıcıoğlu bakan olduğu zaman ben emekli olmuştum. Görevde değildim. Ümmül kura öğrencileri bizlere neden soğuktu? Bizler 1980 öncesi ve daha sonra MGK Konseyi günlerinde görevde idik. Burada anlatmak çok zordur. 52 hutbede bir yıl boyunca Atatürk ilke ve İnkılaplarının Cuma hutbelerinde cemaate anlatılması emredilmişti. Hutbede Atatürk’ün adına dua edilmesi isteniyordu.
Bugün çok rahat. Cumhurbaşkanımız alenen aşırlar okuyor. Bu gün hem konuşmak hem de görev yapmak çok kolay. Dile bizden ne dilerseniz devri.
Daha geriye gidersek, 14 Mayıs 1975 yılında bir Çarşamba akşamı Ankara’da Aşağı Ayrancı’da MSP Malatya MV Turhan Akyol’un evinde Necmettin Erbakan, Harun Aytaç, Ali Acar, Ömer Lütfi Zararsız, Mehmet Boz geyik ve ev sahibi Turhan Akyol olmak üzere;
BİZLER DE: Fahri Demir, Rıza Özsu, Rıza Selim Başoğlu, Sami Uslu, Hamdi Mert, M. Ali Alan, Ömer Kama, Mehmet Solmaz, İsmail Lütfi Çakan ve Kazım Serhatlı (Kerim isminde birisi daha vardı) isimlerden oluşan bir heyet halinde olmak üzere bir toplantı yapmıştık.
O gece saat 03.00 te toplantımız sona ermişti. Erbakan hoca bizleri diyanet olarak MSP’ne açıktan hizmete çağırmıştı. Uygun görmemiştik. Diyanet büyük zarar görür deyip görüşlerini tenkit etmiştik. Ayetler okuyarak, Allah Resulünün Mekke devrini hatırlatarak. İşte bundan sonra bizler her mekânda merdud olmuştuk. Mekke’deki bana karşı olan bürudette de bu vardır. Çağırsam da belki bir kaç kişi müstesna, Gelinmezdi. Kanaatim böyledir. Bana göre olayın esası siyasidir. Biz o zaman bin bir sıkıntılarla diyaneti korumaya çalışıyorduk. Hiç te onların istediği gibi ne hutbe okunmuştu ve ne de o çeşit dualar hutbeler de edilmişti. Biz anlaşılmamıştık. Allah her şeyi biliyor. Tarihten bir yaprak oldu. Teşekkürler. Selam ve sevgilerimle.
SAMİ USLU: Hemen hemen hepsi vefat etti. Rabbim cümlesinden razı olsun. Mekânları Cennet olsun. Bir kaç harf hatası yine var. Sizin maşallahınız var. Çok güzel ve düzgün yazıyorsunuz. Karine ile anlaşılıyor. Bir de siz de bilirsiniz, o tarihte Cidde B.Elçiliğinde Eğitim Müşaviri bulunmuyordu. Sizlerin problemleriyle ilgileneyim diye elçilikten MEB’na bir teklifim olmuştu. Bakanlık da beni diyanetçi olduğum için kabul etmemişti. Ret etmişti. Ne Musa’ya, ne İsa’ya yaranamıyorduk. Hey gidi günler hey!!!!
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Sami Bey, Hamdolsun hayatımın hiç bir döneminde aşırı uçlarda olmadım; politik veya dini hiç bir hizbe intisabım olmadı. YİE boykot yıllarında, boykota bile karşı oldum fakat samimi gördüğüm herkesle irtibatımı da sürdürdüm. Müstakil kalıp Ön fikirli olmadım…
Sizin de içinde olduğunuz resmî ünvanlı ağabey ve kardeşlerimiz politik ve idari mülahazalarla benim durumumda olanlara karşı bile soğuk ve mesafeli durdu. Ön fikirli oldu. Bunu, asla sizleri itham etmek için yazmıyorum. Ben 70 yaşına yaklaşırken siz de 80 i aşmış durumdasınız. Doğal ve samimi olmamız şart ki helalleşmemiz mümkün olsun. Benim yaşadıklarımı yazsam çok ilginç ve çarpıcı olayların iç yüzünü, gerçeğini öğrenmenin şaşkınlığını yaşayabilirsiniz..?
Solcu, sağcı, dindar, dinsiz, Süleymancı, nurcu, tarikatçı, vehhabi herkesle irtibat kurabilen, başkasının sözü ile hüküm vermeyip muhatabına savunma fırsatı tanıyan bir yapıya sahip olduğumu, beni tanıyanlar inkâr edemez…
Üstelik DİB görevlendirmesi ile maaşlı mezun olarak Mekke’de bulunduğum halde irtibat kuramayışımızın faturasını sadece bize çıkartmanız kesinlikle isabetli değil. Hasan Elik gibi dünyevi eğilimi ağır basan arkadaşlar bizimle yaklaşmanızı asla arzu etmez olduğunu, buna politik gerekçeler uydurabileceğini, bunların yönlendirmesi ile ön fikriniz oluştuğunu dikkate almanızda fayda var…
Sizin ifade ettiğiniz durumda olan, politik görüşleri sebebi ile Diyanete karşı soğuk bakanlar olduğunu inkâr ettiğimi zannetmeyin. Bu durumda olan arkadaşların varlığı inkâr edilemez bir gerçek. Ama aklıselim ile hareket eden ve davete icabet etme sorumluluğu taşıyan arkadaşların çoğunlukta, hâkim durumda olduğunu da inkâr edemem.
Benim 5 yıl imamlık yaptığım, 1 yıl müftülük yaptığım yerlerde herkese samimi olarak kucak açtığımı bugün bile karşılaştığımız insanların hepsi bilir ve kabul eder.
Bekir Topaloğlu Hocamız bunu yakından görüp bilenlerdendi. Bu sebeple ben istifa ettiğim halde, maaşlı mezun olarak ayrılmamı o isteyip ısrar ederek Diyanete telkin etmişti…
Mekke’de İrtibat kuramayışımızı bu bilgiler ışığında yeniden değerlendirmenizi arzu ederim. Bu uzunca notu sadece bunun için yazdım…
Biz Mekke Üniversitesi’nin rektörü tavassutu ile Haremi Şerif’te Cuma günü vaaz etme iznine sahiptik. Diyanet adına yazılan bir yazı ile, Haremde Süleymancıların vaaz ettiği iddia edilmiş ve buna mani olunmak istenmiştir. Bunu bilir misiniz..?
Oysa vaaz edenler Süleymancılar değil bizlerdik. Bunları yaşayıp görenlerin Diyanete karşı soğuk durmalarını engellemek çok kolay olduğunu mu zannediyorsunuz..?
SAMİ USLU: Şu yazdıklarınızdan Allah şahittir çok memnun oldum. Sizleri daha çok sevme duygusu oluştu içimde. Allah razı olsun. Ben şahsınızı hiç kast etmedim. Zaten müşavirliğim günlerinde gelmiştiniz. Bir görüşmemiz de olmuştu. Müftülük te yaptınız. Aramızda fark yok ki. Ben o tarihlerdeki siyasi ahvali hatırlatmıştım. Sizlere yapılanları asla kabul etmem. Yakından görüşebilseydik her hal ü karda size faydam dokunurdu. Zaman zaman Mustafa Demirkan ve Fatih Saraç’ı evime sabah namazı sonrası kahvaltıya götürmüştüm. Hiç bir sıcaklık görememiştim. Giyinme şeklime dahi hor bakılıyordu. Ben diplomat konumundaydım. Hem de bahsettiğim devirde. Oradaki öğrenciler gibi nasıl giyinebilirdim? Yazılacak şeyler bir hayli. Bu gün güzel oldu. Eski günlere gittik. Sağ olunuz. Beni cidden memnun ettiniz. İnşallah Rabbim görüşmeyi tekrar nasip eder. Selam ve sevgilerimle. Hayırlı iftarlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Evet muhterem hocam, her ne olursa olsun irtibat kopukluğu onaylanamaz; her şeyi görüşüp konuşarak birbirimizi anlamak zorundayız. Anlaşamayacağımız konular çok az olabilir.
Son olarak, hemşeriniz Halil İbrahim Kutlay, hem İst. YİE den hem Mekke’den çok iyi tanıdığım bir arkadaşımızdır. Benim gibi olmasa da uyumlu ve orta yolu izleyen, Mekke’de kendini en iyi yetiştiren arkadaşlarımızdan biridir.
Zihni meşgul olan baktığını bile göremezmiş..? Sizi gördüğü halde selam vermemesi veya selam almaması asla söz konusu olacak bir yapıda değildir. Konuşup tanışsanız ve kabiliyetlerini bilseniz, irtibatta gecikmiş olmanıza kesinlikle üzülürsünüz…
İsmini zikrettiğiniz için söyleyeyim; Fatih kardeşimiz için aynı şeyleri söyleyemem…
Allah’a emanet olasınız…
SAMİ USLU: Orucunuzu Allah kabul etsin. Evet, söyledikleriniz aynen öyle. Katılıyorum. Hatırlıyorum, bir ara sizi Fuat’a sormuştum. Çok takdir ettiğini beğendiğini söylemişti. Gıyabınızda sitayişkâr sözler etmişti. Hepimiz beşeriz. Halil İbrahim’in biraderi Bursa’da vaizdir. Çok değerli bir gençtir. Mübarek gecelerimi her zaman tebrik eder. Beğenirim. Güzel de vaaz eder. Ama H. İbrahim’le sadece bir defa Ali Özek hocamla birlikte olmuştuk. Her halde Habennek isminde galiba (Ürdünlü veya Lübnanlı) bir hocanın eviydi. Başkaca olmamıştık. Belki kim daha ne değerler vardır. Tanışmadık. Hayat akıp gitti. Vesile oldunuz. Görüştük. Allah razı olsun. Selam ve dualarımla.
9
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: S.A. Sami Bey, Merakınızı gidermek için sizinle ilgili sayfaları bulup yukarıda gönderdim.
SAMİ USLU: Sizi tebrik ediyorum. Bu kadar dikkatli olduğunuzu bilmiyordum. Gördüm. Okudum. İşte HATIRAT konusunda daha önce söylediklerimin bir örneği. Burada yazılanlardan anlaşılan; ben ve sayılan arkadaşlar güvenirlilikten ayrılmış, hulf edilmiş görünümünde anlatılıyor. Her şeyin doğrusunu – LA Şekk- Allah bilir. Tamamda, orada hakkımda konuşmalar yapılıyor. Ama orada ben yokum. Hakkımda bir kanaat serdediliyor. Fakat benden bu konu FETEBEYYENU hükmü gereğince olmamış. Bunun için her şey yazılmaz. Yazılmamalı dediklerim işte bunlardır. Ben de günlük yazdıklarımı yazıverirsem, ne olur? Burada ismini zikretmeyeceğim……… Hocanın şirketiyle bir kooperatifteki binalar yapıldı vs dersem, anlatırsam-ki en ufak bir hilaf ta yoktur- ama onaylamam da mümkün olmayan bir iştir. Ne olur? Bu sebeplerle hatıratımı yazdım ve fakat yayınlamadım. Daha sonraları da Bekir hocamla çok görüştük. Hiç bana bir şey sormadı. Bildiğim çok şey var. Bunların yazılması faş edilmesi, önce günah olur – burada yazılanların olduğu gibi- saniyen; ne kazanacağız. Zaten her tarafta yeterince hasmımız var. Bir de bu çeşitlileri ancak ve ancak, kuvvetimizi alıp götürür. Diyanet şöyleymiş, böyleymiş denilmesine sebep olur. Çok memnun oldum. Teşekkür ederim. Allah sizlerden razı olsun. Selam ve sevgilerimle. Kadir geceniz mübarek olsun.
Not: Nefsani deniliyor. Ankara’da görevde sebat edip, her yükü yüklenen bir kişi idim. Maddi sıkıntılar çektim. Çok borçlanmıştım. Babamdan kalan gayr-i menkullerimi satarak sıkıntılarımı bertaraf etmiştim. Kardeşim hiç bir şeyini satmadı. Şimdi onun iki yüz dairesi var. Benim sadece bir dairem var. Bir de inşaatımız bitmek üzere. Büyük bir site oluyor. Orada lüks on beş dairem – belki seneye bitecek- ve iki de büyük iş yerim olmuş olacak. Ama diğer arkadaşlarım iki, hatta üçer defa müşavir oldular. Ayda onar bin dolar maaş aldılar. Ben bir defa müşavir oldum. O da iki sene üç ay sürdü. Tayyar bey sana ihtiyacımız var deyip beni merkeze çekmişti. Daha çok şeyler var. Ahmet Ziya Bey kardeşim. İşin garibi de güvenirliğimi nefsani arzularla denilen ben; o arkadaşların hepsini yurt dışına gönderen konumdaydım. Başk. Yard. olduğum için. Ben gönderdim. O M. Nuri Yılmaz’ı ben ikna etmiştim. Hey gidi günler hey!!!
O yapılan lüks sitede de 54 lüks daireler ve ondan çok dükkân – adedini dahi bilmiyorum. Müteahhit ile mukaveleye hemen imza atmıştım- ve o kadar mağazalar da yine kardeşim Saim’e ait. Ben oradaki diğer hissemi de hep satmıştım. Ankara’da üç oğlumu okutmak, sıkıntı çekmemek için. Görev aşkı uğruna bir ekip olduğumuza inanarak. İşte bunların anlatılması bile bizlere ne kazandıracak? Hayat boş. Akıp gidiyor. Allah şaşırtmasın. OKU kitabını! Hitabını hiç unutturmasın.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Yanlış anlaşılmalar, hatalı eksik bilgiler maalesef çok oluyor. Aynı ekipte yer almış, yol ve fikir arkadaşları arasında bile yanlış anlaşılma, hatalı bilgiler olabiliyorsa, farklı düşünen, ön fikirle bakılan insanlar arasında neler olmaz..?
Öyle değil mi Sami Bey Abi..?
Tayyar Bey’e bunu anlatmayı başaramadım..? O kadar çok yanlış anlaşılan, eksik ve hatalı bilinen konular var ki yazsam 2-3 ciltlik kitap olur.
Merhum Bekir Topaloğlu Hocamız, gerek H.K. Hocamız, gerekse diğer arkadaşları hakkında da ilginç şeyler yazdı. Okuma imkânınız olsa şaşırırsınız. Sizinle ilgili yazılanlardan daha hafif değil…
Bu Hocalarımız hemen hemen her gün beraber olan fikir, yoldaş ve ekip arkadaşlığı olan insanlar…
Şimdi bizim yanlış, eksik ve hatalı anlaşılmış olabileceğimize ihtimal vermeme imkanınız olabilir mi..? Dünya’da yüzleşip helalleşmek güzel olmaz mı..?
Merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın hatırat ve günlüklerini sağlığında basması engellendi; vefatından sonra da ayıklanıp yarısı atılarak yayınlandı. Belki bir kısmı haklı olarak çıkartılıp ayıklandı. Ama bu durumdan çıkartılması gereken dersler çıkartılmadı maalesef…
SAMİ USLU: Çok isabetli fikirler serdettiniz. Aynen öyle. Günlük yazmak hoş değil. Ben de yazdım. Ama hiç kimsenin içini nasıl bilebilirim? M. Nuri Yılmaz’ı hiç savunmam. Hemen yanında olmamın çok ayrı bir serancamı var. Onu hiç onaylamam. Ama onun ilgisizliği nedeniyle önüne koyduğum her evrakı okumadan imza ettiği için, ben şahsen güzel işlere vesile oldum. Bana güvendiği için öyle olmuştu. Allah şahit ben de onu hiç zor duruma sokturmadım. Tek yanlışımı hatırlamam. İki büyük cami inşa ettik. Biri Tokyo’da, diğeri Aşkabat’ta. Türkmenistan. Hepsinin başında oldum. SÜLEYMANİYE benzeri eserler.
Onunla en yakın arkadaşlarım arasında gürültü nereden koptu bilir misiniz? Bekir hocamın bahsettikleri dâhil, hepsinin çocukları, damatları, çok yakın akrabaları vakıfta görevliydi. Benim ve o bahsedilenlerin hiç birinin yakınları vakıfta değildi. Bakan dâhil devlet ricali bunların oralardan uzaklaştırılmasını istedi. İşte o zaman kıyamet koptu. İst’da İSAM vardı. Orada da çok büyük hocalar. Bir kaç saat bulunuyorlardı. Maaşlarının iki hatta üç katı para da oradan alıyorlardı. Hepsinin Çavuşbaşı’nda yazlıkları villaları olmuştu. Nuri Yılmaz bunlar nedir böyle deyince yer yerinden oynadı. Daha çok, yazmakla bitmez. Hemen o zaman karşı kutuptakilerin konuları hizmet oldu. Bizler için yafta yapıştırıldı. Hulf edildi denildi vs. Bir de ben o zaman günlüklerimi yazayım. Kimin kim olduğu öğrenilsin. Neyse bu kadarıyla iktifa edeyim. Çok memnun oldum. Sizi çok önceden tanımalıymışım. Zaman akıp gitti. Kalbi Selam ve sevgilerimle. Hayırlı akşamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Nice insanlar, kabiliyetlerini uygulama fırsatı bulamadan, himmet ehli himayesine mazhar olmadan göçüp gitti. Belki de kirlenmeden gitmeleri, Allah’ın onlara bir lütfu… Tayyar Bey hatıratını okudunuz mu bilmem, orada kendisini hiç tenkit eden olmadığını yazıyor. Oysa yapıcı da olsa tenkit ve uyarıya hiç tahammülü olmadığını, otoriter ve haşin bir yapısı olduğunu, en yakın dostu ve arkadaşı olan merhum Bekir Topaloğlu Hocamız bile yazıyor.
Bu insanlar, yanlış, hata ve eksiklerini fark etmeden göçüp gidecek gibi görünüyor. Ahirette işleri kolay olur mu bilmem ama ben yine de kolay olmasını diliyorum. Onun döneminde sizin görevinizi tam olarak hatırlayamıyorum ama hata, eksik ve yanlışlarından size de yansıma olmaması çok zor…
F.Gülen bana dokunmadı; ben de onunla uğraşmadım diyor Maveradaki Sohbetinde, internette var; izleyip dinleyebilirsiniz. Bu cümle neyi ifade eder, herkesin anlaması zor. Ama sizin anlamanız gerekir.
SAMİ USLU: Tayyar bey hatıratını bölüm bölüm yazdı üç kişiye gönderdi. Ben de o kişilerden birisiyim. Ne yazdığını, hepsini biliyorum. Onun döneminde tahmininizin fevkında hareketli yerlerdeydim. Şu kadarını söyleyeyim. Başkan olması konusu benim takibimle gerçekleşti. Dr. Lütfi Doğan bakandı. Ben onun Özel Kalem Müdürü idim. Onu ikna etmiştim. İlk başkanlık fikrini ben ortaya çıkarmıştım. Hep BEN dedim. Hoş olmadı ama gerçek böyle. F. Gülen konusunda bildiklerim var. Burada uzun gider. Yazamam. Tayyar beyin hatıratını okudunuz mu deyince bunları yazmak durumunda kaldım. Anladım ki, bizlerden kim kimdir? Hiç bilginiz yok. Diyanete uzaklardan bakmışsınız. Hâlbuki o kadar hemşeriniz vardı orada. Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Evet, ben 41 yıl Mekke oturumlu yaşadım; 1975 den 1979 a kadar imamlık, 1979-81 arası 1,5 yıl müftülük yapmak dışında Türkiye ile bağlantım çok zayıf olmuştur. Buna rağmen 1975-81 arasında yaşadıklarım, Tayyar Bey ile yaşadıklarım zikre değer müşahede imkânı bulmamı sağladı. Hiç anlatmadığım, yazmadığım şeyler…
F.Gülen ile ilgili 1992 de keşfedip öğrendiklerim de çok ilginçtir. Henüz anlatmış, yazmış değilim. Ankara’da 1975 yılında, Harbiş sendikası sekreteri kanalı ile ilk temasım oldu Tayyar Bey ile…
KULLANILMAYA AÇIK OLDUĞUNUZU HİSSETTİRMEDEN BAŞARILI OLMANIZ ÇOK ZORDUR.
Kullanılmaya açık olduğunu hissettirerek yola çıkanlar, ya kullanılmaya gönüllü hale gelir yahut istemeyerek de olsa kullanılmaya mahkûm hale dönüşürler…
Kullanılmaya açık olduğunu hissettirerek yola çıkmış olanlardan, bu iki ihtimalin dışına çıkabilmiş, kullanılmaktan kurtulabilmiş nadir insanlar vardır…
Kullanılmaya açık olduğu hissini uyandırmadan, başarılı olabilmiş insanlar, ancak bilgisi, birikimi, karakteri ve duruşu ile gerçek liderler ve öncülerdir…
Türkiye’de politik mücadele içinde yer almış insanların kahir ekseriyeti, kullanılmaya açık olduğunu hissettiren yahut o umudu ve hissi telkin edecek davranışlar içinde olan insanlardır…
Bu soyut düşünceleri, somut hale getirmek riskli olduğu kadar dışlanmayı da gerektirecek derecede tehlikeli olduğunu biliyorum. Bunu ancak dünyalık hesabı ve beklentisi olmayan, hasbi kişiler yapabilir ve yapmalıdır diye de bir kanaat taşıyorum…
Bu girişten sonra, yakın tarihimizin politik entrikaları dışında kalmayı becermiş, siyasi davası için ince hesaplar sonunda her türlü çileye, zorluğa ve sıkıntıya katlanarak, samimi, inançlı, fedakâr ve kararlı bir mücadele vermiş, zekâsı kadar çelik gibi iradesi ile örnek bir duruş sergilemiş, kullanılmaya açık olduğu hissini uyandırmadan başarılı olmuş, ölümünden sonra da olsa, şahsiyeti ve duruşunda ittifak edilebilecek, dünya liderlerinin en başında yer alan insanlardan biri, hiç şüphesiz merhum Necmeddin Erbakan Hocamızdır. Rahmetle anılmayı hak ettiği kadar siyasette örnek alınmayı da hak ediyor…
Kullanılmaya açık olduğu hissini uyandırarak yola çıkıp merhum Erbakan Hocamızı üzdüğü halde, sonradan Allah’ın lütfuna mazhar olmuş, kullanılmaya mahkûm kalmaktan kurtulabilen nadir kişiler arasında da, muhterem Cumhur Reisimiz Recep Tayyip Erdoğan Beyi zikredebiliriz.
Bu tespitimin, bazılarının hoşuna gitmeyeceğini, hatta bazılarını kızdırabileceğini de biliyorum. Onlara şunu hatırlatmak isterim, ben politikacı değilim, hiç bir dönemde olmaya da heveslenmedim. Makam, şöhret, mal mülk hesabım ve beklentim de yok; hasbi olmaya çalışıyor; Allah rızası için yazıyorum. İsteyen kızabilir; isteyen de beni dışlayabilir; ben zaten köşemde, sade yaşamayı içime sindirmiş, 67 yaşında, bir ayağı mezarda olan bir insanım. Rabbime, haksızlıklar karşısında susmuş, “dilsiz şeytan”, yahut doğruları ifade etmekten çekinmiş bir konumunda yaşamayı tercih etmiş bir insan olarak kavuşmayı istemem. Dünyalık hesaplar yüzünden doğru bildiklerimi yazmaktan geri durmayı da düşünmem…
Cumhur Reisi R.T.E. Bey ile aynı çatı altında beş yıl beraber okumuş, şahsiyetini, sosyal faaliyet ve kabiliyetlerini yakından görüp tanımış bir dostu olarak, kullanılmaya açık olduğu hissini uyandırarak yola çıkmış olduğunu, merhum Erbakan Hocamızı endişeye sevk ettiği kadar bizi de mütereddit hale getirmiş olduğunu gizleyebilir miyim..?
Bugün kendisinin çektiği sıkıntılar, yaşadığı ihanetler, ödemek zorunda kaldığı faturalar, o yanlışa tekrar düşmemesini, dost ve mesai arkadaşlarını da daha dikkatli ve şuurlu seçmesini sağlar İnş.
Bu yazdıklarım sadece politik ve siyasi alanda geçerli değildir; hayatın bütün alanlarına teşmil edilebilir. İlim adamları, filim adamları ve bürokratlara, bir de bu açıdan bakıp değerlendirebilirseniz, çok ilginç ve çarpıcı gerçekler görüp tespit edebilirsiniz…
Ben sadece politikacıları öne çıkardım; çünkü gündemde onların konumu daha çok konuşuluyor…
Davutoğlu’nu, Babacan’ı, Gül’ü bu zaviyeden değerlendirmekle kalmayın, bürokratları, İlahiyatçı geçinen medyatik hocaları, ilim ve filim adamlarını, şeyhleri, öncüleri ve benzerlerini bir de bu zaviyeden değerlendiriniz…
Bu günlerde Ensar yayınlarından yeni çıkan, merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın “Hatırat ve Günlükleri” ni daha önce okumuştum. Kendisi hayatta iken yazıp son şeklini vererek dizgisini sağladığı fakat bastıramadığı nüsha ile yayınlanan nüshayı karşılaştırarak tekrar okudum. Biri 1200 sayfa, diğeri 680 sayfa, hocamızın yazıp genç nesillere, talebelerine ibret olması için aktarmak istediği notların yarısı makaslanmış; makaslanan yerlere baktığınız zaman, değerli bilinen insanların, hata, eksik ve yaptığı basitlikleri görüyorsunuz. Bunların bilinmesi ve ibret aynası olmasını istemeyenler ve makaslamayı yaptıranlar kimler biliyor musunuz..? Hayatta iken en yakın mesai arkadaşları, dost kabul ettiği, beraber yaşadığı insanlar; makaslamayı da beceriksiz ve ilkesiz yapmış veya yaptırmışlar…
Size ilginç gelir mi bilmem ama ben ilginç ve ibretlik kabul ediyorum; ders almaya çalışıyorum; bildiğim ve gördüğüm hususları yazmaya çalışıyorum. Notlarımda kalırsa, makaslanmayacağından emin olamıyorum…
Gerçek dost olan insan, dostlarına ayna gibi olan insandır. Onlar sayesinde hatalarınızı görebilir; eksiklerinizi azaltabilirsiniz. Dünyada sakladığınızı zannettiğiniz ayıp ve kusurlarınızı, mahşerde ortaya dökülüp sorgulanmanızı engelleme imkanınız var mı..?
17.05.2021 OF / Trabzon
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
14
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: S.A. Sami Bey, Bugünlerde DİB M.S. Yazıcıoğlu Hoca’nın yazdığı Hatıraları okuyorum. Farklı bir Başkan olarak dikkat çekici görüş ve tespitleri var. Bilmiyorum siz bu hatıratı okuma fırsatı buldunuz mu..?
DİB dan M.Said Yazıcıoğlu Hoca döneminde siz hangi görevdeydiniz bilmem ama bu müşavir ’in siz olamayacağınızı tahmin edebiliyorum…
SAMİ USLU: Hayırlı akşamlar, O hatıratı görmedim. Okumadım. Duymuştum. İki müşaviri vardı. Birisi İsmet Ersöz (ayni zamanda bakanın da müşaviri idi) diğeri Hayri Kırbaşoğlu’ydu.
Ben Başmüfettiş idim. TDV’nın da ikinci başkanıydım. Vakfın başkanı Halit Güler’di. Ben müşaviri değildim. Hocanın ne yazdığını bilmiyorum. Hoca ilk zamanlarda bizlerden hoşlanmazdı. Aramıza fitneciler girmişti. Tayyar beyin adamları olarak bilinirdik. Sonra ise birbirimizi çok sevmiştik. Birlikte bir ABD seyahatimiz olmuştu. Bir hayli Avrupa Seyahatlerimiz vardır. Hala severim onu. Temiz bir insandır. Kalbi pırıl pırıldır. Allah sağlık ve afiyetler versin. Selamlar.
SAMİ USLU: O kimdir bilmiyorum. İşte hatırat yazma konusunda burada olduğu gibi tereddütlerim hala devam ediyor. Böyle muğlak bırakılınca da bana göre olmaz. Kim ise yazılmalı diye düşünüyorum. Şifreli ifadeler insanları şüpheye düşürür. Hangisi? Net yazılması tarafındayım, o zaman da sıkıntılardan bahsedenler oluyor. Bu konu kafama tam oturmuyor. Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Evet, yazan kişi samimi ve içten yazıyorsa, yıpratmak gibi bir niyeti yok ve üslubu da uygunsa, net olarak yazılması gerektiğinde ihtilaf edilmemeli. Çünkü Hatıratlar ayna gibi olmalıdır ki ibret almaya vesile olsun. Yapılan yanlışlarda inat ve ısrar edilmediği sürece kimseyi ayıplamamak gerekir. Hepimiz yanlış yapabiliyoruz. Önemli olan, uyarılınca yahut fark edince, hatadan vaz geçip özür beyan edebilme erdemi sergileyebilmektir. Kişilere karşı özür dilemek gerektiği gibi topluma karşı da özür borcumuz varsa, bunu dünyada yerine getirmek hayırla anılma ve helalleşmeye vesile olur. Bundan kaçmamak gerekir.
SAMİ USLU: Çok güzel ifade ettiniz. Katılıyorum. Çok doğru. Teşekkürler.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Bu içtenlik ve samimiyeti merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın günlük ve hatıratında gördüm. En yakın arkadaşı ve dostunun bile eksik ve hatasını yazmış fakat yeri geldiğinde aynı arkadaşını övüp takdir etmekten de geri durmamış. Tenkit edilenler bu samimiyeti görünce rahatsız olmuyor; kırılmıyor; yanlış anlaşılmışsa durumu açıklığa kavuşturma imkân ve fırsatı buluyor. Gerçek dostlarım benim hatamı düzeltmek niyeti ile beni uyaran, kendimi toparlamama vesile olandır diye inanırım. Elbette bunu hazmedemeyenler de çıkabiliyor fakat böyle bir insan bile yeniden düşünme fırsatı bulur ve gerekli görürse, yanlış anlaşılmayı düzeltme şansı elde eder. Hatıralarınızı yazmanızı arzu ettiğim için bu satırları yazmayı gerekli gördüm…
SAMİ USLU: Çok samimi tavsiyeler. Tekrar teşekkürler. Allah razı olsun. Selam ve sevgiler.
TAKDİRDE CİMRİ TENKİTTE KORKAK OLMAYAN BİR HOCAMIZIN HATIRALARI Okumayı sevip hoşlananlardanım; hayat ve hatırat okumaya da hususi bir ilgi duyarım. En çok okuduğum kitaplar arasında, Peygamberimizin (s.a.v) ve Ashabının (r.a.) hayatı ile ilgili seçkin kitaplar olduğunu da söyleyebilirim.
Hatırat tarzı eserler, ancak fotoğraf çeker gibi yazılırlarsa kendilerinden beklenen maksadı hâsıl edebilirler. Bir anlamda tarih yazmak demek olan hatırat yazımında olaylar, fikirler, insanlar “olduğu gibi” anlatılmayıp, kurgulanmış bir anlatımın nesnesi haline getirildiğinde gerçeğin üstü örtülmüş olur. Hatırat yazarı kendisine değil, yaşadıklarına ayna tutan insandır. Yaşanılan hayat eğrisiyle-doğrusuyla çarpıtılmadan anlatılmalı ki, gelecek nesiller geçmişten gerekli dersleri çıkartabilsin…
Hatırat yazanların çoğu hissiyatının etkisinden kurtulmakta zorlanır; hissiyatı ve duyguları aklının önüne geçtiği yerler olur. Bazen de güzellemeler yaparak okuyucuda istediği kanaati oluşturabileceğini zanneder. Oysa akıllı, bilgili ve görgülü bir okuyucu, duyguları, hisleri ve güzellemeleri hissetmekte zorlanmaz; hatırat yazarı kendini aldatmış olur.
Son okuduğum iki hatırattan biri, merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın “Hatırat ve Günlükleri” ni ihtiva eden “Günlerim Böyle Geçti” isimli hatıratının muhtasar hali, diğeri de Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Mustafa Said Yazıcıoğlu Hocamızın “NE Yan Yana NE Karşı Karşıya” isimli hatıratı oldu. Her iki hatıratı peş peşe okudum. Merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın hatırat ve günlüklerini, vefatından önce dizilmiş fakat basılmamış halini, elektronik ortamda okumuştum. Takriben 1200 sayfa olan bu dizgi, vefatından sonra, arkadaşları tarafından 685 sayfa olarak muhtasar hale getirilmiş ve yayınlanmıştır. Her iki şekli ile okuyup karşılaştırdığım bu hatıratla ilgili bir değerlendirme yazmış; dost, arkadaş ve bazı hocalarımla paylaşmıştım. Burada tekrar gündeme getirmem vakit israfı olur.
M.Said Yazıcıoğlu Hocamızı ilk defa 1988 veya 1989 yıllarında Mekke-i Mükerreme’de görmüş ve tanımıştım. Merhum Lütfi Şentürk Hoca’nın Mekke’de Din Hizmetleri Müşaviri olduğu dönemde Mekke’ye gelen Hocamız, Ümmül Kura üniversitesindeki talebeleri Mekke/Mesfele’deki müşavirlik binasına davet ettirip görüşmek istemişti. Ümmül Kura talebelerinin büyük bir çoğunluğu müşavirlik binasına ilk defa davet ediliyor ve gidiyordu. Bu sebeple binayı bulmakta zorluk çekip sormak zorunda kalan arkadaşların bir kısmı toplantıya geç kalmış ve mazeret bayan ederken bu durumu dillendirmek zorunda kalmıştı. Hocamız bu serzenişleri duyunca, şaşkınlık ifadesi ile merhum Lütfi Şentürk Beye dönerek: “Diyanette göreve başladığım günden beri, neden bazı gruplarla olumlu irtibat kurulamadığını, sürtüşmeler yaşandığını dinlemeye ve anlamaya çalışıyorum. Bu durumu izah ederken bir takım sebep ve gerekçeler anlattınız; dinledim. Ama Mekke Üniversitesindeki talebelerle olan bu irtibat kopukluğunu nasıl izah edeceğinizi merak ediyorum’’ deyişi hafızamızda iz bıraktı. İlk defa oluşan bu duygu yakınlığı, ilgi ve samimi yaklaşım bütün arkadaşlarımızı memnun ettiği gibi beni de rahatlatmıştı. Çünkü arkadaşlarımız bana da bir Diyanet mensubu gözü ile bakıyorlardı. Öyle ya, Bilecik Gölpazarı Müftüsü iken, DİB oluru ile Başbakanlık tarafından, Mekke Üniversitesinde ihtisas yapmak üzere, maaşlı mezun olarak gönderilmiş ilk talebe idim. Talebeler ile Diyanet ve Din Hizmetleri Müşavirliği arasında oluşan her olumsuzluk bana da sitem ve serzeniş olarak yansıyordu. Oysa benim içimdeki duygular, arkadaşlarımın duygularından çok farklı değildi, yaşadığım olumsuzluk ve sıkıntıları içime gömüyor; çok az arkadaşımla paylaşabiliyordum. Böyle duygusal bir ortamda M.Said Yazıcıoğlu Hocamızı tanımak umut yeşertici olmuş; yakınlık hissetmemize vesile oluşturmuştu. İşte hatıratını okumaya ilgimi artıran sebeplerden biri de bu olmuştur.
Bu mukaddimeden sonra Hocamızın hatıratı ile ilgili değerlendirmeye geçebilirim.
İmla hataları üzerinde durmayacağım, sadece 28.Sayfada, benim de köyüm sayılan değerli hocam, merhum Mehmet Rüştü Aşıkkutlu hocanın, eski adı Çufaruksa olan köyünün yeni adı “Aydınlar” olarak yazılmış; doğrusunun “Uğurlu” olacağını belirtmekle iktifa edeyim. M.R.Aşıkkutlu Hocamız, evinde iki sene kalıp Kur’an talim ve tecvidi ile Arapça sarf okuduğum hocamdır.
Yine 62.Sayfada, ağabeyi Recep Yazıcıoğlu için, “Ruhu şâd, mekânı cennet, takipçileri bol olsun.” denmiş, “takipçileri” kelimesi yerine “dua edenleri” yazılması bizim üslubumuza daha uygun ve daha güzel olurdu kanaatimi izhar etmeliyim.
65.Sayfada, yabancı dilin nasıl öğretileceği konusundaki başarılı olamayışımızı tespiti (Muhterem hocamızın, bizim dil öğretmekle ilgili projemizi www.hamzali.org sitesinden okuyup incelemesini arzu ederim.), 69.Sayfada Medrese İlahiyat eğitimi mukayesesi, 80.Sayfada yurtdışında doktora yapmak için 4-5 yıl kalmak yerine, 2 yıl kaldıktan sonra çalışmaların yurt içinde tamamlanması tavsiyesi, 85.Sayfada, devletin bireyi hiç görme anlayışının insan merkezli bir sistemle aşılabileceği görüşü, 86/87.Sayfalarda elçiliklerimizde karşılaştığı Ermenilerle ile ilgili duyguları, 96.Sayfada, akademik tez konularının hayatımızdaki ihtiyaçlarımıza ışık tutacak şekilde seçilmesi ile ilgili görüşü, 98.Sayfada, Kenan Evren’e Talat Koçyiğit Hoca’nın içkinin haram olduğunu söyleyişini aktarması, 119.Sayfada, yurtdışında İlahiyat eğitimi ile ilgili denklik konusunda anlattıkları, 121/122.Sayfada siyasette olduğu dönemde YÖK ten istediği belgeyi alamayışını, (Bu satırların yazarı olarak, prosedüre uygun şekilde yaptırıp tamamladığım mastır denklik belgesindeki maddi hatayı düzelttirmek için geri gönderdiğim denklik belgemin aslını, 12 yıl uğraşmama, öğrencim olan YÖK başkanına rağmen hala geri alabilmiş değilim.) Bu haliyle YÖK dipsiz bir kuyu görüntüsü arz ediyor.
147/148.Sayfalarda Diyanet teşkilatının, asker veya polis teşkilatını andıran soğuk yüzünü, gönül bağı oluşturma ihtiyacını anlatmasını dikkat çekici buldum… Âcizane kanaatim, DİB nın en önemli eksiklerinden birinin de, “gönül bağı oluşturamama” zafiyetidir. Halk ile gönül bağı oluşturamamak bir yana, kendi teşkilatında çalışan personel ile bile gönül bağı olmayan bir Diyanet teşkilatının başarılı olması çok zor; hatta imkânsızdır. Bu zafiyetin oluşturduğu boşluğu başka oluşum ve kuruluşlar doldurmaya çalışmaktadır. F.Gülen örgütü böyle bir zafiyetin oluşturduğu zemini en iyi değerlendiren örgütlerden sadece biridir. Kurucu iradenin DİB na çizdiği statü, belirlediği konumun bunda önemli rolü olduğu gibi, teşkilatın, uzun yıllar, yeterli ehliyet, liyakat, samimiyet ve ihlas sahibi cesur insanların yönetiminden mahrum kalması, gönül bağı oluşturma zemininin oluşmasına imkân vermediği de söylenebilir.
Elbette sebepler arasında başka hususlar da zikredilebilir ancak böyle bir zafiyet ve açığın varlığını kimse inkâr edemez.
149.150.151.Sayfalarda tipik bir Diyanet müfettişi hikâyesi okuyunca ben şaşırmadım. Ama Hocamız gibi diyanet yönetimine dışardan getirilmiş, objektif bir insanında hoş bakması, onay vermesi mümkün olmadığını görüp teyit etmiş olduk.
Hocamızın görev yaptığı yıllarda diyanet personelinin eğitim seviyesini merak edenler 152.Sayfaya bakabilirler. 153.Sayfada MİT-Diyanet ilişkisi ile ilgili Hocamızın yazdıklarını okuyunca hasbilik böyle bir şey olsa gerek diye düşündüm.
Seksenli yılların başında Riyad’da görevli bir istihbarat görevlisinden duymuştum. O dönemlerde görev yapan DİB yardımcılarından biri MİT görevlisi olarak orada bulunuyordu. O dönemlerdeki MİT’in CIA şubesi olarak görev yürüttüğünü dikkate alırsanız bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlarsınız. İngiliz istihbarat servisi MI6 ise, kurulduğu günden beri, direk ve dolaylı yollardan Diyaneti etkileme ve yönlendirme konusundaki gayretlerini hiç eksik etmemiştir. Şaşırır mısınız bilmem ama Ramazan’a başlama ve bayram yapma, Hilali gözetleyip görme bilgi ve çalışmalarının perde arkasını karıştırıp inceleyenler MI6 etkisini açık ve net bir şekilde görebilirler. Bunu hem Suudi Arabistan hem Türkiye hem de Mısır için söyleyebilecek bilgi birikim ve tecrübe sahibiyim. İstihbarat güçlerinin hangi konuları nasıl değerlendirdiğini bilmeyenler, Hilal gözetlemek, Ramazan’a başlamak ve bayram yapmak gibi konularla istihbarat servislerinin ne işi olabilir dediğini duyar gibiyim. Uzun bir konu, burada aktarırsam konuyu uzatmış; okuma tembellerini bunaltmış olabilirim.
Türkiye’de politika, Sanat gibi İlahiyat ve Diyanet alanları da güdümlüdür; görüşünü hafife almayın derim… 153.Sayfada Tayyar Altıkulaç ve Kocatepe Camii açılışı ile ilgili yazılanlar da dikkatimi çekti. 224.Sayfada DİB larının hep Sünnilerden olduğu ifadesi Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal’a İzafe edilmesi bir durum tespiti olarak yorumlanıyor.
Bu ifadenin, DİB ları bugüne kadar sadece Hanefiler ’den olmuştur; demekten bir farkı var mı..? Şafiiler yahut Malikilerin böyle bir ifadesi ne kadar anlamlı ise bu ifade de o kadar anlamlı olabilir. Türkiye’de Şiilik veya Alevilik değerlendirilirken bir mezhep veya meşrep olarak değil de ayrı bir din gibi değerlendirme hatası yapılıyor. Hiçbir mezhep veya tarikat mensubu ayrı bir ibadethane talebinde bulunamayacağı gibi, DİB nın da kendi tarikat ve mezhebinden olmasını istemeyi dillendirmesi normal değildir. Alevilerin böyle bir talebini dillendirmesi normal kabul edilebilir mi..?
Nakşiler biz ayrı bir ibadethane hakkı istiyoruz diyebilir mi..? Diyebilecekleri tek şey ayrı bir tekke açma hakkı istiyoruz olabilir. Ayrı bir ibadethane, farklı bir din için söz konusu olabilir. Alevilik İslam’dan farklı bir din midir..?
Hayır diyenler, farklı bir ibadethaneden söz edemez, olsa olsa zikir evi, tekke açma hakkı isteyebilir. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili kanuna takılmamak için ayrı ibadethane hakkı talebinde bulunmak Aleviliğin esası ve ruhu ile bağdaşmaz. Evet Alevilik ayrı bir dindir diyenlerin ancak ayrı bir ibadethane ve ayrı bir DİB dan söz etmeleri makul olabilir. Türkiye dâhilinde, samimi hiç bir Alevinin, Aleviliğin ayrı bir din olduğunu söyleyip iddia ettiğini ben hiç duymadım.
Hocamız hatıratının 235.Sayfasında Bulgaristan ve Batı Trakya’daki soydaşlarımızdan bahsediyor. Bulgaristan’ı bilmem fakat Batı Trakya’daki Türkler ve müftülük konusunda hatasız, doğru ve objektif bilgi aktarana hiç rastlamadım. İslam ve Osmanlı’ya karşı tavrımızın Batı Trakya’ya yansıması karşısında Yunanistan’ın tilkice tavrı bizim başarısız olmamızın temel faktörlerinden biri olduğunu ya gören olmuyor veya anlatma cesareti gösteremiyor. Ben Batı Trakya’ya defalarca gidip kaldım; inceleme yapma fırsatı buldum. Hem seçilen müftü (Bu arkadaş YİE’den dönem arkadaşımızdı) hem de atanan müftü ile görüştüm. Yunanistan’ın ve Türklerin uygulamasını yerinde görüp inceledim. Yakın tarihe kadar Türk azınlık okullarında Osmanlıca öğretildiği gibi müftülüklerde yazışma ve arşiv dili de Osmanlıcaydı. Türkiye, Türkçü bir politikayı, Yunanistan ise İslami bir anlayışı teşvik ediyordu. Bunun fiiliyata yansıması ise, Türkiye İslami harfleri terk ettirip Latin harflerini, İslam anlayış yerine Laik anlayışı, öne çıkartıyor; seçtirdiği müftüleri de bu anlayışa göre, sakalsız, bıyıksız, laik kafalı, halktan kopuk, bilgi ve yaşantısı eksik kişilerden seçtiriyor.
Yunanistan ise Osmanlı İslam harflerini, Laiklik yerine İslami anlayışı, bilgi ve yaşantısı yetersiz olan müftü yerine, Mekke, Medine veya Ezher mezunlarını, sakalı ve bıyığı olan, halk ile gönül bağı kurmaya yatkın, yaşantısı daha düzgün olan kişileri tayin edip teşvik ediyor; imkân veriyor. Zahire bakan Yunanistan’ı doğruyu teşvik eden, Türkiye’yi ise yanlışı besleyen konumda göreceği açık. Türkiye’nin baskı ve teşvikleri sayesinde Batı Trakya’daki Müslüman Türkler her geçen gün Yunanlılara daha çok benzer hale geliyor. Yeni nesilden Osmanlıca bilen kalmadı; artık yazışmalar Latince yapıldığı gibi arşivler de Latince tutuluyor.
Oysa azınlığın varlığını devam ettirip sürdürmesi için İslam’a sarılması, Osmanlıca yazışması çok önemli bir faktördü. Türkiye Batı Trakya’da Yunanistan lehine çalıştığını bakalım ne zaman göreceğiz..? Görünce iş işten geçmiş olmaz İnş.
260.Sayfada muhterem Hocamız Devletin, Diyanet ve Din Görevlilerine bakışındaki sakatlığa işaret ediyor. Diyanetin dini bir teşkilat olmadığını, idari bir teşkilat olarak görüldüğünü değerlendiriyor. Bu hata nasıl bir boşluk ve verimsizlik oluşturdu ise Batı Trakya’da aynı hata ve boşluğu oluşturmuştur.
Muhterem Hocam, Eğri ağacın gölgesi de eğri olur. Diyaneti kurup oluşturan irade, dine hizmet etmek için değil, kurulan yeni ve laik devletin yerleşmesi ve sürdürülmesine hizmet etmek için idari bir teşkilat olarak kurmuştur. Bunun için ilk diyanet işleri başkanına hem CHP Ankara il başkanlığı hem de DİB görevi birlikte verilmiştir. Bu zihniyete hizmet etmeyen bir teşkilat ve görevli nasıl makbul kabul edilebilir ve anlayış görebilir..?
İşte sizi ve ağabeyiniz gibileri yeterli görmeyip beğenmeyenler, sizin bu gerçeği görüp içine sindiremeyen, düzeltme gayreti sergileyen, saf ve sade bir Anadolu evladı olmanız, duruma göre şekillenemeyen, herkesi idare edemeyen, kullanılmaya müsait olmayan, umut vadetmeyen yapınızdan dolayı yeterli görmeyip beğenmemişlerdir.
268. ve 275.Sayfalarda bahsettiğiniz Hutbe konusu ve İl müftülüklerinin atama yetkisi de bu anlayış sahipleri için riskli ve tehlikelidir. Bu arzu ve görüşünüze karşı çıkanlar arasında Dr. Lütfi Doğan ve Tayyar Altıkulaç Beylerin olması sizi şaşırtmasın, onların bu zeka kıvraklığı ve anlayışları, sizden daha fazla itibar görmelerini sağlayan faktörlerden biri olamaz mı..? 279.Sayfada bahsettiğiniz “Belgeli Din Görevlisi” fikrini ben de “Hac Organizesi” için savunup anlatmaya çalıştım. Yürüyen sistemin saltanatına çomak sokmak olarak görüldü. Diyanetin farklı düşünceleri dinlemeye bile tahammülü olmadığını bilir misiniz bilmem ama bugün bile bu durum değişmiş değildir.
Hac Organizesi inceliklerine vakıf olacak kadar uzun görev süreniz olmadığı gibi, 1990 yılında yaşanan sıkıntılar sizi farklı konularla meşgul olmak zorunda bıraktığını zannediyorum. “Tünel Faciası” olarak ifade edilen olayı da doğru değerlendirecek kadar bilgi sahibi olamadığınız kanaatindeyim… Muhterem Hocam, Ömrümün 41 yılı Mekke’de geçti. 1990 yılında on yıllık fiili bir tecrübe sahibi iken, 2500 kişilik bir Hacı gurubunun organize koordinatörlüğünü yürütme sorumluluğunu taşıyordum. “Tünel faciası” olarak isimlendirilen olayın tam göbeğinde olup olayı fiilen görüp yaşama tecrübem olmuştur. Bizim kafilemizden de 18 hacımızın öldüğü bu olay, zannedildiği gibi ne tünel yetersizliği ne de görevli ihmalinden kaynaklanmış bir olay değildir. Size verilen bilgiler, masa başı, tahmin ve zanna dayanan bilgiler olup sizi yanlış düşünceye sevk etmiş olduğunu düşünüyorum. Sadece sizin değil Suudili yetkililerin dahi olay yeri ve anını göremediği için eksik ve hatalı bilgileri olduğunu görüp şahit oldum.
İlk hareket, elindeki çantayı düşürüp eğilerek almaya kalkan hacının yanlış hareketi üzerine yere düşmesi, kalkmak için eteğine yapıştığı hacının ihramını sıyırıp çıplak kalmasına yol açması, onunda eğilip avret yerini örtme gayreti ile yere düşmesi ile başka hacının ihramına asılıp sıyırmasının ortaya çıkardığı panik ve talaşın bir kaç saniyede durdurduğu hareketin akış halindeki insan yoğunluğunun önünü göremeyip yığılma ve ezilmeye yol açması şeklinde özetleyebileceğim bir hadisedir..
1990 yılında gidiş ve dönüş tünelleri ayrı ayrı idi. Olayın olduğu tünel sadece taşlamaya gidenlere tahsis edilmişti.
Bu olaydan sonra hem gidiş hem de dönüş tünellerinin sayısı çoğaltıldı. Bu sebeple 302.Sayfada yazdığınız görüşleri yeterli ve isabetli bulmamamı anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. 407.Sayfada demokratik yapının kolay oluşmadığını yazıp demokrasiyi takdir eden ifade ve imalarınızı da sempatik bulmadım. Sizi sevenlerin tenkitine alışık mısınız bilmem ama ben sevdiklerimin eksik, hata ve yanlışlarını da düzeltmek niyetiyle söylemekten yanayım. İlahiyatta Kelam Hocası olan, 4,5 yıl DİB yapmış, yerli milli, bozulmamış bir fıtrat sahibi, meşrep saplantısı ve rejim tiryakiliği olmayan, kınayanların kınamasına aldırmadan, komplekssiz, samimi, mütevazi, mert inandığı ve düşündüğünü yazacak kadar medeni cesareti olan bir hocamız olarak, güç ve kuvveti esas alıp dayanak kabul eden, her türlü algı, entrika, yalan ve göz boyamaya açık bir beşeri sistemi övüp, hakkı ve hakikati esas alarak üstün tutan, maneviyata öncelik veren, doğruyu teşvik edip önünü açan, yanlışı engellemeyi gaye edinen fıtrata uygun İslami sistemi anlatıp heveslendirerek öğretmeyi, teşvik etmeyi ihmal etmeniz makul kabul edilebilir mi? Bu görevi sizden beklemeyeceksek kimden bekleyeceğiz..? Bu ihmal sebebi ile bugün demokrasi müminleri olup çıktığımızı, İslami sistem ve değerlerimizi unuttuğumuzu alternatif bile görmediğimizi dikkate almamız gerekmez mi..?
424.Sayfada aktardığınız İsmet İnönü’nün görüşlerinden ve savunduklarından ne farkımız kalır muhterem Hocam..?
426.Sayfada Hucurat süresi 13. ayet tercümesinde “millet” kelimesi yerine “kavim” kelimesi olması daha doğru bir ifade olmaz mı..? Meallerde de kavim olarak tercüme edildiğini bakıp teyit edebilirsiniz. 433.Sayfada bahsettiğiniz mükemmeliyetçi yapı bende de var maalesef. 442.Sayfada ifade ettiğiniz gibi dışardan bakmak daha gerçekçi gözlemler yapma imkânı verebiliyor. Hatırlarınızda yazdıklarınız yanında yazmayı uygun görmedikleriniz de olabileceğini tahmin ediyorum. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak olayı anlatıp yanlışını zikrettiğiniz ve görevini de açıkladığınız bir kişinin sadece ismini yazmamanızı zihin yorucu bir eksiklik olarak görüyorum.
Avrupa ülkelerinde Din Hizmetleri Müşaviri olup İstihbarat görevi yaptırılan kişiyi meraklısının araştırıp bulması çok zor olmadığı halde, ismini mahfuz tutmanızı gerekli görmedim. Bu arkadaşın adını yazmanız hem ibret almaya vesile hem de çoğalıp yayılmasını caydırıcı olmaz mıydı…? Yanlış yapanı korumak yerine caydırıcı şekilde duyurmayı gerekli görenlerdenim.
Ayna tutmak ancak böyle gerçekleşebilir… Nice yanlış yapanlar, yanlışını yazıp kabul etmekle hem tövbe ettiğini hem de müsamahayı hak ettiğini açıklığa kavuşturma fırsatı buluyor.
Sonuç olarak, hatıratınızı okumaya değer ve ibret almaya vesile olabilecek, olabildiğince objektif buldum. Arkadaş ve dostlarıma da okumayı tavsiye ettim. Hatıratların ikinci baskısının yapılması çok az vaki olabiliyor. Umarım hatıratınızın ikinci baskısı yapılır ve hatırlatmalarımı dikkate alırsınız.
Selam, dua ve hürmetlerimi arz ediyor sizlere sağlıklı, huzurlu ve bereketli uzun ömürler diliyorum muhterem Hocam. 05.07.2021 Üsküdar Ahmet Ziya İbrahimoğlu
M.Said Yazıcıoğlu Hocamızın, hatıratının değerlendirmesini yaptığım yukarıdaki yazımı ilgili arkadaş, dost ve hocalarıma göndermiştim. Bunlar arasında Sami Uslu Bey de vardı. Bu yazıyı okuduktan sonra Sami Uslu Bey bana yazdığı mesaj üzerine, aşağıdaki yazışmalar 05 Temmuz 2021 – 06 Temmuz 2021 tarihleri arasında aramızda geçmiş yazışmalardır.
SAMİ USLU: Hayırlı akşamlar, M.Sait Yazıcıoğlu hatırat değerlendirmenizi okudum. MİT mensubu bir müşavir den bahsediyorsunuz. Veya eski başkanımız bahsediyor. O bölümü tam anlayamadım. Gönderdiğiniz yazının çıktısını almak istedim ki o zaman çok daha rahat okuyabilirdim. Maalesef alamadım. Çok küçük hurufatı güçlükle okuyabildim. Mobil görünüm de arzu ettiğim gibi değildi. PDF’den DOC’a döndürülmesi için ücret istendiğine şahit oldum. O usullerle bu nesneye özel bilgilerimi hiç vermiyorum. DOC’a döndüremedim. Çıktısını da alamadım. Fakat yine de okudum. O MİT konusunu az çok çözdüm. Tahmin ettiğim kişiler vardır. Olabilir. O dönemlerde çok şeyler olmuştur. Neler olmamıştır ki… Belki halen dahi devam etmektedir. Artık o konuları takipten de vaz geçtim. M. Sait hoca ilk zamanlarda bizlere çok yakın değildi. Tayyar Altıkulaç’ın ekibi yaftasını yemiştik. Bizlere çok soğuktu. Son zamanlarında bizleri tanımıştı. İşte öylece bir devir geçip gitti.
تلك أمة قد خلت لها ما كسبت ولكم ما كسبتم Aynen öyle oldu. Hayatımızın son bölümleri içindeyiz. Hepimiz için sağlıklı bir ömür niyaz eder, dareyn saadeti dilerim. Selam ve sevgilerimle.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Yazının açık halini, okumanızı kolaylaştırmak için size özel yolladım. Hocamız, Avrupa ülkelerinde görev yapan bir dini hizmetler müşavirinden bahsedip kendisine istihbarat grevi yaptırıldığını söylüyor fakat ismini yazmıyor. Ben de ismini yazmamasının bir eksiklik olduğunu, ayna tutmak olmadığını yazdım…
SAMİ USLU: Çıktısını aldım. O görevliyi biliyorum. Fakat o kurumla bağlantılı olduğuna dair bilgiyi, belgeyi gözlerimle görmüş değilim. M. Sait hocamız çok detaylı bilebilir. Başkanlar bu konularda müstesnadır. Biz onunla o dönemlerde bilerek bir arada görev yapmıştık. Görevimizi yapıyorduk. Allah bilir, bilmediğimiz kim daha neler vardır. Olmuştur. Hocamızın yazmaması normaldir. Hem bir fayda da sağlamaz. Önemli değil. Şu anda yaşıyor o kimse. Bizlere karşı çok mahcup. Hepsi geçti gitti. Hatıralarla bu konular içine girilmeli midir veya girilmemeli midir el’an müteredditim. CES değil midir? Konuşmaya da, yazmaya da korkuyorum o kabil konuları. İNDALLAH nasıldır bilemiyorum. En doğrusunu O biliyor. Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Bu işlerin meraklısı, o kişiyi araştırıp bulması çok zor değildir. Meraklı olmayana ismini de söyleseniz bir saat sonra bile hatırlamaz.
Eğer böyle insanların ismini yazmayı mahzurlu görüyorsanız, olayı ve görevini de zikretmemek gerekir.
Bence isim zikredilmeli, idarecilerin durumu bunu gerektirir. O arkadaş şu anda emeklidir. İsmini zikretmek ona dünyevi bir zarar vermez fakat vicdanen rahatsız olabilir; tevbe etmesine vesile olabilir. Gençlere de ibret olur; caydırıcı olur. Bu işlerin bir gün ortaya çıkabileceğini düşündürür…
SAMİ USLU: Ahmet Ziya bey kardeşim, Onlar bir tane değil ki, o kadar çoktur, sayamayız. Tahmin de edemezsiniz. Bizim teşkilatta çok beterlerini maalesef görmüş bir kardeşinizim. Hele Sayın başkan ve bakanımız daha ne türlerini bilmektedir. Size katılıyorum; bu şekilde teğet geçmesi uygun değil. Madem çıtlatmış, açıklamalıdır. Bütün müşavirlerimiz zan altında kalmaktadır. O mudur, şu mudur diye zihinler araştırmaya başlar. Bu ise hem ayıp, hem de günahtır. Bana çok önemli o teşkilatın hem de tepe noktalarında olan bir isim, bir zamanlar müşterek bir toplantıda idik. Orada söylemişti. “Kapınızdan giren her yedi kişiden birisi bizlere çalışmaktadır” demişti. Hal böyle olunca, o görevleri mi bırakmamız gerekirdi? Asla! İşlerimizi bu şuurlar içinde yapmaya çalışmıştık. Bir anlamda ateşten gömlekler gitmiştik. Bir vesile olsa da bir gece biraz sohbetler edebilsek. Sizleri Mekke günlerimde tanıyamadığıma çok pişmanlık duymaktayım. Bu gün Cumhurbaşkanımızın Kur’anlar okuduğu bir dönemde görev yapmak bana göre görevlerin en kolayıdır. Bunu idrak edemeyenlerin veyl hallerine! Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Temiz ve dürüst insanları itham ve zanlara muhatap kılmamak için hakkında belgeye, bilgiye dayanarak müşahedemiz olan böyle insanları isim olarak zikretmek gerektiğinde mutabıkız.
Antalya eski müftülerinden Hikmet Kutlu Bey’i (soyadını yanlış hatırlayabilirim..?) tanır mısınız..?
SAMİ USLU: Bir kenarından faş edildiğinde; Evet. Hikmet Kutlu’yu birçok yönleriyle tanırım. Merhumdur.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Evet 2013 de vefat ettiğini biliyorum…
Antalya Müftüsü iken, kendisi ile Mekke’de bizzat yaşadığımız şaşırtıcı bir hadiseyi anlatsam inanmakta zorlanırsınız. Üstelik o anda ben de maaşlı mezun olarak da olsa Müftülük sıfatı taşıyordum…
Bu kişiye inanarak, bize soru bile sormadan, ifademize başvurmadan DİB nın yaptığı idari işlem hesabı verilecek cinsten değil.
SAMİ USLU: Öyle bir olayı hatırlıyorum. O olayda ismi geçen siz miydiniz, bilmiyordum. Bana nakledildiği şekilde hiç hoş değil. Hafızamda öyle kalmış. Teftiş raporunu da görmedim. Sonucunu dahi bilmiyordum.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Olay Hikmet bey ile benim aramda geçmiş olmasına rağmen, yanımda olan Şerafeddin Kalay arkadaşımıza da, hiç suçu olmadığı halde, istihbarat teşkilatı aracı kılınarak, ağır fatura ödettirilmişti maalesef…
Bizim ifademize dahi başvurulmadan bizi de, gıyabımızda görevli göründüğüm İlçe vaizliğine tayin edip, haberdar edilmeden, süresi içinde göreve başlamadığım için müstafi kabul etme usulü ile görevime son verilmişti. İlginç değil mi Sami Bey
Tayyar Bey’e şeddeli teşekkür borcum, bu icraatından kaynaklanmaktadır. Bilmiyorum, bu teşekkür borcumda sizin payınız var mı..?
Teşekkür borcum olduğunda sitem yok; samimiyet var. Sakın yanlış anlamayın…
SAMİ USLU: Öyle olmuştur. Hatırlıyorum. Bana nakledilen Bayrağımıza PAÇAVRA denildiği şekilde. Hikmet Kutlu böyle söylemişti. O an bana telefon etmişti. Devletimizin bayrağına paçavra denilmesini kim kabul edebilir? Bayrak pencereden içeriye dönmüş. Odaya girildiğinde bizim insanlarımızdan birisi bayrağa o şekilde hakaret ediyor.(kaldır o paçavrayı) denildiği şekilde. Hacılar feveran ediyor. Şamiye ve Süleymaniye’de bir evde olay geçiyor. Ben duyunca hemen konuyu teftiş intikal ettirmiştim. Başka da ne yapılırdı? Durup dururken de her hangi bir şey olur mu? Ben böyle biliyorum, korkunç bir olay. Bir il müftüsünün yalan söyleyeceğini nasıl düşünebilirim? Olayın içinde sizlerin olduğunu bilmiyordum.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Bayrak konusu ne lafzen ne de manen gündeme bile gelmemiş uzaktan yakından olay esnasında söz konusu olmamıştı. Binada bayrak bile görmedik. Şimdi sizden duyuyorum böyle bir ithamı…
Bir ilçe müftüsünün bayrağa hakaret etmiş olacağına ihtimal vermek bile suizan olmaz mı..?
Bu konu ile ilgili bana tek bir kelime, ne yazılı ne de sözlü sorulmaması normal kabul edilebilir mi..?
Şerafettin Kalay Hoca, düğünü olacağı günün bir gün öncesinde Antalya’da tutuklandı. Ağır cezada yargılandı ve sonunda suçsuz olduğu kesinleşip beraat etti. Fakat düğün gününden 1 gün evvel tutuklanması ona ağır bir mağduriyet yaşatmıştı. Ben ise yargılanmadan, ifademe bile başvurulmadan görevime son verilerek cezalandırıldım. Temyiz etme imkânım bile olmadı…
Görevden alınmış olmama asla üzülmedim; vesile olanlar niyetine göre mükâfatını alır ama hepsine ben şahsi hakkımı helal ediyorum. Görevden alınmasaydım döner bürokrasi çarkları içinde ezilip gidebilir; Mekke’de 41 yıl kalamazdım.
Şeddeli teşekkür borcumun sebebini Tayyar Bey sormadı ama sizin de payınız olduğunu öğrendiğime göre hemen borcumu ödeyeyim:
Allah sizden razı olsun; sebep oldunuz; Mekke’de 41 yıl yaşama fırsatı buldum. Rabbim kalan ömrünüzü huzurlu, bereketli, verimli kılsın. Katlanamayacağınız sıkıntılar yaşatmasın.
Gördüğünüz gibi konuşmak, yüzleşmek helalleşmeye vesile oluyor. Ahirete kalsa bu kadar rahat hesaplaşamazdık…
SAMİ USLU: Ahmet Ziya bey o günün hengâmesinde ben ancak duyduğum şekilde yapılması gerekeni yapmıştım. Tahkik konumunda değildim. Bin çeşit sorumluluklar yakamda idi. Siz de beni pekâlâ ziyaret edebilirdiniz. Gerçekleri anlatabilirdiniz. Hatta hacılar bayrağa paçavra diyeni pencereden atmışlar. Allah’tan birinci katmış dediler. Düşen kişiye bir şey olmamış. Bu kadar bir mizansen olay nasıl düzenlenir? Bunun hiç tahmini mümkün müdür? Hikmet Kutlu sizi tanımaz, siz onu tanımazsınız. Müftü Hikmet Kutlu telefonda bunları anlatmıştı. Bir görüşünüze de hiç katılamıyorum. Mübarek beldede 41 sene kaldınız. Ne mutlu. Resmi görevde olsaydınız, belki DİYKÜ olacaktınız. Daha başka hayırlı hizmetler de yapabilirdiniz. Böyle olmadığınıza şükrediyorsunuz, hac şirketi kurmak vatandaşlarımızı Hac ve umreye götürmek şüphesiz çok güzel hizmetler. Bunları herkes, birçok sıradan insanlar yapıyor. Ben buralarda da büyük hizmetleriniz olabilirdi demek istiyorum. Olmadı diye şükreder haldesiniz.
Buna katılmam mümkün değil. Zaten devletimize bakış açılarından bu duygular içinde oldukları için Ümmül kuradan kimse beni ziyaret te etmiyordu. Nitekim siz de gelmemişsiniz. Gelseydiniz, gerçeği anlatsaydınız size her hal ü karda yardımcı olurdum. O olayda sizin olduğunuzu yeni duydum. Ben olayı öyle bilmekteyim. Teftiş raporu nasıldır. Şahitler ne söylemişlerdir bilmiyorum. Fakat PAÇAVRA lafzı tevsik edildiyse (orada bir hayli şahidin olduğu bana söylenmişti) onun için ifade, savunma konuları tabii olarak olmamıştır. İspatlandı ise demek istedim. Zira lafız çok korkunç bir söz. Israrla söylüyorum; bayrak konusu bu olayda var mıdır, yok mudur? Durup dururken olay nasıl düzenlenmiştir? Fakat ne hazindir ki, oradaki üniversiteden mezun olanların birçoğu müftü olmuştur. Bir hayli tanıdıklarım vardır. Hiç biri benim odama ayak da atmamıştı. Sonradan anladım ki hepsi güzel insanlarmış. O günler maalesef öyleydi. Geçti gitti. Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Sınıf Arkadaşlarımdan 15-20 kişi, DİB teşkilatında, İl müftülüğü, Müfettiş, Daire Başkanlığı yaptı ve emekli oldular. Ben de onlara bakınca, onlardan biri gibi olmadığıma şükretmek zorunda kalıyorum.
Ben Hayatım boyunca hep tebliğci oldum; ilimle meşgul oldum. Mekke’de 20 yıl Üniversite ve bağlı kuruluşlar bünyesinde kaldım. Hac ve Umre Organizesi maddi boyutu sıkıntıları içinde boğuşup ezilmedim…
Türkiye’nin hangi vilayetine gidip camilerinde Namaz kılsam karşılaştığım insanlardan beni tanıyan çıkar ve muhabbetle misafir etmek ister.
Ebu Hanife metodu ile İslami Hizmetlerde hiç maddi karşılık beklemeden, masraflarımı bile kendi cebimden ödeyerek koşturmaya gayret ettim; etmeye devam ediyorum.
MÜSİAD da 15 yıl tahkim komisyonu başkanlığı yaptım; sıkıntılarını çözerken sözümü dinlemeyen tek bir kişi ile karşılaşmadım. Onurlu ve veren, almayan kişi olarak yaşamaya gayret ettim. Huzurlu bereketli bir hayat yaşadım. Buna şükretmem gerekmez mi..?
Yeri geldiğinde lafını esirgemeyen yapıda bir insan devlet memurluğunda bu rahatlığı asla bulamaz.
Bugün bile Diyanet benim hiç bir toplantıya katılıp görüş beyan etmemi istemez. Bu benim kuruntum değil, geçen Nisan ayında DİB tarafından yapılması planlanan Hac Sempozyumuna katılmam için bana TÜRSAB çalışanları rica etmesi üzerine, Tebliğ özetini yazıp müracaat ettim; katılmam uygun görülmedi; Başkanlık bir yazı ile bana bu durumu bildirildi. O toplantıya katılanlar arasında benim sahip olduğum bilgi birikim ve tecrübeye sahip tek bir kişi bile yoktu. Bugün bile hizmet etme imkânı, görüş beyan etme fırsatı verilmeyen bir kişiye o günlerde verilirdi demek pek inandırıcı değil…
Benim de katılmadığım bir görüşünüz var:
Mekke’de hakkımda şikayet olmuş ise beni çağırıp dinleme ihtiyacı duymamanız, benim gelmemi istemeniz, Diyanetin resmî, soğuk, bürokrat duruşunu yansıtmaz mı..? Cumhurbaşkanımız RTE okul ve sosyal faaliyet arkadaşım, makam sahipleri etrafında görünmek isteyenler konumunda olmamak için, sebep ve vesile olmadan, kendisi ihtiyaç duymadan asla gidip meşgul etmedim; etmem.
Siz makam sahibi olarak davet etme nezaketi göstermeden yahut zaruri bir vesile olmadan benim sizi ziyaret etmemi beklemeniz isabetli, doğru ve alışılmış bir yaklaşım tarzı değildir. Öyle yapanlar genellikle beklentisi olanların, çıkar zemini oluşturmak isteyenlerin yapacağı iştir. Benim yapımla bağdaşmaz.
Doğru olan M.Said Yazıcıoğlu Hocamızın yaptığı gibi davet ederek ilgi gösterip kapınızın açık olduğunu, ziyaretimizin sizi meşgul etmeyip memnun edeceğini bildirmenizle başlaması gereken ziyaretleşmedir.
SAMİ USLU: Ahmet Ziya bey o konu bana bir an içinde sadece telefonla intikal etmişti. O çeşit olumsuz olaylar o günler içinde o kadar çok olmakta idi ki. Her konuyla meşgul olmam hiç mümkün değildi. Olay teftişe intikal etmişti. Bir de bayrağımıza PAÇAVRA kelimesi içinde geçen bir olay, tiksindirici berbat bir durum. Vaktim olabilseydi yapardım. Durumum hiç mümkün değildi. O ortamda gereken ancak öyle yapılırdı. Teftiş için gelenlerin görevleri de o kabil olaylardı. Ben o söylediğinizi çok güç yapardım. Hatta unutmuştum bile. Sizi tanımış olsaydım, o zaman belki yapardım. Bu arkadaş böyle bir söz söylemez derdim. Tanımıyordum ki. Emin hoca rahmetli hep övünürdü. “Bu devletin bir kuruşu boğazımdan geçmedi” derdi. İşte bu görüş. Bizim geçti de yanlış mı yaptık. Sizde de ayni mantığı sezdim. Görev yapanları da tahfif, tezyif ediyorsunuz. Arkadaşlarınızdan bahsediyorsunuz. Onlar öyle yapmışlar olabilir. Siz gelseydiniz güzel olanları yapsaydınız denilemez mi? Böyle bir laik, seküler dönemde görev yapmak önemlidir benim görüşüme göre. SELAMET DER KENAREST mantığı. Emin hocamızın mantığı bana göre doğru değildir. Bir gün Fatih Camii bahçesindeydik. Birisi geldi Emin hocamın eline bir şeyler sıkıştırdı. O da Allah kabul etsin deyivermişti. Kuşlar gibi bu mudur rızık beklemek. Ben böyle düşünmüyorum. Kendinizi bir hayli anlatmışsınız. Bunları da öğrenmiş oldum. Çok teşekkür ederim. Üzenden 36 sene geçmiş bir olayı konuşuyoruz. Teftiş dosyasını görmeden bir fikir beyan etmem çok güç. Orada bir olay olmuştur. Durup dururken Hikmet Kutlu merhum bana her halde telefon etmemiştir. İnancım bu şekildedir. Hayırlı geceler. Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Bahse konu olay, bütün yönleri ile o dönemde Antalya Ağır Ceza Mahkemesine intikal etmiş, Hikmet Kutlu Bey şahit olarak ifade vermiş. Sonuç olarak suç unsuru bulunmadığı için dava beraatla sonuçlanmış.
Aynı olayı Diyanet’in yargılamış, cezalandırmış olması, M.Said Yazıcıoğlu Hoca’nın ifadesi ile Asker ve Polisten daha soğuk bir yapılanmaya işaret etmiyor mu..? Olayda tam tersi olması gerekmez miydi..?
Ben sizin bu olaya müdahil olduğunuzu bu gece, sizin bildirmenizle öğrendim. Çünkü bana ne yazılı ne sözlü bir şey soran olmadı, ifademe başvurma ihtiyacı duyulmadı. O dönemde size intikal ettirildiği gibi bir durum olsaydı, Ağır ceza mahkemesi beraat kararı verebilir miydi…?
Diyanetin benzer işlem ve tasarrufları sayılmayacak kadar çoktur; münferit olaylardan bahsetmiyoruz… Bugün bile Diyanetin merkez teşkilatının, ne halkla ne de kendi görevlileri ile hiç bir gönül bağı yoktur. Bunu DİB içerisinde sadece M.S.Yazıcıoğlu söylemiyor. Çoğunluğun kanaati budur.
SAMİ USLU: Yine diyaneti tahfif ve tezyif etmektesiniz. Ümmül kuradaki bütün o günkü öğrencilerde olan bakış hala devam ediyor. Kokularını hissettim. Onaylamam hiç mümkün değil. Bu devlet hepimizin devletidir. İnancım böyledir. Mahkeme safahatını da bilemiyorum. İlk defa duydum. Şahitleri mahkeme nasıl getirtebilir. Hepsi ve Fihi kıl. Bana o konu bayrağa PAÇAVRA denildiği şeklinde intikal etmişti. Söyleyeceklerimi söyledim. Bu konunun kiminle ilgili olduğunu da bilmiyordum. Onu da bu gece öğrenmiş oldum. Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Diyaneti tahfif veya tezyif edenler, Diyanetin tüzel kişiliği ile bağdaşmayan yanlış icraat yapanlardır…
Bu yanlışları kabul etmeyip tenkit edenler, hiç bir kurumu ve mümini asla tahfif veya tezyif etme ihtiyacı duymazlar. Türkiye’de Diyanet merkez teşkilatında görev yapanlar dışında, yargılamadan, ifadesine baş vurmadan, bir görevlisinin görevine son verecek başka bir kurum yetkilisi gösterebilir misiniz..? Diyaneti bu duruma düşüren zihniyet, anlayış ve hatalara sessiz kalmayı mı hürmet kabul ediyorsunuz..?
SAMİ USLU: Ahmet Ziya bey yazışıp duruyoruz. “BEN BAYRAĞA PAÇAVRA DEMEDİM” sözünüzü bekledim durdum. Henüz demediniz. Konuyu başka taraflara götürdünüz. Bir de durup dururken orada; ne olursa olsun, böyle bir olay nasıl olabilir? Hikmet bey bana neden telefon eder! Geçti gitti. Bütün ülkelerin bayrakları kutsaldır. Ben durumu anlamış oldum. Konunun kenarında kıyısında dolanmamıza hiç gerek yok. Fakat son derece üzücü bir olay. Keşke tekrar ortaya atılmasaydı. Unutmuştum. Söyleyeceklerimi söyledim. Teşekkür ederim. Selamlar. Konu diyanet değil ki, durup durup diyaneti ele alıyorsunuz.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Bayrak konusunu yazdığım halde dikkatinizden kaçmış. Tamamen uydurma ve iftira…
SAMİ USLU: O zaman sormak isterim, durup dururken orada olay nasıl oldu? Hacılar bir insanın üzerine nasıl yürür? Orada saklanan bir şey var. Elbette şu anda öyle bir sözü söyledim demek bile fahiş bir suç olabilir. O konuyu sormuyorum. Vaz geçtim. Fakat orada hiç yok yere ne olmuştu? İstersen berbat bir olayı kaşımış olduk. Gereksiz. Kapatalım. Tekrar duymuş olduğuma çok üzüldüm. Yukarıda sorduğum soruları sormamış oluyorum. Hiç gerek yok. Siz de üzülmüşsündür. Kusuruma bakmayınız. İyi olmadı. Hepimize (OKU KİTABINI!) denilecektir. Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Yıllar sonra da olsa, ilk sorup öğrenmeniz gereken soruyu son söz olarak sorabildiniz…
Cevabımı ifadem olarak kabul edebilirsiniz. Yazacaklarımın eksiği olabilir ama asla fazlası yoktur. Rabbimi şahit tutarak hatırladıklarımı özetleyecek olursam,
Yılını tam hatırlayamıyorum ama seksenli yılların başlarında, Mekke Üniversitesi Hac araştırmaları merkezinde çalışıyorduk. Kral imzalı görev ve yetki belgemiz vardı.
Her yere girme ve herkesle muhatap olup soru sorma yetkimiz olduğu elimizdeki belgede yazılı idi. Elimizde olan bu yetki belgesi ile bir DİB Hac binasına girdik. (Bu binayı seçmemizin sebebi Şerafettin Kalay Hoca’nın teklifi ile oldu.) Antalya hacıları hemşerimiz olduğu için “hem ziyaret hem ticaret” olur dedi. Bina girişinde nöbetçi olan diyanet görevlisine kendimizi tanıtıp,
Ne yapmak istediğimizi de bildirerek onay aldık. Bu görevli bizi buyur edip görevimizi yapmamıza samimi bir şekilde yardımcı oldu.
Hac araştırma merkezinin hazırladığı sorular çerçevesinde bir gurup Hacı ile sohbet edip işimizi tamamlamak üzere iken, kim olduğunu bilmediğimiz bir kişi (sonradan kafile başkanı Hikmet Bey olduğunu öğrendik.) yanımıza gelerek, “kimden izin alarak bu binaya girdiniz?” diyerek hiddetli bir şekilde bize çıkışınca, görevli arkadaşa bilgi verip onay alarak içeri girdiğimizi, görevli olduğumuzu söylemeye çalışsak da bizi dinleyecek kadar sakin değildi, buranın yetkili görevlisi benim, benden izinsiz bu binaya giremezsiniz; diyerek sayıp dökmeye başladı. Şerafeddin Hocayı muhatap alıp onunla tartışmaya başlayınca ben araya girip, müftü olduğumu söylemeye çalıştıysam da sinirli tavrı dinlemeye fırsat vermedi. DİB görevlisi olan nöbetçi arkadaş (yanılmıyorsam bir ilçe müftüsü idi) durumu izah etmeye çalıştı ise de Ona da kızıp konuşturmadı. Bizi binadan kovdu. Çıkmazsak polis çağıracağını söyledi. Şerafettin Kalay Hoca polis çağırmasının kendisini sıkıntıya sokup suçlu duruma düşüreceğini söyleyince ateş püskürdü; fiili saldırıya geçti. Hacıları kışkırtmaya teşebbüs etti. Bizi suçlamak için bir sürü saçma sapan şeyler söyledi. Ben ve nöbetçi arkadaş tarafları ayırıp yatıştırma konumunda kaldık. Ben müftüyüm dedikten sonra beni hiç muhatap almadı. Devamlı Şerafettin Hoca ile tartıştı. Şerafettin Hoca verdiği sakin fakat okkalı cevaplarla onu mahcup edince çıldırdı ve bir sürü hakaretler yağdırdı ve istihbarat kanalı ile bizi hapse attıracağını söyleyecek kadar kendinden geçti. Beni muhatap almadığı için benim konuşmalarım bir kaç cümleyi geçmez; ben ve nöbetçi arkadaş yatıştırma ve sükûneti sağlamaya çalıştı isek de başaramadık. Bundan sonra yaptığımız tek şey, görevimizi bitirmek üzere, ona rağmen binada kalmak oldu. Polis çağıramadı; çünkü Arapçası yeterli değildi. Çağırsa bile polis bize müdahale edemezdi; tam aksine yardımcı olmak zorunda kalırdı. Hazmedemediği bu durum bize iftira atmasına yol açmıştır.
Başka türlü bir şey yapmamız imkân ve ihtimal dâhilinde olamaz; çünkü ben, maaşlı mezun da olsa, Müftü sıfatı taşıyorum. Şerafettin Kalay Hoca’nın babası Antalya’da imam olarak görev yapıyor. Hacılar ve Din görevlileri bize sıcak ilgi göstermiş misafirperverlikte hiç kusur etmemiş. Olay çıkması için hiç bir sebep yok.
Binadaki DİB görevlisi bu nöbetçi arkadaş, mahkemede şahitlik edip müftüye rağmen doğruyu söyleyince Şerafettin Hoca beraat etti. Benim şanssızlığım Diyanet görevli ve yöneticileri tarafından, gıyaben yargılanıp sorgusuz sualsiz hakkımda işlem yapılması idi.
O nöbetçi arkadaşın ismini şu anda hatırlayamıyorum ama mahkeme kayıtlarına bakıp ismini öğrenmek mümkün. Onun dürüst şahitliği olmasaydı Şerafettin Kalay Hoca da kolay kurtulamazdı. İl müftüsüne rağmen doğruyu söyleyen o arkadaştan Allah razı olsun. Sizde, bize değil ona sorulabilseydiniz, doğruları yine öğrenebilirdiniz.
Hülasa, bizim ağızımızdan seviyesiz yahut suç teşkil edecek tek bir söz çıkmadı. Hacılar bize asla saldırıp hücum etmedi. Bayrak kelimesi bile gündeme gelmedi. Tamamen yalan ve iftira. DİB görevlisi olan bina nöbetçisinin şahitliği ile yalan ve iftiralar ortaya çıkınca Şerafettin Hoca yargılandığı Antalya ağır ceza mahkemesinde beraat etti. Sadık Albayrak bu mahkeme kararından sonra köşesinde uzunca bir makale yazarak konuyu kamuoyuna mal etti. Olayın özeti bundan ibarettir.
Gece geç saatte yazışmaya devam edip sizi rahatsız etmek istemediğim için sorunuzun cevabını şimdi yazdım.
Siz benim yerimde olsaydınız, Diyanet yöneticileri yerine, Ağır ceza mahkemesinde yargılanmayı tercih edip temenni etmez miydiniz..?
SAMİ USLU: Allahü Ekber! Allahü Ekber! Neler yazdınız. Korkunç şeyler olmuş. Hiç haberimiz yok. İlk defa duyuyorum. Cidden şaşırdım. Ben ise olayı tamamen bayrak hakareti şeklinde biliyordum. 37 sene böyle geçti. Sizinle ilgisini de bilmiyordum. Kimler olduğunu da öğrenememiştim. Fakat o korkunç bayrak hakaretini kim yaptı diye de hep merak ediyordum. Hasan ELİK ve Fuat’a da sormuştum. Bir netice alamamıştım. Yıllar sonra büyük geçmiş olsun. OKUYACAĞIMIZ KİTAPTA en doğruyu göreceğiz. Rabbim cümlemizi muhafaza buyursun. Selamlar.
Hem bizim müftümüz konumundasınız ve hem de bu ülkenin bir ferdisiniz. Hac organizasyonumuzu ve devletimizin kurduğu bir teşkilat olarak benim bulunduğum Müşavirlik görevini tanımadığınız için başınıza bu olaylar gelmiş. Bizlerden izin alınsaydı bunlar olmazdı. Konu yine ilk başa gidiyor. Haremde dahi bütün Ümmül kura öğrencileri bana hep garip garip bakarlardı. Sanki uzaydan gelmiştim. Yine de maalesef devletimize o tarihlerdeki bakışıyla ilgili konular. Emin hoca merhumun “Boğazıma bu devletten bir kuruş girmedi” sözü. Acı ama gerçek bu. Ama o öğrenciler bu gün her halde bu devletin görevlileridir. İçlerinde Prof. olanlar bile var.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Bu anlattığım olayın canlı şahidi olan hacıların bir kısmı ile o gün binada nöbetçi olan din görevlisinin bizden küçük olduğunu dikkate alarak halen sağ olabileceğini zannediyorum. Kaldı ki ifadesi Antalya ağır ceza mahkemesi kayıtlarında mevcuttur. Araştırılıp bakılması çok zor da değildir. Kamuoyuna yansıtan Sadık Albayrak makalesi de arşivde duruyor.
Daha garibi, Hikmet Kutlu Bey İstihbaratı nasıl devreye koyabildi..? Böyle yalanları neden nasıl uydurabildi..? Demek ki benim sicilimde bayrak düşmanlığı kaydı da olabilir..? Bunu ilk defa duydum. Beni tanıyan fakat sevmeyen insanlar bile böyle basitliklere tevessül etmeyeceğimi bildiği halde, 6 yıla yakın görev yaptığım Diyanet yöneticileri neden bilmiyor..?
Ben merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın referans ve ısrarı ile maaşlı mezun olarak görevimden resmen ayrılmamıştım. Ona bile sorulmadı, olaydan sonra rahmetli hocamız benden özür dileyecek kadar üzülmüş, göreve dönmemi sağlayabileceğini söylemişti. Kırmızı kalemle yazdığı mektup hala arşivimde durur.
Sakın yanlış anlamayın, içimde asla kin ve nefret duygusu yoktur; geçmişte de olmadı. Hep sakin ve huzurlu yaşadım. Allah beni maddi, manevi hiç kimseye muhtaç etmedi.
Her zaman ve her yerde hür yaşadım; inandığım gibi konuştum; kimseden beklentiye girip çekinmedim. Hep müstakil oldum, hiç bir meşrep ve ekole tabi olmadım. Zannettiğiniz gibi Emin Saraç Hoca’nın talebesi de değilim; zaman zaman kendisini yüzüne karşı tenkitte etmişimdir. Allah bütün geçmişlerimize rahmet eylesin; bizi ve sizleri de bağışlasın (Âmin)
Ön fikirli, şartlanmış bakışınızdan kurtulmanız bu yaştan sonra çok zor; hatta imkânsız olduğunun farkındayım.
Tayyar Bey ile ilgili arşivimde öyle belgeli bilgiler var ki, yazıp anlatsam savunma cesareti duyamazsınız. Ben bunları bile bugüne kadar yazma ihtiyacı duymadığım gibi İstisna bir kaç kişi dışında kimseye de söylemedim.
Mekke’ye yeni gelmiş, DİB da müftülük görevi resmen devam eden bir kardeşinizin sizinle ilgili ön fikirli olabileceğini düşünmeniz geçmişte anlaşılabilir olsa da, bu yaşınızda size yakışmadığını söylememe sakın kızmayın.
Hikmet Kutlu olayında ben sizin dahliniz olabileceğini dahi hiç düşünmedim; aklıma bile getirmedim. Akşam yazınca şaşkınlıkla öğrendim.
Ben sizin yerinizde olsam, öğrendiklerinin devede kulak mesabesinde olduğunu dikkate alarak, tövbeye vesile kılar, hatırlayıp sağ olanlardan helallik isterdim.
Ben şahsi hakkımı helal ettiğimi tekrar ifade ediyorum.
Allah’a emanet olasınız.
SAMİ USLU: Benim de sizlere tavsiyem bu karıştırıcılık ruhundan temizlenmenizdir. Geçmiş gitmiş bir olay. Bana o şekilde intikal ettirildi. O gün bana intikal ettirilen olayı EVET ÖYLEYDİ DİYEBİLEN de bu gün her halde olamaz. Aklen mümkün de değildir. . İddia çok korkunç. Müfettişler de incelemişti. Benzer sıkıntılı konular, tartışmalar o tarihlerde her gün olmakta idi. Nerden bilebilirdim? Hala belgelerle meşgulsünüz. Öteki tarafta hepsi önümüze konulacak. Kapıda duran kişi yerine, KAFİLE başkanını sorup ikindisinden izin alsaydınız belki bu olaylar olmayacaktı. Olayın özeti budur. Şu yaşımda bu olayı tahkik etmem bizlere ne yarar sağlayacak. Hem gücüm nasıl yeter. Allah hepsini biliyor.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Konuyu durup dururken açmışım gibi ifadeleriniz bile objektif düşünme melekenizin zayıflığına delalet etmez mi..?
Ben M.Said Yazıcıoğlu Hocanın yayınlanmış hatıratını okuyup bir değerlendirme yazdım; beraber mesai arkadaşlığınız olduğunu bildiğim için size de yolladım. Bundan sonrası ihtiyaç duyulan sorulara cevap verme, soru-cevap şeklinde gelişti. Eğer bir hata yaptıysak ortak hatamız olabilir.
Saplantınızdan kurtulmadıkça benim hakkımı helal etmem asla sizin için yeterli olmaz. Şu anlayışa bakın: “Kafile başkanından izin alsaymışız bu olaylar olmazmış..?” F.Gülen zihniyetine ne kadar da benziyor değil mi..? “İsrail’den izin alınsaydı, Mavi Marmara olayı olmazdı” Teşbihte hata olmaz, bire bir aynı mantık değil mi..?
Biz binaya girerken, binada kafile başkanı olduğunu nereden bilebiliriz. Böyle bir gereklilik varsa, nöbetçi olan ilçe müftüsü arkadaş, bize izin vermeden sorması gerekirdi. Kaldı ki yetki ve görevimiz gereği sormak zorunda da değildik. Ben 26 yaşlarında, yeterli tecrübesi olmayan bir insan olarak bunu düşünemedim diyelim. Gıyabımda beni yargılayıp sorgusuz sualsiz görevime son verenler, benden tecrübeli değil miydi..? Neden beni çağırıp ifademe başvurmadı..? Hadi bize sormadı, binadaki nöbetçi görevliye neden sormadan tek taraflı yalan ve iftiralarla hüküm verdi..? Bana sorduğunuz soruların bir kısmını kendinize de sormanız gerekmez miydi?
Sordunuz; cevap verdim. Durup dururken konuyu karıştırıp gündeme getirmiş değilim. Bu yazışmaları baştan sona yeniden okursanız bu gerçeği açık ve net bir şekilde göreceksiniz.
Vesselam…
SAMİ USLU: Görevinize son verilme olayı hakkında hiç bilgim yok. O konuda haklı olabilirsiniz. O taraflarını bilemiyorum. Sizin, müftümüz olduğunuzu da bilmiyorum. Bana gelebilseydiniz, olayı bütün çıplaklığı ile anlatsaydınız, kesin söylüyorum size yardımcı da olabilirdim. Şükrü Öztürk en sevdiklerim arasındadır. Sizi oraya onun gönderdiğini öğrenmiş olurdum. O bana yeterdi. Başınıza gelenler gelmezdi. Hiç bilgim yoktu. Olayı bana intikal şekliyle biliyordum. Bu gün birçok yönüne muttali oldum. Bana bu konuyu kasıtlı olarak açtınız da demedim. Söz gelişi konu önümüze dökülüvermişti. Sait Yazıcıoğlu hatıratı konularında uzunca yazdıklarınıza da müteşekkirim. Onlardan yararlandım. Ben hakkımı helal ediyorum. Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: O zaman ne müşavirliğin varlığını ve nede yerini bildiğimi zannetmiyorum. Sizi duyduğumu hatırlamıyorum. Çünkü Mekke’de 1-2 aylık geçmişimiz olup, acemilik dönemimizdi. Soruşturma görevi verdiğiniz insanlardan da haberim olmadı. Çünkü bana bir şey sormadılar. Soruşturma görevi verdiğinizi de dün sizden duydum. Ben hep Diyanet, merkezin tasarrufu olarak zannediyordum. Doğrusu merak edip araştırma ihtiyacı da duymadım. Beni yok sayanları ben de yok saydım ve tekrar görev de istemedim. Yargı yoluna da gitmedim; çünkü Tayyar Bey döneminde tekrar görev istemeyeceğime karar vermiş, merhum Bekir Topaloğlu Hocamıza da bunu bildirmiştim. Ben pişmanlık duyacağım hiç bir şey yapmadığım için alnım açık, vicdanım rahat. Rabbime hamd ediyorum. O beni korudu ve istediğimden fazlasını da lütfetti.
SAMİ USLU: İlk defa söylüyorum; daha müşavir olur olmaz Büyükelçimizin imzası ile MEB’inden bir talebim olmuştu. Cidde Büyükelçiliğimizde de Eğitim Müşaviri yoktu. Bu görev de bana vekâleten verilsin istemiştim. Yardımcı olmayı teklif etmiştim. Bütün öğrencilerin başıboş bırakıldığını öğrenmiştim. Hasanlardan duyuyordum. Türkiye’den ret cevabı gelmişti. Bir daha da kendi işlerimin dışında o konularla ilgilenmemiştim. Tabii sizler bilmiyordunuz. Tayyar bey para konularında çok cimridir. Bana yardımcı elemanlar göndermiyordu. Oradan kimi bulduysam onlarla o hizmetleri yürütmüştüm.
Sadece onlara bir miktar ödeme yetkisi verilmişti. Sizlerle görüşmüş olsaydım, öğrencilerin konularıyla ilgilenseydim, belki de ne ilginiz var diye istintak edilebilirdim. Geri çekilmiştim. O günler böylece geçip gitti.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Yaşlanmanın ne demek olduğunu 4-5 senedir bende öğrendim. Siz benden en az 15 yaş daha büyüksünüz; bu sebeple sizi anlamakta hiç zorluk çekmiyorum.
Bu yazdıklarınızı bana daha önce de yazmıştınız; ama unutmanız gayet normaldir; ben de unutabiliyorum.
SAMİ USLU: (Hafiza’yı beşer nisyan ile ma’lüldür) Bir kaç yerde ayni konuları anlattığım olabiliyor. O bakımdan mükerrer olmuş olabilir. Siz de hoş görünüz. Madem sizden on beş yaş ilerdeyim. Benzer durumlarla hep karşılaşıyorum. Yine de hamd ü senalar olsun hıfzım konusunda ilgili ayetleri el ‘an bulabiliyorum. Buna da çok şükürler olsun. LEHÜLHAMD.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Hocam, kendimize kıyas ederek sizin “Maşallahınız” olduğunun farkındayım. Bazı hatalı anlamaları da es geçiyorum. Mesela M.Said Yazıcıoğlu Mekke’ye Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde geldiğinden bahsettim. Siz Bakanlığı döneminde ben emekli olmuştum diye yazdınız.
Okurken ekran küçüklüğü ve yaşın getirdiği dikkat eksikliği benzer hatalara yol açabiliyor.
Bunları size asla kusur yazmıyoruz. Siz de bize yazmazsınız İnş.
SAMİ USLU: Hayır, hayır asla öyle kusurlu düşünmüyorum. Bildiğiniz arkadaşlarım çok karıştırmaya başladılar. Onlarla bir hayli uğraştığım oluyor. Hıfz çok önemli. Ondan büyük cevher bilmiyorum. Ah bir de Fatiha gibi olabilseydi.. Benim en yakın dostlarım, vefalı arkadaşlarım Karadenizlilerdir. Onlarla hemen hemen her gün görüşürüm. Şükrü bir nebze rahatsız. Çocukları çok iyi doktorlar. Şükrü’ye nefes aldırmıyorlar. Her an onların kontrolü altında. O da şaşırmaya başladı. Yine de şükürler olsun. Geldik gidiyoruz. Misafirlik sona ermek üzere. Kitap gibi yazıştık. Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Yanılmıyorsam siz 1941 doğumlusunuz, ben de 1954 yılı ilk günlerinde doğdum; aramızda 12-13 yaş fark var. Allah bu günlerimizi aratmasın.
SAMİ USLU: Âmin! Teşekkürler.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: S.A. Sami Bey,
Şerafeddin Kalay Hoca Antalya 1. Ağır Ceza Kararını bana ulaştırdı.
Mahkeme kayıtlarına göre Olay 1980 yılı Ekim Ayı, Mekke’ye gideli sadece 1 ay olmuş. Ne müşavirlik ne de Sami Uslu’yu duymuşum. Tam acemi olduğum bir dönem.
Hikmet Kutlu Bey muhbir şahit olarak ortaya attığı yalan ve iftiralarına,
1- Elmalı Müftüsü Sadık Özok,
2- Antalya Molla Mehmet Camii Müezzini Mehmet Aytar,
3- Antalya Murakıbı Nurettin İleri’yi şahit göstermiş.
Üç şahit arkadaş Antalya ili dâhilinde görev yapan arkadaşlar. Bilmiyorum tanıyor musunuz? Hayatta olup olmadıklarını da öğrenmek isterim.
Kendi gösterdiği şahitlerin üçü de İl Müftüsünü doğrulamadığı için Şerafeddin Kalay Hoca Beraat ediyor ve el konularak emniyete götürülen bütün kitapları da iade ediliyor.
İl Müftüsü Hikmet Kutlu Beyin iddialarına gelince, Şerafeddin Kalay Hoca’nın:
1- Hacılarla kendisinden izin almadan konuştuğunu,
2- Kendisi ile tartışma esnasında, “Ben Türk değilim; Müslümanım. Türk diyenin imanından şüphe ederim. Türkiye’de köpeğin kanunlarından başka bir şey öğretilmiyor; ben her şeyi burada öğrendim.” dediğini iddia ediyor.
Şahitlerin üçü de böyle bir söz duymadıklarını söyleyince, 25.02.1982 tarihinde beraat kararı yazılıyor.
BAYRAK KONUSU MAHKEMEDE GÜNDEME BİLE GELMİYOR. KİM BİLİR BENİM SİCİLİMDE NE YAZILARAK GÖREVİME SON VERİLDİ..?
SAMİ USLU: İşte bu bilgiler – gerçek böyleyse- cidden günah hudutlarına girilmiştir. Önce şunu söylemek isterim. Ben 1978 yılından itibaren Hac İşlerinin o topraklarda her konusundan sorumlu bir kişi idim. 1980’de de olsa ben sorumlu idim. Ben Müşavirlik veya önceki günlerde mi oldu onu tam bilmiyorum. Fakat hafızam Müşavirlik günlerimi zorluyor. Hem de 1984-85 gibi. Resmi belge varsa bir şey söyleyemem. Sizin görevden ayrılmanız konularında hiç bir bilgim yok. Bir de ben elimle bu konularda bir şey yazmadım. Yazsaydım hatırladım. Şifahen söylediklerim kişiler olmuştur. Bayrak konusu olduğu için. Ama o kişinin siz olduğunu da hiç bilmiyordum. Ümmülkuradan bir öğrenci şeklinde konu hafızamda idi. Ta ki şu yazışmalarımıza kadar. 1980 tarihinde bir yanlışlık olduğu kanaatindeyim. O olay başka bir olay olabilir. Neyse, öyle veya böyle konu anlaşılmıştır. Yormayın kendinizi. İftiraya uğradıysanız, ecrini öbür hayatta göreceksiniz. Bir il müftüsünün verdiği bilgiye kim inanmaz? O tarafından baktığımızda da konu çok acı. Geçmiş olsun. Selamlar.
Müfettişlerin raporlarını görmek gerekir. Bu gün için bunun da imkânı yok. Müfettişler kimlerdi? Bilmiyorum. Allah her şeyi biliyor.
Mekke’de bir aylık bir durumunuz olduğuna göre Hac Bakanlığı sizi hemen nasıl buluyor da hacıların bilgilerini almak için Suudilerle gidiyorsunuz. Hac Araştırma Merkezine nasıl da hemen girmiş oluyorsunuz. Muğlak bilgiler.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU:
SAMİ USLU: Gördüm. Teşekkür ederim. Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Görev verilen arkadaşlar bizi de ekiplerine katmalarının sebebi YİE arkadaşlığı, müteşebbis ve sosyal kabiliyetimizi takdir etmesidir. Dil yetersizliği sebebiyle Türk hacıları ile yapılan uygulamaya katıldık.
Şerafeddin Kalay Hoca ise yine YİE den arkadaşım olup benden 2 yıl önce Mekke’ye gitmiş bana göre kıdemli olması sebebi ile beraber görev verildi. Beni Hac Araştırmaları merkezi keşfetmedi; ekibin başındaki Türk arkadaşın tercihi ile ekibe dâhil oldum. Bunda bile mana mı arıyorsunuz..?
Ben hiç bir şeyin peşinde değilim; dünyevi hiç bir beklentimde yok. Şahsi hakkımı helal ettiğimi de söyledim; kin ve nefret içinde hiç olmadım. Yüzde yüz haklı olmama rağmen, ücretsiz avukatlık teklif edildiği halde dava bile açmadım. Yeri geldiğinde gündeme getirmemin sebebi gerçeğin bilinmesini istememdir.
SAMİ USLU: Ahmet Ziya bey, bir soru soruyorum. Hemen ondan adeta bir nem kapmış oluyorsunuz. Tabii ki aklıma geldi. Hemen gelir gelmez o görevler oluvermiş. Ne oldu da, sorduğum için bir farklı anlamı hemen siz çıkardınız. Müvesvis olmaya hiç gerek yok. Sabahtan beri bu konu. Cidden yoruldum. Yetsin artık. Ne olmuşsa olmuş. Allah hepsini biliyor. Yazabileceklerimi yazdım. Selamlar.
A.ZİYA İBRAHİMOĞLU: Yazdığınız bu mesajı tekrar okursanız müvesvisliğin benden kaynaklanmadığını göreceksiniz. Ben sorulmayan bir şeyi gündeme getirme meraklısı değilim. Olsaydım 40 yıl susmaz, yapılanları yazıp yayardım. Yeter diyorsanız, itiraz edip sizi yormak istemem.
SAMİ USLU: Yeter Ahmet Ziya bey kardeşim. Yazılacakları yazdım. Artık bir nokta koyalım. Sağlık ve esenlik dolu bir hayat dilerim. Selamlar.
İmamı Azam Ebu Hanife, ders halkasında talebelerine Rü’yeti Hilal konusunu anlatıyor. Dizlerindeki rahatsızlık sebebi ile talebelerine mazeret beyan ederek ayaklarını uzatmış vaziyette iken, halkaya katılmak üzere, uzun boylu sarık ve cübbesi ile heybetli, ilim adamı görüntüsü olan, yabancı bir kişinin yaklaştığını görünce, hürmet ifadesi olarak, ayaklarını toparlama ihtiyacı duyar…
Ders bitmiş, soru cevap faslına geçilmiştir. Gelen yabancı da izin isteyerek bir soru sormak ister. Talebeler ve Ebu Hanife merakla söz hakkını misafire bırakırlar…
Ders halkası misafiri olan ilim adamı görüntülü kişi: “ya imam, Şevval hilali görüldüğü halde bayram olmazsa ne olur..?” deyince, adamın, görüntüsünün aksine, cehaleti ortaya çıkar; ilgi ve merakın dağılmasının verdiği rahatlıkla Ebu Hanife ayaklarını tekrar uzatır…
Onun için ecdadımız: “Biliyorsan konuş; ibret alsınlar. Bilmiyorsan sus; adam sansınlar.” demiş…
Ne güzel bir nasihat değil mi..?
NOT: Gerçi günümüzde Şevval hilali görüldüğü halde bayram yapılmayan uygulamalar da görmedik değil, soru sahibinin sorusunun cevabına, gün gelip ihtiyaç olabileceği, cehaletin bu kadar yayılabileceğini İmamı Azam Ebu Hanife tahmin edememiş. Sahi, Şevval Hilali görüldüğü halde bayram olmazsa ne olur..?
Hiç bir şey olmaz; Ebu Hanife’nin, yanında ayaklarını uzatmakta mahzur görmediği adamın ruhu şad olur…(!)
Yine de merak edenler için bir ipucu vereyim; Rü’yeti Hilal konusunda Tayyar Altıkulaç Hoca ile yaptığımız yazışmaları okursanız “Sarıklı Cübbeli ilim adamı görüntülü” ders halkası misafirine karşı cahil muamelesi yapmakla, Ebu Hanife’nin kendisine haksızlık ettiğini anlarsınız…
Aşağıdaki linki tıklayarak merakınızı gidermeniz mümkün…
24.09.2021 Üsküdar
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Tayyar Altıkulaç Hoca ile Ahmet Ziya Hoca’nın Yazışmaları
Gündemi tayin edilen ilahiyatçılar ile gündemin arkasından koşan ilahiyatçıları herkes biliyor ve tanıyor. Eksikliğini hissedip hasretle beklediğimiz ve acil ihtiyaç duyduğumuz ilahiyatçılar ise gündem belirleyen, rehberlik ve önderlik yapan, ilahiyatçı ve araştırmacılardır.
Kur korumalı TL mevduat hesapları ile ilgili idari açıklama yapılınca, eli kalem tutan, ağızı laf üreten araştırmacı ve ilahiyatçılarımız piyasada boy gösterdi. Kimisi caiz, kimisi faizdir dedi; bilgece konuşanlar ise ayrıntılara girip bize, bu konudaki nasları izah etti; yorumladı. İşin felsefi ve fıkhi boyutu ile ilgili söylenmedik söz bırakılmadı. Kimi sistemin açıklarını yamamaya kalktı; kimi de yamaları sökmeyi denedi. Ferdi olarak herkes bildiğini ve anladığını ortaya koydu; üzerine düşeni yaptı. Bu pazarda yok yoktu; dileyen dilediğini alabiliyordu. İşte size Liberal İslam(!) Memnun olmayanları da gündemi belirlenmiş ilahiyatçılar kendi tezgâhına davet ediyordu. İşte size sosyalist ilahiyatçılar(!) Sosyalist ilahiyatçılar ile Liberal ilahiyatçıları çatıştırıp yıldızını parlatmaya çalışan Kemalist ilahiyatçıları(!) da unutmuş değilim. At gözlüğü ile olup biteni seyreden, kendi köşesinden “ilimcilik” oynayan, etliye sütlüye dokunmayan tiplere işaret etmeye bile gerek duymadım. Bir de elindeki kılıcı ile asıp kesen, özel mührüyle Müslüman damgalayıp daire dışına atanlar var; onlara da temas etmeyeceğim.
Benim üzerinde durmak istediğim ilahiyatçı ve araştırmacılar eksikliğini hissedip hasretle beklediğimiz ve acilen ihtiyaç duyduğumuz, gündem belirlemeyi, rehberlik ve önderlik yapmayı gaye edinmiş, ilmi ile amil, samimi, ihlaslı, Müslümanların derdi ile dertlenen, ferdi görüşünden çok istişare ve müzakere ile görüş belirlemeyi tercih eden, asrımızın münferit içtihat asrı olmadığını bilerek mütevazı davranan, dünyadaki şeytani düzen ve entrikalardan haberdar, şuurlu, görgülü ve ufku geniş tecrübeli alimlerdir
İçinde yaşadığımız dönem, ferdi hareket etmeye elverişli ve uygun değil; münferit gayret ve başarıları ile tanınmış hiç bir kişiye güvenip dayanma imkânımız yok. Böyle söylemekle münferit gayret ve başarı sahiplerinin hepsi kötü niyetlidir; yetersizdir; zararlıdır demek istemiyorum; çoğunun takdir edilecek gayretlerinin olduğunu da inkâr etmiyorum. Münferit hareket etmeleri yanılmaya ve yanıltılmaya açıktır diyorum. Gönül bağı oluşturma, Şura şuuru ile bir araya gelip birlikte hareket etme gayretleri yetersizdir diyorum…
Son yıllarda, kendi ülkelerinden hicret etmek zorunda kalıp ülkemizde, Türkiye’de yaşayan, çok değerli ilim adamları var. Bunlar nerelerde hata etmiş, neleri ihmal etmiş, niçin bizim ülkemize gelip sığınmak zorunda kalmışlar; ilgilenen ve bilen var mı..?
Şeyh Abdülmecid Zindani ve Dr. İsam Al Beşir gibi, alanında çok değerli ilim adamlarının ülkemizde yaşadığını, evlerinden dışarı bile çıkmadıklarını, bizim ilahiyatçı ve ilim ehli araştırmacılarımızdan kaç kişi biliyor? Bu değerli ilim ehli insanları, kürsüde, sözde ve yazıda başarılı, sahada başarısız kılan şey neydi, bilen var mı..?
Yıllardır ülkemizde yaşayan, emsallerinin ülkemizde yok denilecek kadar az olduğu bu insanlarla bir araya gelip istişare etmeyi organize edecek bir kurumumuz yok mu?
Konuyu dağıttığımı zannetmeyin? Kur korumalı TL mevduat hesapları konusunda ilahiyatçı ve ilim ehli araştırmacılar hiç de iyi imtihan veremedi. İdarecilere, Hüküm sahiplerine doğru yolu gösteremediği gibi halkımızı da hakkı ile İrşad edemedi. İslam’ın kurallarının ve ekonomik sisteminin, İslam nizamının ayrılmaz bir parçası olduğunu, Laik ve Kemalist sistemi yamamak için kullanılamayacağını, bundan önce yapılması gerekenin ise, TL nin itibar ve değerini korumak olması gerektiğini, baştan beri hiç döviz almadan TL hesabı açtırmış olanlar yerine, sadece “Doları” ve “Altınını” bozdurup TL ye çevirenleri korumaya almanın çıkarcı bir yaklaşım olduğunu, güven vermediğini söyleyip vurgulayan duydunuz mu? Sadece Dolar ve Altını olanlara itibar ediyorsanız, bu iki değeri esas kabul edip teşvik ediyorsunuz demektir. Baştan beri sizin sözünüze itibar edip, yanınızda duran, size itibar edip hiç dolar ve altın almadan, birikimini TL hesabında tutanların değer kaybını düşünen var mı? Bunların suçu ne? Dolar ve Altın almamış olmak suç ise, bundan sonra alıp sıraya girmek gerekmez mi? Öyle ya dolar ve altın almamış, birikimini TL olarak muhafaza etmiş olanların iraptan mahalli yoksa, onların birikimleri zarar etmeye mahkum görülüyorsa, size nasıl güvenecekler? Siz sadece Dolar ve Altını olup TL ye dönenlerin değer kaybını dikkate alıyorsanız, beni de “dolarcı” ve “altıncı” olmaya heveslendirmiş olmuyor musunuz?
Hocalarım, üstadlarım, bu konudaki fetvanız nedir? Bu deliği yamayacak bir yamanız var mı?
Lût (aleyhisselâm), toplumun çoğunluğunu teşkil ettikleri için, kavminin işlediği rezilliği kabul etmelidir..!
Liberal anlayış:
Lût (aleyhisselâm)’ın, onları kötülüklerden menetmeye hakkı yoktur; çünkü onlar fiillerinde hürdürler; hele de kimseye zarar vermedilerse..!
Laik anlayış:
Her iki tarafın rızasıyla gerçekleşen cinsel birlikteliklere din karışamaz?!
Aydınlanmacı bakış:
Lût (aleyhisselâm)’ın zavallı kavmi mazurdurlar; çünkü onları [doğal olarak] müstehcenlik yapmaya zorlayan genetik bir kusurdan dolayı muzdaripler..!
Çağdaş, medeni devlet anlayışı:
Eşcinseller bir halk topluluğudur, herkes onlara saygı duymalı, onlara ahlaksızlık yapma hakkını vermeli, hatta Meclis’te kendilerini temsil etme hakkına bile sahip olmalıdırlar..!
Fıtrat Dini olan İslam’ın bakışı:
Lût (aleyhisselâm), kavmini vaz geçirmeye muktedir olamadı, bu yüzden onların ahlâksızlıklarını reddetti, onlara diliyle öğüt verdi ve yaptıklarından da kalben nefret etti!
Peşinden nasihat ve çağrısını tekrarladıktan sonra bir netice alamadığını görünce ilahi emirle onları terk etti..!
Sonra Yüce Allah’ın şu sözüyle ilahi cezaya müstahak oldular:
“Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık.” Hûd Suresi 82
(Azgın bir toplumda ceza, sadece azgınlık, sapıklık yapanlara değil, bütün topluma gelir. Çünkü engellemek toplu, içtimai bir sorumluluktur.)
İşin gerçeği…:
Demokrasi, liberalizm, laiklik, aydınlanmacı ve çağdaş/medeni devlet…
Hepsi de temel esaslarda, detaylarda, ahlak anlayışında, muamelatta, İslam’la çatışma halindedir. Tıpkı küfür ve iman gibi aralarında hiç bir ortak payda yoktur.
Lut (aleyhisselâm)’ın karısı, onlarla ahlaksızlığa katılmadı, ama onlara karşı açık görüşlü idi.
Kocasına: Onların yaptıklarını kabul et, itiraz etme ve yaptıkları işleri onayla derdi.
Onun cezası, Yüce Allah’ın şu buyruğuyla geldi: [Biz de onu ve karısından başka aile efradını kurtardık; çünkü karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi.] (A’raf Suresi 83).
Allah’ın sınırları içinde idealizm ve açıklık iddiasında bulunan herkes için bir ders.
{Tehdit ve uyarımızı dikkate alanlara Kur’an’la öğüt ver.} (Kaf Süresi 45. Ayet)
**Arapçadan Tercüme : Ahmet Selim Paköz
Kontrol ve Tashih : Ahmet Ziya İbrahimoğlu**
: ا يطارقوميد
..!قبول رذيلة ،قومه كونهم يشكلون غالبية المجتمع -عليه السالم-كان على لوط
Mustafa Öztürk Bey, Marmara İlahiyattaki görevinden ayrılıp emekli olduktan sonra, gazeteci Ruşen Çakır Bey ile beraber bir Program yaptı ve duygularını anlattı. Bir whatsapp gurubunda bu mülakatın linki paylaşıldığı için gördüm ve anlamaya çalışmak niyeti ile sonuna kadar sabırla dinledim…
Fikir üretmekten aciz insanlar arasında yaşamış, fikir üretme kabiliyetine sahip olduğu halde değeri bilinmemiş, mütevazı görünmeye çalışan fakat mütekebbir bir eda ile felsefe ağırlıklı bir şeyler anlatmaya çalıştı. Kendisini takdir edenler dışındakilerin yapısını ve anlayışını kendine göre tablolaştırmaya çalıştı. Ceviz kabuğunu bile doldurmayacak duygusal ithamlar dışında, ciddiye alınabilecek tek bir cümlesini dahi duymadım. Şovmenler gibi saçmalayıp durduğunu gördüm…
Ümmetin ehliyet ve liyakatine güvendiği âlimlerin, tenkit etmek üzere naklettiği görüşleri, benimseyip savunduğu görüşler olarak aktarmasının sebebini izah etmedi.
Bir âlimin gölgesine sığınıp, tenkit etmek üzere naklettiği görüşleri ona mal ederek, kendi saptırmalarına gerekçe göstermek cehaletten mi, kötü niyetten mi yanılgıdan mı kaynaklandığını izah etmedi.
Yahut bu tenkitlerin haksızlığını yanlışlığını da anlatmadı. Felsefe, felsefe, felsefe, somut hiç bir şey söylemedi. İstifade edilecek tek bir cümle bile duymadım. Böyle ilim adamlığı olur mu..? Bizim okuyup anladığımızdan farklı da olsa, ilmi değeri ve dayanağı olan bir görüşü dinlemek, en azından düşündürücü ve ufuk açıcı olur diye düşünenlerden olmama rağmen vaktimi zayi etmiş olmanın üzüntüsünü yaşadım…
Suyûti, farklı görüşleri nakledip zikrettikten sonra, Kur’an vahyinin hem lafız olarak, hem de mana olarak Hz. Peygamber’e verildiği görüşünü tercih ettiğini ortaya koyuyor. İslâm âlimlerinin kahir ekseriyetinin de bunu söyleyip yazarak teyit ettiklerini de hepimiz biliyoruz…
Öyleyse Suyûtî, Kur’an’ın mana olarak Yüce Allah’a, lafız olarak ise Hz. Peygamber’e ait olduğu görüşünü sadece nakledip zikretmiş; doğru bir görüş olarak kabul etmemiş olmasına rağmen Mustafa Öztürk Bey’in Suyûti’ye de izafe ederek savunduğu görüş hem yanlış hem de Suyûti’ye haksızlık ve zulüm değil midir..?
Bu durumda olan akademisyen bir insan, yapılan uyarılardan sonra, ya Suyûti’ye izafe ettiği görüşünde yanıldığını beyan etmesi, yahut Suyûti’nin o görüşte olduğunu ispat edecek kaynakları ortaya koyması, açıklaması gerekmez mi..? Bunu yapmak yerine, sadece felsefe yaparak hatalarını örtmeye çalışmak ilim değildir; şovmenlik ve lafbazanlıktır. Akademik unvanlar size felsefi tartışma kabiliyeti kazandırmış olabilir ama ilim adamı ahlakı kazandırmış olmuyor maalesef. Felsefi tartışma kabiliyetinizin olması, ilim ahlakı, samimiyet, ihlas, şuur, edep ve görgü olmadan hiç bir işe yaramıyor… Şeytanın da bilgi sahibi olduğunu hepimiz biliyor; kabul ediyoruz fakat saptırma ve aldatmalarına da direniyoruz; direnmekle mükellef olduğumuzu da kabul ediyor ve unutmuyoruz…
04.12.2020
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Yukarıdaki yazımı, kendimi tanıtmak için, kısa ve maktu bir not ekleyip Mustafa Öztürk Bey’e yolladıktan sonra şu cevabi notu yazdı:
“Bunu yapmak yerine, sadece felsefe yaparak hatalarını örtmeye çalışmak ilim değildir; şovmenlik ve lafbazanlıktır. Akademik unvanlar size felsefi tartışma kabiliyeti kazandırmış olabilir ama ilim adamı ahlakı kazandırmış olmuyor maalesef. Felsefi tartışma kabiliyetinizin olması, ilim ahlakı, samimiyet, ihlas, şuur, edep ve görgü olmadan hiç bir işe yaramıyor…”
Hiç kimse de size ağır abi edasıyla ve dahi “din konusunda hata sevap cetveli biziz” tavrıyla konuşup yumuşak yumuşak üslupla hakaret etme hakkını vermiyor. Yeter artık, çıkın gidin dünyamdan, gidin artık yetti artık; din diyanet hepsi sizin olsun; hatamı kabullenmek şöyle dursun, bugüne kadarki her sözümden her cümlemden tövbe ettim felsefe melsefe yapmadan,
Tamam mı? Oldu mu kâfi mi, artık yeter. Efendi adam pozunda hakaret etmenin âlemi yok. Verdim istifamı çektim gittim yetmedi mi? İlla da sizin doğrunuza doğru deyince mi ilim adamı olunacak? Yeter.
Mustafa Öztürk
Bu cevabı notu yazdıktan sonra beni engelledi. Bunun üzerine şu notu yazarak kendisine yolladı isem de bakmamış olduğu anlaşılıyor.
Mustafa Bey, Sizin yazı ve konuşmalarınız sebebiyle, sorulara muhatap olan insanların yanlış gördüğü ifadelerinizi, düzeltme gayreti bir görev değil mi..?
Kızmak neyi değiştirir..? Suyuti’ye izafe ettiğiniz görüşler doğru değil size iftira ise düzeltiniz. Size haksızlık yapılmasına aracı olmayalım. Yok doğru ise siz Suyuti’ye haksızlık etmiş olmuyor musunuz..?
Ahmet Ziya
Bu yazışmadan sonra şu yazıyı yazdım:
CHP DÖNEMİ ve ZİHNİYETİNİN MİLLETE KAZANDIRDIĞI TAHAMMÜL GÜCÜ…
Kur’an’ı Kerim’i sıradan bir kitap gibi, doktora talebesi tezi gibi eleştirip, Allah’ın Resulüne, “Kur’an’ı Kerim’in lafız ve manasına müdahale etme” ithamında bulundu…
İlimde otorite olan âlimlerimizin, söyleyip yazmadığını, söylemiş yazmış gibi gösterip kendi görüşlerine dayanak kılmaya çalıştı…
Kafasına göre konuştu; yazdı; sinir uçlarımızla dokunup oynadı. Milletin parası ile kurulan fakültelerimizde yıllarca barındı; yedi içti; kendi isteği ile emekli oluncaya kadar Müslümanlar ona tahammül etti; hakaret etmedi; kovmadı, dışlamadı…
Emekli olduktan sonra, ahiretini heba etme fırsatını kaybetmesin, bir çift söz ve nasihatle birlikte kendisine tövbeyi hatırlatalım dedik; ateş püskürdü; tepki gösterdi; tahkire yeltendi; iyi mi..?
Akademik unvandan başka ciddiye alınacak hiç bir özelliği olmayan böyle bir insana, emekli oluncaya kadar tahammül edebilecek sabır ve olgunluğu gösterebildiysek, bunu biraz da CHP zulüm döneminde gördüğümüz “zorunlu sabır eğitimine” borçluyuz galiba..?
Her Ramazan ayı yaklaşırken ve Hac vecibesinin ifa edildiği zilhicce ayının ilk günlerinde, Arafat vakfesi vesilesiyle “Hilalin görülmesi” Ru’yeti Hilal konusu müslümanların gündeminde yer alan tartışmalardan biridir.
Hilalin görülmesiyle Ramazan orucuna başlamak ve yine hilalin görülmesiyle Şevvalin ilk günü bayram yapmak Peygamberimizin (s.a.s) emri olduğu herkesçe bilinen ve kabul edilen bir gerçektir.
Konunun tartışılan tarafı, ilmi verilere dayanarak hazırlanan takvimlerde belirtilen Ramazan ve bayram günleriyle hilali gözetleyip, görüldüğünde duyurulan günün farklılık arzetmesi halinde Müslümanların kafasında oluşturulan tereddütlerdir.
Bir tarafta ilmi sonuçların kesinliği ve tartışma kabul etmeyeceğini savunanlar, diğer tarafta Peygamberimizin emrettiği usule göre hilalin görüldüğü duyurusuna uymanın doğruluğuna inananlar. Hatta daha ileri gidip, ilme ters düşen görme iddialarını yalan ve yanıltma gerekçesiyle aşağılayanların yanında, hilalin görüldüğü duyurusuna rağmen oruç tutmaya başlamayan veya bayram yapmayıp oruç tutmaya devam edenleri, sünnete itibar etmeyen modernistler olarak değerlendirenlerin varlığını biliyor ve görüyoruz.
İlahiyat mezunu ve uzun yıllardan beri Mekke’de ikamet etme durumunda olan bir araştırmacı olarak bu konuyu rahmetli Prof.Dr.Esad COŞAN ve muhterem hocamız Prof.Dr.Hayrettin KARAMAN Hoca ile Mekke-i Mükerreme’de müzakere ve değerlendirmesi imkanım oldu. Her iki hocamızda Türkiye’deki uygulamaya sıcak, Suudi Arabistan’daki uygulamaya tereddütle yaklaşıyorlardı. Bu iki ülkeyi, iki farklı değerlendirmenin sembolik öncüsü kabul ederek hararetli ve uzun tartışmaların içinde yer almış, her iki tarafın düşünce ve gerekçelerini defalarca dinlemiş bir kişi olarak, bilgi, birikim ve müşahadelerimiz ışığında konuya ilmi ve samimi bir anlayışla yaklaşan ve Mekke Üniversitesinde doktora çalışması yapan bir grup arkadaşla hilal gözetleme gayretlerimizin 1986 – 1987 yıllarındaki sonucunu bu hocalarla paylaştık. Bizim fiili tesbit ve müşahadelerimizi dinleyen Hayrettin Karaman Hocamız: Bu tartışmada netice almak istiyorsak İslam Ansiklopedisinde çalışan ve konunun uzmanı kabul edilen Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da itibar gören Emekli Albay ve Diyanet İşleri Başkanlığı Vakit Hesaplama Şubesi Eski Müdürü Arif Hikmet Çöklü Bey’le görüşüp tartışmam gerektiğini, onu ikna etmemiz halinde kendisininde ikna olabileceğini bildirerek tartışmamızı noktalamıştık.
Aradan bir müddet geçtikten sonra İstanbul’a izine geldiğimde muhterem Hayrettin Karaman hocamızın tavassutu ile anılan emekli albayı ziyaret ettim. Zikredilen yıllarda bayram hilalini nasıl gördüğümüzü, birinde bir gün, diğerinde iki gün sonra Türkiye’de bayram yapılmış olması sebebiyle Müslümanların bayram günlerinde oruç tutma durumunda kalmalarını anlatmaya çalışırken, belgelerimi sunmama fırsat bırakmadan: “ Evet bahsettiğiniz o iki yılda Türkiye’de biz hata yaptık Suudi Arabistan’dan hilalin görülmesi doğrudur. Mesele ilmin yanılması değil, hilalin kavuşma anıyla, dünyadan görülme anı konusundaki hatalı değerlendirmeden kaynaklanmaktadır. Bu yanılmayı ben zamanın Diyanet İşleri Başkanı’na bildirdim; fakat takvimlerden farklı bir bayram günü duyurmanın bazı sıkıntılara yol açabileceği endişesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı sessiz kalmayı tercih etti.” Mealindeki ifadelerle bana hak verince şaşırdığımı gizleyemedim. Kendisinden bu düşüncelerini Hayrettin KARAMAN hocamıza da iletmesini talep ederek yanından ayrıldım.
Yaşadığım ve şahit olduğum bu gerçekleri, henüz diğer şahitleri hayatta iken yazıya döküp yayınlamayı bir görev ve sorumluluk kabul ettiğim için daha fazla geciktirmeyi doğru bulmadım. Bununla beraber Suudi Arabistan’daki uygulamada hata yapılmadığını veya yapılmayacağını da asla söylemek istemediğimi net bir şekilde ifade etmem gerekiyor. Nitekim iki binli yılların başında Ru’yeti Hilal konusunda Suudi Arabistan’da da iki yıl hatalı uygulama yapılmış ve hata anlaşılınca kamuoyuna duyurularak eksik kalan günlerin kaza edilmesi gerekliliği hatırlatılmıştır. Bir defasında ramazan hilali görülmeyince şaban otuza tamamlanmış ve ramazan ayına bir gün geç başlanmıştı. Daha sonra ramazanın sonunda şevval hilali görülmüş ve Ramazan 28 gün olarak gerçekleştiği anlaşılınca hata kesinleşti ve ramazana bir gün erken başlayanların isabetli hareket ettiği ortaya çıktı. Bayram duyuruları yapılırken bu hata da ilan edildi ve Suudi Arabistan duyurularına uyarak Ramazana bir gün geç başlayanların, o günü kaza etmeleri istendi. Benzer durumun bir defa daha vuku bulduğuna da şahit olmuştuk. Bu durumda her iki tarafında hata yapabileceğini kabul ediyorsak, dinini yaşamakta hassas ve duyarlı davranan Müslümanların nasıl hareket etmesi gerektiğini de ifade etmemiz lazım. Bizim kanaatimize göre :
İlim ve teknolojiden yararlanarak Peygamber (s.a.s) talimatı olan Ru’yeti hilal, hilali gözetleme görevini bir örf olarak bütün Müslümanlar yaşayıp sürdürmelidir. Yıllık takvimlerin yapılmasına dayanak olan bilgileri dünyada sayılı olan devletlerin ürettiği ve aralarında İslâmî vecibelerle ilgili değerlendirme hassasiyeti taşıyanlar olmadığına göre sadece takvim bilgisine dayanıp güvenmek yeterli değildir. Nitekim farklı ülkelerin ürettiği takvim bilgilerine göre hicri ay başlangıç ve bitişleri farklılık arz edebildiği Suudi Arabistan ve Türkiye’de kullanılan takvimlere bakıldığında da görülecektir. Hilalin kavuşma anı konusunda mutabakat sağlandığı halde, dünyadan ne kadar zaman sonra görülebileceği ülkelere göre farklılık arz edebilmektedir. Yaşanan ihtilaflar da işin bu boyutu ile ilgilidir. Suudi Arabistan’da hilali gözetleme anlayışı örf olarak yaşamakta ve yaşatılmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla takip edilen usul, yeteri kadar titiz davranılmasada doğrudur. Bizde ise usul doğru olmadığı gibi uygulamada da gereken titizlik ve hassasiyet gösterilmemektedir.
Netice Olarak :
1- Türkiye’de Ru’yeti hilal konusunda hata yapıldığının kesinleştiği, bu durumun kendilerine bildirildiği halde Diyanet İşleri Başkanlığının sessiz kalabildiği, dini bayramların veya
Ramazan ayı başlangıç gününün değiştirilmesi konusunda bazı çekinceler sebebiyle kendini aciz hissettiği bilinen bir vakıadır.
2- Hilal gözetleme sorumluluk ve geleneği Türkiye’de çok zayıf ve yetersiz hale düşürülmüştür. Diyanet İşleri Başkanlığı bu sorumluluk ve örfün yaşatılmasında gerekli hassasiyeti göstermediği gibi, gösterenlere karşı da teşvik edici davranmamaktadır.
3- Hilalin gözetlenmesi ve dünyadan görünmesine tabi olmak esastır ve Hz. Peygamber (s.a.s)’in sünnetine uygun olan da budur. Hilalin kavuşma anına itibar edilmesi doğru ve geçerli değildir. Hilalin dünyadan gözetlenmesinde bilim ve teknolojiden istifade edilmesi faydalı ve gereklidir. Hilalin dünyadan görülebilme vakitleri konusundaki farklı tespitlerin ihtilafa yol açmaması ve birliğin sağlanması için hilali gözetlemek en doğru ve sünnete uygun olan usuldür.
4- Din şovmenlerine karşı dikkatli, uyanık ve hassasiyetimizi muhafaza etme gayretinde olmayı sürdürmeli, İslâmî usul ve esasları kararlı bir şekilde takip ederek yaşamalıyız. İlim ve teknolojiden istifade etmekten de uzak durmamalıyız. Ülkelerin farklı uygulamalarını değerlendirirken Kur’an, sünnet ve müctehid imamların görüşü dışında duygusallıkla, hislerimizle hareket etmemeliyiz. Kınayanların kınamasına aldırmadan doğru olana tabi olmalı ve yaşamalıyız. 23.08.2008
NOT: BU YAZIDAN SONRA TAYYAR ALTIKULAÇ HOCA’NIN HATIRALARINI OKUDUM. KONUYA ÇOK GENİŞ BİR YER AYIRDIĞINI GÖRDÜM. AKTARDIKLARININ YAŞANAN GERÇEKLERİ YANSITMADIĞINI GÖRÜNCE ŞAŞIRDIM. HAYRETTİN KARAMAN HOCAMIZ İLE YENİDEN YAZIŞTIK. ACZİYET TAVRI SERGİLEYİP DİREK TAYYAR BEY İLE YAZIŞMAMI TAVSİYE EDİNCE YAZIŞMALARIMIZI TAYYAR BEY’E MAİL OLARAK ULAŞTIRDIM. SESSİZ KALMAYI TERCİH ETTİ.
“HATIRATLAR AYNA GİBİ OLMALI, SADECE GERÇEKLERİ YANSITMALIDIR”
İLKESİNE TERS BİR ŞEKİLDE YANLIŞ AKTARILAN VE GİZLENEN GERÇEKLERİN NEDEN GİZLENDİĞİNİ MERAK EDENLERE SADECE ŞU KADARINI SÖYLEMEKLE YETİNECEĞİM:
“RUYETİ HİLAL KONUSU ZANNEDİLDİĞİ GİBİ, YAZIP ÇİZENLERİN VE KONUŞANLARIN YÖNLENDİRDİĞİ VE ŞEKİLLENDİRDİĞİ BİR KONU DEĞİLDİR. DİALOG PROJESİNİN ARKASINDA NASIL GİZLİ GİZEMLİ VE KARANLIK GÜÇLER, ELLER VARSA BU KONUNUN ARKASINDA DA AYNI VEYA BENZERİ GÜÇLER, ELLER VARDIR.”
ELİMDE DİREK VE MADDİ DEĞİL AMA, DOLAYLI VE MANEVİ DELİLLERİM VARDIR. DİLEYENLE KONUŞMAYA VE PAYLAŞMAYA HAZIRIM.
KONU HAKKINDA SAMİMİ OLARAK YAZIP ÇİZEN ARKADAŞLARA SAYGI DUYARIM. F.GÜLEN KONUSUNDA YANILANLARA, BU KONUDA DAHA İHTİYATLI VE DUYARLI DAVRANMALARINI, İLERİDE VİCDAN AZABI ÇEKMEMELERİ İÇİN, BİR GÖREV TELAKKISI İLE HATIRLATMAK İSTEDİM.
Kemal Öztürk Bey’in sizinle yaptığı mülakatı bugün kısmen dinleme imkânı buldum…
Çok uzun yıllar (41 yıl) Mekke oturumlu yaşadığım için, olup bitenleri yakından takip etmekteki açığımı telafi etme gayreti içindeyim…
Sizinle yakından tanışma imkân ve fırsatım olmadı maalesef Ama Arafat’taki dualarınızda âmin deyip beraber olmuş; uzaktan da olsa aynı ortamda bulunmuşuz…
Tayyar Altıkulaç Hoca ve Sami Uslu Bey ile uzun uzun yazışmalarımız oldu. Onlara da söyledim. Size de yazıp yorumunuzu öğrenmek istediğim bazı hususlar var; müsamahanıza sığınarak arz etmek isterim:
1- DİB merkez yönetimi ve teşkilatı, halkla gönül bağı oluşturamadığı gibi, kendi personeli ile de gönül bağı oluşturmayı başaramamıştır. Oluşan bu boşluğu, bazen iyi niyetli bazen de istismarcı gurup ve cemaatlerin doldurmaya kalkması hem devlet hem Diyanet ve hem de halk için sıkıntılara yol açmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
2- DİB Başkanlık ve merkez teşkilatının, teşkilatta görevli olmayan ehli ilim insanlarla ilişkileri, istişare ve fikir alışverişleri de sağlıklı bir zemine oturmamış, zamanla sürtüşmelere yol açmış olmasını nasıl yorumluyorsunuz.?
3- DİB ve merkez teşkilatı, devlet penceresinden bakıp, samimi gayretli insanlarla teşriki mesai kurup yönetme ve yönlendirme anlayışı yerine, uzak durur görünerek, iyi kötü ayrımı yapmadan, karşı duruş sergilemesi, bu insanlara yapılan zulme, haksızlığa karşı çıkamasa da moral destek olabilecek yaklaşım sergileyememesi, kabul edilebilir bir tavır mıdır…?
4- İslam’ın ruhu ve özünü anlayıp yaşamak yerine, şekillere bağlılık anlayışının yerleşip öne çıkmasının kabahatini sadece Müslümanlara yüklemek, resmî ideoloji ve devlet iradesinin bu yöndeki arzu ve teşvikini görmemek, tenkit etmemek adil bir yaklaşım olabilir mi…?
5- Nokta ihtisaslarla yaygınlaştırılan cehaleti, akademik unvanlarla taçlandıran bir anlayışın tarlasında, Ahlaklı Müslüman veya ilim adamı yetiştirebilmek kolay bir iş midir…?
6- Sistemin “Bataklıkları” nı görmeden, sadece sinekler mesabesindeki “Müslümanları” kusurlu görüp tenkit etmek yerine, sistemin yanlışlarını ortaya koyup, çözüm alternatifleri üretmeye öncelik veremeyişimizin sebebi nedir…?
7- Bu ülkede, yalan söyleme pahasına, resmî ideolojiden yana tavır koyup sadece verilen talimatları uygulayan D.İ.Başkanları yanında namaz kılmayan Başkanlar da görmedik mi..? Bu şartlarda Samimi, İhlaslı, Şuurlu Müslümanlığın öncülüğünü kimden nasıl bekleyeceğiz?
8- Demokratik Laik Müslümanlık dayatanlara söyleyecek hiç bir sözümüz yok mu..?
Değerli Hocam, Bir iki ay önce, seçme ve seçilme şartları ve sistemi üzerine, bana sorulan bir soruyu, Fıkıh alanında bilinen 10-12 akademisyen hoca ile paylaşıp fikirlerini sordum. Verilen cevapları değil ama soruyu sizinle de paylaşmak isterim. Çok basit dokunmalarla güzel sonuçlar alınabilecek konuları bile gündemimize almayı başarmamız gerekmez mi…? Devamlı başkalarının belirlediği gündem yerine, kendimizin oluşturduğu gündemleri konuşmayı ne zaman başarabileceğiz…?
Selam ve hürmetlerimi arz ediyorum…
Nisan 2020
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Soru: Bugünkü sistemdeki seçme ve seçilme şartlarını daha faydalı, standardı daha yüksek hale nasıl getirebiliriz…?
Taslak Teklif: Sicilinde aşağıdaki suçlardan herhangi birini işlenmiş olduğu yargı kararı ile sabit olanlar, seçme ve seçilme hakkından 10 yıl süre ile men edilir; kamuda idareci olamaz ve yargı sisteminde de görev alamazlar. Belirlenen süre sonunda alışkanlıkların sürdürüldüğü, belgeye dayalı olarak, iddia edilenlerin men süresi yargı kararı ile uzatılabilir. Yargının uzatma kararı olmadığı sürece yasak otomatik olarak kendiliğinden ortadan kalkmış olur.
1- Eşini aldatan, zina eden erkek ve hanımlar, 2- Yalan söylemeyi alışkanlık haline getirenler, 3- İçki, kumar, uyuşturucu alışkanlığı sabit olanlar, 4- Çek veya senet verip ödemekten imtina eden, sözleşme imzalayıp gereğini yerine getirmeyenler, 5- Rüşvet aldığı veya verdiği sabit olanlar, 6- İnsanlara ve hayvanlara işkence yaptığı sabit olanlar, 7- İnsan öldürdüğü sabit olanlar, Bu şartların bilinir ve uygulanabilir olması için, sicil anlayışını yeniden düzenleyip, dizayn ederek, eğitim kurumlarında, asker ve sivil diğer bütün kurumlarda buna göre yeni bir sistem oluşturmak gerekir…
Ayrıca seçimler kademeli yapılmalı, Köyde veya mahallede muhtar ve köyü veya mahalleyi temsile yetkili kişiler seçilirken, seçenlerde umumi vasıflar dışında vasıf aranmaz; sadece seçilenlerde vasıf aranır. Ondan sonra ilçe, il ve ülke genelindeki idarecileri seçecek olanlar, ilk derece seçimlerinde seçilmiş vasıflı insanlar olmalıdır. Bu vasıflar toplumun ortak değerlerini dikkate alarak hazırlanmalıdır. Bu konuda ne düşünürsünüz muhterem hocam..?
Çocuklarımla yan yana olan evlerde oturuyoruz. Yazı yazarken veya kitap okurken misafir katına çıkar sakin bir ortamda olmaya çalışırım. TV lerdeki tartışma programlarını fırsat buldukça dinlemeye çalışmam çocuklarıma da yansımış…
Geçen gün, evde yüksek sesle ağabeyinin bağırıp çağırdığını duyan küçük kızım, odasından fırlayıp yanıma geldi; baba yetiş ağabeyim annemle kavga ediyor deyince bir solukta aşağı inip salona girince ne görsem beğenirsiniz…? Üniversite terk olan oğlumu, İlkokul mezunu olan annesi sakinleştirmeye çalışıyor…
Oğlum sinirli ve fevri bir yapıya sahip, annesi de ondan geri kalır gibi değil, bunun için telaşlanmıştım…
Kavga konusunu öğrenince doğrusu benimde merakım arttı. Sizi daha çok meraklandırmadan konuya geçeyim…
TV tartışmalarının değişmez üyelerinden, sizinde yakından tanıdığınız, ismi değmez ateşli birinin sözlerini dinleyen asabi oğlum, dini, siyasi, sosyal ve içtimai bütün meselelerde görüş beyan eden bu çok bilmiş kişinin, sahte şeyh, fırıldakçı Müslüman tipleri bahane ederek Müslümanlara sitem edip aşağılamaya kalkmasına kızması yanında, bizim ezik şahsiyetli, fikrini savunmaktan aciz, kompleksli katılımcıların, ezilip büzüldüğünü görmesi, sinirlerini bozmakla kalmamış; ekrana karşı, sanki onu duyuyorlarmış gibi şöyle haykırmasana yol açmış:
“Ulan düzenbaz hokkabazlar, siz ne utanmaz adamlarsınız; hem suçlu hem de güçlüsünüz öyle mi..? Yağız hırsızın ev sahibini bastırması gibi, samimi ve dürüst Müslümanları asıp keserek, her türlü baskıyı kullanıp susturarak, dinlerini doğru öğrenme ve samimi olarak yaşamalarını engelleyerek, sahtekarlığı ve üç kağıtçılığı alabildiğine teşvik ederek, ürettiğiniz, besleyip yetiştirdiğiniz üç kağıtçıların hesabını şimdi bizden mi soruyorsunuz..?
Otuz yıl Tıp veya Hukuk fakültelerini kapatıp bu eğitimleri yasaklasanız, kasaplar doktor, arzuhalciler hakim veya avukat olmaz mı..? Bu yasağı getirenlerin, kasapların hekim, arzuhalcilerin de hakim olmasından şikayetçi olma hakkı olabilir mi..?
Otuz yıldan sonra açtığınız İHL ve İlahiyat Fakültelerini de iyi niyetle açmadınız; dini tahrip etmek niyeti ile açtınız. Şimdi ekilen hormonlu tohumların hormonlu ürünlerinden şikayet edip faturayı samimi Müslümanlara kesmek mi istiyorsunuz..?
Yüz yıldan beri Türkiye’yi, İslam nizamına göre, samimi ve ihlaslı Müslümanlar mı idare ediyor..? Değiştirilemez kanunlarınızı mı değiştirdik..? Siz ektiniz; siz biçiyorsunuz..? Üç kağıtçı fırıldakçı sahte şeyhler varsa sizin üretiminiz; faturasını da siz ödemek zorundasınız.
Bu sistemin temelinde, aldatma, iki yüzlülük, entrika, fırıldakçılık, sahtekarlık, zina, içki fuhşun daniskası yok mu..? Kendi eserinizin faturasını, imalat hatası samimi, ihlaslı Müslümanlara mı ödetmek istiyorsunuz..?
Ulan sahtekarlar, sizin her şeyiniz sahte, yalancılık ve yüzsüzlük sizin karakteriniz ve ilkeniz değil mi..?
Açık oy gizli tasnif anlayışını uygulayıp demokrat geçinen, şapka giymedi diye mezardan çıkarıp idam ettiğiniz kişilere rağmen diktatörlüğü muhatabınıza yakıştırmaktan utanmayan, yazdığı kitaptan dolayı 1. meclis
tarafından madalya verilen bir alimi, aynı eserden dolayı, tayin edilen 2. meclis onayı ile idam ettirenlere hiç itirazınız oldu mu..? Onlar hala sizin ulu önderleriniz değil mi..?
Milleti bir günde tarih ve kültüründen koparacak şekilde cahil bırakan, harf değişikliğini halk oylaması ile mi yaptınız..? Tüm dünya Müslümanlarının birliğini temsil eden Hilafeti ilga ederken halka sormayanların halkçılığından bahsederken yüzünüz kızarıyor mu..? DİB olarak tayin ettiğiniz kişiye CHP Ankara il başkanı olarak görev yaptıran sonra da laiklikten bahseden siz değil misiniz..?
Sahtekarlık, pişkinlik, diktatörlük yalancılık, entrika ve üç kağıtçılık sizin karakteriniz değil mi..?”
Oğlumun bu hiddet ve haykırışını gören hanım da, sesini duyurmak için yüksek sesle Onu uyarmak zorunda kalmış:
“Onlar seni duymazlar ki; boşuna yoruluyor ve hiddetleniyorsun oğlum.”
Annesine dönüp:
“Evet beni duymadıklarını ben de biliyorum. Kinimi ve hiddetimi tazeliyorum. Kardeşlerime, size duyuruyorum.” sen de bunu anlasan iyi olur demez mi..? Devamla:
1980 İhtilalinden sonra babamın Çilehane ’deki nöbeti esnasında, koğuş arkadaşı olan, M.Kamal ve
İsmet Paşa ile mesai arkadaşlığı yapmış emekli subay ve o zaman 87 yaşında olan, Aziz Şengün isimli Rizeli amca babama “Din alimlerinin itibarını zedeleyip etkisiz hale getirmek için asılsız fıkra uydurma mahareti sebebi ile gördüğü itibarı, CHP yönetiminde görev almasını, 1960 darbecilerine danışman olmasını bizzat ve şahitler huzurunda anlatmadı mı..?” Babamın koğuş arkadaşı olan bu şahitler polis emeklisi olup hala yaşamıyorlar mı..? diye sorduktan sonra tekrar televizyonda konuşanlara dönüp:
İslam sistemini ve kurumlarını, tekke ve zaviyeleri yeniden ve orijinal şekli ile ihya etmemize müsaade eder misiniz..? diye sorsam kesinlikle hayır cevabını verecek kişiler olarak, bizden samimi ihlaslı ve dürüst Müslüman yetersizliğinin hesabını sorma hakkını nereden buluyorsunuz..?
Size rağmen, despotizminize ve zulmünüze direnerek yetişen samimi ve ihlaslı Müslümanların, sizden hesap sormasından önce, yüzsüzlük yaparak, utanmaz bir şekilde hesap sormaya kalkmanız, “ev sahibini bastırmak” için değil midir..? Yoksa şikayet eder gibi gündeme getirdiğiniz şahıs ve konular, sizin ayakta kalmanızı sağlayan hayat damarlarınız, ilkelerinizin teminatları olduğunu bilmediğimizi mi zannediyorsunuz..? O fırıldakçılar, hokkabazlar olmasa söyleyecek hiçbir sözünüz kalmaz…
Annesinin sakinleştirme gayretine aldırmadan bağırarak konuşmasını sürdüren bizim asabi oğlan benim içeri girdiğimin farkında bile olmadı. Sözlerini bitirip birden karşısına beni görünce sakinleşip “öyle değil mi baba” diye sormasın mı..? Telaşla girdiğim evde kavganın şeklini öğrenince rahat bir nefes aldım. Meğer annesi ile değil televizyondaki tartışmacılarla kavga ediyormuş bizim asabi oğlan. Küçük kızımın kendi telaşını bana yansıtması, beni de endişeye sevk etmedi desem doğru olmaz…
Hocam bu kavgada büyütecek ne var demeyin sakın, bu asabi oğlumun Kadıköy İHL müdürünü 2002 yılında döverek baş örtüsü sıkıntısına nokta koyan asabi oğlan olduğunu bilseydiniz benden fazla telaşlanırdınız…
Hamdolsun bizim evdeki kavga endişe ettiğim gibi değilmiş. Rahat bir nefes aldım. Televizyondaki tartışmanın bundan sonraki bölümünü ailece beraber dinleyince, keşke bizim asabi oğlanın sesini televizyondakiler de duymuş olsa demekten de kendimi alamadım.
Gönderdiğiniz yazıları okudum. Bu arkadaşımızı müşavirlik günlerimden tanırım. Bana soğuk bakışlı olanlardan birisiydi. Yazdıkları içinde zikrettiği isimlerden de anlaşılıyor. Hatırladığıma göre bir sabah onları evimde kahvaltıya davet etmiştim. Mustafa Demirkan ve Fatih Saraç da vardı. Orada böyle bir konu; bahusus ınkılap kanunları konuşulurken zat-ı alinizin bu kanunlara rağmen dini gün ve ayların, hatta takvimlerin yapılmasını da diyanetin uhdesine döndürdüğünüz gibi konular konuşulurken ” ..bahsettiği çınar altında daha detaylı anlatırım” gibi şakavari bir söz söylediğimi hatırlıyorum. Onu şimdi burada zikretmesi tamamen söylediğiniz gibi şartlı bir ruha sahip olduğunu göstermektedir. Bir gün dahi Mekke’de ofisime ayak atmamışlardır. Onları, o tarihteki insanları Hasan Elik ve Fuat Genel benden çok daha iyi bilirler. O günlerdeki sıkıntılarını yazdıklarının içine kustah bir uslupla sinsice yerleştirmiş. Şahsen ben yazdığı pervasız mektubunun bir çok satırında bunu gördüm. Hissettim. Ona o derece değer vermeniz gerekmezdi. Galiba basına intikal ettiği için ilgilendiniz. Nerde olduğunu hatırlamıyorum; yıllarca sonra bir yerde -belki Fatih camiinde- karşılaşmıştık. Çınar altı konusunu ayak üstü sormuştu. Gülüp geçmiştim. Şimdi onu bile çarpıtmış. Hatırlarsınız biz bunları görev yaptığımız günlerde hep dengesiz olarak yad ederdik. Bu yazışmalarla ne kadar haklı çıktığımızı bir kere daha görmüş oldum. Rü’yet konusuna ben bir şeyler yazmaya gerek görmedim. Zatınız zaten alasını yapmışsınız. En derin kalbi selam ve saygılarımla. Sami USLU
Not: Ben yazışmalar içinde ismimin geçmesi nedeniyle kendisine bulaşmayı düşünmüyorum. Zihnimden geçen ve söylemediğim bir konunun otuz kusur yıl sonra faş edilmesine –bir anlamda kendimi de zorlayarak- tevessül etmeyi de pek ahlakı görmüyorum. Esasında o an neyi düşündüğümü de bu gün için bilebileceğimi pek isabetli görmüyorum. SU
NOT: Bu mesaj Tayyar Altıkulaç Hoca’ya yazıldığı halde sehven Ahmet Ziya Hoca’ya gönderilmiştir. Bu mesaj gönderildikten 10 dakika sonra silinmiş ve yerine aşağıdaki mesaj gönderilmiştir. A.Z.
YİRMİ SATIRLIK BİR DEĞERLENDİRME MESAJINDA 20 YANLIŞ NASIL YAPILIR..?
Sami Uslu Bey’in Dikkatine,
Tayyar Altıkulaç Hoca’ya yazıp bana sehven gönderdiğiniz mesajınızı, yazı olarak basınca 20 satır olduğunu gördüm. Bu satırlara sıkıştırdığınız 20 yanlış, (bazıları yalan olsa da ben yanlış demeyi tercih etmemin sebebi küstah üslup kullanmamaya ihtimam göstermemdir.) bir zamanlar “Din Hizmeti” yürütme sorumluluğu üslenmiş bir kişinin taşıdığı ciddiyet ve sorumluluğun göstergesi kabul edilebilir mi bilmem ama ben size yakıştıramadım.
Yazınızdaki yanlışları sıralayayım; siz de teyit etmek zorunda kalacağınızı göreceksiniz.
**1-**Beni müşavirlik günlerinden tanıdığınızı söylüyorsunuz; Mekke Üniversitesi’nde okuyan öğrencileri bir defa Mekke’deki müşavirlik merkezine davet ettiniz; o davete icabet etmiş ve bir defa görüşmüşüz. Başka hiç bir fiili ve fiziki görüşmemiz olmamıştır. Nasıl tanıdınız? Kim vasıtası ile tanıdınız..?
**2-**Size soğuk veya sıcak bakmam söz konusu olmamıştır. Siz bize soğuk bakmış ve davranmış olmanız sebebi ile sıcak bir ilişkimiz olamamıştır. Çünkü görev yaptığınız günlerde bizi “dengesiz olarak yâd ettiğinizi” siz söylüyorsunuz.
**3-**Benim içinde olduğum her hangi bir gurubu evinize davet etmeniz vaki olmamıştır.
**4-**İnkılap kanunlarının gündeme geldiği bir toplantımız asla olmamıştır.
5-“Emekli olunca çınar altında buluşup bazı konuları konuşabilme” ifadeniz Mekke/müşavirlik toplantısında herkesin yanında söylenmiştir; şakavari değil, ciddi olarak, ancak o zaman rahat konuşabileceğiniz mazeretine sığınmak için, söylemiştiniz.
**6-**Evet, Hasan Elik uzaktan da olsa bizi tanır fakat “kendisini referansı değerli olan bir arkadaşımız saymayız” Buna rağmen ciddiyetimizi, yalan konuşmayacağımızı kendisinden sorarsanız teyit edeceğini zannediyorum.
**7-**Küstah olarak gördüğünüz üslubumuzu Tayyar Altıkulaç Hoca “Nazik” bulduğunu ifade ettiğini onun yazılarında da görmüş olmanız gerekir.
Siz “küstahlıkla” samimi dost tenkitini, birbirine karıştırmanız yağcılığa alışık olmanızdan mıdır bilmem ama bizim karakterimiz inandığını kıvırmadan samimiyetle ve mertçe söylemeye müsait, buna alışmışız. Yağcılığı da sevmiyorum; üslubumda da kullanmıyorum. Bunu da Hasan Elik Bey’den sorup teyit edebilirsiniz.
**8-**Tayyar Altıkulaç Hoca’ya yazdığım tenkit ve uyarı yazılarımın birçok satırında gördüğünüzü yazdığınız “pervasızlık” lardan bir örnek yazıp uyarmış olsaydınız, tenkit kabiliyetinizi öğrenmiş ve istifade etmiş olurduk.
**9-**İnsanlara başkaları değer verdiği için değerli olmaz; değerli olan insanların değeri bilinir/bilinmeli… Değer, yaptıklarınız ve yaşadıklarınızla kazanılır. Başkalarının lütfu ile kazanılmaz.
**10-**Belli ki basına intikal etmeyen konulara değer verme alışkanlığınız yok. Konuları ve insanları Allah rızası için değerlendirmeyi, hiç olmazsa emeklilik döneminde öğrenseniz, ahiret için iyi bir hazırlık olmaz mı..?
**11-**Hafızanızın bu kadar zayıf olduğu bilinseydi size asla önemli görevleri vermezlerdi dersem yine “pervasızlık” yapmış olur muyum..?
Sizinle yazışmamız 30 Eylül 2016 günü HICAZLILAR whatsapp gurubunda olmuştu. Siz rü’yet ve takvim konusunda görüş beyan ettiniz ben de görüşünüze talik yazdım. Yazışmaları silmeme alışkanlığım sebebi ile isterseniz size mesajlarınızı gönderebilirim.
**12-**Türkiye’de hiç bir yerde karşılaşmadık. Ayaküstü konuşmadık; gülüp geçme durumu da olmadı.
**13-**Hiç kimsenin yazı söz ve davranışını çarpıtmadım; uzun yıllar “Tahkim komisyonu Başkanlığı” görevim sebebiyle dinlemeyi ve doğru anlamayı bildiğimi söyleyenler arasında çarpıttığımı söyleyen şu ana kadar çıkmadı.
Siz bu kanaatte iseniz neyi çarpıttığımı açık ve net bir şekilde yazabilirseniz istifade etme fırsatı vermiş olursunuz. **14-**Yazışmalarımız Tayyar Altıkulaç Hoca ile olduğu halde, Onun görüp yazmadıklarını sizin görmüş ve yazmış olmanız, kraldan çok kralcılık değil midir..?
15-“Bulaşmak” istemediğinizi yazdığınız kişiye hakaret etmeniz bir çelişki değil midir..?
Hakareti gıyabımda yapmayı düşünmüşsünüz fakat Rabbim sizi yanılttı ve mesajınızı sehven de olsa bana da gönderdiniz. Bu yanılgınız bana CHP genel sekreterinin “No” yerine “Yes” tuşuna basması sonucu, hoş olmayan sözlerinin deşifre olması ve silinip gitmesini hatırlattı. Hiç kimse, insanın kendine verdiği zarar kadar, kendi kişiliğine zarar veremez. Biraz nefislerimizi sorgulamamız gerekmez mi..?
**16-**Ben sizi misal olarak zikretmem, Tayyar Bey’in mesai arkadaşlarındaki üslup benzerliğine işaret etmek içindi. Görevde iken konuşamadıklarınızı, emekli olunca konuşmayı vadettiğiniz halde emeklilik sonrası bile konuşmaktan imtina ettiğinizi hatırlatmak içindi.
**17-**Söylediklerinizi, hatalı, yanlış veya çarpıtarak aktarmadığıma Rabbim şahittir. Elimde yazılı somut mesajlarınız var. Söylediklerinizi onlarca kişinin huzurunda söylemeniz sebebi ile şahitler var.
**18-**1986 yılı Şevval Hilalini gören arkadaşlar arasında zikrettiğim isimler, ilim sahibi, ahlakı ve duruşu ile ihlaslı ve samimi arkadaşlarımızdır. Güvendiğiniz Hasan Elik Bey bile aksini söyleyemez.
Ben Fatih Saraç ismini zikretmedim; bu kardeşimiz ile olaylara bakışımız ve üslubumuzun farklı olduğunu da Hasan Elik Bey’den sorup teyit edebilirsiniz.
**19-**Kendi ifadeniz ile “görevde iken dengesiz olarak görüp yâd ettiğiniz” bizleri gerçekten tanımaya gayret etseydiniz, bu düşüncenizden utanç duyacağınızdan hiç şüphem yok…
Samimi, mert duyarlı ve ihlaslı insanları dengesiz görüp uzak durmanız, bilerek veya bilmeyerek, sizi İngiliz projelerine nasıl hizmet ettirdiğini görebilseniz, aramızdaki ihtilafların çoğu ortadan kalkardı.
**20-**Hiç bir sözümde hakaret ve küçümseme kastım yoktur. Görüşlerimi, samimi açık ve inandığım şekilde, sansürsüz yazdım; yazıyorum.
Size de yazdıklarımı bilerek gönderiyorum; keşke sizler de aynı açıklık ve samimiyetle yazabilseniz ve biz de değerlendirip yararlanabilsek..?
Mesajınız ilk geldiğinde böyle zannetmiş ve sevinmiştim. Muhtevası hoşuma gitmese de açık ve net yazmanız hoşuma gitmişti. Sonra silip sehven gönderdiğinizi anlayınca üzülüp sukutu hayale uğradım.
**21-**Merak ettiğiniz her şeyi açık ve net bize sorsanız, biz de size hiç bir gizleme ve çarpıtma olmadan, açık net ve doğru bilgi yazsak daha güzel olmaz mı? Doğru bilgi sahibi olmadan, zanlar üzerinden yanlış yorumlar sizi riskli ve sıkıntılı alanlara sokuyor. Bunu şimdi bile anlasanız tövbe kapısının açıklığından istifade etmiş olabilirsiniz…
**22-**Bu arada Fuat Genel değil, Fuat Güenl Bey’in adını bilmem sehven mi yanlış yazdınız?
**23-**Eğer görevde iken de Tayyar Altıkulaç Hoca’yı böyle suizanlar üzerine kurulmuş, yanlış bilgiler ile yanıltmış iseniz, emekli olduktan sonra bile, bunu itiraf edip tövbe etmeniz, sizin için hayırlı olacağı kanaatindeyim. Benim Tayyar Bey’i görevde iken yanıltanlarla ilgili somut bilgi ve belgelere dayanan fiili müşahedelerim var. Bu dosyaları, zaruret ve gerek olmadıkça açmak niyetinde değilim. Ama ahirette açılırsa işi çok zor olanları biliyorum…
Siz benimle ilgili, hakaretvari ifadelerle fikir beyan ettiniz. Dayanaklarınızın hepsi yanlış olduğu halde, ben de size acı bir cevap/tenkit yazdım. Ben direk size yazıyor yanlış ve hata varsa düzeltme fırsatı tanıyorum. Benim de istediğim sadece budur. Başka bir kastım yoktur. Bir vesile olmadan, bahane arayıp söz ve konu açarak, kimseyi rencide etmek düşüncem olmadığına Rabbim şahittir. Üslubumda hata varsa, yanlış anlamaya yol açtıysam uyarmanız halinde düzeltmeye açığım. Bu yazım, sizin Tayyar Bey’e yazıp bana sehven gönderdiğiniz değerlendirme notunuza bir cevap mahiyetinde yazıldığı da dikkate alınmalı, beraber değerlendirilmelidir. Selam ve saygılarımla, 22.11.2018
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Ahmet Ziya Bey kardeşim,
Yazdıklarınızı okudum. Teşekkür ederim. Bu konuların üzerinde durulması kanaatimce gereksiz. Gerçekten mübarek beldede olduğum günlerde ofisime uğradığınızı hatırlamıyorum. Sadece siz değil, yakın arkadaşlarınız da. Tayyar hocamla yazışırken hiç gereği yokken ismimden bahsetmeniz ve sanki bazı konuları söylerken dahi sıkıntılar çektiğimizi o cümlelerin içine yerleştirmeniz gerçekten durup dururken bir BULAŞMA kelimesiyle ancak ifade edilebilir. Bu durum beni rencide etmiştir. Mesajımın size ait olmadığını anlamıştım. Silmiştim. Önemli değil. Muttali olduğunuz anlaşılıyor. Rü’yet-i Hilal konularını şu kadar yıl geçtikten sonra faş etmeye çalıştığınızı da anlamış değilim. Eğer bir hata dahi yapılmış olsa, zihinlerin karışmasına neden olmaktadır. Başkanlığımızın o tarihteki düşüncesi birliği sağlamaktı. Gerçi İHTİLAF-I METALI’a itibar edilse dahi dinen bir mahzur yoktur. 1986 yılı geçmiştir. Şu anda bunları ortaya dökmenin bir anlamını bulamadım. Bu konuların daha da fazla uzatılmasında hiç bir yarar görmüyorum. Bir araya gelebilirsek, ( çınar altı) konularına yine de eski günlerin anekdotları olarak bir şeyler anlatabilirim. Sözümde duruyorum. Selam ve sevgilerimle.
SAMİ USLU
Değerli kardeşim Ahmet Ziya Bey,
Yazdıklarınızı okudum. Genişçe cevabım olacak. Ankara’dayım. Bursa’ya döndükten sonra. Öncelikle şunu belirtmek isterim: daha önce Tayyar hocama yazdığım mesajın yanlışlıkla size gitmesi beni mutlu etti. Eğer öyle olmasaydı, bu yazışmalarımız olmayacaktı. Cenab-ı Allah bir yanlışın tashihini Murad etmiş gibi. Gerçekten yanlışlarım var. ” Kahvaltı konusu, ınkılap v.s konuları, sizin için (Şartlı bir ruh) demişim. Pervasız ve dengesiz kelimelerini yazdığımı gördüm. Tayyar hocama yazılan rü’yet-i hilal konularına ismimin gereksiz sıkıştırıldığını görünce müteessir olup kontrol dışına çıkarak maalesef sizin için bunları yazıvermişim. Rabbim uygun görmemiş ki, beni yanıltmış mesaj size ulaşmış. Bu kelimelerden dolayı özür dilerim. Fakat uzunca cevabım olacak.
Printerdan yazdıklarınızı çıkartacağım. Madde madde ben de cevap vermek isterim. Yazılması gereken hususlar var. Yazdıklarınız içinde şahsım hakkında, müstehzi, istihfaf, ima ile de olsa telmih yoluyla hakaretamiz ifadeleriniz var. Onlara detaylı cevabım olacak. Yaşım seksene çok yakın. Gençliğim şüphesiz böyle değildi. Unuttuğum konular olmuş. Siz tashih etmişsiniz. Teşekkür ederim. Zaten yazsak veya yazmasam da Kaf Suresi 16 ve 17. Ayetlerinde beyan buyurduğu şekilde ve İsra Suresinin 14. Ayetiyle anlatıldığı gibi her şey önümüze konulacak. O bakımdan bu yazışma beni rahatlattı. Neden o kelimelerle rencide olmanıza sebep olduğum ve o an alelacele bir şeyler yazdığım halet-i ruhiyemi de uzunca cevabım içinde bulacaksınız. Kısaca şu an bunları yazmış oluyorum. Selam ve sevgilerimle.
22.11.2018 Sami USLU
Değerli kardeşim Ahmet Ziya İbrahimoğlu,
Size Bursa’ya döndükten sonra cevap vereceğimizi söylemiştim. Ancak, yazdıklarınızı bu gün bir toplantı sonunda alel acele okuyup size yazdığım mesajı göndermiştim. Daha sonra bana gönderdiğiniz uzunca cevabi yazınızı okuduğumda söylediklerinizin yenilir yutulur olmadığını anlamış bulunuyorum. O bakımdan bu mektubumu yazıyorum.
Kısa mesajımda sizden özür dilemiştim. Orada KÜSTAH kelimesini zikretmemişim. Diğer hakarete giden kelimelerimden üzüldüğümü yazmıştım. O ifadelerimden dolayı pişmanlık duydum.
Yazmamalıydım. Cidden kendime yakıştıramadım. Bu konularda üzülmenizi haklı buluyorum.
Nezakette kusur etmemek için yine KARDEŞİM diye başladım. Oysa bana gönderdiğiniz mektubunuzda o derece ağar ifadeler kullanmışsınız ki, cidden üzüldüm. Hatta İngilizlere hizmet ettiğimizden dahi dem vurmuşsunuz. Meğer ne de büyük kininiz varmış bana karşı. Yirmi satırıma yirmi maddede cevap vereceğinizi yazdınız. Maddeleriniz daha da fazla olmuş. Kendinizi tutamamışsınız.
Ben sizi müşavirlik günlerimden sima olarak tanıyorum. Çok zaman Harem-i şerife girerken veya içerde karşılaştığımız oldu. Konuşmadık tabii. Sizleri yanımda olanlardan sorduğum olmuştur. Ve bir de bahsettiğiniz benim davetim dışında Müşavirliğimize ayak basmamış olmanızdır. Zaten bu dahi bana karşı, hatta o günkü diyanet camiasına bakışınızı tescillemektedir. Ümmü’l kura’da öğrenci olanlardan bana yakınlık gösteren bir elin parmakları kadar bile yoktu. Tayyar hocama bu bakışınızı bildiğim ve de hissettiğim için o cümleleri yazmıştım. Bu durumu yirmi yıl kadar dini tahsil yapmış olmanıza rağmen bu güne kadar bu kurumda görev almamanız da ayrıca ortaya koymaktadır. Benim davetime icabet etmişsiniz. Orada o malum çınar altı konusu tezekkür edilmiş. Ben onu hatırlayamadım. O sözü ben daha başkalarına da söyledim. Gerçekten görev hayatımızda her konunun faş edilmesi uygun olmuyor. Rü’yet-i Hilal ile o durumun tedahülü şu anlamda aklımdan geçmişti. Biliyorsunuz ınkılap kanunları var. Dini gün ve geceler ile takvimlerin yapılması da o kanuna göre Kandilli Rasathanesine aittir. Tayyar bey hocamız bu durumu hiçbir kanun değişikliği olmadan o kurumun sorumluluğundan almıştı. Hafızam beni yanılttı. Acaba o muydu gibi düşünmüştüm. Onun için bu ve buna mümasil konuları ileride belli yaşlarda konuşuruz gibi söylediğim bazı yerlerde olmuştur. Sizin için de acaba öyle midir gibi düşünmüştüm. Yanılmışım.
Siz tashih ettiniz. Tayyar hocamızla yazışırken durup dururken ismimi dilinize dolayarak mesajımda daha önce yazdığım gibi ancak bir BULAŞMA kelimesiyle ifade edilebilecek bir durum ortada durmakta idi. Bana ne münasebetle kaleminizi oynatıyordunuz. Çam altı konusun SİYAK ve SİBAK açısından hiç ilgisi olabiliyor muydu? Burada ben nasıl iyi bir niyet görebilirdim. O halet-i ruhiyemin bir anda mütehevvir bir üsluba yönelerek sizi kırdığım kelimeleri yazıvermişim. Çünkü niyetiniz bozuktu. Bunu hissetmiştim. Hemen Mekke-i Mükerreme’deki bana hiç yaklaşmayan büyük bir kitleyi hatırlamıştım. Sizler de onlardan biri idiniz. Hiç ilgisi olmayan bir konunun içine ismimin zikredilmesi de ancak DENGESİZLİK kelimesiyle ifade edilebilirdi.
Hasan Elik’ler sizler hakkında bana her hangi bir söz söylemediler. Fuat Günel isminin bile bilgisayar fontlarının bir harf hatası ile yanlış yazılmasını, bir zühul denilebilecek durumun yazınız içine yerleştirerek bir madde halinde tenkitleriniz şeklinde bana iletmeniz de yine yukarıda belirttiğim DENGESİZ’likle ancak açıklanabilir. Fuat Günel benim hemşehrimdir. İsmini de bilirim. Cismini de bilirim. Ayni Kur’an Kursunda hıfzımızı tamamladık. Onun da sizler hakkında bana bir şeyler ulaştırdığını hatırlamıyorum.
Tayyar hocamıza söylemeye çalıştıklarım Mekke Ümm’ül-Kura’da okuyan o tarihteki gençlerin maalesef devletimiz hakkında o zamanlar düşüncelerini az çok bildiğim içindir. Nitekim siz de hangi sebeptendir bilmiyorum; Çok güzel bir tahsil hayatınıza rağmen devletimizde bir günlük dahi olsun resmi görev yapmadınız. Ümmülkura’da okuyanların kısm-ı küllisi şirketlere veya hac umre işlerine meraklı idiler. Bazıları müftülük imtihanlarına gelmişlerdi. Komisyonlarda bulunmuştum. Arapça imtihanlarımızı dahi veremeyenleri çok hatırlarım. Oysa İstanbul İlahiyat Fakültesi mezunlarımız pekâlâ bu imtihanları başarıyorlardı. Bu günkü seviye nasıldır bilmiyorum.
Orada doktora yapanları bilirim. İşraf için hocalarına hazırladıkları bir sayfa olan bir çalışmayı aylarca ayrı ayrı işraf’larda hocasına sunduğu halde ne hocası bu metnin geçen ay gördüğü metin olduğunu farkındaydı ve ne de işrafa giden doktora öğrencimiz bu yaptığından pişmanlık dahi duymuyordu. Bu konu daha sonra ülkemizde profesör olan bir kardeşimizin bizzat bana anlatmasıyla sabit bir olaydır. Bilmiyorum belki sizler de bu nedenlerden midir başkanlığımızda görev almadınız. Kırk yıla yakın başka işlerle meşgul oldunuz. Hem de Aşıkkutlu gib bir deryada hafız olmanıza rağmen.
Yağcılık yapmaya alışık olduğumu söylüyorsunuz. Korkunç seviyede bir hakaret. Bunu nasıl tespit ettiniz. Son derece hüsnü niyetten bahsediyorsunuz. Bunu nasıl izah edersiniz? Tayyar hocamıza yazdığım üç beş satırdan bunu çıkardığınızı sanıyorum. Orada kullandığım ifadeler sadece bir saygının eseridir. Tayyar hocama “ Cevap vermeniz değmezdi” demiştim. Şu anda dahi ayni kanaatteyim. Otuz iki sene önce vuku bulmuş bir olayı kaşıyan için başka ne söylenebilir? Bu konuya bu gün için temas etmeniz tamamen geçmişteki bir fitneyi kaşımaktan başka bir şey değildir. O tarihlerde bazı cami görevlilerimiz dahi bayram günü cami kapılarında bu gün oruçlu olunması gerekir şeklinde konuşmalar yapmışlardı. Bazıları da oruçlu olunması günlerde o günün Ramazan olmadığı gerekçesiyle cami önlerinde simit yemişlerdi. Bilinmez; belki de sizler gibi o mukaddes yerlerde olanlardan gelen telefon görüşmeleri ile bu davranışlara meyletmişlerdi. Tayyar hocamıza yazdığınız hilal gözetleme teşebbüsünüz bir anlamda bu gün bunu ortaya çıkarmaktadır. Sizlerin resmi bir görevi mi vardı? O günlerin fitne atmosferini şahsen hatırlamak dahi istemiyorum. Otuz iki sene sonra bu konuyu neden kaşıyordunuz? Vefat etmiş bir şahsın da ismini anarak.
Hiçbir sözümde hakaret yok diyorsunuz. Yukarıda yazdım. Yağcılık konusu hakaret değil midir?
Tayyar hocam görevde iken asla onu yanıltmadım. Elinizde bu konularda hiçbir delil olmadan bir varsayım üzerine, bir vehim üzerine hakkımda bunları yazmışsınız. Teessüfler.
Sizinle daha samimi şekilde bir araya gelmeyi çok isterdim. Mukaddes bir beldede ayni yıllarımızı paylaşmışız. İnsanoğlu belli zaman dilimlerinde farklı düşünebiliyor. Sonra o durumları değişiyor. Geçmiş günlerimizi yâd ederek hatalar yapmış dahi olsak bunların ortaya dökülmesi kimseye bir fayda sağlamayacaktır. Müşavirlik günlerimde farklı bakışlarda olduklarını bildiğim nice gençler tanıyorum, bu gün üniversitelerimizde medarı iftiharımız mesabesinde görevler yapmaktadırlar. Şahsen onlarla gurur duymaktayız. Sizler neden onlardan biri olamadınız..? Tayyar hocamıza çok güzel özgeçmişinizi yazmışsınız. Fakat sizleri başkanlığımız çatısı altında göremedik. Bilinmez; belki haklı gerekçeleriniz vardır.
Selam ve sevgilerimle.
22 KASIM 2018 ANKARA
Sami USLU
Sami Uslu Bey’in Dikkatine;
Cevabî yazınızı okudum. Yaş olarak abimiz makamında olduğunuz için, doğru anladığımı teyit, size karşı hatalı bir anlama üzerine kurulmuş bir haksızlık etmemek için yazınızı bir gün sonra tekrar okudum; ondan sonra düşünüp cevap yazıyorum.
Yazdıklarımızı doğru anlamaya çalışmamız, merkeze Allah rızasını koyarak eksik ve hatalarımızı düzeltme gayretimiz, yazışmalarımıza anlam ve değer kazandırır. Sizi haksız veya kendimizi haklı göstermek için yapacağımız tartışmaların hiçbir faydası ve anlamı olmayacağı gibi zararı da olacağı muhakkaktır.
Ayrıca doğru ve gerçekleri nasıl belirleyeceğimizi, iddialarımızı nasıl ispat edebileceğimizi, hangi iddiaları kabul etmeme konumunda olabileceğimizi, tartışma adabımızı belirleyen usul ve kurallara da bağlı kalmamız gerektiğini hatırlatarak sözlerime başlamak istiyorum. Bu girişten sonra,
**1-**Sizin şahsınıza yönelik değil, söz davranış ve icraatlarınıza yönelik tenkitlerime tahammül etmeniz, eksik, hata ve yanlışlarımı bulmanız halinde, kendi doğrularınızı müdellel bir şekilde ifade etmeniz, mutabık kalmamız gereken bir husus olmalıdır. İddia eden delilini sunmalı, inkâr eden de yeminden kaçınmamalıdır. Delilleri, bila delil inkâra kalkmak, ciddiye almamak hakkımız olamayacağı da malumunuzdur.
**2-**Yanlışta ısrar etmek inattır; inatlaşmayı doğurur. Doğruda kararlı olmak istikrardır; istikamet sahibi olmayı sağlar. Eğer bu tespitlerde de mutabık kalabiliyorsak, o zaman yazışmalarımız faydalı olabilir.
**3-**Tayyar Bey’e yazdığınız ve sehven bana da gönderdiğiniz yazınızdaki ifadelerden sonra bana “kardeşim” diye hitap etmeniz inandırıcı ve anlamlı olabilmesi için, beni doğru tanıdığınızı ve doğru anladığınızı görmem lazım. Tekrar tekrar ifade etmeme, açıklığa kavuşturmama rağmen hala “32 yıl önceki bir olayı art niyetle gündeme getirdiğimi, fitne peşinde olduğumu” dile getirmeniz yazdıklarımı anlamak niyeti ile okumadığınızı, **“dengesiz olarak yâd ettiğiniz”**günlerin şartlanmışlığı ile bize bakıp değerlendirme yaptığınızı göstermiyor mu?
Son kez tekrarlıyorum; durup dururken 32 yıl önceyi karıştırıp hiç kimseye haksızlık ederek yıpratmak veya zora sokmak gibi bir niyetim olmadı. Biz 1986 ve 87 Yıllarında Şevval Hilalini doğal seyrinde gördük; Hayreddin Karaman Hocamıza doğal seyrinde anlattık. Onun yönlendirmesi ile Arif Hikmet Bey ile görüştük; görüşme sonucunu talep ettiği gibi vaktinde kendisine bildirdik. Tayyar Bey’le görüşüp bana dönüş yaparak bilgi vereceği vadi, birkaç defa hatırlatmama rağmen gerçekleşmedi ise (Hocamız unuttuğunu söyleyerek en sonunda Tayyar Bey’le direk temas kurarak görüşmemi/yazışmamı söyledi.) burada benim hatam nedir? Hayreddin Karaman Hocamızın “Arif Hikmet Bey anlattıklarını doğrulayıp teyit ederse söylediklerini ciddiye alır, değerlendiririz.“ demesine rağmen hatıratında gündeme alıp değerlendirmemesini hatırlatmam üzerine konu tekrar gündeme geldi. Yazılarımda bu durumu uzunca anlatmama rağmen hala “durup dururken gündeme getirme ve fitne peşinde koşmak” tan söz etmeniz insaf ve hakkaniyetle bağdaşır mı? Yanlışın ısrarla savunuluyor ve sürdürülüyor olması hata olmuyor da bizim düzeltme yapmamız ve doğruyu savunmamız mı hata oluyor? Benim iddiamı doğrulayan âdil şahitlerim, ilmi dayanaklarım olduğu gibi Tayyar Bey’in bilirkişisi Arif Hikmet Beyden de teyidim var. Aksini savunanların ise kuru bir inkarı ve inadı var. Bugün bile konunun uzmanlarına 1986 ve 87 yıllarının Şevval
Hilali ne zaman görüldü diye sorulacak olsa arşivlerdeki doğru bilgiye ulaşma imkânı vardır. Nitekim ben Almanya rasathanesinden teyit bilgisi aldım. Ayrıca Arif Hikmet Bey’in bana söylediklerini, halen ilahiyat fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yapan başka bir arkadaşımıza da söylemiş olması, hatayı yeterince açıklığa kavuşturmuyor mu? İhtiyaç halinde Arif Hikmet Bey’le konuşan diğer arkadaşımızın adını ve telefonunu da verebilirim. Şahitlerin, hesabın ve ilmin, ekibinizdeki bilirkişinin kabul, onay ve teyidine rağmen yanlışı yaymakta ısrar ederseniz aradan kırk yıl da geçse doğruyu dile getirene hata isnadı söz konusu olamaz. Hatayı kabul ettikten sonra biz bu konuyu anlatıp yaymaya devam etmiş olsaydık o zaman burada bir art niyet aramanızı anlayabilirdim. Buyurun, bugün bile hesaba ve ilme müracaat edip gerçeği teyit etmek isterseniz buna hiçbir mani yoktur. Aksi iddialarınız devam ederse, bu sadece yanlışta ısrar etmek olur; inat olur; inatlaşmaya yol açarsa, vebali hatada ısrar edenlerin üzerinde olur.
**4-**Hatırlar mısınız bilmem, görevde iken “Herkesin din görevlisi olmasını” telkin ve talep ederdiniz. Ben size “müşavirlikteki toplantıda” bunu belli bir kesim için neden uygulamadığınızı sorunca, tatmin edici cevap vermekte zorlanmış ve “emekli olunca çınar altında cevap vermekten” söz etmiştiniz. Çınar altında konuşma vaadinizin aslı budur.
**5-**Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatının, çok önemli olduğu halde, en başarısız olduğu konuların başında, kendi teşkilat görevlileri ve Halk ile “gönül bağı” oluşturamamış olmasıdır. Özellikle en büyük yanlışların yapıldığı dönem Tayyar Bey’in ve zihniyetinin hâkim olduğu dönemdir. Dini hassasiyet ve duyarlılığı olan bir kesime karşı tavır alınması, sürtüşülmesi “gönül bağı”
oluşturma imkânını ortadan kaldırmıştır. Tayyar Bey ve ekibinin oluşturduğu zihniyet ve teamüller bugün bile Diyanet Vakfı, İSAM, 29 Mayıs Üniversitesi, Diyanet TV, kısmen de Diyanet merkez teşkilatında hâkim motif durumunda devam ediyor. Bu zihniyetin oluşturduğu zeminde Hadis inkârcıları, tahripçiler, istismarcılar, din tacirleri, din şovmenleri neşvünema bulabilmiştir. Tayyar Bey’in bizzat kendisi, TDV’nı kurarken, oluşturduğu yapının değiştirilmesini engellemek için gereken tedbirlerin düşünüldüğünü, “Hatıratında” yazıp beyan ediyor. Ayrıca Tayyar Bey kendilerine “ayak bağı olmayanlarla uğraşmadığını” bugün bile rahatlıkla kabul ve beyan ediyor olması bu söylediğimi teyit etmiyor mu? Kaldı ki biz Süleymancılar ile de usulüne uygun doğru bir metot ile uğraştığını da kabul etmiyoruz. Bu konu çok uzun tartışılabilecek bir konu olduğunun farkındayım. Ben sadece Teşkilat görevlileri ve Halkımız ile Diyanet’in gönül bağı oluşturamamasının yol açtığı boşluğu F.G. gibi istismarcı hainler doldurmaya çalışma imkânı bulmasında sizin de ihmal ve kusurunuz olduğuna işaret etmek istedim. Gönül bağı oluşturmak, resmi duruş, halka tepeden bakmak ile olmaz; samimi ve fedakarane bir gayret gerektirir. Herkesi kucaklayabilmeyi, ön fikirlerden uzak kalabilmeyi gerektirir.
**6-**İngiliz veya diğer şer güçlerin projelerine hizmet etmek zannettiğiniz gibi her zaman kötü niyetli ve hain olmayı gerektirmiyor. Bazen kişilerin zafiyetleri ve hırsları da bilmeden kullanılmasına yol açabiliyor. Bu bizim için de sizin için de geçerli bir tespittir. Benim çok yakın arkadaşlarımın, zafiyetleri sebebiyle dış istihbarat güçleri, şer odaklar tarafından nasıl kullanıldığını bizzat görüp şahit olduğumu bilmenizi isterim. Afrika’da aynı merkezin hem vahhabilerin hem de Işıkcılar’ın kitaplarını İngilizceye tercüme ettirip aynı kitleye nasıl dağıttıklarını görüp öğrendim. Hicaz Valisi Şerif Hüseyin’in nasıl kandırıldığını yaşayan şahitlerden dinleyip okudum.
İngilizlerin projesi kapsamında M.Abduh, C.Afgani ve Reşit Rızalar’ın nasıl çalıştığını, İstiklal şairimiz Mehmet Akif’i bile nasıl zehirleyebildiklerini yakinen bilenlerden dinledim. Bu konuda yapılan tez çalışmalarını ve belgeleri okudum; inceledim.
Bunların Tayyar Bey’in ekibi ile ne alakası var der misiniz bilmem, ama derseniz TDV nın desteği ile ISAM’ın hazırlatıp yayınladığı İslam Ansiklopedisinin Fıkıh ve İtikat maddelerinden bazılarına bakmanızı tavsiye ederim. Tahdit için değil temsil için bir madde zikredeceğim; işinizi kolaylaştırmak için yazıyorum. 22.cilt 472-473 sayfalarındaki İSA ve Nüzul-ü isa maddesini okuyabilirsiniz. Mutezile ve onların paralelinde düşünen 3-4 kişi, M.Abduh, C.Afgani ve R.Rızaların görüşü ile Kadyanilerin görüşünü zikreden yazar, Ehli Sünnetin icma ettiği görüş ve delillerinden ise hiç bahsetmiyor. Bu maddenin yazarı halen 29 Mayıs İslami İlimler Fakültesinde öğretim görevlisi olarak görev yapması düşündürücü değil midir ? Burada
Ansiklopedi tenkiti yapacak değilim. Sadece şu kadarını söylemek isterim. Ansiklopedideki Fıkıh ve İtikatla ilgili maddeler yeniden elden geçirilip hatalar düzeltilmediği sürece, mutemed ilmi bir kaynak kabul edilmesinde ittifak edilemez.
**7-**Sizin de içinde olduğunuz ekibin, darbeci ve ergenekonculara gösterdiği ilgi ve yakınlığı, duyarlı ve gayretli Müslümanlardan esirgenmesini nasıl yorumlarsınız diye sorduğumda, aynen Tayyar Bey gibi “Onlar bize ayak bağı oldu, muhalefet etti, öyle davranmak zorunda bıraktı” deyişinizi hatırlamakta zorluk çeker misiniz bilmem ama buda müşavirlikteki konuşmada geçen hatıralarımızdandır. Tabi yine topluluk huzurunda söylenmiş şahitleri olan bir ifadedir. Buna itiraz edeceğinizi zannetmiyorum. Çünkü Tayyar Bey’in söylemi de sizi teyit ediyor.
**8-**Sizin isminizi durup dururken zikretmiş değilim. Aynı ekibin mensuplarının ifadeleri birbirini teyit ettiğini göstermek için yaşanmış olaylardan misal vermek için zikrettim. Tayyar Bey ve ekibinin, duyarlı ve gayreti islamiyesi olan bir grubu “dengesiz olarak yâd ettiğinizi” sizin ifade ve teyidinizle ortaya koymamız belge ve dayanak teşkil etmez mi? İnkar etme imkanı var mı?
Allah’a şükürler olsun ki siz sağ ve aklınız yerinde iken bunu gündeme getirip kayıtlara geçirmiş oldunuz. Tayyar Bey de duymuş oldu. Yoksa vefatınızdan sonra gündeme getirmiş olsaydık “mevta şehadetine ihtiyaç duyurma” hatası ile itham edilebilirdik. Tayyar Bey’e kendiniz hatırlattınız; sehven de olsa biz de öğrenmiş olduk. Bilmiyorum bu konuda da, siz sebep oldunuz der misiniz?
**9-**Benim, müşavirliğiniz esnasında sizinle sıcak ilişki kurmamam benden kaynaklanan bir olumsuzluk değildir. Makam sahibi insanlar ihtiyaç duyup zemin hazırlamadıkça, sadece zorunlu ihtiyaçlar için ziyaret edilmelerinin söz konusu olması doğaldır. Aksi durumda ilişkilerin çıkar ilişkisi gibi değerlendirilmesi kaçınılmaz olabiliyor. Siz bize böyle bir kapı açıp zemin hazırlamış olsaydınız sizi ziyaret edip “sıcak ilişki” kurmamıza hiçbir engel yoktu. Asla size karşı olumsuz ve şartlanmış bir duygu içerisinde değildim. Biz sevdiğimiz, saydığımız insanları da tenkit ediyor; onların düşünmelerine, yaptıklarına yeniden göz atmalarına vesile olmayı gerçek dostluk olarak görüyoruz. Hamdolsun hayatımın hiçbir döneminde politika ve hizip taassubu içerisinde olmadım. Müstakil düşünebilen, muhalifini bile takdir, dostunu da tenkit edebilen bir yapım var. Sizin buna hiç alışkın olmadığınızı Tayyar Bey’in hatıratında “kendisine karşı görüş ve eleştiri yapanların olmamasından veya azlığından” bahsedip çıkardığı sonucu okuduğum için biliyorum.
**10-**Fuat Günel Bey’in soyadı ile ilgili hatırlatmam, hata olarak gördüğümden değil sehven olabileceğini hatırlatarak dikkate almanız içindi.
**11-**Mekke’de okuyan öğrenciler ve müşrif hocalar ile ilgili yazdıklarınız her ülke için bol miktarda örneği olan konulardır. Size bunu aktaran öğrenci kim ise kendi basitliğini de ortaya koyduğunu görmüş olmanız gerekir.
**12-**Yağcılık konusundaki ifadelerimi yeniden okursanız hakaret olmadığını anlamış olabileceğinizi düşünüyorum. Sizin kendi yazdıklarınız ve söyledikleriniz dışında hiçbir hususu ekleyerek herhangi bir değerlendirme yapmadım. Tayyar Bey’e yazdıklarınız esnasında benim ile ilgili beyanlarınızı yeniden okursanız saygıdan çok yağcılığa yakın durduğunu göreceksiniz. Aksini düşünüyorsanız Onun “Nazik” bulduğu üslubu, sizin küstah ve pervasız bulmanızın adını siz koyun; ben de kabul edip onu kullanayım.
**13-**Yazınızda niyet sorgulaması da yapıyorsunuz ki böyle bir tespit sizi ve bizi tehlikeli bir alana savurabilir. Niyet sorgulamak hakkımız ve haddimiz olmamalıdır.
**14-**Zannettiğinizin aksine ben 1975-81 yılları arasında İmam ve Müftü olarak D.İ.B teşkilatında görev yaptım. Gerçekten herkesin din görevlisi olmaya samimiyetle inanıp uygulamaya çalıştım. 80’li yıllar öncesinde anarşi ve terörün yaygın olduğu dönemlerde, Akıncı, Ülkücü ve Solcuları bir araya getirebilen bir görevli olduğumu, o zaman Üsküdar’da murakıp olup şimdi müftülük yapmaya devam eden arkadaşlarım bilir. Diyanet İşleri Başkanlığına tekrar dönmeyişimin hikayesini yazmak istemem ama yazarsam Tayyar Beyi ve sizi derinden yaralamış olmakla kalmam, şahsi bir kin ile hareket ediyormuş konumuna da düşebilirim. Bu hikaye benim şahsi hikayem olmaktan çok, sizin anlayış ve icraatınızı somut hale getiren ilginçlikte bir hikayedir. Ben şahsi konularda son derece müsamahakar anlayışlı ve fedakar olmaya çalışırım. Şahsi hakkımı helal etmeyi isteyenlere karşı asla cimrilik yapmam. Örnek olarak sadece şunu zikretmekle yetineceğim. S.Arabistan’a resmi ve maaşlı mezun olarak gönderilen ilk ve tek talebe olmam, 80 ihtilalinden sonra darbecilerin hışmına uğrayarak tutuklanmam, çocuklarımın tek başında (Anneleri ve 3 çocuğum) uçakla
S.Arabistan’a gitmek zorunda kalması, evsiz yurtsuz ve parasız ortada kalmaları, bize tarifi çok zor çile ve ızdıraplar, mağduriyetler yaşatmaya sebep olan arkadaşı (bir cami müezzini) birkaç
sene sonra hanımı ile beraber Hac’da misafir edip ağırladım ve olay ile ilgili hiçbir hususu gündeme getirip sormadım. Bu arkadaşımız şu anda Bursa’da ve sağdır. Görüşmek isterseniz isim ve telefon bildirebilirim.
**15-**Konuyu uzattığımın farkındayım. Yazdıklarımı düzeltmeye çalışırken yeni yanlışlara yer verince konuyu uzatmak zorunda kaldım. Evet, ben “Cevap vermeye değmez bir kişi” olarak görülmekten de rahatsız olmam, yeter ki, Rabbimizin huzurunda hesabını veremeyeceğim, vicdani rahatsızlık duyacak bir hata yapmamış olayım.
**16-**Benim yazdıklarım ile sizin yazdıklarınızı yan yana koyup okumaları için, inanıp güvendiğiniz ehli vicdan bir dostunuza vererek istişare ederseniz umarım ihtilaf noktalarını biraz azaltma imkanı bulabiliriz. Benim sizin şahsınızla hiçbir alıp veremeyeceğim yok; kin ve husumetim ise asla yok. Aynı okullardan on sene ara ile mezun olmak, Mekke’de birkaç yıl aynı havayı teneffüs etmiş olmak inkar edemeyeceğimiz müşterekliklerimizdir. Yaş olarak benden büyük olmanız sebebi ile size saygıda da kusur etmek istemem. Gerekirse elinizden bile öperim; gocunmam. Ben derdimi anlatmakta da yetersiz kalabilirim. Anlama olgunluğu göstermeniz yaşınızın ve tecrübenizin muktezası olarak beni sadece sevindirir. İnsanlara değil, hata ve yanlışlarına, icraatlarına karşı olmalıyız. Öyle değil mi?
Selam ve saygılarımı bildiriyor; Allah’a emanet olmanızı diliyorum. 24.11.2018
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Ahmet Ziya bey,
Yanlışlıkla gönderdiğim kısa mesajda alelacele hakkınızda kullandığım kelime ve değerlendirmelerden dolayı üzüntü duymuştum. İslam Ansiklopedisinin hiçbir maddesinde yanlışlık yok diyen elbette yok. Bir veya bazı maddelerinde görüşünüze uymayan hususların olması, hatta bazı maddelerde hataların bulunması tabiidir. Bunların yeniden gözden geçirildiğini duyuyoruz. İlim dünyası için çok değerli bir kaynak olan ve 1400 yıldır ilk defa böyle bir eserin İslam dünyasında ortaya konulabildiği gerçeği ortada duruyorken, o devasa esere karşı dahi toptancı bir üslupla karşı olduğunuzu ve tahfif ederek hasmane bir tavır aldığınızı gördükten sonra, tartışacağımız hiçbir şeyin olamadığı anlaşılıyor. Bu bakışınıza da ayrıca üzülmüş bulunuyorum. Demek ki ayrı dünyaların insanlarıyız. Allah yolunuzu açık etsin.
Vesselam. 25.11.2018Sami USLU
Sami Bey,
ÖNCEKİ YAZIMDA ANSİKLOPEDİ İLE İLGİLİ:
“Burada Ansiklopedi tenkiti yapacak değilim. Sadece şu kadarını söylemek isterim. Ansiklopedideki Fıkıh ve İtikatla ilgili maddeler yeniden elden geçirilip hatalar düzeltilmediği sürece, mutemed ilmi bir kaynak kabul edilmesinde ittifak edilemez.” diye yazmıştım…
Bu ifademde ansiklopedi çalışmasını küçümseme yok; bilakis fıkıh ve itikatla ilgili maddelerin yeniden gözden geçilmesi gerektiğini, ancak bundan sonra mutemet kaynak olabileceğinde ittifak edilebileceği gerçeğini dile getirmiştim. Gözden geçiriliyorsa ne güzel…
Ansiklopedi Abonesi olan bir kardeşinizin haklı bir tenkitine gösterdiğiniz duygusal tepki, önceki tepkilerinizden çok farklı değil, ben daha farklı bir beklenti içinde olsam da, ön fikrlerden kurtulmanın zorluğunu bana göstermiş oldunuz…
Allah’a emanet olunuz…
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Hiç gereği yokken Ansiklopedi ve İSAM konuları içine girdiniz.
“Fıkıh ve itikatla ilgili maddeler yeniden elden geçirilip hatalar düzeltilmediği sürece, mutemet ilmi bir kaynak kabul edilmesinde ittifak edilemez”
Hükmünü verebilecek bir ilmi kudrette ve cesarette kendinizi gördükten sonra, ben başka söyleyecek söz bulamadım.
FIKIH ve İTİKAD’la ilgili maddeler ..Çok mühim maddeler. Onların yanlışlığı ortaya dökülünce, itimada şayan da görülmeyince ortada başka ne kalır? Dinin elden gitmesi anlamına gelmez mi? Allah muhafaza buyursun. Biz iyi niyetlerle bu yollara çıkmıştık. Elli yıla yakın gayretler HEBAEN MENSURA demek oluyor. Durum anlaşıldığı için öyle son vermiştim. Kaldı ki, ben kendimi bu konuları tartışacak ilmi cesarette de görmüyorum. Çünkü sözünü ettiğiniz bütün maddeleri incelemiş de değilim. Sizler tespit etmişsiniz. Allah hayırlı olanı ihsan etsin. Selamlar. Sami USLU
Size cilt ve sayfa numarası yazdım. Okuma nezaketi gösterseniz, o maddedeki sıkıntıyı anlamak için alim olmaya gerek olmadığını görecek ve bu anlayışla müslümanların ittifakına imkan olmadığına sizde hak vereceksiniz. Ayrıca tahdit için değil temsil için bir madde yazdığımı da bildirdim… Benim kusurum, başkalarının hatasını örtmez. Ben size, İslam Ansiklopedisi abonesi olduğumu da yazdım. Bunları yan yana koyma ve doğru değerlendirme yapmanız engelleyen, ön fikirlerinizden başka hangi engel var..?
Saygı ve hürmet duyduğunuz, beni yakından tanıyan, Hayreddin Karaman Hocamız bile benim değerlendirme kabiliyetimi, bilgimi sorgulamazken sizin bilmediğiniz ve tanımadığınız halde sorgulamanız normal mi..?
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Ahmet Ziya bey,
O maddeyi şüphesiz okuyacağım. Şu anda o imkanı bulamadım. Ankaradayım. Bu şekilde yazışmalarla bir yere varılamayacak. Bir vesile olur görüşürsek. Her konuyu genişçe konuşuruz inşallah. Selamlar. Mekanınızı bilmiyorum. Buradan inşallah İst’la geleceğiz. Mümkündür bir öğle veya ikindi namazında bulunabilceğiniz bir camide bir araya gelebiliriz. Oğlumun evi Ümraniye Tepe üstündedir. İyi akşamlar.
Sami USLU
Benim evim Çengelköy, iş yerim Fatih’dedir. Ümraniye Çakmak camiinde, gençlik yıllarımda, görev yapmıştım. Orası Tepe üstüne yakındır. Fatih Camii veya Çakmak camiinde buluşabiliriz. Çakmak’da isterseniz, sabah saat 08 veya 16 dan sonra gelebilirim. Fatih camii olursa istediğiniz saatte gelebileceğim gibi, evimde veya iş yerimde de misafir edebilirim… Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Olur inşallah. Mübarek beldede tanışamadık. Yıllar geçip gitti. Hayrettin hocamızla yakın muarefenizi söylediniz. O zaman söz bitmiş olur. Sizi ararım. Görüşürüz. Sıcak davetinize Teşekkürler. Sami USLU
Hayreddin Karaman Hocamızla ailece tanışırız; üç defa beraber umre yaptık. Oğlu İhsan Karaman Hoca ile hem Hac hem umre yaptık. Tayyar Bey ve sizinle yaptığımız yazışmaların benzerini Onunla önceki yıllarda yapmıştık. Yazışmalarda buna atıflar var. Hocamızla tanışmamız sebebiyle yanlış anlaşılma ve sıkıntılı olmuyor. Ahmet Ziya İBRAHİMOĞLU
Bütün mesele vicahen görüşmemek. Bu kabil yanlış anlamalar bir hayli üzücü oluyor. Ol sebepten neş’et ediyor. Görüştüğümüzde konuşacağımız konular olacak inşallah. Sami USLU
Biliyorsunuz, ben emekliliğinizi bekleyecek kadar sabırlı davranıp görüşme vadinizi hatırlatmış; görüşme arzumu da izhar etmiştim… Ahmet Ziya İBRAHİMOĞLU
Gerçekten öyle olacak. Yıllarca sonra. Ama vesile de olmadı doğrusu. 06.12.2018Sami USLU
Hayırlı günler, Allah’ın selamı ve bereketi üzerinize olsun,
Değerli kardeşim Ahmet Ziya bey,
Size söz vermiştim. İsranbul’a geldim. Haberleşme imkanım olamadı. Bazı yakınlarımızın hastalıkları ve diğer ailevi meşgaleler, bir de İstanbul’un bilinen trafik durumları sebebiyle Fatih tarafına geçemedim. Vakıa ÇAKMAK’a da gelirim demiştiniz. Olmadı. Söz verdiğim başka dostlarımla da görüşemedim. İnşallah yakında geleceğim. Sizlerle hasseten görüşmeyi çok arzu ediyorum. Kısa yazışmalarımız bizleri bir nebze tanıştırdı. Kusuruma bakmayınız. Allah nasib ederse, inşallah görüşeceğiz. Selam ve sevgilerimle. Sami USLU
Vealeykümüsselam,
Takdir ve tercih sizindir. Nasıl arzu ediyorsanız öyle olsun…
Ben de Ocak ayını Mekke ve Medine’de geçirmek niyetindeyim. Allah’a emanet olasınız… Ahmet Ziya İBRAHİMOĞLU
Muhterem Cübbeli, Ahmet Mahmut Ünlü Hoca’ya السلام عليكم
Dün akşam CNN Türk’teki Programınızı kısmen de olsa izleyip dinledim…
Sigara ile ilgili beyanlarınıza katılmak mümkün değil, Ali Haydar Efendi’ye izafe ettiğiniz görüşünüzü, maksat ve bağlamından koparılmış, merhum Emin Saraç Hoca’nın anlayışına da ters bir şekilde beyan etmiş olmanız bizleri üzmüştür…
Sigara konusunu yüzlerce âlimle müzakere etmiş bir eğitimci olarak, ilmi ile amil samimi ve ihlaslı âlimler içerisinde, sigara hakkında “tıbbi bilgilerin netleşip kesinleşmesinden” sonra, “mekruhtur” görüşünden vaz geçmemiş tek bir âlime bile rastlamadım…
İttifak derecesinde bir anlayışla sigaranın haram olduğunda çağdaş araştırmacı ve âlimler birleşmişlerdir. Hayrettin Karaman Hocamız gibi, yumuşak fetvaları ile bilinen Hocalarımız bile bu görüşte olduğunu açıkladığı bir devirde, sizin güncellenmemiş bilgilere dayanarak, mekruh olduğunu ifade etmeniz, ifade etmekle kalmayıp “Kur’an’ı Kerim’de ve Hadis-i Şeriflerde zikredilmeyen bir Haram olamaz” mealindeki açıklamanız, bizi sukutu hayale uğratmıştır…
Bu açıklamalarınız ile modernistlerin görüşüne yaklaştığınızın farkında mısınız..?
Muhterem Hocam,
Araştırmacı ve ehli ilim vasfı taşıyan insanların, “tıbbın sigaranın zararları hakkındaki açık, net ve kesin icmasından sonra”, sigaranın haram olduğunda kahir ekseriyetle ittifakları vardır. Merhum Ali Haydar efendinin, sigaranın zararları “tıbbı İcma” ile sabit olmadan önce beyan ettiği görüşünün geçerli olamayacağı izahtan varestedir…
Sigaranın haramlığı, Kur’an’ı Kerim, Sünnet-i Seniyye, Kıyas ve İcma ile sabit olduğunu ifade eden araştırmalardan bir iki tanesini aşağıda arz ediyorum. Okuyup inceleyebilirsiniz…
Ayrıca, İmam Hatip Liseleri hakkındaki görüşünüzü amme huzurunda beyan etmeniz, kompleksli bir hocanın CHP zihniyetine, Kemalizm’e yaranması olarak görülmüştür…
İlahiyat ve İmam Hatip camiası milyonlarla ifade edilen bir camiadır. İçlerinde çürük elmaların bulunması, dine zarar vermeleri, bu camiayı kötülemenize asla sebep ve dayanak olamaz…
Ben size İsmail Ağa Cemaatine mensup, medreselerinde okumuş, dinsiz, ateist veya deist insanlar gösterip İslam’a dil uzatmalarını belgeli bir şekilde ispat etsem, buna dayanarak İsmail Ağa cemaatinin umumuna saldırmanın, aleyhinde konuşmanın caiz olduğunu söyleyebilir misiniz..?
İlahiyat ve İmam Hatip camiası içerisindeki çürük elmalar, dine zarar verenler, medyatik olmaları, küfür zihniyetinin desteğine sahip olmaları sebebiyle çok gibi görünse de umumi camia içerisinde % 5 i, en fazla % 10 u geçmez. Size kötü örnekleri say desem yüz tane bile saymakta zorlanırsınız…
Kahir ekseriyet ise onları onaylamadığı gibi, onlara hak ettiği cevabı da veriyor. Sadece benim onlara yazdığım birçok cevabi makalelerim vardır…
Sanki her şeyi takip ediyor ve biliyormuş gibi, çoğunluğu zan altında bırakan görüşleriniz, asla dine ve dindarlara hizmet etmeye yaramaz; din düşmanlarına malzeme oluşturur…
Görüşlerinize en çok sevinen CHP ve Kemalistlerin olduğunu göremeyecek kadar şartlanmış ve kompleksli olamayacağınızı umut ve temenni ediyorum…
En kısa zamanda bu camiadan özür dilemeniz arzu ve temennimizdir.
Bilgileriniz eksik, görüşleriniz hatalı ve güncellenmemiş, dar ufuklu insanların görüşü olup, size bir dostunuzun, sizden başka da samimi, ihlaslı ve bilgili insanların olduğunu, onları da görüp dinlemeniz gerektiğini hatırlatması gerektiğine inandığım için bu satırları yazmaya gerek duydum…
Muhterem Hacı Mahmut Efendi ile çok yönlü hukuku olan, size de muhabbeti olmuş bir kardeşinizin uyarısına kulak vermenizi umuyor; selam ve dualarımla Allah’a emanet olmanızı diliyorum.
23.09.2021 Fatih Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Fıkhu’l Müslim sitesindeki Arapça yazıdasigara içmenin hükmü Müdellel bir şekilde izah ediliyor:
Yusuf Ziya Kavakçı Hocamızın itirazı Notuna Cevaben:
https://youtu.be/Y6DJWAz9tNM
Bugünkü yazışmalarda Mustafa Arıcı beyin “Sigara içmenin hükmü haram ise, inkar edenin de kafir olması gerekmez mi..?” deyişindeki sathilik ve bilgi yetersizliğini görünce ürktüm. Bu kadar bilgisizlik sergileyebilmek için akademik unvan sahibi olmak gerekir mi bilmem ama susmanın daha güzel olduğunu biliyorum…
Muhterem Hocam,
Size “Haramların” çeşitleri ile ilgili yukarıda özet bir bilgi yolladım. (Haram lizatihi, Haram ligayrihi)
Küllenmiş bilgilerle yaptığınız yorum da eksik ve hatalıdır.
Yukarıda size, yine özet sayılabilecek bilgiler ihtiva eden, mezheplerin konuya bakışına da işaret eden bir yazı linki de yolladım…
Eğer okuyabilme imkânınız varsa size konu ile ilgili yazılmış müstakil kitaplar da yollayabilirim…
Ben konuyu Türkiye’de birçok hocamız ile de müzakere ettim. Hayreddin Karaman ve Halil Gönenç Hoca bunlardan ikisidir.
Hanefi Usulü konusunda paylaştığınız yorum da eksik ve hatalıdır muhterem Hocam…
Sözü uzatmak istemiyorum ama bu kadar kolay riske girme yaşını geçmiş olmanız, görgünüz ve tecrübeniz biraz daha ihtiyatlı olmayı gerektirmez mi? Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Yazımı okuyan bir arkadaş, Akit Gazetesine gönderip yayınlatmış. Okuyucuların bilgi ve delile dayanmayan yorumlarını okuyunca şu notu yazmak zorunda kaldım: 👇
Haramlar ikiye ayrılır.
1- Haram lizatihi, yani Haram olduğu Kur’anı Kerim ve Sünneti Seniyyede ismen zikredilerek beyan edilen Haramlar.
2- Haram ligayrihi yani Kur’anı Kerim ve Sünneti Seniyyede ismen zikredilmeyip vasıfları zikredilen Haramlar. Sağlığa zarar verip insan hayatını tehlikeye sokan her şey haramdır. (Nisa Süresi 29. Ayet ve benzeri Ayetler) Sağlık için tehlike olacak hususları ise tıp ilmine vakıf olan yetkin âlimlerin ittifakı * belirler. Sigara birçok vasfı itibarı ile Haram ligayrihi olan haramlardandır. Tıbbın ittifakla sigara hakkındaki hükmünü verip zararını netleştirerek kesinleştirmesi ile Sigaranın Haram olduğu netlik ve açıklık kazanmış oldu. Bu durum ortaya çıkmadan önceki *Din âlimlerinin sigara hakkındaki görüşlerinin farklılık arz etmesi doğaldır. Kesin bilgi, hükmü netleştirip kesinleştirir. Kesin olmayan bilgi üzerine hüküm bina edilemez. Haram Lizatihi olan Haramlar diğer haramlara göre çok azdır. Dini konularda konuşmak ve yazmak, ilim ve bilgi gerektirir. Kaynak ve delil zikretmeyi zaruri kılar. Mantıklı da olsa felsefi düşünce ve görüşlerle dini hüküm ihdas edilemez; kesin kanaat beyan edilemez. Sadece sebebi hikmetleri konusunda müzakere edilebilir.
Önce Ali Rıza Demircan Hocamızın Makalesini okumanız için aktarayım:
Muhterem Hayrettin Karaman Hocamızın “ Azdırılan para piyasasına çare” başlıklı yazısını okudum. Bazı değerli ilim adamlarımızdan yaptığı alıntılarla hocamız Yeni Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat hesaplarında kur artışları sebebiyle verilecek paranın faiz olup olmadığını tartışıyor ve ödenecek ilavenin faiz olmadığı yargısına varıyor.
Hocamız beni mazur görsünler bu çaba beyhudedir ve faydadan ziyade maddi ve manevi zararlar oluşturacak vasıftadır.
Cumhurbaşkanımız Bizimdir
Muhterem Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan kardeşimiz özellikleri- güzellikleri ve de hataları-eksikleri ile bizim kardeşimizdir.
Zati değerleri ve kendisini eleştirdiğimiz hususlarda iç ve dış muhaliflerinin alternatif oluşturacak kişilik ve programlardan yoksun oluşları sebebiyle Recep Tayyib kardeşimiz, geçen 19 yılda olduğu gibi bu gün de tercihimizdir.
Eleştirdik ve eleştireceğiz ama kendisini inançlarımız ve yaşam ölçülerimizin karşıtlarına da yedirtmeyeceğiz. Yedirtmeyeceğiz de “Marûf’a çağırma ve Münker’den sakındırma” görevimizi de yapacağız.
Türkiye Demokratikleştirmeye Çalıştığımız Laik Bir Devlettir
Türkiye Cumhuriyeti, Anayasası ile İslam’ın bir hayat düzeni şeklinde algılanarak eğitim, hukuk ve ekonomi gibi her hangi bir toplumsal alanda hayata yön verilmesi çabasını suç haline getirmiş jakoben laik bir devlettir.
Milletimizin imanı ve irfanı ile içselleştirmediği bu dışlayıcı, ötekileştirici ve baskıcı jakoben laikliği 19 yıllık iktidarımızda İmam hatip nesli eliyle kısmen demokratikleştirdik ama İslam’a yönlendiremedik. Pek çok önemli ama yüzeysel işler yaptıysak da İslam’ı çağrıştıracak devrimler yapamadık. Yapabilir miydik? Belki bir ucundan başlayabilirdik.
Batıya eklemlenen ülkemizi bilgi, kadro ve tecrübe yetersizliği sebebiyle ancak batıyataparların izinde yönetebildiğimiz için özellikle de Borca Dayalı Para Sistemi ve Faize Dayalı Ekonomi Düzeni’ni islah edemediğimiz için azim hatalar yaptık.
Türkiye Cumhuriyet(i) Merkez Bankası’nı Kuramadık
Şimdilerde hisselerinin çoğuna sahipse de Ülkemiz henüz Merkez Bankası’nı milli parasını basabilen Türkiye Cumhuriyet(i) Merkezi Bankasına dönüştüremedi. Bunun içindir ki bu bankamızın bastırdığı 241 milyar Türk lirasına karşılık zalim ve sömürücü bankacılık düzenine verdirilen kredi 4.2 trilyondur. Ve bu kredilerin önemli bir bölümünü, hiçbir mali temeli olmayan kaydi paralar oluşturmaktadır ve bu paraların bile faizleri alınarak milletimizin kanı emilmektedir.
Ülkemizin dış borçlarının yalnızca üçte biri devletin borcudur ve bu borçların faizlerinin ödenmesi için 2022 bütçesinde ayrılan para 240 milyardır. Özel sektörle birlikte ödenecek dış borç faizi bunun için üç katı olacaktır. Bir diğer anlatımla fakir milletimiz her gün iki milyar borç faizi ödeyecektir. İç borçlar ve faizleri ise ayrı bir felaket.
Faiz ve Döviz Kıskacı
Dövizle yapılan borçlanmalar ve ödenmekte olan faizler sebebiyle faiz ve döviz cenderesine girdik. Üstelik bir de silah sanayiinde ve dış politikada etkinleşmemiz sebebiyle dış dünya da üzerimize gelmeye başladı.
Dünyada faizler 0.25 ile başlamakta ama bizde Merkez Bankası Politika faizleri yani şimdilik Merkez Bankası’nın bankalara uyguladığı faiz oranı yüzde ondört (14). Ekonomiyi ellerine teslim ettiğimiz zalim bankacılığın uyguladığı faiz ise yüzde yirmi beşlerde. Böylesi bir ekonomide beklenen adılımlar atılabilir, yatırımlar yapılabilir mi?
Ülkemizde yapılan tartışmamalara bakarsanız faiz oranlarının yüzde üçlere düşürüldüğünü sanırsınız. Öteden beri büyük faiz oranlarına alıştırdığımız kesimler ve Cumhurbaşkanımızın çağrısına uyarak birkaç defa altınları ve dövizlerini bozdurduğu için darbe yiyen halkımız, bu defa bildiğini okuyarak dolara hücum etti ve bilinenler oldu.
Peki Çare Olarak Ne Yapıldı?
Peki çare olarak ne yapıldı? YeniKurKorumalıTLVadeliMevduat uygulamasına geçildi. Yani kapitalist mantıkla yapılan hata, belki yüzüncü defa tekrarlanarak milletimiz bankacılığa yönlendirildi. Nass (Kuran ve Sünnet) gereği faize karşı çıkıyoruz denirken Milyonlarca insanımızı faize yönelterek günaha batırdık. Bankacılık sistemi şimdi, yatırılacak mevduatları asgari on beş yirmi katı kaydi paraya dönüştürüp vereceği kredilerin faizlerini alarak milletimizin kanını emmeyi daha bir sürdürecek. Üstelik faize yatırılan mevduata garantiyi 200 BİN liraya çıkardık. Gidiş iyiye değil.
Hayrettin Hocamız Dahil Biz Ne yapıyoruz?
Hocamızın başını çektiği ilahiyatçılarımız olarak biz ne yapıyoruz? Savaş açmamız gereken sisteme ödenecek kur farklarının faiz olup olmadığını tartışıyor ve mevcut uygulamaya dolaylı destek veriyoruz. Ayıptır/günahtır.
Piç olan “Borca dayalı para sistemi ve faize dayalı ekonominin” pisliklerini temizlemek bize mi düştü?
Tamam, ülke bizimdir, çare üretelim. Bizim yapmamız gereken, Cumhurbaşkanımız ve Maliye bakanımızın dikkatlerine sunduğumuz “DevletDenetimli ve Destekli Borsacılık Düzeni” türünden çıkış yolları göstermek olmalıdır.
Aranırsa nice nice çıkış yolları bulunabilir.
Recep Tayyip Kardeşimizden Vazgeçmedik
Biz Recep Tayyip kardeşimizi, bizim değerlerimizin bağlısı insan olarak destekledik. Bize göre mevcut kadrolarıyla o, ilgası milletimizin çoğunluğunun bilinçli desteğini gerektiren bu zalim düzenden korunamazdı, nitekim korunamadı ve de koruyamadı.
Bendeniz son beş yıl içinde kendimce yol gösteren onlarca makale yazdım ama duyuramadım, halâ daha eleştiriyorum ama -yalnızca ve sadece imanım doğrultusunda hareket ettiğim için- Recep Tayyip kardeşimden de vaz geçmiyorum. Çünkü onu eleştirdiğimiz noktalarda bize ümit verecek alternatif fikrî ve fiilî bir gelişme yok. O halde ruhuyla bizim olan kardeşimizi niçin feda edelim.
Feda etmeyelim ama yapığı yanlışları onaylayarak değil, yapması gerekenleri teklif ederek destekleyelim. Biz ilahiyatçılar ne işe yararız?
Sözü Rabbimizin beyanı ile bağlayalım?
“ (Ey yükümlü insan! Nefsine ve çevrene) söyle : ” (Savaşılması gereken faiz benzeri) pis-kötü-çirkin olan şeyler ile ( yatırım ve yardımlaşma gibi) iyi-güzel şeyler mukayese edilemez, pis-kötü ve çirkin olanın çokluğu beğenini kazansa ve çıkarına uygun düşse bile. O halde, siz ey derin kavrayış sahipleri, Allaha karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki mutluluğa eresiniz.”
S.A. Muhterem Hocam,
Bugün fırsat bulup yazınızı okuyabildim. Sizi tebrik ediyor; ömrünüzün sağlıklı, huzurlu, bereketli ve uzun olması için dua ediyorum….
1909 yılından sonra fiilen uygulanmaya başlanan baskı ve zulüm döneminin ardından Cumhuriyet döneminde de, oranını artırarak, uygulanmaya devam edilen baskı ve zulüm döneminde, Din âlimleri, İSLAMIN dengeli bütünlüğünü dikkate alarak, İslami sistemin değişik alanlarda temel görüşlerini güncelleyip savunmak yerine mevcut dikta ve dinsizlik temelli sistemlerin aksaklıklarını “İslami yamalarla(!)” yamamayı tercih etmeleri, başlı başına bir hatadır; İSLAMIN izzet ve şerefine yönelik bir tahkirdir.
İslam nizamı, Beşeri sistemlerin açık ve yanlışlarını yamamak için gönderilmiş bir nizam değildir. Hayatın bütün alanlarında ilke ve kurallar koymuş; hayatın bütününü kapsayan ilahi ve muhteşem bir hayat nizamıdır. Bu muhteşem hayat nizamını unutturup, demokratik ve laik sistemi kabul edercesine, sadece aksayan yönlerini tamir eder gibi, “İslami yamalarla(!)” yamatmak mümkün değildir.
Bu yamamanın mümkün olmaması bir yana, İSLAMIN bu yolda harcanmasına, kurban edilmesine yol açılabileceği de unutulmamalı, dikkate alınmalıdır…
Bize düşen “İslam Hayat Nizamını” bir bütün olarak ortaya koymak, o hayat nizamının güzel uygulama örneklerini somutlaştırıp halkın idrakine sunarak, İslam’dan başka hiç bir sistemin, insanlığın huzur ve mutluluğunu sağlayamayacağını ortaya koymaktır; dayatmacı laikliği ayakta tutmak için formüller üretmek değil… 01.01.2022
Ahmet Ziya İBRAHİMOĞLU
Ali Rıza Hocamızın Makalesini ve Benim Bu Makaleye Yazdığım Şerhi Muhterem Hayrettin Karaman Hocamıza da yollamam üzerine Hocamız bana şu notu yazdı:
İslam’ın bir bütün olduğunu bütünüyle İslamlaşmanın elzem bulunduğunu kimseden öğrenmeye ihtiyacım yok çok şükür.
Bunun yolu nedir? Bu soruya cevabım ve amelim de erbabına malumdur.
İnsanları faizci bankalara teşvik değil dövizi TL’ye çevirmeye teşvik söz konusudur. Katılım bankalarına da teşvik ediyoruz. Vesselamu aleykum.
Allah’ü Teâlâ’ya hamd, Resülüne salât-ü selâm olsun. Hemen ifade edeyim ki, aşağıda okuyacağınız Umre ziyareti ve Ortadoğu gezimiz ile ilgili hatıralarımı yazma düşüncem iki noktadan kaynaklanmıştır:
Birincisi, muhterem Pederim 1964 yılında ifa ettiği Hac farizasından döndüğünde tuttuğu notları, küçük bir risale haline getirmiş ve kendisinden sonra aynı vazifeyi ifa etmek isteyenlerden, arkadaşlarına birer adet hediye ederek küçük de olsa bir hizmette bulunmuştu..
Aradan yıllar geçti; Cenab-ı Hak böyle bir ziyareti bize de nasip edince, Pederimin ben çocukken yazdığı bu risaleyi, şu güzel tesadüfe bakın ki, ziyaret için hareketimizden birkaç gün önce kitaplarımı karıştırırken elime geçirdim. İtiraf edeyim ki bu risaleyi ilk defa o zaman okudum. Çünkü çocukken dikkatimi çekmemişti. Sonra da elime değmemiş olacak ki unutmuş gitmiştim, İşte Pederimin bu küçük risalesi bende, gezi ve ziyaretimiz esnasında not tutmanın faydalı olacağı fikrini uyandırdı. Hele döndüğümde, Pederimin mektupla sorduğu ve cevabını tafsilatı ile istediği bazı hususlar için beni seyahat intibalarımı yazmaya teşvik eden mektubunu okuyunca hatıralarımı yazmaya karar verdim.
İkincisi, döndükten sonra görüştüğümüz bütün arkadaşlar merak ettikleri hususları sordular; bizde anlatmaya çalıştık.
Ancak herkes takdir eder ki yirmi iki günlük bir seyahatte gezilen ve müşahede edilen şeyleri birkaç dakikada anlatmak mümkün değil. Gezimiz esnasında bazı mühim şahsiyetlerle tanışma ve sohbet etme imkânı bulmuştuk. Onların çeşitli meselelerdeki görüş ve düşüncelerini merak eden arkadaşlara iletmek bizim için de bir vazife sayılırdı.
Ayrıca, böyle bir ziyaret ve gezi tertiplemek isteyecek kardeşlerimize rehberlik olur ümidiyle, gerekli muameleleri nasıl ikmal ettiğimizi, hangi noktada ne gibi güçlüklerle karşılaştığımızı zikretmekle işe başlamayı uygun gördük.
Eğer bir kardeşimiz bu notlarımızdan istifade eder de Allah razı olsun derse bizim için bahtiyarlık olur.
Herkese niyetine göre amelinin karşılığını lütfedecek olan Allah’a şükürler olsun.
16.3.1980M, 1400H ÜSKÜDAR
Hicretin 1400.cü Yılı Münasebetiyle Tertiplediğimiz Umre ve Ortadoğu Gezisi ile ilgili
1978-79 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun olmuş ve Üsküdar’da sürdürmekte olduğum İmam-Hatiplik vazifesi yanında, daha evvel mezun olduğum İstanbul İmam-Hatip Lisesi’ne de haftada sekiz saat derse girmekteydim.
1979-80 ders yılında İstanbul İmam-Hatip Lisesi son sınıf talebeleri, Hicrî 1400 vesilesi ile bir Umre ve Ortadoğu gezisi tertiplemek istiyorlardı. Bu sebeple, meslek dersleri öğretmenlerinden M. Salim GÖK Bey’e rehberlik için müracaatta bulunmuş ve olumlu cevap almışlardı. İkinci öğretmen olarak aynı teklifi bana da söylediklerinde, zaten-benimde böyle bir arzu içinde olduğumu, bu sebeple de İst. Y.İ.E. kafilesi ile gidebilmek için teşebbüsümü sürdürdüğümü ifade ettim. Ancak bu durumda kendi talebelerimizin teveccühüne uyarak onlarla gitmeye karar verdim. Gördüm ki diğer öğretmen arkadaşta bir ümitsizlik var. Bu yüzden biraz cesaretsiz davranıyordu. Bu durumda organize işinde muvaffak olabilmemiz için gerekli formalitelerin süratle tamamlanmasını temine çalıştık. Talebelerin vermesi gereken evrakları (Hüviyet cüzdanı sureti, ikametgâh ile sekiz adet fotoğraf ve askerlik tecil belgesi…) aldıktan sonra resmi müracaatımız için gerekli olan:
On adet, geziye katılanların ismi, baba ismi, doğum yeri ve yılı… Yazılı olan Okul Müdürlüğü tasdikli listesi
Altı adet gezi güzergâhını gösterir liste
Kafile başkanının Okul Müdürlüğüne hitaben gezi sorumluluğunu yüklendiğine “dair dilekçe
Okul Müdürlüğünün İl Milli Eğitim Müdürlüğüne hitaben yazılmış üst yazısı…
Bu evrakları tamamlayarak İl Milli Eğitim Müdürlüğünden Ankara’da bulunan Milli Eğitim Bakanlığı Dış Münasebetler Müdürlüğü’ne havale ettirdik. Elden götürdüğümüz evrakları, Emniyet Genel Müdürlüğü ile gerekli yazışma yapıldıktan sonra almak üzere buraya bıraktık. Yirmi gün sonra neticeyi alabileceğimizi söylemişlerdi. Verilen müddet sonunda telefon ettiğimizde henüz yazışma neticesinin gelmediğini söylediler. Anlaşılan iş takip istiyordu. Hemen iki talebemizi Ankara’ya yolladık. Kendilerine yardımcı olması için Ankara İmam Hatip Lisesi Müdürlüğüne bir mektup yazdım. Sağ olsun ilgilenmiş ve iki gün uğraştıktan sonra gerekli müsaade alınmış olup ilk adım atılmış oluyordu…
Hemen İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne Pasaport için müracaat ettik. Zamanımız, okulların tatili erkene alınmış olması dolayısıyla çok daralmıştı. Bu sebeple bir hafta zarfında her şeyin hazır olması gerekiyordu. Oysa emniyetten öyle formaliteler isteniyordu ki bu zaman içerisinde yetiştirilmesi mümkün değil…İsteklerin kimini hallettik. Halledemediğimizi, bir tanıdık vasıta bularak kabul ettirdik. Nihayet rekor denilecek bir zaman içerisinde, üç günde otuz iki kişilik toplu pasaportu elimize almış bulunuyorduk. Bu kadar uğraşmamıza rağmen yedi öğrencimizi evrak eksikliği yüzünden geri bırakmak zorunda kalmıştık. Bilhassa yaşı tutmayanlar için, babasının yanında bir de annesinin noterden muvaffaktı isteniyordu. Son saatlerde bu mümkün olmayınca otuz dokuz kişilik kafilemiz otuz ikiye düşüyordu.
Bütün bu işlemleri yürütürken, bir taraftan da bir araba ile anlaşmıştık. Bu işle M. Salim Gök Bey ilgileniyordu. Hallolmuş kabul ettiğimiz bu meseleden dolayı sonradan büyük sıkıntı çekecektik…
Pasaportumuzu elimize alınca hemen Ankara’ya gittik. Kar ve şiddetli soğuk vardı Ankara’da. Ankara İmam Hatip Lisesi Müdürlüğü’nün bize tahsis ettiği okul arabası ile hemen Suudi Arabistan elçiliğine gittik. İki günümüzü Elçilik kapılarında geçirdiğimiz halde vize alamamıştık. Hatta Korkut Özal ve diğer bazı zevatı araya koyduksa da netice alamadık. Konsolosluk pazartesi tekrar uğrayın diyordu. Oysa biz cumartesi ve Pazarı Ankara’nın o şiddetli soğuğunda nasıl geçirebilirdik? Bu durumu izah ettik. 0 zaman bizim işimizi İstanbul Konsolosluğundan da halledebileceğimizi söylediler. Oradan zorlukla karşılaşırsak telefonla yardım isteyebileceğimiz vadini alınca İstanbul’a dönmeye karar verdik. Ankara’da kısa zamanda diğer elçilikleri de dolaştık. Ancak Suriye ve Irak’tan aynı cevabı aldık. Yalnız Ürdün Konsolosluğu bize gerekli kolaylık ve ilgiyi göstererek pasaportumuzu hemen vize yaptı.
Akşamın dondurucu soğuğunda bindiğimiz otobüsle sabaha yakın İstanbul’a geldik. Çaresiz Pazartesi’ye kadar bekledikten sonra, sabahleyin doğru Suudi Arabistan İstanbul Konsolosluğu’na vardık. İlk görüşmemizde, şimdiye kadar böyle toplu vize hiç vermediklerini, bunun, için de Ankara’nın talimatı gerektiğini söylediler. Hemen bitişikteki bir telefondan Ankara’ya bir telefon açtık. Bize verilen cevabı bildirerek vaat edilen yardımı talep ettik. Hemen teleksle gerekli talimatı vereceklerini söylediler. Aradan on beş dakika geçmemişti ki Konsolosluğa vardığımızda ” Bizde şimdi sizi arayacaktık ” dediler. Bütün ümit ışıklarımız yanmıştı. Bu ana kadar kimse gidebileceğimize inanmadığı halde şimdi herkesin yüzü gülüyordu. Fakat yine de iş bitmiş değildi.
Konsolosluğun bazı şartları vardı ki yine zaman gerektiriyordu. Bizim ise kaybedecek bir günümüz dahi kalmamıştı. İstekler arasında bir otobüs ile noterden mukavele, İstanbul Müftülüğünden kefalet mektubu gibi şeyler vardı. Bunları o gün temin ettikten sonra Salı günü tekrar gittik. Bu sefer de başka istekler çıkmasın mı?
Konsolosluk, Nasreddin Hoca misali, ipe un seriyordu. Otobüsle yapılan mukavelede sadece Suudi Arabistan’a götürmek yazılmışta geri getirmek yazılmamış; ya otobüs sizi geri getirmezse? Hem ayrıca kişi başına On bin TL olmak üzere toplan üç yüz yirmi bin liralık bir teminat mektubu da getirmemiz gerekiyormuş. Herkesin sinirleri iyice gerginleşmişti. Fakat ümitlerimiz tamamen suya düşmüş sayılmazdı. Bu yüzden sabretmemiz gerekiyordu. Gerçi söylenenleri normal karşılamak mümkün değildi. Zira bir gün önce “Bunlardan başka bir şey lazım mı?” diye sorduğumuzda, bunlar söylenmemişti bize… Konsolosluk ’tan ayrıldık. Herkes teminat mektubunu temin etmeye çalışıyordu. Sonunda Kadıköy İmam Hatip Lisesinden tercüman öğretmen olarak aramıza aldığımız Yusuf Karaca Bey, Müslüman bir zenginden 320 bin TL’lik bir teminat mektubu alınca hemen konsolosluğa vardık. Artık söyleyecek başka sözleri kalmamıştı. Yıldırım hızıyla, kişi başına ikişer nüsha olmak üzere forumları Arapça olarak doldurduk. Az sonra Pasaport vizelenmiş olarak elimizde idi.
Suriye konsolosluğuna iki saate kadar gidebildiğimiz takdirde oradan da vize alabilecektik. Yetiştik ve aldık. Oradan da hemen Irak Konsolosluğu’na vardık. Vizeyi ancak yarın alabileceğimizi söylediler. Hâlbuki daha evvel konuşmuştuk, fakat ne çare. Pasaportumuzu Irak Konsolosluğu’na bırakarak arabamızın peşine koşmaya başladık. Perşembe günü hareket etmeyi düşünürken bir de ne görelim? 125.OOO TL ‘ye anlaşmış olduğumuz,79 model ve yurt dışına çıkışı olduğu bize bildirilen arabamız ortada yok. Meğer bu araba daha evvel gümrükte kaçak eşya ile yakalandığından, bizim haberimiz olmadan bizi devrettiği araba imiş karşımızdaki… O da eski model olduğu ve bir firmaya kayıtlı bulunmadığı için yurt dışına çıkamıyormuş„. Bunları hareket saatimizden bir kaç saat önce öğreniyoruz. Herhangi bir araba ile yeniden anlaşmamız mümkün değil. Çünkü arabanın muamelesi en az iki üç gün sürer. Bizim ise bir gün bekleyecek zamanımız kalmadı. Bunlarla hesaplaşmayı dönüşe bırakıyoruz. Ortadoğu’ya sefer yapan, dolayesi ile çıkışı olduğu için de her an gidebilecek bir firma otobüsü ile anlaşmaktan başka çaremiz kalmamıştı. Birkaç yere müracaat ettikten sonra Has turizm ile anlaştık. Biz 170.000 TL vereceğiz. Geri kalan her türlü masraf onlara ait. Gezi süresi ise 22 gün. Perşembe günü akşam mukavele imzaladık. Cuma günü Cuma namazına müteakip Fatih Camii önünden hareket etmeyi kararlaştırarak hepimiz evlerimize gittik. Artık sinirlerimiz biraz gevşemiş ve rahatlamıştık.
Suudi Arabistan evvelce pasaportumuza gideceğimiz otobüsün plakasını yazdığından, şimdi yolda bir aksilik çıkmaması için bu otobüs değişikliğini tashih ettirmemiz gerekiyor. Firma sahibi ile beraber Cuma sabahı Suudi Arabistan Konsolosluğu’na gittiysek de bu isteğimizi yapamayacaklarını, hatta şu saatten itibaren bir daha toplu pasaport vizesi dahi vermeyeceklerini ifade ettiler. Demek ki bir gün sonraya kalsak bizim işimizde olmayacakmış…
Allah Kerim diyerek yola çıkmayı kararlaştırdık. Gerçi araba değişikliğimiz bize sonra hiçte engel çıkartmayacaktı… Çıkartsa bile: Diğer arabamız hududa gelmeden arızalandığı için arabamızı değiştirmek zorunda kaldık; diyerek bu meseleyi geçiştirmek mümkünmüş…
Bütün işleri bitirdiğimiz anda Cuma saatine az bir zaman kalmıştı. Otobüsümüzü okulun önüne çekmiş ve eşyaları yüklemiştik. Çileli ve yorucu bir hazırlıktan sonra otobüsümüz Fatih Camii önünde harekete hazır… Cuma namazını kılıp, otobüse binerek Eyüp Sultan’a hareket edeceğimiz sırada bir de baktık ki eski anlaştığımız şoförler geliyor. Ehliyet ve pasaportlarını istiyorlarmış. Kendilerine bunun mümkün olmadığını, dönüşte kendileriyle görüşüp hesaplaştıktan sonra meseleyi halledebileceğimizi söyledim. Fakat etrafta bulunan kalabalık ve bilhassa Emin Saraç hocamızın ısrarı üzerine sadece ehliyetlerini kendilerine verdim. Pasaportlarını vermediğim için, sonra Eyüp Sultan’da yine karşımıza çıktılar. Yanlarında birde polis var. Polise durumu izah edip pasaportlarını kendilerine vermeden yolumuza devam ettik. (Döndükten sonra bunun için evime kadar geldilerse de pasaportlarını vermediğim gibi ek bir üst yazı ile alındığı yer olan Kastamonu Emniyet Müdürlüğüne gönderdim onları…)
Yeri gelmişken şunu hemen ifade edeyim ki böyle bir ziyaret ve geziye çıkacak kimseler otobüs ve şoförlerini hem çok iyi seçmeli hem de mukavelelerini sağlam imzalamalıdırlar. Her şey baştan en ince teferruatına kadar karara bağlanmalıdır…
Evet, şimdi hareketten itibaren yol hatıralarımıza başlayabiliriz…
25.1.1980 Cuma günü Fatih Camiinde namazı kıldıktan sonra otobüsümüze bindiğimizde kalabalık bir cemaat tarafından uğurlanıyorduk. Emin Saraç hocanın talebelere hitaben yaptığı kısa konuşmayı müteakip, o zaman İstanbul İmam Hatip Lisesi Müdür Vekilliğini yürütmekte oran Ömer Adil Dolay Bey’de “güle güle, yolunuz açık olsun” dileğinde bulundu ve hareket ettik.
Günlerdir âdeta bir sinir harbi yapıyorduk. Buna rağmen şimdi herkeste bir sevinç ve heyecan var. Hepimiz gideceğimiz mübarek toprakları düşünmeye başladık. Bu duygular içerisinde ilk durağımız Eyüp Sultan oluyor…
Camide iki rekât Tehiyyat’ül Mescid namazı ve kısa bir ziyaretten sonra yola devam ediyoruz.
Kafilemizin üçüncü ve misafir öğretmeni Yusuf Karaca Bey Erenköy’de oturduğundan onu Göztepe sapağından alıp yola revan olduğumuz da saatler, 17.00’ ı gösteriyordu… Demirel hükümetinin yaptığı yeni devalüasyon sebebiyle mazot satışlarına da zam yapılacağından satışlar durdurulmuştu. Bu yüzden, yolda mazot alamıyoruz. Nihayet akşam haberlerinde fiyatlar açıklandı. Fiyatlar yüzde yüz artarak 10 TL’den 20 TL’ye yükselmişti. (mazot) Fakat yine de mazot alamıyorduk. Bolu şehir merkezine vardığımızda mazotumuz iyice azalmıştı. Hele Ankara’dan ileride mazot olmadığını öğrenince iyice telaşlanmıştık. Bolu’da petrol bayilerinde mazot var ama vermiyorlardı. Çaresini sorduk; ancak Validen emir getirirseniz olur dediler.
Gece saat yirmi üç… Vali konağına gidiyoruz; kapıda bir bekçi. Vali ile görüşmek istediğimizi söylüyoruz. Vali bey yattı diyor. Telefonunu isteyince bilmediğini ifade ediyor. Ona öyle talimat verildiği belli, gidip başka bir yerden vali beyin telefonunu öğrenip telefon ediyoruz kendisine… Gecenin bu saatinde rahatsız ettiğimiz için özür dileyerek söze başladım ve durumu anlattım. Konuşmamızın muhtevasını teferruatıyla anlatmaksızın netice olarak ifade edeyim ki, petrol bayisine telefon edip 150 litre mazot almamızı sağladı. Sağ olsun.
Yolumuza devam ederek sabahın erken saatinde Konya’ya vardık. Biraz uyuduktan sonra, insan kulağını okşayan tatlı ezan nağmeleri ile uyandık. Namazı kıldıktan sonra şiddetli soğuk sebebiyle bir kahvede bir müddet oturduk ve Mevlana müzesinin açılmasını bekledik. Saat dokuzda müze açıldı ve ziyaretimizi yaptık. Sonra şehirde mazot arayıp bulamayınca yolumuza devam ettik. Öğleden sonra Niğde’nin Ulukışla kazasına gelince mazotumuz tamamen bitmiş bulunuyordu. Mazot bulamadığımız takdirde burada beklemek zorundaydık. Günlerden cumartesi. Namazı kıldıktan sonra Müftünün evini soruyoruz. Az sonra gelen vaiz Efendiden müftünün izinde olduğunu öğrendik. Yerine kendisi bakıyormuş. Allah razı olsun, bize yakın alâka gösterdi ve beraber emniyete gittik. Oradan kaymakamın evine telefon açarak bizim için mazot istedi. Kaymakam solcu olmasına rağmen bize 150 litre mazot temin etti. Artık aldığımız bu mazotla sınırı geçebilecektik. Yolumuza devam ederek Adana-Dörtyol’dan yol azığı olarak limon ve portakal aldık. İstanbul’da kilosu 25 TL olan portakal burada on lira…
Yatsıdan sonra geç vakitlere doğru Türkiye’deki yolumuzun son durağı olan Hatay’a gelmiş bulunuyoruz. Şoförümüz buralı… Bazı işlemler için geceyi burada geçirmemiz gerekiyor. Sabah oluyor ve sabırsızlıkla hareket saatini bekliyoruz. Bu arada yapılmış devalüasyon sebebiyle, şoförün buradaki ortağı verdiğimiz parayı az buluyor. Hayli tartışmadan sonra ücrete 15.000 TL daha ilâve etmek zorunda kalıyoruz. Aksi halde bizi getirse bile tatsızlık olacak. Böylece verdiğimiz araba ücreti 185.000 TL olacaktı… Bunun 70.000 TL sını döndükten sonra ödedik.
27 Ocak Pazar günü saat 11.30 da Hatay’dan sınıra doğru hareket ediyoruz. Sınır çok yakın. 25-30 dakika sonra sınırdayız. Hiç bir aramaya tabi tutulmadan kısa zamanda Türk hududundan ayrılıyoruz. Az sonra vardığımız Suriye girişinde valizlerimizi indirtiyorlarsa da arama yapılmadan tekrar yerlerine koyup yolumuza devam ediyoruz.
Artık yabancı yollarda ilerliyoruz. Buralarda mazot sıkıntısı yok. Hem de sudan ucuz…
Hepimiz, ilk defa yurt dışına çıkmanın heyecanını yaşıyor ve dikkatle etrafı seyrediyoruz.
Hatay’dan yola çıkarken, ilk durağımızın Halep olacağını planlamıştık. Suriye girişinden sonra yaklaşık bir saatte Halep şehrine ulaşmıştık. Hemen otobüsümüzü Zekeriya Aleyhisselâm camiinin yakınında bir garaja bırakarak ikindi namazını kıldık. Halep’te yaklaşık beş-altı saat kalacağımızı bildirerek talebeleri serbest bıraktık.
Bu arada Yusuf Karaca Bey son olarak yirmi sene önce görüştüğü Suriyeli Dr. Hasan Neccar Bey’le görüşmek istiyordu. Beraber dolaşmaya başladık. Adres dahi bilmiyoruz. Birkaç yere sorduktan sonra bir yazıhaneye girdik. İçeride iki kişi var; biri Türk asıllı imiş. Azda olsa-Türkçe biliyor. Yazıhane sahibi olan zat, rehberden arayarak doktor ’un telefonunu buluyor. Yaklaşık on-on beş defa çevirdi ise de telefon çıkmayınca, Yusuf Bey Arapça olarak: lütfediniz bir defa da ben çevireyim; belki benim elim uğurlu gelir diyerek aldığı telefonu çevirdiğinde hemen çıkmaz mı? Hayret ediyorlar ve gülüyoruz. Ancak bu seferde telefona cevap veren yok. Çıkıp yazıhaneyi bulmaya karar veriyoruz. Uzun bir arayıştan sonra nihayet buluyorsak ta gerçekten içeri de kimse yok. Dönüp arabamızın yanına geliyoruz.
Otobüsün yanında kalan talebelerden bir kaç tanesi, yakında bulunan bir mağazayı işaret ederek: şu büyük mağazanın sahibi bizi sokaktan çağırarak çay ikram etti. Biz fazla konuşamadık; sizinle de görüşmek istiyor hocam dediler. Yanımıza birkaç talebe de alarak üç öğretmen, gösterilen yere, selâm vererek giriyoruz. İçeride olan kişilerden dükkân sahibi olan, yaklaşık 60-65 yaşlarında sakallı bir zat. Bize o kadar sıcak ve yakın bir alâka gösterdi ki doğrusu mahcup olduk. Sonradan öğrendiğimize göre bu zât; İbadürrahman Cemiyeti Başkanı imiş. Akşam namazından sonra, bu cemiyetin yaptırdığı büyük bir külliyeyi gezdik. İçinde büyük bir cami, on beş katlı bir hastane, hanımlar için biçki-dikiş yurdu ve çocuk eğitim merkezi bulunan mükemmel bir külliye… Bu modern tesis henüz tamamlanmamış, kısmen hizmete açılmışsa da büyük bir kısmının sadece kaba inşaatı tamamlanmış durumda…
İşte bu külliyeyi yaptıran cemiyetin başkanı Muhammed Mahmud Badınçgi ile tesadüfen tanışmış oluyorduk. Yaşına rağmen, enerji, heyecan ve aksiyonuna hayran kaldık. Talebelere zorla 600 Suriye Lirası verdi. (ONBİN TL.)
Bu arada Dr. Hasan Heccar’la telefonla görüşmüş ve randevulaşmıştık. Kendisi ile Yatsı namazından önce İbadürrahman Camiinde buluştuk. Aradan uzun zaman geçtiği için Türkçeyi zor konuşuyordu. Tıp tahsilini İstanbul’da yaptığı için Yusuf Bey’le buradan tanışıyorlar. Kısa konuşmamız esnasında yakında hapisten çıktığını öğrenince kendisine bazı sualler sormak istedim. Ancak konuşmaktan çekiniyordu. Sadece “Zafer çok yakındır inşallah” diyebildi. Söylediklerinden söyleyemediklerini de anlamıştık. Kendisini bekleyenler olduğu için vedalaşıp ayrıldık.
Yatsı namazını müteakip ayrılmak istediğimizde Muhammed Mahmud Bey kalmamız için çok ısrar etti. Gitmekte kararlı olduğumuzu bildirince talebelere hitaben kısa bir konuşma yaptı. Bu arada nurlu beyaz sakalları gözyaşlarından ıslanmıştı. Doğrusu bizde gözyaşlarımızı tutamamıştık. Etrafında Suriyeli gençler vardı. Aramızdaki sınırlar bir gün kalkacak inşallah diyerek kucaklaşıp ayrılıyoruz.
İşte bu görüşme ve temaslarımızdan sonradır ki, Suriye hududundan çıkıncaya kadar katil Esat’ın polisleri bizi takip etmiştir. Bu korku bile onların sonunun ne kadar yakın olduğunu gösteriyor.
Yeri gelmişken İhvan-ı Müslimin ve Suriyeli Müslümanlar hakkında biraz malûmat vermek isterim; İhvan-ı Müslimin’ in Suriye’deki kolu, görebildiğimiz kadarıyla iyi bir teşkilat. Öğrendiğimize göre, inancını hayatına yansıtmayanlar teşkilatta asla söz sahibi olamazlar. Kaldı ki reis olmaları hiç söz konusu değil… Bu bakımdan Türkiye’deki teşkilatlarımızın durumu yürekler acısıdır. Teşkilatın yapısı böyle sağlam olunca içine ajan kolay kolay giremez.
Teşkilât mensubu bir kardeşimizle konuştuk. Bize anlattığına göre: İhvan-ı Müslimin hareketi başlangıçta Tağutî Rejim tarafından keşfedilememiş… Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, rejimin uşakları tarafından vurulan bir kardeşimiz şehit olmadan evvel kanı ile caddeye teşkilatın ismini yazmış ve böylece rejim teşkilatımızın varlığından haberdar olmuş… Teşkilatın herhangi bir mensubu yakalanacak olsa bile fazla bir bilgiye sahip olmadığından, kendisinden sır alınması mümkün değil… Biz Suriye’de iken teşkilat mensubu gençlerden her gün en az iki-üç kişi tutuklanıyordu. Hatta birkaç gün önce üç oğlu birden tutuklanan, bir müslümanla tanışmıştık. Hiç üzülmediğini bilâkis bunu şeref kabul ettiğini anlatmıştı bize… Türkiye’de bu şuura sahip kaç baba bulunur acaba?
Bazı şehirlerde İhvan-ı Müslimin ‘in hâkimiyeti kesin. Zaten şehre girerken bu durum hemen fark ediliyor. İleride yeri gelince bu şehirlerden bahsedeceğiz inşallah…
Halep’ten Pazar günü (Pazar tatil günü değil) saat yirmi bir de hareket edebildik. Yol boyunca marş ye ilahi söylüyor talebelerimiz…
Hareketimizden tam iki saat sonra Hama şehrine vardık. İşte Müslümanların kesin hâkimiyetinde olan bir şehir. Gece olmasına rağmen bu durum apaçık müşahede edilebiliyor. Bir gece sonra Mevlit Gecesi olduğundan tüm cami ve caddeler bez pankartlarla donatılmış. Her tarafta canlılık hâkim. Ne yazık ki bu şehirde fazla kalma imkânımız olmadı.
Hama ‘dan hareketimizden kırk beş dakika sonra Humus şehrine vardık. Hama kadar kesin olmasa bile burada da Müslümanlar hâkim durumda imiş… Hatta ifade ettiklerine göre zalim Esat buralardan geçemezmiş. Humus ’ta da fazla kalamıyoruz. Yol üzerinde bulunan Halid Bin Velid Camiini ziyaret edip bu büyük sahabenin ruhuna birer Fatiha okuduktan sonra yolumuza devam ediyoruz.
Humus ’tan ayrıldıktan iki buçuk saat sonra Şam’a varmış bulunuyorduk. Gece saat iki otuz. Sabaha kadar arabanın içinde uyuyoruz. Sabah ezanı ile birlikte kalkıp Emevi Camiinde namazımızı kaldıktan sonra, kabri burada bulunan Yahya Aleyhisselâm’ın ruhuna birer Fatiha okuyoruz.
Bu sırada camii içerisinde Fıkıh dersi okutan Feth-ül İslâm Medresesi Müdürü Abdürrezzak Halim Efendinin ders halkasına biz de oturuyoruz.
Hoca efendi, dersi kesip bize hoş geldiniz dedikten sonra kısa bir sohbette bulunuyoruz. Türkiye’ye geldiğini bazı hoca efendileri yakinen tanıdığını söyledi bize. Karşılıklı bu kısa konuşmadan sonra vedalaşıp ayrıldık.
Suriye’yi umduğumuzdan çok farklı olarak bulmuştuk. On milyona yakın nüfusunun sadece yarım milyona yakın bir kısmı Nusayri olmasına rağmen düzenin köşe başlarını tamamen işgal etmişler. Ama bütün baskılara rağmen Müslümanlar için zafer pek uzakta gözükmüyor.
Mevlit gecesinde Medine’de, Mescid-i Nebevi’de bulunmak istediğimizden Suriye’de fazla kalamadık. Bu yüzden, aşağıda isimlerini yazacağım ziyaret yerlerinden bazılarına gidemedik.
Öğrendiğimiz kadarı ile Şam’da ve diğer şehirlerdeki ziyaret yerleri bunlardır… Evet, Şam’dan Pazartesi saat 14.15 de hareket edip iki saat sonra Suriye sınırından çıkıp Ürdün sınırına girmiş bulunuyorduk. Ürdün gümrüğünde bir saat kadar kaldık. Usulen yapılan bir aramadan sonra yolumuza devam ettik.
Toplam nüfusu üç buçuk milyon olan Ürdün’ün girişinde ilk şehir Remsa… Durmadan yolumuza devam ederek bir saat sonra vardığımız Mefrek şehrinden de transit geçiyoruz. Bir saat sonra ise Ürdün’ün başkentten sonra en büyük şehri olan Zerga şehrine gelmiş bulunuyoruz. Nüfusu yaklaşık iki yüz bin civarında.
Burada hem geçmekte olan akşam namazını kılmak hem de kalmamış olan ekmeğimizi almak için kısa bir mola veriyoruz. Burada kaldığımız süre içerisinde ilgi çekici bir tesadüfle karşılaşmadım. Akşam yemeğini yiyebilmek için ekmek almamız gerekiyordu. Öğretmen arkadaşlar bu vazifeyi bana vermişlerdi. Şehrin merkezine doğru bir müddet yürüdükten sonra etrafta fırın görmeyince sordum. İlerde bir yer tarif ettiler. Tarif edilen yere doğru gittikçe otobüsümüzden bir hayli uzaklaşmıştım. Orada bir pastahaneye girip fırını tekrar sorduğumda, o anda oradan alışveriş etmekte olan kırk yaşlarında, sakallı bir zat Arapça olarak bir dakika beklerseniz yardımcı olabilirim dedi. Bir iki dakika bekledikten sonra beni fırına getirmekle kalmadı; bütün ısrarıma rağmen ekmek parasını da bana verdirmedi. Arabamızın yerini, sordu, söyledim. Buyurun sizi götüreyim dedi ve arabaya bindik.
Otobüsümüzün yanına varıncaya kadar sohbet ettik. Adı Fuat Ali Muhammed El-Ömri imiş. Kendisi Ürdün Sarayının İmamı imiş… Bende İstanbul İmam Hatip Lisesinde öğretmen ve ayrıca İmam-Hatiplik yapmakta olduğumu söyleyince gülümsedi. Bana hangi mezhepten olduğumu sordu, Hanefi deyince, bende Hanefi’yim dedi. Türkleri çok sevdiğini ve onlardan çok şey beklediklerini, Âlem-i İslâm’a önderlik yapmamız gerektiğine işaret etti.
Otobüsümüzün yanına geldiğinde arabasını bir kenara park edip beraber bizim otobüse çıktık. Arkadaşlar beni merakla bekliyorlarmış. Rehberimi kendilerine takdim edince bu tevafuka onlar da şaştılar. Üç-beş kelâmdan sonra kucaklaşarak ayrıldık. Başka bir yere durmadan Medine’ye doğru yol almak kararındayız. Bu sebeple Amman’dan transit geçtik.
Zerga’dan ayrıldıktan iki saat sonra Maan şehrine ulaşmıştık. Burada da kalmadan yola devam ediyoruz. Ürdün çıkış kapısına Maan’dan sonra beş saatte varabildik. Kapıda duran asker genç bir çocuk… Uyuyordu. Kendisini, zorla uyandırdık. Başında sallanıp duran kasketi ile sonradan hayli eğlence konumuz oldu… Arap ülkelerinde, bilhassa Suudi Arabistan’da askerlik ücretli olduğundan, çocuk denecek yaşta asker görebileceğiniz gibi aksakallı asker görmenizde mümkün.
Ürdün çıkışından az sonra Suudi Arabistan gümrüğünde aranıyoruz. Valizleri indirip bindirmek bir saatlik vaktimizi alıyor. Sonra yola devam ediyoruz.
Huduttan ayrıldıktan bir saati aşkın bir zaman sonra ilk durağımız Tebük oldu. Tebük’ü görünce, Allah Resul’ünün, kavurucu bir yaz sıcağında otuz bin kişilik ordusu ile Medine’den çölü aşarak Tebük’e yaptığı sefer geldi aklımıza… Aradan 1391 hicri yıl geçmişti. Şimdi biz de dünya gözü ile bu toprakları görmenin bahtiyarlığını yaşıyoruz…
Nur şehri Medine’ye bir an önce varabilmek için yola devam ediyoruz. Bir müddet sonra sabah namazını kılmak için mola verdiğimizde Medine’ye 50 km’lik yolumuz kalmıştı. Namazdan sonra tek olan şoförümüzün uyuyabilmesi için iki saatlik bir dinlenme ve yemek faslını müteakip çölden hareket ediyoruz.
Hareketimizden yirmi dakika sonra Teyma denilen küçük bir kasabaya ulaşmıştık. Buradan mazot alarak(litresi Türk parası ile 150 krş.) yolumuza devam ettik. Çölde yılan gibi uzanan asfalt yollar bomboş…
Hayber’e doğru yaklaştıkça heyecanımız artıyor… Teyma-Hayber arası iki buçuk saat çekti. Hayber’le birlikte yeşillik te göze çarpmaya başlamıştı.
Evet, şu anda karşımızda Hz. Ali (R.A.) nin kapıyı kalkan olarak kullanıp kumandanı, yahudi Merhab’ı yere tepeleyerek fethettiği kale duruyor. Kal’alar diyarı Hayber’de fazla, kalmadan yola devam ediyoruz; Allah Resul’ünün huzuruna varma anı yaklaştıkça heyecanımız doruk noktasına ulaşıyordu. Zira herkes, Efendimizin: “Kabrimi ziyaret eden sağlığımızda beni ziyaret etmiş gibi olur.” buyurduğunun idrakindeydi.
İşte, Hayber’den hareket edeli henüz iki saati aşkın bir zaman olmuşken, ufukta Nur Şehri Medine gözükmeye başlamıştı. İslâm devletine beşik olmuş Medine… Efendimizi bağrına basmış Ensar’ın yurdu… Nebiler Nebisi’nin ilk defa Medine’yi teşrif ettiklerinde, Medine gençlerinin onu karşılarken söyledikleri “Talaal bedru aleyna…” ilahisini dinliyorduk biz de… Birden sesi keserek, salât-ü selâm getirdik Nebiler Nebisi ‘ne… Bir daha… Bir daha…
Arabamızı münasip bir yere park ettikten sonra topluca Mescid-i Nebevi ‘ye gidip geçmekte olan ikindi namazını kıldık. Sonra hemen varıp, önce Allah Resul’ünü peşinden de arkadaşlarını selâmladık. Buradaki halet-i ruhiyemizi kelimelerle izah etmek mümkün değil.
Mescid-i Nebi’de, dünyanın dört bucağından gelmiş, renk, dil ve giyim farklılığına rağmen Efendimizin(sav.) manevi huzurunda halkalarmış dua eden insanların meydana getirdiği o muhteşem manzarayı seyrederken gözlerime inanamıyordum. Bir ara rüya mı görüyorum yoksa diye düşünmüştüm. Hayır, hiçte rüya görmüyordum. Oturup tekrar tekrar şükrettim Rabbime…
Bu arada, kafiledeki arkadaşlarla birbirimizden ayrılmıştık. Dışarı çıkınca Ömer-ül Faruk (R) kapısında toplanarak buluştuk. Orada okuyan Türk talebelerinden birkaç tanesi M. Salim Gök ile beni alıp Erzurumlu Hattat Mustafa Necati Bey’in medresesine götürdü. Tanışma faslından sonra bize yatacak yerimizi gösterdiler. Yerimiz, Mescid-i Nebi yakınlarında bulunan ve Türk talebelerinin kaldığı Beşir Ağa Medresesi yurdu idi. Arkadaşlar bu binanın Türklere ait olduğunu söylediler bize… Yaklaşık elliye yakın talebe kalıyor burada. Esasında yüz elli talebenin rahatlıkla kalabileceği bir yurt…
Akşam ve yatsıyı Mescid-i Nebi’de eda ettikten sonra, camide Mevlid gecesi ile ilgili bir program olup olmadığını soruyoruz. Kendinizi Türkiye’de zannediyorsunuz herhalde deyip güldüler. Burada böyle bir şey yapılmaz. Evlerde bile Mevlit okutmak yasaktır dedi talebe arkadaşlar. Yatsa namazından bir müddet’ sonra da Mescid-i Nebi kapatıldığından (Olaylardan sonra düşünülen bir tedbir olarak) yurda döndük. Talebeler Türk radyosundan Mevlit dinliyorlardı. O geceyi istirahat ile geçirdik. Sabahleyin erkenden, birinci ezanı müteakip (Yaklaşık kırk beş dakika ara ile iki ezan okunur ve ikinci ezanı müteakip sabah namazı kılınır.)
Mescid-i Nebi’ye gitti isek de ön taraflarda zorlukla yer bulabildik. Camideki muhteşem manzarayı kelimelerle ifade etmek çok zor. Arapça ve İngilizce konuşabiliyorsanız, ismini dahi duymadığınız ülkelerden gelen Müslümanlarla konuşmanız mümkün…
Bir ikindi namazından sonra idi; kaza namazı kılmak için ayağa kalktığımda yanımdaki nur yüzlü ihtiyar elimden tutup oturttu beni… Arapça olarak ikindiden sonra namaz kılmanın mekruh olduğunu söyledi. Lâfı uzatmak istemediğimden, kaza namazı kılmanın bir mahzuru olmadığını söylemeden oturup konuştuk. Mezhebi Hanefi olan Burmalı bir müslüman. Kendimi tanıtınca sarılıp kucakladı beni. Manasını anlayamadığım bir cümle söyledi ve peşinden ağladı. Beni de duygulandırdığı için ne dediğini tekrar soramadım.
Akşama doğru İskender Paşa imamı H. Mehmed Efendi ve Beykozlu H. Sami Efendi’nin sohbetleri varmış. Mehmet Efendinin evinde okuttuğu Mevlide arkadaşlardan bir kısmı gitmiş, bize nasip olmadı. Medine’de bulunduğumuz ikinci gün böyle münferit ziyaretlerle geçti. Aynı zamanda etrafı gezip tanımış olduk.
Medine’de kalacağımız üçüncü günü ziyaretlere ayırmıştık. Medine’ye giden hemen hemen herkesin tanıdığı Nimetullah Hoca vardır; cuma günleri Türk işçilerine vaz eder Mescid-i Nebi’de… Nevi şahsına münhasır bir kişiliği olan bu zat, ziyaretlere giderken bize de rehberlik etti. Fazla bir ilmi olmamasına rağmen tebliğ için gitmediği ülke pek azdır.
İşte bu rehberimizle otobüsümüze binip Medine deki meşhur ziyaretleri dolaştık.
Bu ziyaret yerleri şunlardır:
Uhud Harbinin cereyan ettiği yer ve bu savaşta şehit olan Efendimizin amcası Hz. Hamza ve diğer arkadaşlarının kabirleri… Kabirler üzerinde şimdi türbe bulunmamaktadır.
Hendek Harbinin vuku bulduğu yer. Burada türbe şeklinde birkaç küçük mescit vardır. Birinde iki rekât namaz kıldık. (Altı mescit var burada)
Mescid-i Kıbleteyn, malum olduğu üzere, Müslümanların ilk kıblesi Kudüs’e doğru idi. Efendimiz(Sav.) Mezkür Mescid ’de namaz kıldırırken yüzünü Kâbe’ye döndürmesi emri gelince o istikamete dönmüş, önceki kıblede başlayan namaz yenil kıblede tamamlanmıştı. Bu mescidin adı buradan kaynaklanmıştır.
Mescid-i Kuba, bu mescid ilk yapılan mescittir.
Mescid-i Cuma, ilk cuma namazının kılındığı mescid bu mesciddir.
Cennet-ül Bakî, Ashab-ı Kiram’dan bazılarının medfun bulunduğu kabristanlık…
Bunlardan en uzağı şimdi gecekondu şeklinde bir köy olan Uhud… Oda araba ile on- on beş dakika ancak çekiyor… Diğer ziyaretler yol güzergâhından fazla uzak sayılmaz. Bu ziyaretleri dolaştıktan sonra münferiden gezip namaz vakitlerinde Mescid-i Nebevi’de buluşuyorduk.
Sabah ve yatsı namazından sonra Mescid-i Nebevi’nin etrafında seyyar satıcılar pazar kuruyor. Belediyece yasak olduğu için bu saatleri seçmişler. Birçok şeyi piyasadan çok daha ucuza satıyorlar. Bu pazardan da alışveriş ettik. Gezdiğimiz ülkelerdeki ticari piyasa hakkında hatıralarımızın sonunda toplu olarak malûmat vereceğiz inşallah…
Evet, Medine’de kaldığımız dördüncü günü de münferiden gezip dolaşmak, ziyaretlerde bulunmakla geçirdik.
Şahit olduğumuz durumlardan biri de, gerek Medine ve gerekse Mekke’deki esnafın çoğunluğunun yerli olmaması… Ekseriyeti Pakistan’lı, Yemen’li ve Türkistan’lı… Yerli ahali dükkân açsa bile kendisi dükkânda durmuyor. Öğle-ikindi arası hemen hemen dükkânların hepsi kapalı. Paraya doydukları için içeri girip bir şey sorduğunuzda zorla cevap veriyorlar. Bu birazda karakter meselesi…
Medine’ye vardığımızın beşinci günü sabahleyin saat 11:00 Mekke’ye gitmek üzere Medine’den hareket ediyoruz. Yakında tekrar görüşmek dileği ile elveda Nur şehri Medine diyerek…
Medine’den ayrılırken, burada okuyan Türk talebelerinden bir grup İle Nimetullah Hoca’da bizimle beraber geliyordu. Onlarda Umre yapacaklardı. İhramlarımızı, Medine’den giydik.
İhramlı oluşumuz ve birazda vazifelerimiz ile ilgili bilgilerin tekrar ettirilmesi vazifesinin bana verilmesi not tutmamı aksattı. Bu yüzden Medine ile Mekke arasındaki durum hakkında tafsilata giremeyeceğim.
Bedir’e uğrayıp, Müslümanların müşriklere karşı kazandıkları ilk zaferin hatırasını yaşadık. Bedir şehitlerini ve Bedir kuyusunu ziyaret ettikten sonra yolumuza devam ettik.
Medine’den hareketimizi müteakip yaklaşık sekiz-dokuz saat sonra Mekke’ye ulaşmıştık. Böylece İstanbul’dan Mekke’ye (Suriye ve Ürdün üzerinden) gelinceye kadar yaklaşık 3.650 km’lik bir yol kat etmiş oluyorduk.
Mekke’ye vardığımızda, arabamız bizi Mescid-i Haram’ın yanına bırakıp park yerine gitti. Kâbe’yi ilk defa görmenin heyecanını yaşıyoruz. Kâbe’yi ilk görme esnasında yapılan duanın makbuliyetini bildiğimizden Rabbimize dua ettik. Tavaf ve Sa’y vazifemizi ifa ettikten sonra, Mescid-i ‘Haram’ın hemen yanı başında bize tahsis edilmiş olan eve yerleştik. Traş olup ihramdan çıktığımızda üzerimize tatlı bir yorgunluk çökmüştü. Türkiye’de soğuk sıfırın altında seyrederken burada vantilatör dönmeden uyumak mümkün değil. Gece geç saatlerde yatıp, sabah erken de kalkıyoruz. Bu mübarek beldede uykusuzluk bile rahatsız etmiyor insanı…
Sabah Namazını Mescid-i Haram’ da kıldıktan sonra orada bulanan meşhur Suriyeli müfessir Muhammed Ali Es-Sabuni ile tanışıyoruz. Burada ki ilim adamları çok mütevazı. Yere çömelip yarım saat kadar sohbetini dinledik. Türklere karşı muhabbeti olan bu zatın ahkâm ayetlerini tefsir eden iki ciltlik eseri meşhurdur. Bazı eserlerini alabilmemiz için, bize Rabıta‘ya gitmemizi tavsiye ediyor, vedalaşıp ayrılıyoruz. Bu saatlerde Kâbe’yi tavaf edenlerin sayısı beş-altı yüzü geçmiyor. Daha sonra bin bin beş yüze çıkıyor bu rakam… Her şeyi arzu ettiğimiz gibi görüyor ve tutuyoruz. Tabii Hac Mevsiminde bu mümkün değil.
Kâbe’yi çevreleyen Osmanlı ve Suudi yapısı mescit binalarında, bilhassa Suud’un yaptırdığında Kâbe olayından kalma çok büyük zayiat var. Safa ile Merve arasında Zemzem suyunun aktığı bodrum katında diğer üst katın bilhassa tavanlarında milyonlarca kurşun izi var. Burada yeri gelmişken Kâbe olayı hakkındaki görüşümü kısaca belirtmek isterim.
Şunu peşinen ifade edeyim ki Kâbe olayı henüz bir muamma olmaktan çıkmış değildir. Duruma yakından şahit olanlar ve hatta olay anında içeride bulunanlar dahi kesin bir şey bilmiyorlar. Ortada dolaşan sadece kanaat ve yorumlar var. Fakat hadisenin cereyan tarzı yakından görülüp öğrenilince, olay hakkında fikir yürütmek biraz daha kolaylaşıyor. Dinlediğim yorum ve tetkiklerim sonucu edindiğim intibalardan benim vardığım kanaat şudur;
Bu olay uluslararası istihbarat güçlerinin, senaryosunu yazdığı belli merkezlerin kontrolü dâhilinde cereyan etmiş bir olaydır. Hadisenin görünürdeki faillileri, Suudi hükümetinin gayri İslami hal ve uygulamalarına karşı ayaklanmayı plânlayan vehhabi zihniyetli müslümanlardır. Başlarında olduğu söylenen ve Mehdi diye tanıtılan şahıs ise büyük ihtimalle bir istihbarat ajanıdır.
Kanaatimizi bir kaç cümle ile peşinen ifade ettikten sonra bizi böyle düşünmeye sevk eden emareleri açıklamak isterim;
Her şeyden önce, olayın görünürdeki failleri, ülkede bulunan birkaç büyük aşiretten Suudi hükümetine karşı olan birine mensuptur. Taraftarlarının yaklaşık iki milyona yakın olduğu yaygın rivayetler arasındadır. Bundan da kolayca anlaşılmaktadır ki Suudi hükümetinin böyle bir gurubun varlığından haberdar olmaması mümkün değildir. Aynı zamanda olay öncesi Kâbe’ye kamyonlarca silâh sokulmasından hükümetin haberdar olmamasını düşünmekte çok zor. Hadi diyelim ki gafil avlanmışlar. Bu seneye kadar her hicri yılbaşında Kral Kâbe’yi ziyarete gelirmiş. Neden bu yıl gelmemiş? Bu da tesadüf diyelim…
Suudi hükümetinin olayı yansıtma tarzı tamamen şüphe uyandırıcıdır. Olay sırasında Mehdi diye tanıtılan zatın yaptığı konuşma: “TV’den yayınlanmış ve bu şahsın Kureyş’e mensup olduğu açıklanmıştır. Oysa sonradan anlaşılmıştır ki bu şahıs Kureyş’e mensup olmadığı gibi, Amerika’da tahsil görmüş, yetişmiş bir şahıs… Kendisinin idam edilmediği rivayetleri de yaygın…
Şimdi İngiliz-Amerika ve İsrail’den oluşan şeytani güçlerin bu işten çıkarı ne? Suudi hükümeti böyle bir tertibe neden ihtiyaç duysun? Denecek olursa; Bir defa şu anda mevcut Suudi hükümeti tamamen İngiliz ve Amerika’nın güdümünde olduğu ve bu sebeple onların tam desteğine sahip bulunduğu herkesin kabul ettiği bir gerçek mi?
– Tamam.
– Suudi Hükümetinin muhaliflerinin bulunduğu ve teşkilatlandıkları da bilinen bir gerçek mi?
– O da tamam.
– O halde İngiliz ve Amerika, dostunu kurtaracak bir plan bulmuşsa fena mı yani?
Hem İngiliz ve Amerikalılar böylece bir taşla birkaç kuş birden vurmuş olacaktı.
– Nasıl mı?
Birincisi, çıkarlarına karşı hassas davranan dostlarına, muhaliflerini bertaraf etmek süratiyle vefakâr olduğunu ispat etmiş olmanın yanında, çıkarlarını hiç olmazsa bir süre daha garanti altına almış olacaktı. Bu vesile ile alacağı vaat ve koparacağı tavizler de ayrı tabii…
İkincisi ve belki daha mühimi, Hicri 1400 vesilesi ile bütün dünyadaki Müslümanların sevincini kursaklarında bırakarak, tüm dünyada gündemde bulunan İslam ve Müslümanları, gereğinde en mukaddes mabetlerine saldırabilecek kadar vahşi bir canavar gibi tanıtmak…
Olaydan sonra yayınlanan resimler bu açıdan çok ilginçtir.
-Peki, bunların hepsi ihtimal dâhilinde olsa bile, bu iş için neden Kâbe seçilmiş olsun?
-Esasen bunun sebebini anlamak çok basit…
-Nasıl mı?
Bunlar ahmak değil ya… Böyle bir temizleme harekâtı Kâbe’nin dışında başka bir yerde yapılacak olsa (ki bunu başarmak çok daha zordur.) tüm dünyadaki Müslümanların nefreti kazanılmış olacak. Buna mukabil, muhaliflerin elebaşları Kâbe’yi kurtarma operasyonunda (!) temizlenince Müslümanların nefreti değil takdiri kazanılmış olacaktı.
-İyi ama onların plânı böyle olsa bile, görünürdeki failler Müslüman olduklarına göre, böyle bir olay için mekân olarak Kâbe’yi seçmeleri, inançları ile tezat teşkil etmez mi?
-Evet… Yukarıda da belirtmiştim; Mehdi diye tanıtılan şahsın büyük ihtimalle İngiliz veya Amerikan ajanı olması mümkün ve muhtemeldir. Olayın görünürdeki faillileri, Kâbe ‘de Kralı rehin alıp mikrofonu da ele geçirince, kıvılcımı her tarafa yayabileceklerine inanıyorlardı. Hem nasıl olsa böyle bir mekânda canları da emniyette sayılabilirdi. Ondan sonra silâhları ile harekete geçip aşiretlerinin de desteği ile ülke idaresine yön vereceklerdi.
Onların hesaplarında iş, kan dökmeye kalmayacaktı. Olayın böyle de cereyan edebileceğini kestirememiş ve saflıklarının cezasını canlarıyla ödemişlerdir. Onlara bu aklı verdiren, anlaşılan hesabını çok iyi yapmıştı. Kim bilir iş işten geçtikten sonra onlarda bu işin farkına varmışlardır beklide… Eğer böyle bir hareketin zaman ve zemini iyi tayin edilmiş olsaydı başarıya ulaşma şansı çok büyüktü. Bir kere gören herkes kabul eder ki Suudi askeri, ciddi ve plânlı bir hareketi bastıracak güçte değildir.
Kâbe’deki çatışma on yedi gün sürmüştür. İçeridekiler sırf askere ateş ediyor ve attığı her kurşunla bir asker deviriyormuş. Bunun yanında askerler, içeriye milyonlarca kurşun yağdırmış, attıkları kurşunlarla tavanlarda sivrisinek avladıkları intibaını bırakmışlardır. Tavanlardaki kurşun izlerini görenlerin başka, türlü düşünmeleri çok zor. Görgü şahitlerinin ifadelerine göre, bu olay da en az yedi-seki yüz asker ölmüştür. Buna mukabil içeridekilerin sayısı en fazla altı yedi yüzü bulmazdı. Üstelik hadisenin bastırılabilmesi için Suud’un tüm askeri Mekke’ye getirildiği halde yine de dışarıdan yabancı asker getirme ihtiyacı duydukları ifade edilmektedir.
İngiltere ve Amerika, olayın görünürdeki faillerinin Kâbe’ye o kadar silahı sokmalarına göz yumdurtmakla, Suudi askerinin acziyetini gözler önüne serdirmiş ve bu açıdan da başka bir zafer kazanmışlardır, Böylece Amerika, Suudi yöneticilerine zımmen demiştir ki: işte bak, siz bu kadar bir işi dahi, beceremeyecek durumdasınız. Bu bakımdan, saltanatınızın devamı için her zaman bize muhtaçsınız? 0 halde uşaklığınızı iyi yapınız.
Evet, sonuç olarak söylenecek söz şudur: iki milyona yakın taraftarına rağmen olayın görünürdeki failleri, liderlerini yanlış seçtiği gibi, zaman ve zemini de hatalı seçtikleri için, saflıklarının cezasını çekmişlerdir.
Olayın asıl failleri, saltanatlarını bir müddet daha sürdürebilirler; lâkin bileylenen muhaliflerin kini onları bir gün boğacaktır kanaatindeyiz.
Her şeyin en doğrusunu ancak Allah’u Teâlâ bilebilir. O hesabında yanılmayan ve mutlak galip gelendir vesselam…
Evet, Kâbe olayı hakkında bu kadarla iktifa edip hatıralarımızı anlatmaya devam edelim:
Mekke’ye vardığımızın ikinci gününü etrafı gezip tanımakla geçindik. Tabii beş vakit namazda Kâbe’de buluşuyoruz…
Yine aynı gün Yusuf Karaca Hoca ile beraber Râbıta’nın merkezine gittik. Çok yakınlık gösterdiler bize. Kitap dağıtılan yerden bazı kitaplar verdiler. Zaten bu teşkilat, İslami Kültürün yayılması için dünyanın dört bucağına bedava kitap dağıtıyormuş… Kitap bölümüne Müdür olan zat bizi ısrarla evine davet etti. Vaktimiz müsait olmadığını ileri sürerek müsaade istedik ve ayrıldık.
Mekke’de bulunduğumuz üçüncü günde, henüz almamış olduğumuz Kuveyt vizesi ve talebelerin gezmesini temin için, otobüsümüzle Cidde’ye gittik. Talebelere dönüş için hareket saatini bildirip kendilerini serbest bıraktık. Biz de vize için Kuveyt elçiliğinin yerini öğrenmeye çalışıyorduk. Bu sırada orada bulunan bir hususi taksi şoförüne sorduk. Kendisi hemen bizi arabasına alarak tahminen bir saatten fazla bir zaman aradıktan sonra bulabildiğimiz Kuveyt elçiliğine bırakarak gitti. Suud’un yerlisi olan bu zata teşekkürden başka bir şey veremedik. Son model Amerikan arabası ile böyle bir insani ve İslami davranışı bizim ülkemizde kaç insan yapabilir?
Kuveyt elçiliği bize çok büyük müşkülâtlar çıkardı. Türk elçiliğinden resmen nota getirmemiz gerektiğini söylediler, getirdik. Yine ipe un sermeye başlayınca netice alamadan dönüp Mekke’ye gitmek zorunda kaldık. Yolda, bir Umre daha yapabilmek için, ihramlarımızı giydik. Böylece ikinci Umremizi yapmış olduk.
Mekke’deki dördüncü günümüzü Abdülaziz Üniversitesinde geçirdik. Burada birçok ülkeden gençlerle, görüşmemiz mümkün oldu. Aynı zamanda Şehit Seyit Kutup ‘un kardeşi Prof. Muhammed Kutup Hoca bizim için iki saatlik bir konferans verdi. Diğer vilayetlerden gelen birkaç İ.H.L. kafilesi ile burada buluşmuştuk.
Muhammed Kutup Hoca K. Atatürk ile Mısır firavunlarından Nasır’ı mukayese ederek çok veciz bir konuşma yaptı. “Halkı Müslüman olan ülkelerden istiklalini hiç kaybetmeyen Mısır ve Türkiye’de İslam’ın diriliş ve zaferi İslâm âlemini diriliş ve zaferi olacaktır.” inşallah dediği zaman salondaki gençler yüksek sesle tekbir getirdiler. (burada alkış yok tekbir var; ayağa kalkmada yok)
Muhammed Kutup Hoca konuşmasını bitirdikten sonra kendisine birkaç sual sordum. Suallerimden biri de İran ve Humeyni hakkında idi. Cevabı şöyle oldu. İran hakkında, konuşmayı henüz erken buluyorum. İran’daki olay şüphesiz büyük bir olaydır.
Fakat şahsen benim kafamda bazı istifhamlar vardır. Bu istifhamlardan biri de Suriye’deki Nusayri (Şia’nın müfrit bir kolu) Esad yönetimi ile İran arasındaki münasebetlerdir.
Burada yeri gelmişken ilâve edeyim ki, Şam’da iken sokaklarda, sık sık Humeyni’nin resimlerini, altında ise âşe Hümeyni (Yaşasın Humeyni ) yazılarını görmüştük. Oradaki kardeşlerimiz bu yazıları, Katil Esad taraftarlarının yazdığını söylemişti. Gerçekten de Suriye ile İran arasındaki münasebetlerin böyle samimi bir görüntü arz etmesi, zihinlerde istifham uyanmasını haklı kılıyor.
Evet, Muhammed Kutup Hoca sorulan diğer, sualleri de cevaplandırdıktan sonra konferans dağıldı. 0 gün kalan vaktimizi de bir iki arkadaşın hususi davetine icabetle geçirdik.
Yatsıdan sonra, Suriyeli bir kardeşimiz, bizim kaldığımız eve gelerek talebelere hitaben bir konuşma yaptı. Türkiye ‘ deki siyasi durumu o kadar iyi biliyordu ki, doğrusu hayret ettik. Kendisinden Suriye hakkında sağlam bilgiler aldık. Kardeşimizle kucaklaşırken söylediği söz şu oldu: Bir gün aramızdaki sınırlar kalkacak inşallah.
Sabahleyin orada çalışan bir mühendis ağabeyimiz, kendi arabası ile bizi Cidde’ye götürdü. Vize için araya Kuveytli bir zengini koyup netice almaya çalışıyorduk. Bu seferde kesin bir netice almamız mümkün olmadı. Araya Perşembe-Cuma, gireceğinden ( Bu günler tatil) Cumartesi gelmemizi söylediler. Oysa biz Cuma günü Mekke’den ayrılmayı planlamıştık. Bu yüzden, arkadaşlar Kuveyt’e uğramaktan vazgeçme eğiliminde idiler. Bizim ısrarımız üzerine, Cumartesi Cidde’ye tekrar uğrayıp sonuca göre hareket etmeyi kararlaştırdık. Vize alabilirsek Kuveyt üzerinden, alamazsak Ürdün ve Suriye üzerinden Irak’a geçecektik. Bu niyetle Mekke’ye döndük. Hususi arabamız olduğu halde, ihramlarımızı yanımıza almayı unuttuğumuz için bir Umre daha yapma fırsatını kaçırmıştık.
Bu Cidde seyahatlerimiz esnasında bizim elçiliğin durumunu da yakinen öğrenme imkânımız oldu. Maalesef İslam ülkelerinde çok kötü temsil ediliyoruz. Bizim elçilikte içki satıldığı Suudi makamlarının hadiseye el koyması ile tespit edilmiş… Kendisi içmek bir tarafa, satmak…
Her halde daha fazla bir şey söylemeye gerek yok. Ülkemizi kimler idare ediyor, kimlerin eline kaldık ya Rabbi (?)
“Kel başa şimşir tarak ” ‘demişler… Müslümanlar olarak bizim halimiz böyle olursa elbette idarecilerimiz de böyle olur.
Mekke’deki altıncı günümüzü, meşhur ziyaret yerlerini dolaşmaya ayırmıştık. Sabah namazını kılar kılmaz, orada üniversitede okuyan bir kardeşimizin rehberliğinde otobüsümüzü binerek ilk önce Sevr dağına gittik.
Allah Resul’ünün Hicretine müsaade edilipte Mekke’den Medine’ye doğru yola çıktığında, Hz. Ebu Bekir ile birlikte üç gün üç gece kalmış oldukları mağara bu dağın tepesindedir. Mekke’ye yaklaşık on beş dakika mesafede bulunan bu dağın eteğine arabamızı bırakarak tepeye doğru tırmanmaya başladık. Çıkarken karşılaştığımız Endenozya’lı talebe kafilesi ile musafaha yaparak geçtik. Hep bir ağızdan salat-ü selâm getiriyorduk.
Yusuf Bey, bir miktar yürüdükten sonra çıkamayacağına karar vererek oturdu. Ben ise kafilenin en arkasından gidiyordum. Yanımda mühtedi bir Alman kardeşimiz vardı. Medine’de okuyup, bizimle beraber Mekke’ye gelenler arasındaydı. Onu yalnız bırakmamak için geride kalmıştım. Mükemmel Türkçe konuştuğu için sohbet edebiliyorduk. Almanya’daki Türk işçilerinden öğrenmiş Türkçeyi…
Bir ara nasıl müslüman olduğunu sorduğumda şöyle anlattı: “Oturduğumuz mahallede devamlı Türk çocukları ile oynardım. Ara sıra onlar beni evlerine davet ederlerdi. Gittiğim zaman, bizim cemiyetimizde hiçbir zaman görülmeyen sıcak bir alaka gösterirlerdi bana… Onları çok sevmiştim. Bu alakanın nereden kaynaklandığını merak etmeye başlayınca araştırdım. Öğrendim ki, Müslümanlar misafirperver ve birbirlerine ikramda bulunan cömert insanlardır. Üstelik benim evlerine gittiğim bu Türk ailesi, İslâm’ın doğru dürüst yaşamayan tiplerden teşekkül etmişti. Bunlar böyle olursa, ya İslam’ı tam yaşayanlar nasıl olur diye düşündüm.
Artık müslüman olmaya karar vermiştim. Annem ve babam bu isteğime, şiddetle karşı çıktılar. Fakat ben kararımı çoktan vermiştim. Müslüman oldum ve Medine’ye okumaya geldim.
Adı Ömer Faruk olan bu kardeşimizle sohbeti devam ettirirken dağın tepesine çıkmış bulunuyorduk. Bizden önce çıkan talebelerden otuz dakika zarfında çıkanlar oldu ise de biz, kırk beş dakikada çıkabildik.
Burada Kur’an okuyup dua ettik Rabbimize… Bir müddet dinlendikten sonra yirmi dakikada otobüsümüzün yanına indik. Henüz kuşluk vakti olmasına rağmen güneş kavuruyordu her tarafı… Sıcaklığın seyri otuz derecenin üstündeydi. Burada bir sabah çayı içtikten sonra Cebel-i Nur diğer adı ile Hira dağına çıkmak üzere otobüsümüzle hareket ettik. Hira Dağı Arafat ovasına yakın. Yine dağın eteğinde arabamızı bırakarak tepeye çıkmaya başladık. Burası Sevr dağından daha alçak; yirmi beş dakikada çıkıyoruz
Hira Dağı, Allah Resul’ünün Peygamber olmadan önce inzivaya çekilip ibadet ettiği mağarayı taşıyor sinesinde… Yine, ilk vahiy ve dolayısıyla Alak Suresi’nin baştan beş ayeti burada nazil olmuştur.
Hira Dağı’na çıkarken yine, mühtedi Alman kardeşimiz Ömer Faruk ile beraberdik. Sorduğu bazı sualleri cevaplamaya çalışıyordum. Bir ara durdu ve bana dönerek: “Hocam dedi. Sana sorduğum suallere, bu yeni müslüman olmuştur; ona kolaylık olsun, ürkmesin; düşüncesi ile cevap vermiyorsun ya?
Ben her şeyi dinimin emrettiği gibi yapmak istiyorum. Eksik bir şey söylersen hesabı senden sorulur; tamam mı?
0 nurani yüzüne bakarken gözlerime fışkıran yaşları zor zapt ettim ve tamam Ömer Faruk tamam dedim. Daha evvel de müslüman ve nur yüzlü bir Amerikalı gençle görüşmüştük Kâbe’de… Bu iki simayı kolay kolay unutamam.
Evet, Hira Dağı’ndan indikten sonra Arafat’a gittik. Her yeri ve her şeyi en ince detayına kadar gezip tetkik ediyorduk. Nasip olur bir daha gelirsek kolaylık olsun diye…
Arafat’ı bir müddet dolaştıktan sonra Müzdelife’ye geçtik. Vazife olmamasına rağmen taş topladık. Daha sonra Mina’ya varıp şeytanı taşladık.
Şeytan taşlama yerleri, Hac mevsiminde izdihamı önlemek için iki katlı yapılmış; her kattan aynı şekilde şeytan taşlanabiliyor. Biz gittiğimizde kimsecikler yoktu orada… Burası ziyaretlerimizin o günkü son durağı olmuştu. Sonra Mekke’ye döndük.
Eve geldikten sonra, Hafız Halil Husari’nin baştan sona kadar okuduğu Kuran-ı Kerim bantlarını almıştım; onları bir kontrol edeyim dedim.
Daha evvel bozuk çıktığı için geri verip yenilerini almıştım. Baktım üç tanesi yine bozuk. Yine, geri getirdim; geri almak istemedi. Kendisi Endonezyalı bir genç olduğu için doğru dürüst de anlaşamıyorduk. Üniversitede okuyan talebe arkadaşlardan biri ile gittik. Yine “Param yok, geri alamam.” dedi. Polise gideceğimi söyledimse de işi ciddiye almadı. Bizde mecburen polis karakoluna gittik. Karakol komutanı çok azda olsa Türkçe biliyormuş. Meramımızı Arapça ifade etmeye çalışırken kendisi Türkçe cevap verince biz gülümsedik. Bize hemen bir polis katıp yolladı. Oranın insanları polisten çok korkar. Polis, ya parayı ver ya da karakola gideceğiz deyince, derhal parayı bulup verdi. Biz polise teşekkür ederek ayrılmak istedik. Polis tekrar karakola kadar gitmemiz gerektiğini söyleyince tekrar karakola gitmek zorunda kaldık.
Meğer burada polisin vazifesini yapıp yapmadığını kontrol için böyle bir usul takip edilirmiş. Karakola varıp teşekkür ederek ayrıldık.
Akşam yine bir hususi davete gittik öğretmen arkadaşlarla… Bizi evine davet eden, oradaki üniversitede doktora yapan bir kardeşimizdi.
Bir müddet sohbetten sonra evimize dönüp istirahat ettik…
Sabahları erken kalkıp tavaf etmek için Kâbe’ye gidiyorduk. Mekke’deki yedinci günümüz Cuma’ya tesadüf ediyordu. Yine sabah erkenden kalkıp tavafa gittik. Sabah namazını müteakip eve dönerek cuma hazırlığı yaptık… Türkler, vakit namazlarını altınoluğun karşısında, Cuma namazlarını ise altınoluğun arkasında kalan kısmın ikinci katında kılıyorlar. Burası bir nevi haftalık buluşma yeri…
Cuma namazını kılarken etrafımızda bine yakın Türkiyeli müslüman vardı. Her taraf tıklım tıklım dolu. Her renk ve dilden insanlar saf durmuş Kâbe’nin etrafında… Görmeye doyulmayan manzaralar…
Namazdan sonra, Arafat ovasında verilen pilâv ziyafetine davet edilmiştik. Orada okumak için Türkiye’den bir gün evvel gelen öğrenci kafilesiyle görüşüp tanıştık. Yemek ve sohbetten sonra biz müsaade isteyip Mekke’ye döndük.
Cumartesi sabahı Kuveyt vizesi için son defa Cidde’ye gidecektik. Vize alsak ta almasak ta öğleden sonra dönüş yapmaya karar vermiştik. Bu sebeple sabahleyin bize tahsis edilen araba ile Cidde’ye gittik. Biraz uğraştıktan sonra nihayet Kuveyt için vize alabilmiştik. Mekke’ye döndüğümüzde ikindi namazı kılınmıştı. Arabamız harekete hazır bizi bekliyordu. Bizde namazı kılıp, son bir defa tavaf imkânı bulamadan hareket etme mecburiyetinde kalmıştık.
Bu sırada herkesi üzen bir olay olmuştu. Talebelerimizden bir tanesi, Türkiye’ye götürmek üzere, bir işçi tarafından kendisine emanet edilen beş bin markı çaldırmış veya düşürmüştü. Parayı kendisine vermiş olan işçi Taif’te çalışıyordu. Kuveyt’ten gitmemiz kesinleşince Taif’e uğrayacaktık. Böylece durumdan parası çalışan işçiyi haberdar etme imkânı da doğmuş oluyordu.
Mekke’den Taif’e doğru hareket ettik. Taif’e giden iki yol var; biri dağ yolu ki, bu yol yetmiş km. olup daha kestirmedir. Diğeri de ova yoludur ki, düzgün olmakla birlikte biraz daha uzaktır.
Biz önce dağ yolundan gitmek istedik. Yirmi km. gittikten sonra bu yolun kapalı olduğunu öğrenince geri dönüp diğer yoldan gitmek zorunda kaldık. Biz yolda iken kısa bir müddet süren şiddetli bir yağmur yağdı. Bu kısa zaman içerisinde yağan yağmur, yollar da arabaları, kapatacak kadar birikintiler meydana getirdi. Birkaç taksi, toprağın içerisinde kapanmış vaziyette gördük. Anlaşılan suya kapılıp yoldan çıkmış ve etrafı dolunca da kapanmış…
Taif çok ilginç bir yer. Mekke’de sıcaklığın elli beş dereceye yükseldiği zamanlarda bile burada otuz dereceyi geçmezmiş… Bu sebeple Taif, Arabistan’ın sayfiye (Yazlık) yeri. Suud’un yerli zenginlerinin çoğu burada oturur. Daha evvelde zikretmiştim. Mekke ve Medine’deki esnafın çoğunluğu Suud’un yerlisi değildir. Dışardan gelenlerin lisan bilmeyenleri bunu bilmez ve anlayamazlar.
Evet, Taif gelişmiş ve güzel bir yer. Sokaklarda gezerken, Allah Resul’ünün tebliğ için gelip de Taif’in ayak takımı tarafından taşlanmasını hatırlamamak mümkün değil… Yatsı namazını İbni Abbas Camiinde kıldık. Tercüman Ül-Kur’an Hz. İbni Abbas’ta burada medfun. Ruhuna birer fatiha okuduktan sonra Taif’e elveda deyip Riyad’a doğru yolumuza devam ettik. Taif-Riyad arası yaklaşık sekiz yüz km. civarında… Gece olduğundan yol boyunca geçtiğimiz yerler hakkında malûmat veremeyeceğim. Ancak mühim bir ziyaret ve merkez olmadığını söyleyebilirim. Çöl ortasında yılan gibi uzanan bomboş yollar… Bu yollarda istediğiniz kadar sürat yapabilirsiniz. Tabii gece olmasının da bunda rolü var…
Nihayet Pazar günü saat on iki otuzda Riyad’a ulaştık. Suudi Arabistan’ın beş büyük yerleşme merkezinin en büyüklerinden bir tanesi Riyad… Aynı zamanda Suudi Arabistan’ın başkenti… Burada üç-dört saat kadar ancak kalabildik. Bir ara arabamızı gören birkaç Türk işçisi koşarak yanımıza geldi. Trabzon’un Çaykara kazasından imişler… Konuşmamız esnasında eli ile işaret ederek: “Hocam, şu meydan var ya, işte orada cuma günleri idamlar infaz edilir. Geçen hafta bir kişinin başını kestiler. Suçunu bilmiyoruz ama yine de çok acıdık kendisine. “Ne gaddar insanlar bunlar…” “deyince baktım ki hem şehrim bu vesile ile İslam’ın ceza hukukunu beğenmeme noktasına sürüklenecek. Hemen sözünü keserek: -“ Bak hemşerim, evli misin sen? Deyince, evliyim hocam dedi. Kusura bakma ama şimdi sen şurada hanımınla yabancı birini kol kola giderken görsen ne yaparsın dedim. Burada mı hocam diye sordu. Evet dedim. Yanımızda silâh yok ama yine de haklarım dedi… Hiç acımaz mısın deyince de, amma yaptın hocam ha namus düşmanına hiç acınır mı? Dedi. Peki, hani demin acıdığını söylediğin kimsenin bir namus düşmanı olmadığını nereden biliyorsun? Hemşerim ne söylemek istediğimi hemen anlamıştı. Mahcup bir eda ile zaten hocam biz lisan bilmediğimiz için olan bitenden hiç bir şey anlamıyoruz ki… Dedi. Zaten onlara bizden başka acıyan da yok. Demek ki büyük suç işlemişler…
Gerçi benim niyetim Suudi hükümetini müdafaa etmek değil, İslam ceza hukukunun tatbikinde insanlık için hayat olduğunu anlatmaktı. Gaye hâsıl oldu ve ayrıldık. Biz arabanın yanından ayrıldıktan sonra onlar gitmiş, yaklaşık yirmi kg’lık bir elma sandığı alıp talebelere hediye etmişlerdi. Giderken elmaları dağıtan talebe şoförümüze elmayı uzatınca, Yusuf Bey’e dönerek: ”Bak hocam, fayda gelirse yine Karadenizlilerden gelir, diye takılınca gülüştük. Üç öğretmenden Yusuf Bey Kayserili, Salim Bey Adanalı, Ben ise Trabzonlu idim. Şoförümüz en çok Yusuf Bey’e takılıyordu. Böyle uzun yolculukta ara sıra şaka olmadan olmuyordu…
Evet, Riyad’dan hareketimizden yaklaşık on saat sonra Suudi Arabistan hududundan çıkıp Kuveyt hududuna girmiş bulunuyorduk. Çöl boyunca uzanan asfalt yollar yine ıssızdı.
Sınırdan itibaren bir saati aşkın bir zaman sonra Kuveyt’in merkezi bir yerinde arabamızı park ederek bir müddet uyuduk. Takriben bir saat sonra ezanlar okunmaya başlandı. Kalkıp namaza gittik. Gittiğimiz mescit, küçük bir mescit olmasına rağmen abdest alma yeri gayet muntazam ve temizdi. Musluklar çift, birinden soğuk diğerinden sıcak su akıyordu. Buradan da anlaşılacağı gibi Kuveyt modern ve zengin bir ülkedir.
Hoş ülke demek biraz acayibime gidiyor ya… Çünkü Kuveyt, yarım milyonu bulmayan nüfusu ile orta büyüklükte bir vilayetimiz kadar bir ülke. Petrol geliri sebebiyle, kişi başına düşen gelir bakımından dünyanın en zengin ülkesi. Açık pazar olduğu için aradığınız her çeşit malı bulmak mümkün… İleride ülkelerin ticari durumu hakkında ayrı bir bölümde malûmat verirken, bu ülkedeki alış veriş durumuna da temas edeceğiz inşallah.
Kuveyt’te yaklaşık on bir saat kadar kaldık. Talebelerimiz dolaşırken bir Türk’e, rastlamış ve yakında bir Türk kahvesinin bulunduğunu öğrenmişti. Bir uğrayalım diyerek dolaşırken bir Filistinli ile tanıştık. Bize çok yakınlık gösterdi. Bize rehberlik etti.
Bir müddet aramamıza rağmen kahveyi bulamayınca, aramaktan vazgeçtik. Kırk elli yaş arasında olan bu Filistinli bizi evine davet etti ise de gidemedik. Ticari hususta aldanmamamız için bize bazı hususları izah etti ve vedalaştık.
Kuveyt’te resmi müesseselerle görüşme fırsatımız olmadığından bu ülke hakkında bu kadarla iktifa ediyorum.
Kuveyt’ten hareketimizden bir buçuk saat sonra Irak Hududuna varmış bulunuyorduk. Arama hususunda en çok rahatsız edildiğimiz gümrük kapısı burası oldu. Bir buçuk saat burada beklemek zorunda kaldık. Bütün eşyalarımızın indirtilmesine rağmen doğru dürüst aramadan tekrar yerlerine koyup yolumuza devam ettik. Bir saat, sonra Irak’ta ilk durağımız olan Basra’ya gelmiş bulunuyorduk.
Iraklın toplam nüfusu 13 milyon civarında… En büyük şehri olan Bağdat’ın nüfusu ise dört milyon. Basra büyük bir şehir sayılmayacağı gibi pek gelişmiş de değil. Burada:
Hasan Basri Hazretlerini,
Abdullah İbni Sirini,
Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’i (R.a)
Rabiat-ül Adeviyye’yi
Ziyaret etme imkânı bulduk. Bunların çoğu bakımsız ve perişan bir halde bulunmaktadır.
Gerekli ziyaretleri yaptıktan sonra Basra’da hiç kalmadan yolumuza devam ettik. Hareketimizden sekiz saat sonra da Bağdat’a varmış bulunuyorduk. Arabamızı Azamiye Camii’nin önüne park ettik. Bu sırada sabah ezanı okunmuştu. Abdestlerimizi alıp gelinceye kadar namaz kılınmış olduğundan biz ayrı bir cemaat yaptık. Namazdan sonra caminin içinde bir kenarda tesbih çeken orta yaşlı ve sakallı bir zat dikkatimizi çekti. Yanına vardık. Caminin imamı olduğunu ifade etti ve Türkçe konuşmaya başladı. Konyalı imiş ve halen ailesi Konya’da bulunuyormuş. Bize Irak’ın rejimini övmeye başladı. Canım sıkıldı fakat bir şeyde söyleyemedim. Çekip gittik. Bir kaç saat sonra İmam-i Azam’ın Türbesi açıldı. Burayı ziyaret ettikten sonra yakında bulunan:
Kazimiye Camii ve Türbesi
İmam-ı Ebu Yusuf gibi ziyaretlere yaya olarak gittik.
Ondan sonra arabamızla: Kerbelâ, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Abbas, Hz. Hüseyin’in şehit edildiği yer ve sancaktarının kabri, Musa Kazım’ın oğlu Hz. İbrahim, Kerbelâ şehitleri, Abdülkadir Geylani’nin kabri, Cüneyd-i Bağdadi’nin, Genç Osman gibi ziyaret yerlerini dolaştık.
Bağdat’ta birçok ziyaretler vardır. Saydıklarımızım dışında şüphesiz ziyaret edemediklerimiz de olmuştur.
Bağdat’ta kaldığımız müddetçe iki genç Iraklı talebe bize rehberlik etti.
Bağdat gelişmiş bir yer. Öğrendiğimize göre Irak’ın yarıdan fazlası alevi imiş. Bununla birlikte iktidar alevi değil. Suriye’nin tam aksi bir durum… Demek ki Emperyalist ve Siyonistler böyle uygun görmüş…
Gezdiğimiz ülkeler içerisinde manevi bakımdan en bozuk olanı Irak… Rejim kendini kabul ettirmiş, muhalif bir hareketin varlığı hissedilmiyor.
Kerbela’dan gördüklerimizde ilginç. Hz. Hüseyin’in şehit edildiği yer, Kan rengi motiflerle süslenmiş mermer kaplı. Türbelerin içinde, ağlamaklı bir makamla devamlı ilahi okuyanlar var. Tabii, hele kadınlardan ağlamayan çok az. Biz içeri girdiğimizde, orada bulunan ve bize rehberlik eden zat, eli ile Hz. Hüseyin(R.A. )in başının kesildiği yeri işaret ederek öpünüz dedi. Bizde buna gerek olmadığını söyleyerek Hz. Hüseyin’in (R.a) ruhuna birer Fatiha okuduk. O da hayret edasıyla bize baktı durdu. Kerbela’dan Bağdat’a bir buçuk saatte dönebildik. Bağdat’ın hurması meşhurdur. Ancak, esnaf Irak dinarından başka bir para kabul etmediği için pek alış-veriş etme imkânımız olmadı. En son ayrılacağımız sırada talebelerin hepsinin hurma alacağını anlayan bir zât nasıl olduysa Suudi Riyali kabul etti de biraz hurma alabildik.
Bağdat’ta bir gün kaldıktan sonra Musul’a doğru yolumuza devam ettik. Hareketimizden beş saat sonra, gece sabaha yakın Musul’a vardık. Burada ilginç bir hadise ile karşılaştık. Sabah namazı yakın olduğu için arabamızı rasgele bir caminin önüne çekip biraz uyuduk. Kalkıp sabah namazını kıldıktan sonra kahvaltı yapıyorduk. Birde ne görelim? Bir polis arabası önümüze çekmiş devamlı bizi gözetliyor. Az sonra bir polis arabası daha geldi. İçeriden hızla dışarı fırlayan bir polis: “Gardaş yallah” sözünü birkaç defa tekrarlayınca işi ancak fark ettik. Meğer karşıda bir askeri bina var. Durduğumuz yerde park etmek yasakmış. Üstelik üzerinde Memnü-ül-intizar
(Beklemek ve Park etmek yasaktır) yazan levha, tam arabamızın aynasına değiyor. Gece görmediğimiz gibi sonra da fark edemedik.
Durduğumuz yer çöplükvari bir yer olmasına rağmen şüphe uyandırıcıydı. Bu bakımdan şüphelenmişler bizden. Bir müddet bizi izleyince de davranışımızda maksat olmadığını anlamışlar.
Oradan ayrılıp Yunus Aleyhisselâm’ın metfun bulunduğu caminin önüne gelip konakladık. Burada Yunus Aleyhisselâm ile az ötede bulunan Şit Aleyhisselâm’ın kabirlerini ziyaret ettik.
Musul’da mark bozdurmamızda mümkün oldu. Dolayısıyla ile alış veriş yapabildik. Bu husustaki intibalarımı son bölümde zikredeceğim inşallah. Musul’da yaklaşık sekiz saat kalabildik.
Musul’dan hareketimizden yaklaşık iki saati aşkın bir zaman sonra Türk hududuna gelmiş bulunuyorduk. İlgili gümrük memuru gelip talebe kafilesi olduğumuzu görünce gerekli kolaylığı gösterdi. Ancak ileride askeri birliklerce tekrar aranabileceğimizi söyledi bize… Gerçekten de az ileride askerlerce durdurulduk. İçeri giren üsteğmen selam verdi. Simalarımız tanışıyordu. Bu tanışma “Kalü belâ’dan…” mülhem…
Gezimizin nasıl geçtiğini sorduktan sonra hiç bir arama yapmaksızın ” yolunuz açık olsun ” dileğinde bulundu ve yolumuza devam ettik. Gümrük memurunun ifadesine göre beş vakit namazını kılan imanlı bir subay. Tesadüf değil tevafuk derler buna…
Bundan sonra ilk durağımızın Urfa olacağını kararlaştırmıştık. Sınırdan hareket ettiğimizde akşama çok az bir zaman kalmıştı. Urfa istikametine giden iki yoldan yanlışlıkla uzak ve sapa olana girmişiz. Mardin’in Midyat ilçesine 14 km. kala jandarmanın işareti ile durduk. Akşam hayli geçiyordu. Bu saatten sonra bu yollardan konvoy halinde ve jandarma refakatinde geçilebiliyormuş. Bu sebeple bir müddet bekleyeceğimizi bildirildi bize… Burada akşam namazlarımızı kıldık.
Bu yolda devamlı otobüsler, eşkıyalar tarafından soyulduğundan, bu tedbir alınmış…
Ne garip bir durum… Gezdiğimiz beş ülkenin hiçbir yerinde böyle bir korku hissetmedik. Vah Türkiye’m vah…
Biraz sonra gelen jandarma ekibi, biriken arabaları, Midyat’a kadar götürdü. Gideceğimiz yolun bir saatlik kısmında yine aynı tehlike varmış. Ama gece geç saatte jandarma da yok. Allah’a sığındık ve girdik yola. Şoförümüz durmadan ” Okuyun arkadaşlar.” diyordu…
Bu halet-i ruhiye içerisinde gece saat 01.00’de Urfa’ya vardık. İbrahim Aleyhisselâm’ın ateşe atıldığı yerdeki caminin avlusunda arabamızı park ederek bir müddet uyuduk. Peygamberler diyarı Urfa’da birçok ziyaretler var. Sabah namazını müteakip bu ziyaret yerlerini dolaştıktan sonra hava yağmurlu olduğu için fazla kalmadan Urfa’dan ayrıldık.
Hareketimizden iki saat sonra Gaziantep’e vardık. Burada ziyarete değer mühim bir yer yok. Çarşıyı dolaşıp piyasa hakkında malûmat edindik. Gaziantep’te birkaç saat kaldıktan sonra, şoförümüz Hatay’dı olduğu için Hatay’a uğramak niyetiyle yola devam ettik. İki saati aşkın bir zaman sonra Hatay’daydık. Geceyi burada geçirdik. Sabahleyin Hatay’ı gezip burada bulunan Habib-i ’Neccar’ı ziyaret etmiş olduk.
Hatay’dan sonra ziyaret için yalnız Tarsus’a uğradık. Burada Ashab-ı Kehf’i ( Ki Kuran-ı Kerim’de kıssası vardır.) ziyaret ettikten sonra yolumuza devam ettik. Tarsus’tan( Mersin ) hareket ettiğimizde ikindi namazını kılmıştık.(Cuma günü)
Ankara üzerinden cumartesi sabahı saat 10.00’da salimen İstanbul’a gelmek nasip oldu.
Irak üzerinden İstanbul-Mekke yaklaşık 4.500 km’lik bir yoldur. Yüz on km hızla giden bir otobüs saatte yüz km’lik bir yol alabiliyor. Bu duruma göre, bir otobüs bu yolu üç günde rahatlıkla alır.
Ülkeler içerisindeki geziler de dâhil olmak üzere, bu gezimizde, yaklaşık 10.000 km’nin üzerinde bir yol kat ‘etmiş olduk. Cenab-ı Hak, gitmeyenlere gitmeyi, gidenlere de tekrarını nasip etsin…
Not: Risalemizin sonunda Ortadoğu ülkelerini gösteren bir harita mevcuttur. Arzu edenler oradan bakılabilir.
Gezdiğimiz beş ülke içerisinde en ucuz olan ülke Suriye idi. Giderken ilk durağımız Suriye olduğu için buradaki piyasayı diğer ülkelerle mukayese imkânımız yoktu. İlerde daha ucuz olabilir ümit ve düşüncesi ile bu ülkeden fazla alış-veriş etmedik. Oysa sonradan gördük ki, bilhassa kitap piyasası diğer ülkelerden yarı yarıya daha ucuz.
Meselâ: iki cilt bir arada olmak üzere on beş ciltlik bir fıkıh kitabı olan El-Mebsut Halep’te 250 Suriye Lirası (250×15=3.750 TL ) Dört ciltlik Tefsir-i İbni Kesir ise 750 TL. Diğer kitaplar buna göre mukayese edilebilir.
Ayrıca Suriye’de Türk parası da geçiyor çoğu kere… Zaman zaman Türkçe bilenlerde çıkıyor.
Bu bakımdan alış-veriş için en elverişli ülke Suriye dersek yanlış olmaz… Şunu da kaydedeyim ki, Şam’a nazaran Halep biraz daha ucuz.
Diğer Ortadoğu ülkelerinde müşteriye hiç ilgi gösterilmediği halde Suriye’de gösteriliyor. Yalnız şu hususa da işaret etmek isterim: Bazı mallar Irak’ta daha ucuz. Hem bu ülkede alış-verişte pazarlık olmadığı için iş daha da kolaylaşıyor. Irak’tan bahsederken bu hususta daha geniş tafsilât vereceğiz.
Ürdün’ün ticari piyasası hakkında pek fazla bir şey söyleyemeyeceğim. Çünkü bu ülkede pek fazla kalmadığımız gibi, zaruri ihtiyaçlarımız dışında da pek alışveriş yapmadık. Bizim seyahatimiz esnasında bir Ürdün Dinarı. 235 TL idi.
Medine, Suriye’ye kıyasla çok pahalı. Bilhassa kitap piyasasında yüzde elli fark var. Yiyecek, içecek kısmının pahalı olduğunu tahmin etmek pek güç olmasa gerek… Fakat bu pahalılık buradaki gelirle kıyaslanacak olursa o zaman Türkiye’den bile ucuz sayılabilir.
Teknik ve elektronik cihazlar Türkiye’ye kıyasla çok ucuz. Orada çalışan bir kişi iki aylık geliri ile rahatlıkla bir araba sahibi olabilir.
Mekke ve Medine’de en pahalı olan şey ev kiralarıdır. Hele Mekke’de bir aylık kira ile bir senelik kira arasında hiç fark yok. Zira Hac mevsimi dışında çoğu evler boş; bu mevsimde alacağını alıyorlar. Meselâ; iki odalı normal bir dairenin senelik kirası 15.000 Riyal (15.000 x20=300.000 TL.)
Hemen şunu da ifade edeyim ki, burada alış-veriş edecek kimselerin, alacağı şey hakkında malûmat sahibi olması gerektiği gibi, birazda lisan bilmesi şart. Zira burada pazarlık etmeden bir şey satın alan kişi büyük ihtimalle aldanmıştır. Çoğu kere 50 Riyal denilen şeyi pazarlık etmek suretiyle 30 Riyale almak mümkün oluyor. Bu yüzden aynı eşyayı muhtelif kimseler değişik fiyatlarda satın alabiliyorlar. Tabii, pahalı alan kişi durumu öğrenince üzülüyor. Meselâ, talebelerimizin çoğunluğu bir düzine takkeyi 25 Riyale alabilirken, bir başka yerden hiç pazarlık etmeksizin ayni malı 20 Riyale aldığımız vaki olmuştur. Yine 190 Riyale alınan bir saati, bir başka yerden pazarlık etmek suretiyle 160 Riyale aldığımız oldu.
Mekke ve Cidde arasında fiyat yönünden pek büyük fark yok. Buradaki esnaf, bilhassa Mekke’dekiler Medine’ye kıyasla daha minnetsiz. Bir şey soruyorsun zorla cevap veriyorlar. Bunda sıcağın ve maddi bakımdan doymuş olmanın büyük payı olduğu gibi, müşterilerde hakikaten iltifat yetiştirilemeyecek kadar fazla…
Mekke ve Medine’deki esnaftan bir kısmı, bir şey sorduğunuzda, Türk olduğunuzu anlayınca, öğrendiği birkaç kelime Türkçe ile cevap vermeye çalışıyor.
Bir kere Mekke’de Yusuf Hoca ile dolaşıyorduk. Arapça olarak bir şeyin fiyatını sordu. Adam Türkçe cevap verince, Yusuf Bey hiç anlamamış gibi ” ma mana beş?” (Beş ne demektir?) diye cevap verdi. Adam bu sefer iyice şaşırdı.
Siz Türk değil misiniz? Diye sordu.
Yusuf Bey: Hayır Pakistanlıyım. Dedi.
Meğer adam da Pakistanlıymış. Bu sefer başladılar Urduca konuşmaya. Yusuf Bey Hocamız daha evvel Hindistan’da kaldığı için iyi Urduca konuşuyor.
Nihayet alışveriş bittikten sonra Yusuf Bey Türk olduğunu söyleyince, bu sefer adam inanmadı. Şakamızın gerekçesini izah ederek ayrıldık.
Evvelce de söylemiştim, Mekke ve Medine esnafının çoğunluğu yerli değildir. Dükkânın sahibi yerli olsa bile çalışanlar yerli değildir. Bunun da müşteriye karşı olan ilgisizlikte rolü vardır herhalde.
Bizim seyahatimiz esnasında bir Suudi Riyali 20 TL’ye tekabül ediyordu.
Bizdeki Taşdelen ayarındaki suyun bir buçuk litrelik plâstik şişesi üç riyal.(60 TL) Buna mukabil aynı miktar petrol, Türk parası ile 250 kuruş. Bu nokta üzerinde birkaç satırla durmak istiyorum:
Şu garip duruma bakin ki Suud’un su ihtiyacını Fransa ve Yunanistan karşılıyor. Bir şişe su karşılığında da birkaç litre petrol alıyor. Türkiye’de bol miktarda olan gıda maddelerinde de durum aynı… Buradaki yetkililerle bunun tartışmasını yaptık. Öğrendiğimiz şeyler yüzümüzü kızarttı. Suyun plastik kabını yapamadığımız için satamamışız… Gönderdiğimiz diğer maddelerin çoğu ya bozulmuş ya çürük çıkmış. Hatta gönderdiğimiz salça kutularının yüzde otuzunun içinin boş çıktığını öğrenince insanın yüzü kızarıyor. Siyonistler aramızdaki ticari münasebeti böyle plânlı baltalıyorlar ki bu mükemmel pazarı bize kaptırmak istemedikleri anlaşılıyor bundan…
Müslümanlar, inançlarını devletleştirmedikçe bu sömürü böylece süreceğe benziyor…
Düşünün bir kere, Suudi Arabistan kesilmiş tavuk ihtiyacını Bulgaristan’dan, gıda maddelerini İtalya ve Yunanistan, teknik cihazları Japonya, Çin ve diğer batılı ülkelerden, karşılıyor.
Bizde batıda dilenmek için çalmadık kapı bırakmadık. Hani, pek yakında Yunanistan’dan ödünç para ve petrol almaya başlarsak şaşmayın.
Su verip petrol almasını beceremeyen bir zihniyetten bundan başkası beklenemez.
Siyonistler veya onların uşakları devlete hâkim olur da, Müslümanlar aval aval bakarsa durum böyle olur.
Bu hakikatleri görenlerin sayısı her gün çoğalıyor. İnancımızın devlet olduğu günleri de göreceğiz inşallah…
Kuveyt küçük bir ülke olmasına rağmen aradığınız her şeyi burada bulmanız mümkün…
Suudi Arabistan’da olduğu gibi, buranın da piyasasına Japonlar bakim.
Burada bir malın fiyatı bir lira ise on lira isteyebiliyorlar. Bu bakımdan çok iyi pazarlık etmek şart. Esnafın çoğunluğu yine yerli değil. Burada Filistinli, Pakistanlı ve Yemenliler çoğunlukta…
Fiyatlar bakımından Kuveyt ile Suudi Arabistan arasında büyük bir fark yok. İyi pazarlık etmesi bilinirse Kuveyt belki biraz daha ucuz olabilir. Yalnız elektronik cihazlar Kuveyt’te biraz daha ucuz…
İnci’nin Kuveyt’te ucuz olduğunu söylediler… Bu yüzden buraya inci almaya gelenler oluyormuş.
Biz Kuveyt’te iken oranın bir dinarı bizim 250 liramıza tekabül ediyordu.
Irak, alış veriş bakımından diğer ülkelerin hiç birine benzemiyor. Bu ülkede tek fiyat sistemi hâkim. Pazarlıkta yok. Anladığım kadarı- ile büyük mağazalar devlete ait…
Dikkatimi çeken bir durum da, zaruri ihtiyaç maddelerinin ucuzluğu yanında, lükse kaçan malların ucuz olmaması…
Doğrusunu isterseniz, en rahat alışverişi Musul’da yaptık. Sanatkârlara lazım olacak aletler çok ucuz. Orijinal bir çekiç satıh aldım, bizim para ile yüz lira. Bizde olsa beş yüz liradan aşağı değil…
Bizim Yusuf Bey hocamız bir dikiş makinesi aldı. 10.000 TL. (44 Irak Dinarı) Aynı makine bizde elli altmış bin liradan aşağı değil. (Zikzaklı dikiş nakış makinesi…) Irak’ta aldığınız her şeye fatura kesiliyor. Esasında gezdiğimiz beş ülkenin hepsi de Türkiye’den ucuz. Hele gelir ile gider karşılaştırıldığında çok çok ucuz. Mesela: Suudi Arabistan’da bir işçinin aylık ücreti 3.000 Riyal (60.000 TL.)Bir işçi iki aylık kazancı ile bir otomobil satın alabilir.
Sözü buraya getirmişken işçilerin durumuna da birkaç satırla temas etmek isterim.
Suudi Arabistan’a resmi kanaldan giden işçiler durumlarından çok memnun.
Resmi kanalın dışında hususi mukavelelerle giden işçiler, bazen çok perişan duruma düşebiliyor. Şöyle ki: Buradan bir Türk firması, anlaşıp işçilerinizi götürüyor oraya. Sonra o firma Suudi şirketi veya yabancı şirketlerden çok yüksek fiyat istiyor. Tabii istediğini alamıyor. O takdirde işçiyi işten el çektiriyorlar. İşveren işçiyi çalıştırmak istiyor; işçi de çalışmak istiyor. Ama sözleşme Türk firması ile yapıldığı için çalışamıyor işçi. Bu sefer işçi, iş yok diye gerisin geriye gönderiliyor. Sözleşme hakkını söz konusu firmaya devretmek için 24.000 Riyal gibi fantezi bir fiyat isteyince bu da mümkün olmuyor. Kısacası işçinin sırtından geçinmek isteyen işçi simsarları, bazen işçilerimizi çok perişan duruma düşürebiliyor.
Türk firmalarının durumu ayrı bir dert… Meselâ: Şu bizim meşhur Fevzi Akkaya ve Sezai Türkeş firması yok mu, ne kadar alevi varsa alıp getirmiş işçi olarak Mukaddes topraklara. Mescid-i Haram’ın etrafındaki bin kadar işçiden yalnız iki tanesi namaz kılıyor. İşte biz böyle tanıtılıyoruz.
Suudi Arabistan’a işçi olarak gideceklere bir kaç tavsiyede bulunarak bu konuyu bitirelim.
Türk firma veya temsilcileri ile hususi mukavele yaparak oraya gidecek işçiler, mukavelelerini çok sağlam yapmalı; işveren kendisine herhangi bir sebeple iş vermediği takdirde başka bir işverenle sözleşme hakkının mahfuz olduğunu mukaveleye yazdırmalı. Sözleşmeler yeminli mütercimler tarafından yapılıp noterce tasdik edilmeli… Ayrıca şu kadar zamandan önce işsiz bırakıldığı takdirde, yurda dönüş için uçak parası yanında şu kadar tazminatın ödeneceği gibi bir kayıt konursa mukaveleye iyi olur. Gerçi, çoğu zaman işçi olarak yurt dışına gitme imkânı bulanlar, bu işe balıklama atladığından bu noktaları düşünemiyorlar.
Böyleleri arasından, oraya gidip de bir ay sonra perişan bir şekilde geri dönenler çok oluyor. Lisan bilmedikleri için haklarını da arayamıyorlar. Böylece akılsız başın cezasını ayaklar çekiyor…
Bu başlık altında, orada okuyan talebe arkadaşlar ve yeni gitmek isteyenler için bir kaç hususa temas etmek istiyorum.
Şunu peşinen ifade edeyim ki oradaki Şeriat Fakültesi’nde bizim Yüksek İslâm Enstitüsü’nden daha üst seviyede eğitim yapıldığını söylemek mümkün değil. Aradaki fark Arapça öğrenme avantajıdır. Orada gerek Fakültede okuyanlar ve gerekse ihtisas yapanlar durumlarından memnun. Suudi hükümeti talebelere ayda 11.000 TL. İhtisas yapanlara ise- yaklaşık 20.000 TL verdiği için maddi sıkıntı söz konusu değil…
Ancak evli olanlar için bu imkânlar yeterli değil. Orada ev kiralamak büyük problem… Ayda bin riyalden aşağı ev bulmak mümkün değil. Verilen burs bunun yarısını bile karşılamaz. Lisan durumu halledildikten sonra, işini iyi bilenler bu durumda da hal çaresini bulabiliyor.
İhtisas için Medine Üniversitesi çok ağır şartlar koşuyor. Meselâ okulu pekiyi veya birincilikle bitirmek gibi… Mekke biraz daha kolay. İlk önce lisan kursunu bitirmek şart… İki yıl ve dört sömestrili olan bu kursları daha kısa zamanda bitirmekte mümkün. Bu kursta lisan dışında derslerde var; Hadis, fıkıh gibi…
Ondan sonra ister Fakülteye devam et, istersen ihtisas yap.( Yüksekokul bitirmiş isen tabii.)
Oraya okumak için gidecek arkadaşlar, öncelikle Diplomanın Arapça tercümesi ve sureti (Noter den tasdikli) tavsiye Mektubu ( M.S.P.den) ve müracaat dilekçesi ile başvuracaklar. Diğer formaliteler sonradan tamamlanıyor. Orada işi bir takip eden olursa netice daha kısa zamanda alınabilir. Bu da altı aydan önce zannetmiyorum mümkün olsun…
Oradaki Üniversite, daha ziyade İslami eğitim imkânı olmayan ülkelerin talebelerine öncelik veriyor. Bu yüzden Türk talebelere az kontenjan ayrılmış.
Okuldaki hocaların çoğunluğu Türk talebelere çok ilgi gösteriyorlar. Oradaki arkadaşların ifadelerine göre Suriye ve Ürdünlü gençlerle çok samimi dostluk kurup; hizmet yürütülebiliyor. Yani yaşantı ve karakter yakınlığı muhabbeti artırıyor.
Evet bu hususta söyleyeceklerimde bu kadar..
……………………………………………………..
……………………………………………
……………………………..
………………
Toplam yirmi iki gün süren gezimiz esnasın da zikre değer bulduğum hususlar bu kadar…
Allah’ım!
Tüm dünyadaki Müslümanlara, İslâm’ı devlet yapma ve aradaki sun’i sınırları kaldırarak, yek vücut olma şuur ve basiretini nasip eyle….
…………….Amin. . .
Velhamdülillahi Rabbil âlemin…
……………………………………………..
………………………………….
…………………
…………….
…….
KIRK YIL ÖNCE DEDENİN EKTİĞİ HAYIR TOHUMU MEYVESİ’NİN TORUNUNA YANSIMASI…
1979-80 Eğitim yılında İst. İHL de ücretli derse giriyordum. Öğrenciler Umre ’ye gitmek üzere organize olmuş ve rehber öğretmenler arasında beni de seçmişlerdi. Ön hazırlıkları tamamladıktan sonra 35 kişilik bir öğrenci gurubu ile yola çıktık. Kiraladığımız otobüsün Bolu’da mazotu bitmiş; mazot sıkıntısı sebebiyle, gece Vali Bey’i yatağından kaldırarak mazot alabilmiştik. Kiraladığımız otobüs Hatay’a ulaştığında, mazota gelen zam sebebiyle, bizden ek ücret talep etmiş; vermezsek yola devam edemeyeceğini bildirmişti. Öğretmen ve öğrencilerin çok sınırlı imkânlarına rağmen fark vermeye razı olmuş; yola devam ederek Halep’e geçmiş ve orada bir kaç saatlik serbest vakit molası vermiştik. Bir gurup öğrenci çarşıda gezerken, yapı market diyebileceğimiz bir iş yerinin sahibi ile karşılaşınca, gördükleri aşırı ilgi ve iltifatın sebebini anlayamamış, içlerinden biri koşarak yanıma gelip benden yardım istemişti. Anlamakta zorlanmasam da konuşmak da zorlanmama rağmen iş başa düşmüş ilk rehberlik görevimi yapmak zorunda kalmıştım. Dükkânın içine girip kasadaki 60-65 yaşlarında, sakallı ve nur yüzlü amcaya selam verip kendimi tanıttım. Etrafımızda olan 10-15 civarında bir gurup öğrenci büyük bir merakla bizi izliyor ve dinliyordu. Zar zor da olsa yurt dışındaki bu ilk görevimizi yaptık. İsmi Muhammed Mahmud Badinçki olan bu amcamız çok duygulu bir konuşma yapmış “Türkiye’den 15-18 yaşlarında gençlerin Umreye gittiğini görmek” Onu çok sevindirmiş; duygulandırmış ve heyecanlandırmıştı. Konuşma sonunda bizi yemeğe davet etmiş; gidemeyeceğimizi anlayınca, oturduğu masanın çekmecesini geri çekerek içindeki bütün kâğıt paraları bir poşete doldurarak zorla bize vermiş; bütün karşı ısrarımıza rağmen almak zorunda kalmıştık. Nur yüzlü amcamız bu paranın talebelere dağıtılmasını istiyordu. Bizi uğurlarken gözlerinden akan yaşlar bizi de çok duygulandırmış; etkilemişti. Sonradan öğreniyoruz ki bu muhterem zat, Hastane, Cami ve diğer müştemilatlardan oluşan Halep’teki İbadürrahman külliyesini yaptıran derneğin başkanıymış…
Otobüste poşet içindeki parayı saydığımızda gördük ki, otobüsün istediği ek zammı karşılayacak bir meblağ verilmişti bize…
Giderken, Suriye, Ürdün üzerinden ulaştığımız Suudi Arabistan’dan ayrılıp geri dönüşümüz Kuveyt ve Irak üzerinden olmuştu. Yol boyunca not tutmuş ve döndüğümüzde hatıralarımı daktilo ile yazarak kitap haline getirmiştim. (https://haremeyn.com/tr/sayfa/ahmet-ziya-hocanin-ilk-umre-ve-ortadogu-gezisi-hatiralari-1980m-1400h ) Aradan yıllar geçmiş bu küçük hatırat kitapçığını sakladığım yeri bile unutmuştum.
2017 yılında, kütüphanemde bir kitap ararken, her şeyini elle çizip dizayn ederek ciltlediğim bu hatıratım gözüme çarptı. Elime aldım; yaklaşık kırk yıl önce teksir kâğıdına daktilo ile yazdığım bu kitapçıkta yazdıklarımı büyük bir merakla tekrar okudum. Halep’te yaşadığımız bu hatırayı okuyunca Muhammed Mahmud Badinçki amca gözümde canlandı; samimi, içten ilgi ve alakası, öğrencilere yaptığı yardım, gözlerimizi yaşartan duygulu konuşması ve döktüğü gözyaşını hatırladığımda ilk aklıma gelen, ülkelerindeki sıkıntılar sebebiyle Türkiye’ye sığınan Suriyelilerden Muhammed Mahmud Badinçki amcayı sormak oldu. Fatih, Fevzipaşa Caddesi Yavuzselim kavşağına yakın bir binanın en üst katında “Şam-ı Şerif Derneği” tabelasını görünce çıkıp zile bastım. Kapıyı açan Suriyeli gence kendimi tanıttıktan sonra Muhammed Mahmud Badinçki isimli Halepli bir esnaf vardı; tanır mısın diye sordum. Tanımam ama meşhur ve bilinen bir aile olmaları sebebi ile duymuşluğum var dedi.
O zaman araştırmanızı ve sağ olup olmadığını, sağsa nerede olduğunu bana bildirmenizi rica ediyorum; deyip telefon numaramı bırakarak ayrıldım.
Bir gün sonra beni arayarak, Muhammed Mahmud Badinçki Beyin, bizim Halep’te karşılaştığımız yıldan bir yıl sonra Mekke’ye hicret etmek zorunda kaldığını, orada vefat edip Cennet-ül Mualla’da defnedildiğini bildirdi. Kaderin cilvesine bakın ki ben de 5 Eylül 1980 de Mekke Ümmül Kura üniversitesine kabul edilerek gitmiş olmama rağmen Mekke’de karşılaşma imkânımız olmamıştı.
Evlatlarını sordum; araştırıp bilgi vereyim dedi ve bir kaç saat sonra arayıp bir oğlunun Türkiye’de Mersin’de olduğunu söyleyip adını ve telefonunu bildirdi. Yanlış bir anlaşılma olmaması için, kendimi tanıtıp babası ile ilgili hatıramı anlatarak kendisi ile tanışmak istediğimi, bir sıkıntıları varsa yardımcı olabileceğimi yazıp mesajla kendisine bildirdim. Bir iki saat sonra beni aradı ve çok duygulandığını ve memnun olduğunu söyledi. Kendisini İstanbul’a davet ettim. Oğlunun İstanbul’da olduğunu, bazı sıkıntıları sebebi ile yanıma gelmesi için telefonumu ona vermek üzere izin istedi. Çok memnun olacağımı bildirip ben de oğlunun telefon numarasını aldım. Az sonra oğlu arayıp adres sordu ve yarım saat içinde Fatih’teki ofisimizde yanıma geldi. Sağlık sıkıntılıları sebebiyle işsiz olduğunu öğrendim. Suriye’de iken ne iş yaptığını sorunca, düğme boyacısı olduğunu, imkân olsa işini yapabileceğini söyledi. Kendisine her türlü yardımı yapabileceğimi, dükkân bulması halinde kiralama, sermaye temin etme dâhil ne isterse verebileceğimi söyledim. Sağlık konularında fikir verip yardımcı olarak kendisini rahatlattım. Bir müddet sonra da iyi bir iş bulması ve normal bir hayat sürdürmesi mümkün oldu. Kendisine, dedesinin 40 yıl önce ektiği hayır tohumunun meyvesi olarak, yardımcı olmamızı sağlayan kişinin dedesi olduğunu söyleyip anlattım…
Dedesinin dostluk temelini nasıl oluşturduğunu öğrenen genç torun şaşırmıştı; ne diyeceğini bilmiyordu.
Yanıma uğramaya çekinse de izlerini takip ederek hal hatır sormaya devam ediyorum. Suriye, âlimleri ihlaslı insanları, sokak serseri ile bizim bir parçamız. Hilafetin yıkılması ile onlar da bizim gibi öksüz kalmış. Yetimlerin, öksüzlerin görünüşlerine aldanma, külleri karıştırdıkça yeniden alevlenecek yanıp tutuşacak tazelikte bir sönüşü, yeniden tutuşturmak işi galiba yine bize nasip olacak…
Not : Lübnanlı stratejik araştırmalar uzmanı bir Hristiyan olan Dr. Nebil Halife’nin Suriye ile ilgili Lübnan MTV kanalında yaptığı konuşmayı tercüme ederek değerlendirmenize sunduk. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim…
Geçen gün bir arkadaşımın oğlu yanıma gelerek,
Hocam, eşimle geçinemiyoruz; boşanmayı gündeme aldık. Bize yardımcı olur musunuz dedi ve celse için uygun vaktimi sordu. Ertesi gün öğleden önce gelmelerini söyledim; eşi ile beraber geldiler…
İlk sözü kime verelim diye ortaya sordum. Eşi beyini işaret edince, sözü arkadaşımın oğluna verdim; özetle anlattı. Konu berraklaştı. Anlatılanlar doğru mu diye eşine sordum; başını eğip doğruluğunu teyit edince işim kolaylaştı; sözü uzatmaya gerek kalmadı…
Uzlaşma ve evliliği devam ettirme ihtimali üzerine durmamı istemediklerini anlamıştım.
Boşanma konusunu müzakere etmiş ve ilkelerde mutabakat sağlamışlardı bile…
İki çocukları olmasına rağmen boşanma konusunu pek ciddiye almadıklarını gördüm. Yanıma gelip fikrimi sormaların sebebi, arkadaşım olan babalarını, ailesinin tepkilerini azaltmaya, sitemlerini yumuşatmaya yönelikti…
Kendilerine sordum; Şiddetli geçimsizlikten nasıl emin oldunuz..? Verdikleri cevaplar beni tatmin etmemiş olsa da boşanmaktan vaz geçirme imkânım olmayacağını anlamış olmam sebebi ile onlara şu tavsiyede bulundum: “Boşanmaya karar vermiş; ilkelerini de belirlemiş olduğunuza göre, bari Sünnete uygun şekilde boşanmayı gerçekleştirin.”
İki tarafın da şaşırdığını gördüm; boşanmada da Sünnet mi olur der gibi bana baktılar… Evlenirken dini nikâhı dikkate alanlar bile, boşanırken dinin tavsiyesini hatırlamıyor; Sünnete uymayı akıllarına bile getirmiyorlar.
Bana ne deseler beğenirsiniz..? Sünnete uygun boşanma olduğunu ilk defa duyduk Hocam, bilmediğimiz şeyi nasıl uygulayabiliriz..?
İş başa düşmüştü; onlara kısaca Sünnete uygun boşanma şeklini anlattım ve gittiler… Sonucun ne olduğunu sormayın, ama Sünnete uygun boşanmanın nasıl olacağını bilmiyorsanız mutlaka okuyup öğrenin. Öğrenmekle kalmayın; çocuklarınıza ve gençlere de öğretin lütfen… 28.11.2021 ÜsküdarAhmet Ziya İbrahimoğlu
Çok vakit israfına yol açtığı için sosyal medyayı sınırlı kullanıyorum. Bazı Whatsap guruplarındaki paylaşımlarım dışında bir de YouTube kanalım var. Çocuklarımın yardımı ile orada da bazı paylaşımlarım oluyor. Bunun dışında bir mecra için ayırabileceğim bir vaktim olmuyor. Yaş ilerledikçe hareket gücümüz de azalıp zayıflıyor… YouTube kanalımda sadece kendi düşüncelerimi değil, izleyip beğendiğim, takdir ettiğim videoları da paylaşıyorum. Bu baptan olarak Almanya’da ikamet etiğini zannettiğim bir gencin, “Almanya’daaraba fiyatları neden ucuz” isimli bir yorum videosunu da paylaşmıştım… Benim kanalımda en çok tıklanan 3. video olunca şaşırdım. Takipçi yorumlarına bakma alışkanlığım olmadığı halde, bu videoya yorum yazanların çoğalması dikkatimi çekti ve şöyle bir göz atayım dedim. Bir de gördüm ki alışkın olmadığımız bir dinleyici kitlesi yorum yazıyor. Küfür ve hakaret gırla gidiyor. Uzun zaman ilgilenmedim; bir seneye yakın bir zaman geçtiği halde yorumların devam ettiğini görünce, seçtiğim 2-3 kişiye cevap verip nasihat etmeye çalıştım. Bozuk üslup sahibi olanlardan bir kısmı biraz toparlanma ihtiyacı duysa da diğer bir kısmı inkârcı, küfür ve hakaret üslubu ile yazmaya devam etti. Bunlardan Alper Kibar ismi ile yazan bir genç ile yazışma seyrini, aşağıda dikkat ve incelemenize sunuyorum.İbretle okumanız umut ve temennisi ile arz ederim:
https://www.youtube.com/watch?v=ZWN581jvExE
**Alper Kibar :**Alman devleti hiçbir zaman kendi arabasını çıkarmadı. Hepsini özel firmalar çıkardı. Mercedes Benz, Audi, BMW, Opel vs. hepsi özel firmalar ve kalifiyeli mühendisler tarafından üretildi, patentleri alındı ve insanlara satıldı. O yıllarda Alman bunları yaparken sen Astronomiyi “Meleklerin etek altına bakılıyor” diye yasakladın, Domuz derisi kullanılıyor diye matbaayı yasakladın, sırf kendi götünüzden uydurup insanlara din diye dayattığınız saçmalıklar ortaya çıkmasın diye kuranın Türkçeye çevrilmesine bile karşı çıktınız, bunlardan da bahsetsene..
Ahmet Ziya Hoca : Dünyaya at gözlüğü ile bakıyorsunuz; tekrarlayıp durduğunuz 3-5 yalan yanlış cümleden başka söyleyecek sözünüz olsa, biraz farklı bilgileri de okuyup dinleseniz daha iyi olmaz mı..? كلمة تاريخية مدهشة تستحق الترجمة إلي العربية Fıtratı bozulmamış, politize olmamış bir Anadolu insanından tarihi ve müthiş bir değerlendirme..
**Alper Kibar :**Gerçeği söylemek ne zaman at gözlüğünden bakmak oldu? Sizden de, sizin neo osmanlıcı siyasal islam zırvalıklarınızdan bıktım usandım artık. Kabak tadı vermeye başladınız iyice. Herhangi birinizi görünce ya midem bulanıyor ya da bunlar deli diye 112’yi arayasım geliyor. Tek yaptığınız şey kafaya fes, parmağa yüzük takıp masaya yumruk vurarak Türk, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı yapmak. Öldü lan Osmanlı öldü öldü, kabul edin artık. Geçmişi irdelemek yerine bi önünüze bakın. Gericiliğinizde kaybolup gidiosunuz. Yapmayın bunu. Tarihi böyle çarpıtan gerici kişilikler yerine, araştırma ve analiz yeteneği olan, gerçekleri hiçbir kişiden ve gruptan çekinmeden dosdoğru bir şekilde anlatan kişileri izleyin. Bahsettiğim adamın videosunun linkini attım.
bi de şu Noodle harfleriyle yazdığın şeyi Türkçe yaz, anlamıyorum hiçbir şey(gerçi İstiklalde bombalı eylem yapmayı planlamıyorsan Türkçe yazardın)
**Alper Kibar :**Türkçesini yazıon zaten, bi daha niye noodle dilinde tekrar yazıon? Ego mastürbasyonu falan mı bu? İlle de CIA, FBI falan mı etiketleyelim “bu terörist, bulun bunu” diye?
**Ahmet Ziya Hoca :**Latin harfleri üstündeki yazı da dedenizin kullandığı yazı. Dedenize saygısı olanları dikkate almak suç mu..? CIA ya değil ama biri kalkıp sizin durumunuzu dedenize anlatıp gösterse ne derdi..?
**Alper Kibar :**benimle gurur duyardı, çünkü kendisi çocukken, askerlikten muaf olmak için “ben hocayım, ben şu tarikatın müridiyim” bahanesiyle savaştan kaçanların aksine, Artvinde faaliyet gösteren rum ve ermeni çetelerini avlamaya çalışan askere yemek ve su götürürdü. Kendisi aynı zamanda Sakarya savaşında torunu yaşında kızla nikahlanan, savaş bittikten sonra da apar topar kaçan heriflerden hiç hazetmediği için Atatürke ve onun ilerici ilkelerine sıkı sıkı bağlı kaldı. Ayrıca sizin noodle alfabesi üzerinden ajitasyon yapmanız, ona saygı duyduğunuz anlamına gelmez. Adam zaten osmanlıcılardan ve islamcılardan ölümüne nefret eden bir Türkçüydü. **Ahmet Ziya Hoca :**Türkçülük yapanların Öncülerinden hiç birinin Türk olmadığını bilir misiniz..? Sloganları bırakıp biraz okuyup araştırmak daha güzel olmaz mı..? Gönderdiğiniz videoyu dikkatle dinleyip izledim. Sabataycı ve Yahudi olanların çarpıttığı gerçeklere inanıyor; Türk oğlu Türk, büyük amcası İstiklal harbi subayı, İsmet Paşanın mesai arkadaşı olan bir insanı itham ediyorsunuz. Devrim otomobilini üretmeye kim teşebbüs etti; kimler engelledi..? Vecihi Beyin ilk uçak yapma teşebbüsünü kimler engelledi…? Bunları bilmiyorsanız, okuyup öğrenmeniz gerekir. Biliyorsanız bize de aktarın ki doğruyu öğrenelim. Sahi 150 senedir Türkiye’yi İttihatçı kafalar yönetmiyor mu..? Tank, uçak ve araba ürettiniz de biz mi mani olduk..? İnsansız hava araçlarını, aşık olduğunuz zihniyete rağmen kim üretti..? Biraz da bunlara kafa yorsanız ufkunuz genişlemiş olmaz mı..? Linkini gönderdiğiniz videoda bile ipuçlarına işaret ediliyor. Fikir düşmanlığı iyi bir hastalık değil. Farklı fikirleri bile dinleyebilmeliyiz. Vehbi Koç, kendisi araba üretmedi; araba üretenlerin aracısı olarak Türkiye pazarını sömürdü.
**Alper Kibar :**Adam kaynaklarıyla ve tüm detaylarıyla ne varsa anlatıyor, sen sabetay ve yahudi diyorsun. Ona bakacak olursak sen de suud destekli zırvalara gözün kapalı inanıyorsun. Öğrenmişsiniz bi kere sabetay ve yahudi kelimelerini, işinize gelmeyen ne varsa bu ikisiyle kestirip atıyorsunuz.
**Ahmet Ziya Hoca :**Siz tanımadan bilmeden konuşuyor/yazıyorsunuz. Benim aile büyüklerim CHP li olup büyük amcamlardan biri İsmet paşanın silah arkadaşı, diğeri aile doktoru. Ankara Tıpda okuyan ve yaşı ellinin üstünde olan herkes bilir; tanır. M.Kemal’in nutkunu okuduğum gibi, Onun Sağlık ve MEB Rıza Nur’un hatıratını da kendi el yazısından okudum. İsmet Paşanın hatırasına da aşinayım. Şimdi benim mi, senin mi daha sağlıklı düşünme imkânın olabilir? Siz bana objektif bilgi ihtiva eden bir kitap okuduğunuzu söyleyebilir misiniz? Benim evim, orjinal belgelere dayanan kitaplarla dolu… Okumam gerektiği halde okumadığım için cahil kaldığımı zannettiğiniz bir kitap varsa söyleyin; hemen alıp okuyayım. Siz delile ve belgeye dayanan bir kitap okuyup fikrinizi oluşturmuş iseniz, muhatabınıza hakaret etmez; delil ve belge sorarsınız. Biz hiç bir insanın şahsına değil, sadece yanlış davranış ve fikirlerine karşı olabiliriz. Hakaret etmeyiz; sadece davranış veya düşüncelerini tenkit ederiz. Bunu yapan her düşünce sahibine de tahammül eder; saygı duyarız.
Alper Kibar : Arkadaş, okuyoruz diyip kendinizi kandırmayın, beni zaten kandıramazsınız.
Okusanız bile işinize gelen kısımları kırpıp pazarlıyor, işinize gelmeyen kısımları da pas geçiyorsunuz veya kendi ideolojinize uygun isimleri okuyorsunuz. Karşıt görüşe hiç hazetmiyorsunuz. Hemen sabetay, yahudi, mason vs damgasını basıp geçiyorsunuz, böyle saçmalık olabilir mi? Rıza nura gelecek olursak kendisi Türkçü bir yazardı. Mezarında da “Türklük için yaşadı, Türklük için öldü” yazar. Mezar taşına bunu yazdıran adam, Türk ve Atatürk düşmanı olabilir mi? Ki zaten saltanatın kaldırılması için Atatürke bu önergeyi veren ta kendisidir. Rıza nurun hatıratlarının kendisine ait olup olmadığı konusunda herhangi bir kesinlik yoktur. Çünkü popcorn kadir bu hatıratları British Museum’dan 1967 yılında almıştır ve hiçbiriniz bundan bahsetmez. Rıza nur bu hatıratları 1935 yılında İngiltereye veriyor ama popcorn 1967 yılında geri alıyor. Bundan hiç mi şüphelenmediniz? Rıza nurun hatıratlarını okudum dersin ama adamın islam dahil tüm dinlere karşı olduğunu bilmezsin. Atatürkün sağlığında kaleme aldığı Türk Tarihi kitabında Türklerden ve Atatürkten övgüyle bahsettiğini bilmezsin. Rıza nurun psikolojik sıkıntılarının olduğu, paranoid reaksiyonlar gösterdiğini bilmezsin. Sizi insanlık adına uyarıyorum, bu adamların yolundan gitmeyin. Bu işlerde pis işler, korkunç tezgahlar dönüyor. Sizi dolandırıyorlar, aklınızla dalga geçiyorlar. Kula kulluk etmeyin. Önünüze konan şeylere bakın, mantık kurun. Hemen ona inanmayın. Bunlara izin vermeyin. Kula kulluk etmek, birilerine koşulsuz şartsız biat etmek hoşunuza gidiyorsa başka. Siz sanıyor musunuz ki istediğiniz rejim geri gelince her şey herkes için mükemmel olacak, her şey daha iyi ve daha güzel olacak? Bakın, büyük bir yanılgı içerisindesiniz. Gittiğiniz yol, yol değil. İleride başınıza çok daha büyük ve ağır sıkıntılar gelecek. Cumhuriyet giderse hepimiz onu mumla arayacağız, Cumhuriyete sahip çıkın. Onu yıkmak isteyenlerle yürümeyin.
**Ahmet Ziya Hoca :**Cevabi Notunuzu okudum; ufuk açıcı görüşlerinizden daha fazla istifade etmek için tavsiye edeceğiniz bir kitap varsa yazmanızı arzu ederim. Sadece bir iki hususu açıklığa kavuşturmanızı arzu ederim:
1- Rıza Nur hatıratını 4 nüsha yazdığını ve 1960 dan önce yayınlanmasını istemediğini vasiyet etmiş. Bu nüshalardan birini, sizin de yazdığınız gibi, İngiltere’deki kütüphaneye bıraktığı halde, diğer üçünü farklı ülke ve yerlere bırakmış; bir kazaya kurban edilmemesi için gereken tedbiri de almış. Benim elimdeki nüsha, kendi el yazısı ile yazdığı, Osmanlı Türkçesi ile yazılmış nüshadan tıpkı basım yapılmış nüsha…
2- M.Kemal Atatürk’ün Sağlık ve MEB, Lozan Antlaşmasını Türkiye adına müzakere edip imzalayan 3 kişiden biri, Atatürk’ün özel aile hekimi ve sırdaşı, Türkçülüğü müsellem olan bir kişiyi sadece Atatürk’ü tenkit etti diye akli dengesinin bozukluğu ile itham etmek pek aklıma yatmadı.
3- M.Kemal Atatürk’ün eşi olan Latife Hanımın hatıratının yayınlanmasına niçin müsaade edilmediğini de anlayabilmiş değilim. Siz anlayabildiniz mi?
4- M.Kemal Atatürk’ü, tarihi bir şahsiyet olarak, koruma kanunu çıkartılmasına ihtiyaç duyulmasını da anlayabilmiş değilim. Yavuz, Kanuni, Fatih’i koruyan bir kanuna ihtiyaç duyulmadığı halde M.Kemal Atatürk’ü kanunla koruma ihtiyacı duyulmasının sebebi nedir? Hz. Ömer için bile koruma kanunu çıksa şüphelenmez misiniz?
5- Sorgulayıcı olmamızın, taraftar ve muhalifleri beraber okumamızın ne gibi zararı olabilir?
Alper Kibar : Ben sizin tayfaya değil tarih kitabı, cin ali kitabı bile önermem. Ne önersem ideolojilerinizin etkisinden çıkmayacağınız için bu gayrete girişmeyeceğim. O yüzden geç o işi. Şimdi gelelim senin karın ağrılarına(gerçi anlatsam da bi kulağından girip ötekinden çıkacak ama ben yine de insanlık görevimi yapayım. Belki birileri yanlışından sapar)
Hatıratların tarih nezdinde kesin bir geçerliliği yoktur. Doğru veya yanlış olmalarının hiçbir önemi yoktur. Hatıratlar, tarihi kanıt olarak sayılmazlar. Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde böyledir. Hele ki kesinliği tartışmaya açık ise hiç girmeyin bu topa, sizi fena üzerler.
Kimse onu Atatürkü tenkit etti diye delilikle suçlamadı. Yazdıklarında büyük tutarsızlar, çelişkiler ve bu sorunlardan muzdarip olduğu bariz bir şekilde belliydi. Kendi gibi olmayan herkesi aşağılayan birinin psikolojik sorunları olmadığına nasıl kanaat getirdin?
Atatürk, Latife Hanımın isteği ve bildirmiş olduğu vasiyeti doğrultusunda hatıratlarının kimsenin okumasını istemedi. Aynı zamanda ikinci kuşak yakınlarına da bu konu hakkında konuşulmasını bizzat Latife Hanım yasaklamıştır. Latife Hanımın yasaklamış olduğu hatıratlara nasıl ulaştığınızı da merak etmiyor değilim. Bu yaptığınız büyük bir suç bu arada. Kişinin vasiyetini çiğnemek, özel hayatın gizliliğine saygısızlık suçlarından başınız belaya girebilir. Kişinin ölmüş olması bunu hiçbir şekilde değiştirmez.
5816 sayılı kanun, Atatürke yönelik eleştiri yapılmasını veya onun hakkında tarihi gerçeklerlerin ortaya çıkmasını yasaklamak için değil, ona hakaret edilmesini yasaklamak için konulmuştur. Ötekilerini korumak için herhangi bir kanuna ihtiyaç yok, çünkü hiç kimse onlara mesnetsizce iftiralar atıp hakaretler etmiyor(sizin Atatürke yaptığınız gibi). Ayrıca bu kanunu chp değil, dp çıkartmıştır. Sayenizde kendi atalarına iftira atıp hakaret eden tek millet olduk.
Sorgulamanıza hiç kimse bir şey demiyor, ama birilerine iftira atmak, saygısızlık yapmak, hakaret etmek sorgulamak değildir. Sorgulamak, sevmediğin birisi veya ideoloji hakkında çarpıtılmış bilgilere gözü kapalı inanmak değildir. Biz sorguluyoruz diye beni yemeyin. Fıtratında kula kulluk etmek, birilerine itaat etmek, biat etmek olan birinin sorgulayıcılığı tartışmaya açık bir konudur. Bu kişi ben sorguluyorum diosa uzak dur ondan, selamı sabahı kes. Mahallede gördüğün zaman da tanımıyormuş gibi yap.
**Ahmet Ziya Hoca :**Düşüncelerinize karşı düşüncelerimi yazmayacağım fakat hatalı bilgi ve ifadelerinizi düzeltmemi anlayışla karşılayacağınızı umuyorum:
1-Bırakınız vefat etmiş tarihi bir şahsiyeti size bile hakaret ifade eden bir cümlemizi gördünüz mü? Hakaret edenler olabilir fakat şimdi benimle yazıştığınıza göre, sizin hakaret ihtiva eden sözlerinize bile mukabele etmeden sadece fikirlerimi beyan etmeme rağmen neden genelleme yapıyorsunuz?
2- Latife Hanım yazdığı hatıratın ne zaman yayınlanacağını kendisi vasiyetinde yazıp belirtmiş. O tarih gelmiş, hem kendisi hem de eşi M.Kemal vefat ettiği halde yayınlanmasının engellenmesini izah etme imkanı varsa onu bilmek isterim. Yoksa kendisi yayınlanmasını istemediği bir hatıratı neden yazsın? M.Kemal de her hükümdar gibi bir insan, doğru ve yanlışı olabilir. Bunları bilip ibret alma hakkımız yok mu? Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zellelerini (hatalarını) bile konuşabiliyoruz. Öyle değil mi?
3- Ben 5816 yı kimin çıkardığını zikretmedim. Buna rağmen DP çıkarttı deyip beni tekzip eder gibi yazmanız, DP yi savunur gibi göstermenize ne gerek vardı?
4- Rıza Nur Bey 2 farklı branşta uzman olan bir hekim. Yazdıklarını okusanız psikolojisinin çok yerinde olduğundan hiç şüphe etmezsiniz. Yazdığı her şeye onay vermek zorunda değiliz. Ama okunmasını yasaklamak asla onaylanamaz.
5- Latife Hanımın hatıratını bastırmak engellenmiş olsa bile okunması yasaklanmış değil. Bizim okumamız sizi neden rahatsız etti anlayamadım?
Alper Kibar : Sırf senin ideolojine uymuyor diye gerçek değişmez, gerçek gerçektir.
Propagandası da olmaz. Görüş ve olguyu birbirine karıştırmayın ve ikisi aynı şeymiş gibi lanse etmeyi kesin. dpyi özellikle belirttim, çünkü sen bu kanunu cehape getirdi diyip Atatürk Türkiyesini suçlayacaktın. Atatürkün hatalarını konuşabiliosun ki zaten, 5816 yasasının buna engel olmadığını ne zaman anlayacaksın? Yasa sana “Eleştirebilirsin veya hakkındaki gerçekleri söyleyebilirsin ama hakaret edemezsin” diyor, şu beynin şunu alsın artık. Genellemenin sebebiyse seni diğerlerinden daha spesifik yapan bi özelliğin olmayışı, hepinizin aynı yerden gelmesi ve aynı saçmalıkları sayıklaması. Senin yazdıklarını ilk defa okumuyorum. Herhangi bir Türk, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı olan birisi zaten bu yalanları her gün papağan gibi tekrarlıyor. Her kim size bildiklerimizin yanlış olduğunu söylese hemen onu sabetay, yahudi, mason damgası vuruyorsunuz(senin Erliğe yaptığın gibi). muhammedin günahlarını konuşabiliyoruz diye kimseyi kandırmaya kalkmayın. Değil günahını, eleştirilmesine bile karşı çıkıp eleştirene ana avrat sövüosunuz. Senin okuyup okumaman benim umurumda değil, beni ilgilendiren sen nasıl bi insanın özelini ihlal ediyorsun? Hatıratlarının okunmasını istemediğini vasiyetiyle bildiren birinin vasiyet hakkını nasıl hiçe sayarsın? Atatürk, Latife Hanımın hatıratlarının yayınlanmasını Latife Hanımın isteği üzerine yayınlanmasını yasakladı. Bu vasiyetin herhangi bir süresi de yok. Sonsuza kadar geçerli. Algı yapmayı kes o yüzden. **Ahmet Ziya Hoca :**Yanlış bilgilerle doğru savunulmaz. Bilgilerin yanlış.
Alper Kibar : İstediğin kadar zırvala burda. Atatürk düşmanlığı yap, tayyibi öv, popcorn videoları at. Gerçek, sırf senin ideolojine uymuyor diye onu yalanlayamazsın. Biraz ilkeli ve omurgalı olun. Şu hayatta tek vasfınız insanları din kisvesiyle kandırıp Atatürke ve Cumhuriyete düşmanlık etmek/ettirmek. Bu düşmanlığı etmenizi bile bu ikisine borçlusunuz. Atatürk döneminde bunu yapsaydınız görürdüm o zaman ben sizi. O acınası ve beş para etmez hayatlarınız için Atatürke yalvarışlarınızı yakarışlarınızı görürdüm. Atatürk az bile yapmış size. Niye Lenin gibi hanedanla birlikte kadın çoluk çocuk demeden topunuzu kurşuna dizmemiş ki? Al sana Atatürkün hatası. Sizi böyle kurşuna dizmemiş ki seneler içinde fare gibi çoğalıp türediniz, yokluğunu fırsat bilip akpden ve refahtan cesaret alıp onun hakkında mesnetsizce konuşabiliyorsunuz. Son kez söylüyorum, aklınızı başınıza alın. Kaldıramayacağınız bir yükün altına giriyorsunuz. Seneler önce fetö için de böyle uyarılar yapıyordum ama hiçbiriniz oralı olmadınız, sonrası malum. Eğer ki beni dinlemez, yol yakınken bu kinden ve düşmanlıktan vazgeçmezseniz başınız çok ağrıyacak. fetö mevzusunda olduğu gibi bunda da yine ben haklı çıkacağım. Kaçarı yok. **Ahmet Ziya Hoca :
**Alper Bey, biz Allahtan başka kimseden korkmayız; kullara kulluk da etmeyiz. Siz bizi kendiniz gibi zannediyorsunuz… Ölmüş bir faniye düşmanlık yapacak kadar da alçalmayız. Sadece onun adına yapılan hata ve haksızlıkları tenkit ederiz… Bütün bu tavrımız, inancımızın gereğidir. Siz hangi dine mensupsunuz bilmem ama ben müslümanım. İnancıma ters bir hareketi Ak Parti veya Pak Parti de yapsa tenkit ederim. Çünkü biz partici de değiliz… Siz M.Kamal Atatürk’ün arkasına sığınarak havlarsınız. İşte bu kula kulluktur… Şunu da ifade edeyim ki siz bizi tehdit edecek konumda değilsiniz; çünkü sizin devriniz bitti. Fosil durumundasınız… Hakaretten başka bir şey bilmez; fikir beyan edemezsiniz. Çünkü sizden farklı düşünenleri tanımaz, bilmez ve fikirlerini de okumazsınız… Yazdıklarınızı not ettim. Küfürbaz, saygısız ve edepsizliği maharet saysanız bile bunların hesap gününde karşınıza çıkacağını bilmez düşünemezsiniz. Çünkü siz ağızınızı bile kıçınız gibi kullanıyorsunuz. Kirlenmiş ağızınıza alamayacağınız kelime yok. Biz ağızımızı temiz tutmaya özen gösterir; dikkat ederiz. Siz bunu korkaklık zannedersiniz. Haddinizi bilin; itham, küfür ve hakaret üslubunuzdan vazgeçin; fikriniz varsa yazın; yoksa susun…
Alper Kibar : Ahmedim, yazdıklarından alıyorum o korkuyu. Hükümetin değişme korkusunu, gelecek olan yeni hükümetin hesap sorma ve yargı önünde hesap verme korkusunu. Hiç öyle allah korkusu diyip geçme, alırım ben korkunun kokusunu. Sen ve senin gibiler köpek gibi korkuyorsunuz bu saydıklarımdan. Benden saklayamazsın o korkuyu. Zamanı geldiğinde hepiniz döneceksiniz, “biz öyle demek istemedik şöyle demek istedik” diye zırlayışlarınızı görücem sizin. Yapmadığınız şey değil sonuçta topaçlık. Başlatma şimdi partine, siz menderes döneminde ortaya çıkan, Erbakan ve fetö sayesinde güçlenen, Erdoğan ve AKP sayesinde şımarmış, gücü elinde tuttuğunu zanneden bir avuç orta doğu faresisiniz. 2023 sonrası dürücez sizin o defterinizi, canını sıkma sen. Umarım o zamana kadar geberir gidersin de kurtulursun, yoksa ölmediğin her gün için pişman olacaksın. Ayrıca senin yaptığına ne demeli? Din gibi insanların kutsal saydığı değerlerin arkasına sığınıyorsunuz bir avuç ezik gibi. Atatürkü eleştiriyorsunuz da, niye 5816 sizin için bi sorun? Bu yasa eleştiriyi değil, hakareti yasaklıyor diye kaç kere söyleyecem sana? İlle o kalın kafana anayasa kitapçığı mı fırlatmak lazım? Hem zaten ona değil hakaret etmek, eleştirmek bile size 4 5 numara büyük gelir. Sen gibi bi avuç orta doğu faresinin işine gelmiyor diye kimse bu yasayı kaldırmaz. Bize fosil diyen adam nedense 1400 sene ölüp gitmiş muhammedin saçmalıklarına tapıyor. Beni eleştirmeden önce kendine bak. Ha bu arada, ben allahtan da korkmam. Çünkü allah diye bir şey yok.
**Ahmet Ziya Hoca :**Cücelerin devlere meydan okuması gibi gülünç duruma düştüğünün farkında bile değilsin. Siz zavallı ve açınacak bir durumdasınız. Onun için size kızamıyor; acıyorum. Allah’ın sizin korkmanıza ihtiyacı yok; sizin hesap gününden korkmaya ihtiyacınız var. Ölmekten kurtulma imkanınız var mı? Varsa korkmamanızı anlayabilirim. Yoksa zavallı bir acizin cehalet yiğitliği çok komik olmuyor mu? Bir gün ölümle karşılaşıp, akrep ve yılanlarla buluşacak; onların yemi olarak maskara olacaksınız. Var mı sizi koruyacak bir zırhınız? Yoksa M.Kamal Paşanın sizi koruyabileceğini mi zannediyorsun? Yoksa çok sevdiğiniz M.Kamal Paşanızdan hemen vaz geçip buluşmayacağınızı mı söyleyeceksiniz? Onu toprak olup yok olmuş; gitmiş mi kabul edeceksiniz? Eğer öyle derseniz yere batsın sizin sevginiz? Biz sevdiklerimizle ebedi alemde buluşacağımıza, beraberliğimizin zevkini yaşayacağımıza inanırız. Yoksa siz hayvanlar gibi yok olup gideceğinize mi inanıyorsunuz? Yok yok, İstemeseniz bile orada sizinle karşılaşıp buluşacağız; bu yazdıklarınızı ben hatırlatmama nezaketi göstersem bile, sizin kendi eliniz ve diliniz dillendirip boynunuzu bükmüş hale sokacak. Zalim ve inkarcılar için yaşasın Cehennem demeden önce size bunları hatırlatmak isterim. Zannettiğiniz gibi menfaatçı değil merhametle yaklaşıyor; size acıyorum.
**Alper Kibar :**Cüce kendine dev aynasından bakmış, kendini dev sanmış. Sizin gücünüz yok, o zamanlar 800 900 sene önceydi. Siz de kendinizden öncekiler gibi yalan olup gideceksiniz. Beni cidden allahla ve cehennemle korkutabileceğini mi sanıyorsun? Ayrıca sen benden daha korkuyorsun ölümden. Çünkü her an geberip gidecekmişcesine görmediğin ve var olduğunu iddia ettiğin tanrıya yalakalık yapıosun. Bunu niye yapıosun bilio musun? Başka bi vasfın yok da ondan, dünyaya savaş açmış psikopat bir sapıksın da ondan, Dünya hayatını herkes gibi yaşamayı beceremediğin için yapıosun da ondan, Dünya seni kabul etmediği için acısını insanlara din satarak çıkarmak zorundasın da ondan, sıradan işleri yapamayacak kadar beceriksiz olduğun için dine sarıldın ve insanlara din satıyor, misyonerlik yapıyorsun. Ne de olsa sermaye yok, kazanç çok. Senin gibi yalakalık yaparak cennete gideceğime, kandaşlarımla onurumla cehennemde yanmayı tercih ederim. Sen insanlara din satan, Türk Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı pazarlayan şarlatandan başka bir şey değilsin. Sizin asıl derdiniz Atatürkün hatalarını yazmak veya ortaya çıkarmak değil. Tamamen kuyruk acısından kaynaklı bu kininiz. Çünkü o zamanın fetölerini darağacında armut gibi sallandırdı, buna senin gibi insanlara sahte din pazarlamaya çalışan şarlatanlar da dahil. İnan bana inandığın dine göre sen, Atatürkten çok daha büyük bir günahkarsın.
**Ahmet Ziya Hoca :**Dünyada sizin yaptığınız ve yaşadığınız fakat bizim becerip yapamadığımız veya yaşayamadığımız için mahrum kaldığımız neler var. Sayıp dökün ve yazın ki istifade edelim. Sadece küfür ve itham etmeyi mi bilirsiniz; başka söyleyip yazacak bir malzemeniz yok mu..? Biz zayıflık ve acizliğimizin farkındayız; öleceğimizi de kabul ediyor ve ona göre yaşıyoruz. Siz öleceğinizi inkâr edemediğiniz halde hiç bir hazırlığınız yok. Gafil olarak yaşamayın diye size yapılan uyarıları da dinlemek ve anlamak istemiyorsunuz.. Madem cehennem ateşine dayanabileceğiniz inancındasınız, dünya ateşine sadece bir parmağınızı bir dakika tutun da yiğitliğinizi görelim… Siz beni “İnkârcı zalimler için yaşasın Cehennem” dedirtmeye çalışıyorsunuz ama söylemeyeceğim. Çünkü sizin inkârcı zalimlerden olmanızı istemenin bana bir faydası yok. Size Hidayet nasip etmesini yüce Mevla’dan niyaz ediyorum.
NOT: Üslubumdan dolayı tenkit yazan arkadaşlara yazdığım aşağıdaki kıssayı sizinle de paylaşayım:
Alper Kibar kimdir, niçin yazma ihtiyacı duymuştur..? Üslubunda ağıza alınmayacak ifadelerinden neler, niçin hazfedilmiştir..? Maksadı nedir..? Bunları bilenle bilmeyenlerin düşüncesi aynı olamayacağı gibi üslubu da aynı olamaz…
Babam 2.Abdülhamid döneminde doğmuş, ittihatçılar döneminde de ilkokul okumuş Osmanlı beyefendisi bir insandı. Fiilen tezgâhını kurup yaptığı yedi san ’at sahibi olmakla birlikte, “Saatçi Hoca” olarak maruftu…
Büyük amcalarım, yani babamın amcalarından biri İsmet Paşa’nın silah arkadaşı diğeri de aile doktoru olan maruf insanlar olduğu için babamın etkin ve rahat hareket edebildiği bir çevresi vardı; ezilmeden istedikleri gibi hareket edebilmeleri CHP’li olmalarından kaynaklanıyordu…
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında, gurbete çıkmış ve Bafra’nın Alaçam bölgesinde İmamlık yapması için davet edilmiş ve deneme cuması kıldırması istenmişti. Babam davete icabet edip davet edildiği camide cumadan önce vaaz etmiş ve cuma namazını kıldırıp cami dışına çıkarak cemaatle sohbet ettiği bir sırada, takım elbiseli, kravatlı bir kişi babama yaklaşıp “hoca, bende bir soru sorabilir miyim” deyince herkes sustu. Babamın “buyurun beyefendi” demesi üzerine, takım elbiseli ve kravatlı kişi: “Malum Hz. Âdem çamurdan yaratıldı. Bu çamura Allah saman kattı mı, katmadı mı..?” deyince babam durdu. Ne diyeceğini düşünürken, bir kaç metre öteden gelen yerli bir adam,
”Hocam bu sorunun cevabını ben verebilir miyim..?” diyerek babamı rahatlattı. Babam ona da buyurun diyerek söz hakkı vermek zorunda kaldı. Söz hakkını alan yerli adam “takım elbiseli kravatlı adama” dönerek “hayır katmadı” dedi. Takım elbiseli kravatlı adam: “katmadığını nerden biliyorsun?” deyince, yerli adam: “katsaydı ananın … (bilmem neresi) çatlak olmazdı” deyince, dinleyenler kahkaha tufanına boğulmuş…
Yerli adam, babama dönerek “Hocam kusuruma bakmayın, hem sözünüzü kestim hem de biraz müstehcen konuştum ama bu adamı siz bilmezsiniz; biz bunu yakından tanır; anladığı dilden konuşmasını biliriz.” onun için sizin ezilmenizi istemedim; diyerek sohbeti noktalamakla kalmadı; babamın cemaatle imamlık konusunda anlaşmasını da sağlamış oldu.
Bir süre önce, bir arkadaşla yapmış olduğum aşağıdaki yazışmayı, faydası olabilir umudu ile sizinle de paylaşıyorum.
İTİKADİ KONULARDA ŞAZ GÖRÜŞLERİ ÖNE ÇIKARARAK DİKKAT ÇEKMEK FİKİR FARKLILIĞI MI KİŞİSEL BİR ZAAFİYET Mİ..?
Mustafa Bey Kardeşim,
Yazınızı okudum. Yazınızı şu cümle ile bitiriyorsunuz:
“ … Yani herkes sizin, fikir silahınızdan çıkacak milyonlarca kurşuna hazırlıklı olamayabilir. Ve bu sizin fikir mermileriniz, birinin imanına, birinin ameline, birinin dünyasına veya ahiretine hazırlıksız denk gelebilir. İslam’ın güzelliklerini anlatmak yerine, ihtilaflar üzerinde kontrolsüzce fikir silahınızı ateşlememenizi, halktan birisi olarak, siz dini bilen büyüklerimden talep ediyorum.”
Son yüz yıl içerisinde “şaz görüşleri” dile getirenlerin kahir ekseriyeti, kendilerinin düşünüp ürettiği ve ortaya koyduğu fikri bir görüşün sahibi değildir; olmamıştır; bilakis şahsi zafiyetlerini kullanmak isteyenlere sunabilecekleri malzeme olarak, hazıra konmanın ucuzluğunu tercih etmiş olanlardır.
Tarihin değişik dönemlerinde, değişik maksatlarla farklı şahısların üretip piyasaya sürdüğü ve piyasaya sürüldüğü dönemlerde tartışılıp fikir ve düşünce çöplüklerine atılmış görüşleri arayıp bularak pazarlamakta ve bunu bir maharet zannetmektedirler…
Akli Selim sahibi, ilmi ile âmil, sahasında uzman ve otorite, ihlaslı âlimlerimizin, enine boyuna tartışıp yanlışlığı ve tutarsızlığını ortaya koyarak itibarsız hale getirdiği nazariye ve görüşleri, Müslümanları gereksiz gündemlerle meşgul etmek isteyen odakların temsilcileri tarafından, fikir ve düşünce çöplüklerini karıştırıp bularak, yeniden gündeme getirmek ve piyasaya sürmek, sizin zannettiğiniz gibi, sadece iyi niyetle yapılan bir fikir ve düşünce eylemi değildir.
Elbette böyle yapanlar arasında, akademik unvan sahibi olabilmek için, yeni düşünce ve tespitler üretme ihtiyacı duyanların da olduğunu biliyorum…
Bu anlayışın Türkiye’deki savunucu ve pazarlayıcılarından bir kısmı, uluslarası siyonist güç odaklarının, bilinçli veya bilinçsiz, piyonları durumuna düştüklerini fark edemediklerini de biliyorum. Bu piyonların bir kısmı yeterli bilgiye sahip olmayan ahmak taraftarlar, bir kısmı da zihnini kiraya vermiş, fikir ve düşünce haysiyetinden yoksun beyin ve şahsiyet sahiplerdir…
Aynı anlayış ve düşüncenin değişik ülkelerdeki uzantılarına, özellikle Mısır’daki figüranlarına baktığınız zaman bariz benzerliği, aynı merkezden yönlendirilip sevk ve idare edildiklerini net bir şekilde görebilirsiniz…
Maddi imkanlar, Akademik unvanlarla taltif edilerek cazip gösterilen ve pazarlanmaya çalışılan bu “şaz görüşleri” savunanlar, ciddi ve samimi ilim ehli olsalardı, o görüşleri ilk sahiplerine izafe etmekle kalmaz, o görüşleri tenkit süzgecinden geçirerek “düşünce ve fikir çöplüğüne” atılmasını sağlayan uzman ve otorite alimlerimizin görüşlerine de işaret ederek beraber zikredip değerlendirmeleri gerekmez miydi..?
Yüzlerce yıl önce değişik maksat ve niyetlerle ortaya konan görüş ve düşünceler, ihlaslı, seçkin ve otorite alimlerimizin ittifaka yakın kahir ekseriyeti tarafından “şaz ve saptırıcı” kabul edilmesine dayanak gösterilen bilgi, belge ve nasları yok sayarak, yahut yanlış aktararak, söylenmeyeni söylenmiş gibi gösterip yansıtarak, görüşlerine dayanak kılmak, ilmî anlayış ve samimiyetle bağdaşır mı..?
İlmî anlayış ve samimiyet sahibi olmak şartı ile zayıf delillere dayanan görüşler dahi müzakere edebilir; tartışabiliriz. Çok verimli olmasa bile Ufuk açıcı da olabilir…
Sizin istek ve arzunuzu, iyi niyetli ve samimi bilim insanları ancak dikkate alır. Ahmak veya kiralık kalemler için sizin arzu ve temennilerinizin hiç bir önemi, kıymeti harbiyesi yoktur…
Çok samimi olduğum, ilim ehli ve medyatik, ünlü bir arkadaşımla, Afrika ülkelerini geziyoruz. Seyahatimiz esnasında fırsat buldukça her konuyu konuşuyor; müzakere ediyoruz. Genellikle o konuşuyor; ben dinliyorum. İyi bir dinleyici bulan Hocamız coştukça coşuyor. Bir konuyu bitiriyor; başka bir konuyu açıyor. Ben de dinlemeye devam ediyor; itiraz etmediğim gibi sözünü de hiç kesmiyorum.
Hocamız, yazdığı kitaplardan biri için, dünyada bu alanda bir ilktir dedi. O konuya benden başka el atan, benim baktığım zaviyeden bakan hiç kimse olmamıştır; hiç bir kaynakta bu bilgileri bulamazsın dedi. Eski kaynaklarda, konuyu doğru anlayıp doğru değerlendiren, bir cümle dahi bulamadığını da sözlerine ekledi.
Emin misiniz Hocam diye sorunca, birden durdu ve bana dönerek: Tabii eminim; dünyanın tanıdığı filan Profesör de kitabımı okudu ve bu durumu teyit etti; dedi.
Elimdeki “akıllı” telefondan arama sistemi “Safariye” girip konunun Arapçasını yazdım; karşıma çıkan Mısırlı bir modernistin o konudaki yazdıklarını hocaya okumaya başladım; önce süratli okuduğumdan şikayet etti; okumayı yavaşlattım. Tercüme etsen daha iyi olur dedi.
Hocam, yazdıkların bu konuda bir ilk olduğunu söylememiş miydin diye sorunca, yine evet demesin mi..? Hocam dedim, dünyadaki kaynakları hangi dille inceleyip taramıştınız..? Sustu; yahu birader, sana da bir şey kabul ettirmek mümkün değil dedi. Adam üç dil biliyor; akademik unvanların zirvesine ulaşmış, dünyanın kabul ettiği bir otoritenin okuyup teyit ettiğini, sana kabul ettiremiyoruz; diyerek kendini savundu…
Hoca’nın yeni görüş zannedip savunduğu görüşleri, 15-20 yıl önce Mısır’da gündeme taşıyıp tartıştıran karanlık güçler, Mısır’da tutturamadığı bu görüşleri Türkiye’nin gündemine sokmaya çalıştığını, Hocayı pohpohlayıp teşvik ederek alkışlayan o ünlü profesörün de o güçlerin adamı olduğunu Hocaya anlatmam pek kolay olmamıştı…
Hocayı bir kaç defa ziyarete gitmiş, hediyeler takdim etmiş, iltifata boğmuşlardı. Bir gazetede yazı yazma imkânı da vermişler, emeğinin karşılığını da cömertçe takdir etmişlerdi.
Zavallı Hoca, Mısır’ın ilim çöplüklerine atılmış görüşleri, yeni ve çarpıcı görüş olarak, büyük bir aşk ve heyecanla yazıp bastırmanın hazzını yaşarken ağızının tadını bozduğum için uzun zaman bana serin davrandı. Yıllar sonra gerçeği anlamış ve nasıl aldatıldığını bana da kendisi anlatmıştı.
Onu, önce karşılığını öder görünerek sonra da bedava, kullanmışlardı.
Çok geç fark ettiği bu durumu ona anlatıp kabul ettirmem yıllarımı almıştı. Bu başarımda en büyük faktör iyi ve dikkatli bir okuyucu, dinleyici olmam, iyice anlayıp dinlemeden konuşmayacağımı bilip inanmasıydı. Allah sağlık sıhhat ve afiyetler versin. Şu anda evinde emekliliğini yaşıyor; şimdi de yazıyor ve konuşuyor. Ama eskisi kadar kabadayı değil. Daha dikkatli ve biraz da mütevazı olmayı öğrendi; yazdıklarının bir ilk olduğunu da söylemiyor; ahiretine zarar vermemeye gayret ediyor. Rabbim rızasından ayırmasın…
Baştan uyarmış olayım; yaşanmış bu hikâyeyi sonuna kadar dinleyiniz fakat ihtiyaten elinizde bir mendil de bulunsun…
SERVETLERİN EN MUHTEŞEMİ AKIL MI SAĞLIK MI..?
“Olmaya devlet cihanda bir nefes ‘sıhhat’ gibi”
Cihan padişahı Sultan Süleyman’ın bu ünlü sözü, sağlığın değer ve önemini vurguladığını hepimiz biliriz. Bu teorik bilgimizin fiili hayatımıza yansıması ise, her birimiz için farklı tecrübeler oluşturmuştur.
9 Mart 2019 tarihinde bir arkadaşımın akrabası olan ALS hastası bir hanım kızımızın ziyaretine gittik. Erkeklerin, hasta da olsa, yabancı hanımların ziyaretine gitmesi normal şartlarda düşünülmez. Onun için bu ziyaretin neden ve nasıl gerçekleştiğini de kısaca anlatmalıyım…
Bir müddet önce, sevip değer verdiğim bir kardeşim bana bir mesaj yollayarak, ALS hastası bir yakını için “Kâbe örtüsünden bir parça” sordu ve hocam: “Bu akrabam hastalık öncesi Umre ‘ye gitmeyi çok arzu etmişti; nasip olmadı. Şimdi yatağa bağımlı hale geldi; hiç olmazsa örtüsünü verip sevindirmek istiyoruz.” dedi…
“Elimde olmasa da bulabileceğimi zannediyorum” dedim.
Hemen, elinde bulunabileceğini tahmin ettiğim arkadaşlara mesaj yollayıp sordum. Olumlu cevap aldığım bir kardeşimiz, Kâbe örtüsünden parçayı yollamak yerine, hastayı birlikte ziyaret edip beraber bizzat vermeyi teklif etti. Hasta ziyaretinin önemi ve mükâfatını bilen bir kişi olarak böyle güzel bir teklife elbette hayır diyemezdim. Hasta yakını olan arkadaşımıza durumu bildirdim; Kâbe örtüsünü
bizzat takdim etmek üzere birlikte ziyaret isteğimize o da çok sevindi. Bu ana kadar hastanın İstanbul’da olduğunu zannediyordum. Hasta’nın İstanbul’da değil Düzce’de olduğunu O gün öğrenip arkadaşa da bildirdiğim halde kararımız değişmedi…
09 Mart günü bu ziyareti gerçekleştirmek üzere mutabık kaldık. Ziyaret günü yaklaşınca, hasta yakını arkadaşımız, “Hocam, söylemeyi unuttuğum bir şey daha var; ziyaret edeceğimiz hasta bayandır.” diye yazınca, bir an duraklayıp kararsızlığa düştüm. Konuyu elinde Kâbe örtüsü olan arkadaşa da aktardım. Olsun, gerekirse hanımlarımızı da yanımıza alarak gideriz deyip kararlılığını bildirince ziyaretimizi gerçekleştirmeyi kesinleştirdik…
ALS hastalığı hakkında hiç bilgimiz yoktu; yolda giderken arkadaştan kısa bir malumat alsak da, görmek gibi olamazdı…
Elbette size ALS hastalığını benim anlatmam zor; bunu ancak beyin hastalıkları uzmanı Saffet Tüzgen hocamız becerebilir; ilk fırsatta öğrenmek isterim; size de öğrenmeyi tavsiye ederim. Şimdi ben sadece gördüğüm manzarayı aktarmakla iktifa edeceğim.
İhtiyaten elinizde bir mendil bulunsun bizim gibi tedbirsiz yakalanmayın tavsiyemi tekrarlayayım…
İki buçuk saatlik bir yolculuğun ardından Düzce’de hastamızın evine ulaştık. Giriş katta hane halkı ve abone ziyaretçileri ile tanıştıktan sonra üst kata, hastamızın yanına çıktık. Ön bilgi almış olmamıza rağmen gördüğümüz manzara karşısında dona kalmıştık. Ne oturabildik ne de konuşabildik. Sadece Kâbe örtüsünü açıp göğsünün üzerine koyabildik. Sözün bittiği noktaya gelmiş duygu seline boğulmuştuk…
Karşımızda, vücudunun bütün organları, fonksiyonlarını yapamaz hale gelmiş; sadece gözü ve kirpikleri hareket edebilen, bu halde iken bile akıl nimetini hayra ve kulluğa tahsis etmeyi beceren, hüzünlü olsa da, muhteşem bir tablo seyretmenin şaşkınlığını yaşıyorduk. Özlem kızımız, 37 yaşlarında, 6 senedir yatağa bağımlı, evlenmiş ve bir kızı olduktan sonra bu hastalık sebebiyle, tedrici olarak, vücut organları teker teker fonksiyonlarını yapamaz hale gelmiş, sinir ve kas sisteminin sağladığı hareket kabiliyetini idare eden beyindeki merkezin özelliği bozulunca eller, ayaklar, ağız, dil gibi bütün organlar hareketsiz kalmaya mahkûm olmuş. Yemek yeme imkânı bile kalmamış; boğazdan açılan bir delikten özel hazırlanmış sıvı bir mama ile beslenmeye çalışan, önündeki özel bir cihaz ekranı ile göz kaş hareketlerini okuyup yazıya dökebilen bir tabloyu seyretmeye ne kadar dayanabilirsiniz bilmem ama biz 10-15 dakika dayanabildik…
Kaş ve göz hareketi ile ekrana yazdığı notlar bizi çok duygulandırdı. “Bizim ziyaretimize çok sevindiğini, mutlu olduğunu, bize dua edeceğini” söyleyince onu üzmemek için gözyaşlarımıza bile müsaade edemedik. Elimize mendil almayı hatırlatan da olmamıştı. Kızımız bu halde İken bile hayatla barışık yaşıyor; şükrediyor; kaşları ile namaz kılıyor; sosyal medya kanalı ile de değişik ülkelerde hayır projelerine öncülük ediyordu. Susuzluk çilesi çeken ülkelere su kuyuları açtırmayı organize ediyor; en büyük nimetlerden elinde kalan bir kaç organı ile akıl ve iman nimetini en verimli, en güzel şekilde değerlendirip kullanıyordu. Bütün organları sağlıklı olan bizlere de ibretlik dersler veriyordu…
Aklını, karanlık ve şer güçlere, şeytana kiraya verenlere inat, yaratana kulluğa ve hayra hizmete tahsis etmenin huzur ve mutluluğunu yaşıyordu. Evet, sağlık büyük bir nimet ama akıl ve iman da, yaşama gücü veren çok büyük bir nimet…
Bunu hepimiz biliyoruz; ama Özlem bize yaşayarak gösteriyor…
Özlem’i tekrar ziyaret etmeyi özleyeceğiz. Çünkü ondan yeni şeyler öğrendik; siz de öğrenmek ister misiniz..? Haydi, onun yürüttüğü kampanyalara katılarak, yazdığı “Bedensiz Hayat” isimli kitabı satın alarak, Özlem’e özlem yaşatmayalım…
Sakın Özlem’e acımayın, acınacak duruma olanlara acımayı ondan öğrenin…
Yaşadığımızı fark etmek ve şükrünü eda etmek için siz, biz ne yapıyoruz.?
Sözlerimi, Kur ‘ani ve Nebevî bir hatırlatma ile noktalamak isterim. Yüce Rabbimiz sağlımızı koruma ve hayra kullanma sorumluluğumuzu bildirmek için şöyle buyurmaktadır:
“Sonra da sıhhat nimetinden mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 8.Ayet)
Peygamberimiz (sav) de şöyle buyuruyor:
“İki büyük nimet vardır ki, insanların pek çoğu bu iki nimeti değerlendirme hususunda aldanıyorlar. O iki nimet sıhhat ve boş vakittir.”
Bu mevzudaki gafletimizi bilen Yüce Peygamberimiz bizlere şu hatırlatmayı da yapıyor:
“Sağlığınız/sıhhatinizden ötürü Allah’a hamd ediniz ve hastalıktan önce sıhhatinizin kıymetini biliniz.” “İman müstesna, hiç bir kişiye sıhhatten daha hayırlı bir nimet verilmemiştir.” 10.03.2019 Pazar / ÜsküdarAhmet Ziya İbrahimoğlu
HÜZÜNLENDİREN BİR VEDA
Özlem Hanım Kızımıza Allah rahmet ve mağfireti ile muamele eylesin; akraba ve yakınlarına da sabrı cemil ihsan eylesin…
Seni tanımakla hüzünlenmiştim; ölümün ise hüznümü katmerleştirdi…
Seni meleklerin karşıladığına inanıyorum. Acınacak durumda değil, özlenecek durumdasın biliyorum… Benim hüznüm, gıpta ile baktığımız bir örnekten daha mahrum kalmaktan olsa gerek. Cennette görüşmek nasip olur mu bilmem ama bizi hatırlamanı ister ve beklerim… 15.09.2021 FatihAhmet Ziya İbrahimoğlu
ÖZLEM’İN HİKÂYESİ:
Özlem Özalkan, 13 yıldır ALS (Kas erimesi hastalığı) ile mücadele ediyordu. Dünya ile sadece gözleri ile iletişim kurabiliyordu. Özlem hanım Amerika, Almanya, Belçika, Fransa, Avusturya gibi dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan Türklerle sohbet edebiliyordu. Yatağa bağlı yaşayan, solunum cihazı sayesinde nefes alabilen Özlem hanım, dünyanın birçok ülkesinde insanlara ulaşarak hayır işleri organize ederek “Yardımeli Derneği” aracılığı ile Bangladeş, Somali, Afganistan ve Sudan’da su kuyuları açılmasını bile sağlamıştı.
Kendisiyle 13.08.2018 tarihinde bir röportaj yapmıştım. Bu köşeyi, Düzce’nin sesi gazetesinde yayınlanan o röportajdan bazı bölümleri taşıyarak gerçekleştirdim.
Kendisine her türlü soruyu rahat bir şekilde sormuştum. Röportajı 10 günde ancak tamamlayabilmiştim. Çünkü Özlem Hanım, sorduğum soruların her birini yaklaşık olarak bir günde cevaplayabildi. Çünkü cevapları kirpikleriyle yazarak vermişti.
Baba Cihan Özalkan ve Anne Perihan Özalkan’ın 3 kız, 1 erkek olmak üzere 4 çocukları var. Kendilerine ait bir konutları mevcut. Baba emekli, Özlem de malulen emekli. Anne ve babasının söylediğine göre Özlem beş vakit namazını yattığı yerden kılıyor. Tutamadığı oruçlar için her Ramazan ayında fitresini veriyor. Ayrıca Kurban bayramında kurban kesmeyi de ihmal etmiyordu.
ALS hastalığı, merkezî sinir sisteminde, omurilik ve beyin sapı adı verilen bölgede motor sinir hücrelerinin (nöronların) kaybından ileri gelir. Bu hücrelerin kaybı kaslarda güçsüzlük ve erimeye (atrofi) yol açar. Ayrıca erken ya da geç hareketin birinci nöronu da hastalanır. Zihinsel fonksiyonlar ve bellek ise bozulmaz.
2018 yılında Özlem Özalkan’ın ailesi Nuri Çalışkan hoca vasıtasıyla zamanın Düzce valisi Zülkif Dağlı’dan bir isteği olmuştu. İstek; Özlem arada bir açık havaya çıkmak istiyormuş. Mesela; Gölyaka Kültür Park, Güzel dere şelalesi piknik alanı, Bolu Gölcük, İstanbul Kız kulesi vb. yerlere gitmek gibi. Bu konuda, bu satırların yazarı olarak Türkiye Beyazay Düzce şubesi başkanı Nurullah Çelebi olarak birçok insanın da katkıları olmuştu.
Özlem Özalkan; 29.03.1983 İstanbul doğumluydu. En son Yüksekokul dâhil hepsini İstanbul’da tamamlamıştı. Yüksekokul olarak Marmara Üniversitesi Tekstil Bölümü (Hazır Giyim-Modelist) mezunuydu.
Özlem Özalkan; “Başta Nuri hocam ve Şefika teyzem olmak üzere anneme, babama, emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Haklarını helal etsinler. Özlem’i çok mutlu ettiler. Allah, razı olduğu kullarından eylesin. Her hal ile elhamdülillah. 27.07.2018”
Özlem Özalkan; “Bizi ziyaret etmeniz nedeniyle çok memnun oldum. Benim dışarıya çıkıp güneşi, yağmuru, rüzgarı görmem ve hissetmem için yardımcı olan ilimiz valisi Sayın Zülkif Dağlı bey’e, Nuri Çalışkan hocama ve eşine, Belediye başkanımız Dursun Ay’a, Sağlık İl Müdürlüğüne, 112 Acilin başhekimi ve ekibine, Türkiye Beyazay Derneği Düzce şubesi başkanı ve yönetim kurulu üyelerine, basın temsilcilerine, emeği geçen herkese ve şahsınızda Düzce’nin Sesi gazetesine, şahsım adına teşekkürlerimi arz ederim. Allah devletimize ve milletimize zeval vermesin.” Özlem Özalkan nihayet 13 Eylül 2021 tarihinde gözlerini dünyaya kapattı.
İş insanı Nuri Çalışkan hocam dün akşam bana aşağıdaki notu gönderdi;
“Manevi kızım sevgili ÖZLEMİN vefatı derin üzüntüm ve acımdır. Yüreği, vicdanı, insanlığı güzel, rahmeti, merhameti, insafı engin, iyilik elçisi, ameli salih öncüsü, insan canlısı sevgili ÖZLEM! Ölmedin, ölümsüz âleme hicret ettin, sen kaybolmadın gayb âlemine uçtun, bedensiz hayatın içinde bile bir an terk etmediğin kulluk ve ibadetlerinle yakın olmayı aradığın O yüce Rabbine vefa gösterip vefat eyledin. Yolculuğun mübarek olsun, Rabbim rahmet ve merhametiyle karşılasın, layık olduğuna inandığım ve dua ettiğim o güzellikler yurdu Cennetiyle ödüllendirsin inşallah. Seni hasret ve ÖZLEM’le uğurlarken, yüreklerimizde yaşadığını biliyorsun değil mi? Hele hele Afrika’da, Arakan’da, Bangladeş’te senin su kuyularınla hayat bulan canların dualarında yaşadığını biliyorsun değil mi? Ve onları sevindirdiğin sular ve çağlayanlar var oldukça sen dualarda yaşayacaksın ve Cennet pınarlarıyla. Rabbim de seni sevindirsin inşallah.”
(Düzce’nin Sesi Gazetesinden İlhami Atasever’in yazısı)
Gerçek Hayat Dergisi ve Milli Gazete yazarı, merhum M.Ali Tekin Kardeşim, Kudüs TV de program yaparken, ofisimizde beni ziyarete gelmiş, ısrarla benimle bir sohbet programı yapmak istediğini söylemişti. Benim hayat ve hatıratımın dinlemeye değer bir cazibesi olmayacağını söyleyip anlatmaya çalıştım. Belli olmaz deyip ayrıldı. Bir müddet sonra tekrar gelip sorduğu sorularla beni konuşturdu ve notlar aldı.
Bu geliş gidişler bir kaç defa olunca program hazırlığı yaptığını fark ettim. Sonunda beni ikna etti ve çekim gününü belirledik. Ben de mecburen ufak tefek hazırlıklar yaparak notlar aldım. Çekim günü geldi; çekim saatine 2-3 saat kala M.Ali Tekin kardeşimden bir mesaj geldi ve program yaptığı kanalla ani bir gelişme yaşadığını ve programın da durdurulduğunu, çekim yapılmayacağını bildirdi.
Böylece konu kapanmış oldu. Elimde sadece hazırladığım notlar kalmıştı. M.Ali Tekin Kardeşimizin bu olaydan bir müddet sonra vefat ettiğini öğrenmiş; üzülmüş; sarsılmıştım.
Aradan 3 yıl geçti. Mehmed Maksudoğlu Hocamızın Vav Tv de hatıralarını anlatacağı bir programa katılacağını öğrenince Vav Tv yi tanıyıp öğrenmiş olduk. Programdan sonra Hocamızdan Fehmi Atay beyin numarasını alıp kendisine program için yazılı teşekkür ettim.
Bu vesile ile beni tanıdığını, bir programda da benimle sohbet etmeyi düşündüğünü söyleyince tanışmamızı tazeleme fırsatı bulduk…
1997 yılında şirketimizle Umre yapan Hayrettin Karaman Hocamızın gurubu ile beraber Umre yaptığımızı da öğrenmiş olduk…
Yazışmamızın seyri esnasında program için beraber çekim yapma konusu tekrar gündeme gelince, merhum M.Ali Tekin kardeşimizle yaşadığımızı anlatıp rahmetle yâd ettik…
M.Ali Tekin Kardeşimizle hazırlamış olduğumuz notları kendisine ilettim. Talep ve isteklerini de hazırlayıp kendisine yolladım. Bir araya gelip her hangi bir ön hazırlık yapmadan çekim günü buluşup doğal seyrinde bir sohbet yaptık…
Ne soracağını önceden bilmediğim için planlı bir hazırlık yapamadım. Fehmi Bey uygun görüp istediğini sordu. Bende doğal şekilde cevap vermeye çalıştım. Birkaç yerde isim hatası, yanlış anlaşılma gibi hususlar olsa da, sade bir program yapmış olduk…
Daha önce not alıp gündeme getirmekte fayda gördüğüm 60-70 başlıktan sadece 15-20 başlığa temas etme imkânı bile bulmadan vakit doldu ve ortaya böyle bir program çıkmış oldu. Bu vesile ile Fehmi Atay Bey’e, merhum M.Ali Tekin kardeşimizle planlayıp kendisi ile gerçekleştirme fırsatı bulduğumuz böyle bir program için, çok teşekkür ediyorum. Dinleyen kardeşlerimizin de ibret alıp istifade etmelerini diliyor; dinleme nezaketi gösteren herkese de teşekkürlerimi arz ediyorum.
25.08.2021 Fatih
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
1-Ahmet Ziya Hoca’nın Hamzalı’dan Mekke’ye Uzanan Hayat Hikâyesi (Tek Parça)
6-Ahmet Ziya Hoca’nın Sakallı Askerliği, Kısa Öğretmenliği, Umre Rehberliği ve Uçaktan indirilip tutuklanması, Kadıköy İHL de Başörtüsü esnasında yaşadıkları, Köyünde Hanım Eğitim Merkezi, Kız Kur’an Kursu ve Çay Fabrikası yaptırmadaki öncülüğü gibi muhtelif Hatıraları… https://youtu.be/4uut7nk0Sak
Merhaba Zakeos Bey, Sizlere hayırlı sabahlar diliyorum. Telefonunuzu Aydın Bey verdi ve bazı sorularınıza cevap bulma konusunda size yardımcı olmamı istedi.
Sorularınızı yazarsanız, cevapları konusunda size yardımcı olmaya çalışırım; bilmediğimiz bir konu olursa araştırıp kaynaklarından size nakiller yapmaya gayret ederim.
Bugün saat 13-16 arası bir toplantım var. Bunu dikkate almanızı rica ediyorum.
Öncelikle size kendimi tanıtmak üzere, aşağıda maktu bir not gönderiyorum
Ben 1954 Trabzon/Of doğumlu, 1962 yılında Hafızlığımı tamamlayıp, M.Rüştü Aşıkkutlu Hoca Efendiden talim ve Arapça eğitimim akabinde ilkokulu üç yılda bitirdim. 1975 İst. İHL, 1979 İst. YİE mezunu, kısa dönem öğretmenlik ve müftülük görevlerinden sonra, Mekke Üniversitesi’nde Yüksek Lisans yaptım… MÜSİAD Y.K. Üyeliği, Tahkim Komisyonu Başkanlığı görevlerini yürütmüş Üsküdar Çengelköy’de oturup Fatih’te iş yeri olan emekli bir eğitimciyim…
Yaptığımız İş ve Faaliyetlerle İlgili: www.hamzali.org Sitesi,
Günaydın Hocam, Ben de Yozgat kökenli bir Ermeni vatandaşım, İstanbul’da Ermeni kilisesinde rahibim, Hristiyan ilahiyatçısıyım, Kuranı Kerimi ilgiyle inceliyorum, okuyorum, Tevrat, Zebur ve en nihayetinde İncili Şerif ile kıyaslıyorum. Hakkında sormak istediğim yüzlerce ayet var diyebilirim, özellikle aynı ayetlerin aynı kalıplar içinde sürekli tekrar ediliyor olması gibi, ama spesifik olarak sizden rica ediyorum Değerli Ahmet Bey, bana birkaç cümle ile Zuhruf Suresi 45. ayeti açıklar mısınız lütfen? Ayeti iyi bildiğinizi tahmin ettiğimden burada yazmıyorum, elimde Diyanet İşleri Vakfına ait tercümesi mevcut, şimdilik bu kadarı kâfi olacak, saygılarımla Zakeos Öz
Zakeos Bey, Tanışmaktan memnun oldum; birbirimizden öğrenebileceğimiz ilmî konularda yardımlaşmaktan memnun olurum.
Öncelikle usulle ilgili birkaç cümle yazayım: Kur’an-ı Kerim’de sorulacak bir husus olunca cevabını öncelikle Peygamberimiz Hz. Muhammed’in açıklamalarında bakarız; sonra onunla beraber olmuş alim arkadaşlarının açıklamalarına, daha sonra bu alim arkadaşları ile görüşüp bilgi almış olan 2. Nesil alimlere, bu kaynaklarda cevabı olmayan soruları da belli vasıflara sahip olan, Arapça dilinin inceliklerini bilen alimlerin görüşlerine müracaat ederiz. Buralarda da cevabı olmayan soru ve konuları, erbabı ile müzakere ederek istişare ile açıklığa kavuştururuz. Usul budur.
Ahmet Ziya
Sorunuzun cevabı için size bir link yollayayım; okuyun. Eksik kalan bir husus olursa yine sorabilirsiniz…👇
Hocam, Onu okumuştum zaten, hatta çok daha fazlasını da okudum demeliyim aslında, tekrar okuyacağım, ben bireysel anladığınızı ve bir inançlı (halktan bir mümin) bu ve benzeri bir ayeti size danıştığında (onun anlayacağı bir dille) nasıl açıklayacağınızı merak etmiştim açıkçası, çünkü bahsettiğiniz usulü mesela bir çobanın, kasabın, manavın bilmesi ya da o kaynaklara ulaşması pek mümkün değil sanırım, en nihayetinde herkes ilahiyatçı olamıyor, şöyle bir örnek verebilirim; “ALLAH yaratanların en güzelidir” bu ayet defalarca tekrarlanan ayetlerden sadece biri, bir inançlı kafasına takılıp bu ayeti size sorsa buna nasıl bir yanıtınız olurdu, yada eşi, dostu yada arkadaşı Yahudi veya Hristiyan olan bir mümin size Maide Suresi 51. ayeti sorsa ona nasıl bir yanıt verirdiniz gibi… Aslında tamda anlamak istediğim budur değerli Hocam. Daha teknik bir şey sormak istiyorum müsaadenizle, Tevrat, Zebur ve en nihayetinde İncili Şerifte ALLAH kendisi hakkında konuştuğunda BEN diyor, peki Kuranı Kerimde sürekli tekrar edilen BİZ betimlemesi bize ne anlatmak istiyor… mesela bir başka husus Hz. Musa’nın şeraitine göre ALLAH and etmek mekruhtur, yani günahtır der, İncili Şerif de “hiçbir şey üzerine and etmeyin” öğretesini öğütlüyor, peki neden Kuranı Kerimde ALLAH sürekli “andolsun” buyuruyor… Sizi meşgul ettiğim için çok özür diliyorum, ben sizden eğer mümkünse bireysel yanıtlarınızı bekliyorum, saygılarımla Zakeos
Size, konuyu ilmi açıdan inceleyen Arapça bir link gönderiyorum. Burada ayrıntı ve deliller var:
Peki Hocan anladım, nazik yanıtınız için teşekkür ederim, esen kalın. Zakeos (Arapça link gönderişimi topu taca atmak gibi değerlendirmiş olsa gerek ki yukarıdaki cümleyi yazdı) Ben de kendisine: “Arapça okuyup anlama imkânınız var mı bilmiyorum. Yoksa, toplantımdan sonra size özet olarak anlatılanı yazabilirim…” dedim. Cevaben: Ben Türkçe, Ermenice, İtalyanca ve İngilizce tercümelerini okudum. İslam Ansiklopedisini ve Alimlerin açıklamalarını ana dilim olan Türkçeyle okuyorum Hocam. Çok teşekkür ediyorum.
Zakeos
Ben belki Arapça da bilirsiniz diye o linki yollamıştım. Orada 1.nesil Peygamber arkadaşları olan Sahabe açıklamaları var. Onları bu gece veya en geç yarın sabah sizin için Türkçe ’ye çevirip özetleyerek size ulaştırırım İnş. Ahmet Ziya Bir ricam daha olacak, ama bu daha çok tarihi vakalarla ilgili, nasıl derseniz mesela şöyle bir örnek verebilirim, dört büyük halifelerden biri olan Hz. Osmanla alakalı, ölüm şekli, bunun oluş şekli, onun bedenini bir Yahudi mezarlığına bırakmaları, birkaç gün sonra ancak dini vecibelere göre defnedilmesi, ve çok daha sonra onun bedeniyle ilgili diğer durumlar…İslam Ansiklopedisinde yer alan bu bilgileri biliyorsunuz elbette..Hz. Osmanla alakalı bu durumlara yaklaşımınızı merak ediyorum Hocam, sebepler neler olabilir bana birkaç cümleyle açıklayabilir misiniz lütfen? Yani burada Emevi ve Abbasilerin tutumunu soruyorum aslı itibariyle… 8. ve 10. yüzyılları arasındaki “yeni uygulamalar” örneğin…Birde Emeviler ve Abbasiler arasında dini hususlardaki itilafların ve bunun sonuçlarının sizdeki açılımını merak ediyorum Hocam.
Zakeos
Bu ve benzeri bütün sorularınızı sormanızda hiçbir mâni yok fakat biraz zaman tanımanız gerekir ki benim gibi 68 yaşında bir insan mesaj yazmakta bile vakte ihtiyaç duyacağını takdir edersiniz. Eğer Arapça kaynak isteseydiniz benim için zor olmazdı ama tercüme edip özetlemek ve herkesin anlayacağı hale getirmek biraz zaman gerektirir. Başka işler arasında bunu da yapabilmek için zaman konusunda anlayış göstermenizi rica ediyorum. Siz bu arada aklınıza gelen başka sorular olursa yazın; cevaplarını bir tertip sırasına göre yazacağım İnş.
A.Ziya
Var Hocam aslında çok var, örneğin “Biz dünyayı beşik gibi (olarak) yarattık, dağları ise direk olarak koyduk” (Diyanetin tercümesidir) Hocam, yaklaşık 7 ya da 8 kere farklı Surelerde bu ayet aynı kalıp içinde tekrarlanıyor… mesela neden birçok kere aynı ayet tekrar ediliyor… Bu tekrarlar başka birçok ayet için de söz konusu. Şunu anlamayı çok istiyorum; ayetlerin aynı kalıp içinde birçok kere tekrar ediliyor olması bize ne anlatmak istiyor… Ayeti kelimeye dönersek ALLAH neden kendisi hakkında çoğul konuşuyor, yarattım yada var ettim demiyor ama yarattık, var ettik diyor… Diğer 3 semavi metinlerde ALLAH kendisiyle yada yaptığı bir eylemle ilgili konuşurken hep tekil konuşuyor mesela; dedim, uyardım, vaat ettim, yarattım, emrettim gibi.. Dünyanın yuvarlak olduğunu biliyoruz, yukarıdaki Ayeti Kelimde “beşik gibi (olarak) yarattık” sözündeki “beşik” nasıl anlaşılmalıdır ve “dağların direk olarak” yaratılması ne anlama gelmektedir…Değerli Hocam, Sizden çok ama çok özür diliyorum, bana ulaştığınız ve bu nazik üslubunuz için müteşekkirim, benim hiçbir acelem yok, endişem de yok, bu nedenle lütfen Sizde hiç acele etmeyin, ne vakit müsait olursanız o zaman en uygun zamandır. Bu arada benim sorularım oldukça fazla özellikle Kuranı Kerim ayetleri noktasında yüzlerce sorum var, araştırmaya devam ediyorum tek isteğim İslami kesimden bir kardeş yada kardeşlerimin bu sorulara samimi yanıtlarını tespit etmek, ömrüm yettiğince okumaya ve öğrenmeye devam edeceğim Hocam, Mesih İsa’nın dediği gibi “Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak” benim hedefimde de bu var değerli Hocam, hayırlı günler, toplantınız güzel geçsin, uygun bir vaktinizde siz nasıl münasip görürseniz o şekilde devam ederiz ALLAH izin verirse, hürmetler Hocam.
Zakeos
Tamam, bütün sorularınıza, sade, herkesin anlayacağı, kısa ve öz cevaplar yazacağım inş. Toplantım bittikten sonra ilk fırsatta size yazma gayretinde olacağım… A.Ziya
Hocam hiç acele etmeyin çok rica ediyorum, çok fazla soru sordum, zamana yayarak yanıtlarsanız bende vicdan sorunu yapmam o zaman, bir kez daha müteşekkirim, bu gün için son bir sorum olacak; Kuranı Kerim, Mesih İsa hakkında konuşurken, Mesih’in “Kelamullah”, “Nurullah” ve “Ruhullah” olduğunu söylüyor (Diyanetin tercümesinde ALLAH’ın sözü, ışığı ve ruhu) Sureleri biliyorsunuz zaten, Hocam Mesih ile ilgili Ayeti Kelimeleri nasıl anlamamız gerekir, Sizin, Mesihle ilgili bu ayetlere bireysel yaklaşımınız nasıldır…neden başka bir peygamber yada ALLAH adamı hakkında buna benzer betimlemeler yada açıklamalar yer almamıştır…Hocam bu gün için bu sondu, toplantınıza da çok az kaldı, ben bir kez daha Size çok teşekkür ediyorum, tevazu ve nazik yaklaşımınız için ALLAH razı olsun Sizden, zamana yayarak yanıtlarsanız bende vicdan sorunu yapmayacağım, esen kalın, sağlıklı ve mutlu kalın, hayırlı günler Hocam.
Zakeos
Hayırlı Sabahlar Zakeos Bey, Dün söz verdiğim gibi bugün iki sorunuza cevap yazarak sorularınıza cevap vermeye başlayalım. Önce Zuhruf Süresi 45. Ayet ile başlayalım. Sorunuzun en kısa ve en doğru cevabı şöyledir:
(Soruların cevabı uzun yazmayı gerektirdiği ve benim yaşımda olan bir kişinin telefon ekranında yazmasının zorluğu sebebi ile hazır cevapları arayıp buldum; “Sorularla İslamiyet” sitesinde konu ile ilgili yazılanları alıp kendisine yollamaya başladım.
Zakeos Bey, Zuhruf Süresi 45. Ayette ifade edilen Peygamberimiz Hz. Muhammed’in diğer peygamberlere sorması emri ile kast edilen, Peygamberimizin Allah tarafından Miraca çıkartıldığı zaman, diğer peygamberlerle karşılaşıp görüşmesi esnasında sormasıdır. Nitekim Peygamberimizin Miraçta diğer peygamberlerle karşılaşıp konuştuğu, kendilerine namaz kıldırmak için imam olduğu sabittir. Bu bilgi ve tefsir: Taneri tefsirinde (21/611) Peygamberimizin amcası oğlu Abbas’a ve ve Abdurrahman b. Zeyd’e (1.nesil) izafe edilmektedir.
Aynı bilgi Kurtubi tefsirinde (16/95) Said ibni Cübeyr ve Katade gibi Tabiin (2.nesil) alimlerine isnat edilerek aktarılmakta olup en doğru tefsir ve açıklama olduğu kabul edilmektedir. Biliyorsunuz TABERİ ve KURTUBİ en eski ve en muteber Kur’an tefsirlerindendir. Gelelim Kur’an’ı Kerimdeki tekrarların sebebi hikmetine: Kur’an’ı Kerim’in her süresinde tekrar vardır ve her tekrarın sebebi de farklı olabilir. Bunun için Arapça kaynaklarda Kur’an’ı Kerimdeki tekrarların tamamı sıra ile teker teker ele alınmış ve her birinin sebepleri izah edilmiştir. Türkçede bu kadar ayrıntılı bir kaynak yoktur maalesef. Arapçadaki bu ayrıntıyı tercüme edemeyeceğimize göre size tekrarın mantığı ile ilgili genel bir bilgi yazayım ve bir de bu bilgilerin anlatıldığı bir video yollayayım. Bugün bu kadar ile yetinip yarın veya fırsat buldukça devam ederiz İnş. Kur’an’daki Tekrarların Hikmeti
Bazı âlimlere göre, Kur’an’da özellikle peygamberlere ait kıssaların tekrarlanmasının üç hikmeti vardır:
Birincisi: Bir yerde bir bölümü zikredilen kıssanın diğer bölümü ise başka bir yerde zikredilmiştir. Bu dış görünümü itibariyle bir tekrar gibi görünür.
İkincisi: Kur’an, fesahat ve belağatını göstermek için bir yerde uzunca anlattığı bir kıssayı, başka yerde çok veciz bir ifadeyle anlatır.
Üçüncüsü: Kıssaların zikredilmelerinde nübüvvetin, özellikle Hz. Muhammed (asm)’in nübüvvetinin, Allah’ın varlığı ve birliğinin ispatı, Allah’ın zalimleri cezalandırmaya kadir olduğunun ders verilmesi, İslam’dan önce yaşmış milletlerin başına gelen kötü akıbeti göz önüne sererek yeni inkarcıların uyarılması gibi değişik maksatlar vardır. Her bir yerde hikmete münasip bir tarzda adı geçen hususlardan birini veya birkaçını ders vermek için kıssanın tekrarı söz konusudur. (Bk. İbn Cüzeyy, 6.)
Kur’an’ı Kerim’deki tekrarların hikmetlerinden bazıları şunlardır:
1. Sıkıntılara ve günahlara sık muhatap olan iman ehli için Kur’an’daki bazı tekrarların mühim hikmetleri vardır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan Hz. Musa (as) ve Hz. İbrahim (as) kıssaları gibi kıssalarda, bahsi geçen peygamber ya da peygamberlerin kurtuluşunu gösterip; zulme ve sıkıntıya maruz kalan ehlî imanın karşılaştıkları sıkıntılardan teselli bulması amacıyla bu kıssalar tekrar edilmiştir. Diğer taraftan isyanları nedeniyle helak olan Ad ve Semud kavimleri gibi kavimlerin helakları da göz önüne serilerek ehli imanın isyandan ve günahtan uzak durmaları dersi verilmektedir.
2. Kur’an’ın muhataplarının büyük kısmını teşkil eden ilimle fazla meşgul olmamış halk tabakası için Kur’an-ı Kerim, tekrar tekrar yer ve gök gibi en rahat görülebilen yaratılış delillerini göz önüne sermekle Allah’ın varlığını ve birliğini ispat etmektedir.
3. Her vakit nefsin ve şeytanın saldırısına maruz kalabilen iman ehline şevk vermek maksadıyla cennetteki karşılaşacakları nimetler, günahlardan sakındırmak için de cehennemdeki maruz kalabilecekleri cezalar sık sık gözler önüne serilmektedir. 4. Kur’an, hem bir dua ve zikir kitabı hem bir şeriat kitabı hem bir davet ve tebliğ kitabı hem tevhid kitabı hem hikmet kitabı hem de kulluğun tarifnamesi olduğu yönleriyle tekrarı gerektirir. Şöyle ki: – Duanın tekrar edilmesi, kabul edilmesi ihtimalini kuvvetlendirdiğinden, duanın tekrarı gerekir. Aynı şekilde zikrin tekrarı nurlandırır, bu nedenle tesbih, tahmid ve tekbirlerin sık sık tekrarlanması gerekir.
– Kur’an’ın şeriat kitabı olması yönüyle: Kur’an bu sağlam ve büyük dinin esaslarını tesis eder. İnsanlığın sosyal hayatında köklü inkılâplar yapar ve değiştirir. Elbette, bu esasları tespit ve sağlamlaştırmak için tekrarda bulunması gerekir.
– Kur’an davet ve tebliğ kitabı olması haysiyetiyle: insanları davet ettiği davanın ehemmiyeti ve İslamiyet’in güzelliklerini sık sık nazara vermesi gerekmektedir. Bu da tekrarı gerektirir.
– Kur’an’ın tevhid kitabı olması itibariyle: Cenab-ı Hakkın varlığını ve birliğini sık sık vurgulaması gerekir. Kur’an büyük meselelerden bahseder ve kalpleri bunlara iman etmeye davet eder. İnce hakikatlerden söz eder ve akılları bunları bilmeye çağırır. Öyleyse bunların kalplerde yerleşmesi ve toplumun her kesiminin fikirlerinde tesbiti için muhtelif suret ve çeşitli üsluplarda tekrarı lazımdır.
– Kur’an’ın hikmet kitabı olması itibariyle: kâinatın ve insanın asıl yaratılış gayesini her fırsatta anlatması gerekmektedir.
– Kur’an’ın iman ehlinin, ibadet ve sosyal yaşayışlarını sistemleştirmesi itibariyle, kulluk ve toplumsal derslerini yerleştirmesi için sık sık gözler önüne sermesi gerekmektedir. 5. Kur’an, en zeki insandan en kıt akıllıya, en takva ehli olandan en şakî yani azgın olana, dünyanın cazibesinden kurtulup ciddi bir şekilde ahiretine çalışanlardan, dünyaya kendini kaptıran gevşek kimselere kadar bütün insan tabakalarına bir hitap ve bir ilaçtır.
Fakat herkes her vakit herkese deva ve şifa olan Kur’an’ın tamamını okumaya fırsat bulamaz. Bundan dolayı yaptığı her şeyde fayda ve maslahatlar gözeten ve yarattığı varlıklara karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah, Kur’an’ın temel maksatlarını bazı sürelerde ve özellikle uzun olanlarda yerleştirmiştir. Böylece her bir sure küçük bir Kur’an olmuş ve herkese yolu kolaylaştırmıştır. Kur’an, İnsanları teşvik ile şöyle nida eder: “Öğüt için Kur’an’ı kolaylaştırdık. Yok mu öğüt alan?” (Kamer, 54/17)
6. Hadisin ifade ettiği gibi “Her bir ayetin mana mertebeleri vardır; zahirî (açık), bâtıni (açık ve görünür manasının içindeki, ehlinin anlayabileceği mana), haddi (kapsamı) ve muttala’ı (anlam çerçevesi) vardır. Bu dört mana tabakasından her birinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır.”8
Yani her bir ayetin çok mana tabakaları bulunmakla beraber, her maksat için çok yönler, hükümler, faydalar ve maksatlar söz konusudur. Bundan dolayı bir yerde bir vecihle zikredilirken, başka bir yerde başka vecihle zikredilir. Bir surede bir maksatla, bir başkasında başka maksatla anlatılır. Buna göre, gerçekte tekrar yoktur, ancak görünüş itibariyle bir tekrar vardır. Gözlerin, kulakların, parmakların, birbirine benzediği halde gerçekte ayrı ayrı olduğu gibi.
7. Nasıl ki insanın cismani ihtiyaçları farklı farklıdır. Bazısına hava gibi her an, bir kısmına su gibi midenin harareti vaktinde zaman zaman, bir kısmına gıda gibi her gün, bazısına ziya gibi haftada bir, bazısına ayda bir, bazısına ilaç gibi senede bir İhtiyaç olur.
Aynı şekilde İnsanın manevi ihtiyaçları da farklı farklıdır. Bir kısmına “Hu ve Allah” demek misali her an, bir kısmına “Bismillah” gibi her vakit, bir kısmına “La ilahe illallah” gibi her saat ihtiyaç vardır. Diğerlerini kıyas edebilirsin.
Bu durumda ayet ve bazı kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor ve onlara olan ihtiyacın şiddetine işaret etmektedir.
8. Kur’an’da çeşitli insan tabakalarının dilleriyle ve halleriyle tekrar tekrar yaptıkları suallerin cevapları vardır. Suallerin tekrar tekrar sorulması cevapların da tekrar tekrar verilmesini gerekli kılar.
9. Kur’an-ı Kerim de sık tekrarlanan Hz. Musa’nın (a.s.) kıssası gibi diğer peygamber kıssalarının çok tekrarlanmasında, Peygamber Efendimizin (ASM) davasının doğruluğuna bütün peygamberlerin nübüvvetlerini delil gösterip, “Onların tamamını inkâr edemeyen, Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini ve davasını hakikat noktasında inkâr edemez.” dersini vermesi hikmetiyle; ve herkes her vakit bütün Kur’an’ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, her bir uzun ve orta uzunluktaki sureyi birer küçük Kur’an hükmüne getirmek için, ehemmiyetli iman esasları gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki belağatının gereğidir ve Hz. Muhammed’in hadisesi, bütün insanlığın en büyük hâdisesi ve kâinatın en büyük meselesi olduğunu ders vermektir. Netice olarak; yukarıda sayılan ve sayılmayan daha pek çok hikmetlere binaen Kur’an’ da bazı tekrarlar yapılmıştır. Kur’an-ı Kerim’ in tekrarları, sıradan insan sözleri gibi usanç vermemekte, aksine ihtiyaç fazla olduğundan ve bu tekrarlar ihtiyaçtan kaynaklandığından tekrarının lezzet verdiği ortaya çıkmaktadır. Bununla beraber yüzlerce senedir tüm Müslümanların hayatının her anına ışık tutan, ibadetlerinde tekrar ve tekrar okunan Kur’an bu kadar sık okunmasına rağmen hiçbir mü ‘mine usanç vermemesi, küçük yaşta Kur’an’ı ezberlemeye çalışan çocukların zihinlerine kolayca yerleşmesi, ölüm döşeğinde bulunanlara zemzem suyu gibi tatlı gelmesi gösteriyor ki, Kur’an her yönden mucize olduğu gibi okunması cihetiyle de mucizedir. Bazı bölümlerinin tekrarlanması da mucize olmasının gereğidir.
KUR’AN’DA AYNI KISSALAR NEDEN TEKRAR TEKRAR ANLATILIYOR?
Nitekim her farklı detay, değişik ibretlere medar olarak, gönüllerden gayb âlemlerine doğru bin bir ulvî pencere açmaktadır. Meselâ Hazret-i Âdem aleyhisselâm-’a İblîs’in secde etmemesi meselesi, mükerreren yedi sefer bildirilir ve her birinde, İblîs’in hîle ve desîselerinden birine dikkat çekilir.
Bu tekrarların hikmetini beyan sadedinde ayet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
“(Resulüm!) Biz onu böylece Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda ikazları tekrar tekrar açıkladık. Umulur ki onlar (bu sâyede günahtan) korunurlar yahut da o (Kur’an) kendileri için bir ibret ortaya koyar.” (Taha, 113)
“Sen yine de öğüt ver (hatırlat). Çünkü öğüt (hatırlatma) müminlere fayda verir.” (ez-Zâriyât, 55)
Tekrarlar, asıl maksadın farklı üsluplarla tebliği durumundadır. Bunun için sıradan meseleler tekrar edilmez. Meselâ Hazret-i Mûsâ aleyhi selamın doğumu, gençliği ve evliliği tekrarlanmaz. Fakat Firavun ‘la karşılaşması, sihirbazlarla müsabakası ve azgın Benî İsrail kavminin durumu gibi Risâlet’in hedefi açısından çok mühim olan hususlar, tam dört yerde tekrar edilmiştir.
Diğer taraftan, bir şahısla alâkalı malumatın çeşitli yerlerde zikredilen kısımları bir araya getirildiğinde mükemmel bir bütünlük müşahede edilir. Böylece her bir kıssa, aralarında hiçbir ihtilâf ve zıtlık olmaksızın bir tek mevzu gibi bir bütünlük arz eder.
Kıssalarda daha çok manaların tekrarı mevzuubahistir. Bunun en mühim maksadı, ilâhî ve ulvî gayelerin, ruhlara ve gönüllere alışkın oldukları bir tarzda zerk edilmesidir. Çünkü insan, kendisine takdim edilen bir meselenin çeşitli şekil, üslup ve ifadelerle tekrarı hâlinde, verilmek isteneni daha iyi hazmeder. Bu da tekrarın, insan psikolojisine uygun ilâhî bir terbiye ve tezkiye usulü olarak Kitâbullâh’ta yer aldığını gösterir.
Ayrıca tekrar, aynı manayı değişik ifade kalıplarıyla ve çeşitli üsluplarla ortaya çıkararak, Kur’an’ı Allah’ın inzal buyurduğunu ve insanların onun bir benzerini ya-pamayacaklarını ispatlayan ilâhî mucizelerden biridir.
Manaların tekrarında bazen tafsilat, bazen de hulâsa söz konusudur. Böylece Kur’an-ı Kerîm, değişik seviye ve zihniyetlere hitap etmektedir. Çünkü bazı insanlara hulâsa yeterken, bazılarına ise tafsilat icap eder. Zira Kur’an, avamdan havâssa kadar insanlığın bütün kademelerine hitap eder. Bu suretle, her seviye, her tabaka ve her sınıf, kabiliyet ve istidadı nispetinde ondan istifade edebilir.
Kur’an-ı Kerîm’deki kelime ve cümle tekrarları ise, te’kîd gayesiyle birlikte hayret ve dehşet verme, korkutma, ikaz ve tasviri canlandırma gibi belâğat inceliklerinden birini temin etmek içindir. Meselâ “Kāria Sûresi”nde « ََ قْلُْةَعْرا» lafzının üç defa tekrar edilmesi, kıyametin dehşetli manzarasının muhataba çok derinden hissettirilmesi hikmetine mebnîdir.
Diğer yandan Rahman Suresi’nde insanlar ve cinler için yaratılan nimetlerin sayıldığı cümlelerin ardından gelen ve otuz bir defa tekrar edilen: “Öyle iken Rabbinizin hangi nimetini inkâr edebilirsiniz?” cümlesi, kullara gaflet perdelerini aralatarak, ilâhî nimetleri itiraf ile şükür vazifesini hatırlatmaktadır. Ayrıca Rahman Suresi’ndeki otuz bir defa gelen bu tekrarın sıkmadan ve huzurlu bir şekilde okunuşu, Arap edebiyatında eşine rastlanmayan müstesna bir hususiyettir.
Yine Mürselât Suresi’nde on defa tekrarlanan:
“O gün, yalanlayanların vay hâline!” ayeti de birçok ilâhî hakikatin bahsedildiği ayetlerden sonra gelmekte ve bunları yalanlayanların, hüsran dolu bir akıbet ile şiddetli bir cezaya dûçâr olacaklarını haber vermektedir. Dolayısıyla müfessirler, bu ayetin geçtiği her yerin öncesinde anlatılan manaları nazar-ı dikkate alarak:
«Hüküm gününü, Allah’ın yüce ayetlerini ve sonsuz kudretini, sayısız ilâhî nimetleri, azap yeri olan cehennemi ve mükâfat mekânı olan cenneti yalanlayanların vay hâline!» şeklinde izah etmişlerdir.
Kur’an, hakikate dâvet eden bir hidayet rehberi, bir dua ve zikir kitabıdır. Dua ve zikrin hakikati ve tesiri ise, tekrar ile ortaya çıkar. Namazların her rekâtında Fatiha Suresi’nin
tekrar tekrar tilâvet edilmesi, tesbihâtın otuz üç, doksan dokuz ve yüz on bir gibi muhtelif sayılarda icra edilmesi, rükû ve secdelerdeki tesbihler, hep bu tekrarlardaki bereket ile onların kalbe iyice nakşolması gayesine matuftur. Bu nevi ibadetler, kulun Rabbi ile râbıtasını kuvvetlendireceği gibi çokça getirilen salavat-ı şerifeler de
Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem ile râbıtayı pekiştirir. Çokça tekrar edilen zikirler, bir zaman gelir ki o zikrin hakikatine kalp ve idrakte intikali temin eder.
Nitekim, Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh- Hazretlerine birisi gelip:
“–Üstadım, «Lâ ilâhe illâllâh’ın manası nedir?” diye sorar.
O büyük Hak dostu şu cevabı verir:
“–Evlâdım bu sözü çokça tekrar et ki, manasının hakikatine eresin.”
Size ayrıca bir video linki de gönderiyorum; onu da dinleyebilirsiniz:
Tekrar ihtiyaçtan doğar. İhtiyaç tekrar ediyorsa bilgi de tekrarlanır. Dua ve zikirlerin tekrarı ile kazanılan mükafat çoğalır.
Her gün tekrar yememiz ihtiyacın tekrarı sebebi iledir.
A.Ziya
Kur’an’ı Kerim Sürelerindeki tekrarların her birinin farklı nedenleri var. Arapça olan bu
Günaydın Hocam, Dikkatle okuyacağım, her şeyden önce size çok teşekkür ediyorum, büyük emek vermişsiniz elinize yüreğinize sağlık, bana zaman ayırdınız her şey bir yana benim için sadece bu bile çok kıymetli, sağ olun var olun, güzel bir gününüz olsun, saygılar.
Zakeos
Birbirimize yardımcı olmak sadece dini değil aynı zamanda insani bir görevdir. Elbette elimizden geleni yapacağız…
Sadece şunu ifade etmek isterim; sorularınızın çoğu yüz yüze oturup konuşarak müzakere etmeyi gerektiren sorulardır. Çünkü her cevap başka bir soruya pencere açabiliyor; yeni cevaplar gerektirebiliyor… Yarın sabah cevap yazmaya devam edeceğim… Ben Ermenilerin sadık ve sanatkâr bir kavim olduğunu bilir; takdir ederim. Aramıza sokulmak istenen fitnelere de hiç kulak asmam… Allah’a emanet olun… A.Ziya
Hocam okudum üstelik birkaç kere, tekrar teşekkür ederim, yüreğinize sağlık, emeğinize sağlık, haklısınız cevap bir yeni bir soru doğurabiliyor, ilahiyat böyle bir şey zaten, halkım için söylediklerinize çok teşekkür ederim, keşke sizin gibi düşünen insanlar çok olsaydı da bu kadim kavim helak olmasaydı, Hocam saygılar.
Zakeos
Emperyal devletler, Türk kavmini olduğu gibi Ermeni ve Rum kavmini de kendi emelleri için kullanmak ve aramıza fitne sorarak dayanışma gücümüzü zayıflatmak ister. Hrant Dink’i gibi aydınlara bunun için tahammül edemiyorlar… Bizde uyanık olup aramıza fitne sokturmayacağız İnş.
A.Ziya
Çok yaşayın Hocam
Zakeos
Hep beraber yaşayalım ki huzur ve mutluluğumuz artsın… A.Ziya
Âmin Hocam Âmin
Zakeos
İslam Dinini tam ve doğru anlamak için Arapça bilmek gerekiyor. Arapça bilmeyenler muhtemel anlamlardan biri olan tercümenin dar alanında kısır kalabiliyor. Siz de çok iyi bilirsiniz ki tercüme etmek hayli zaman alabiliyor. Size tercümeler ve yanlış anlamalarla ilgili bir makalemi yollayayım. Umarım faydalı olur.
A.Ziya
MISRI KAHİRE İFADESİ ÜZERİNE
Muhterem Mehmet Görmez Hoca’ya,
Tanıdığınızı Zannettiğim İsmail Kara Hoca ile yaptığım bu yazışmayı, içerisinde sizlerin adını da zikretmem sebebi ile, bilgi için gönderiyorum.
Ahmet Ziya
Değerli Kardeşim Muhterem İsmail Kara Hocamıza,
Allah’ın selamı rahmeti bereketi üzerinize olsun…
Sekiz günden beri Of’ta köydeyim. Telefon ekranına mahkûm olmanın zorluklarını yaşıyorum. Bilgisayar kullanma alışkanlığım yeterli olmadığı için yanımda Laptop taşımıyorum. Gelen mailleri, çocuklarım çıktı alarak bana verir; böyle okumayı tercih ederim. Yazılarımı da çoğu zaman onlar temize çeker… Köyde bu imkânım olmayınca telefon ekranından uzun sayılacak bir yazı okumak, bizim yaşımızdaki insanlar için biraz zor oluyor. Buna rağmen 12 sayfalık yazınızı, dip notları dâhil, okudum. Okuduğum yazılarda ayrıntılara bile dikkat etmeye çalışırım.
Yazınızda basit bazı ayrıntıların çağrıştırdığı bir hususa işaret etmek için bu notu yazıyorum.
“mısr-ı Kahire” ifadesini hatalı okuyup anlayanlara işaret ettiniz. Böyle hatalı anlamalar üzerine bina edilmiş hatalı fikir ve tenkitleri derleyip toparlayan meraklı bir genç çıksa ilginç bir kitap ortaya çıkabileceğini tahmin ediyorum. İlk aklıma gelen iki üç misali ben zikredeyim:
– 1980 yılında Mekke’ye gittiğimin ilk ayları idi; üç farklı ülkeden 4 Arap arkadaşla bir yurt odasında beraber kalıyorduk. Eniştem ve hafızlık hocamla Arapça mektuplaşıyor; oda arkadaşlarımdan da istifade ediyordum. Hilmi Yıldız Hocamın
“…رجعت من المملكة قبل أسبوع…” ifadesini okuyan oda arkadaşlarım “Hocan buraya gelip döndüğü halde” bizimle neden tanıştırmadınız diye sitem edince şaşırmıştım. Hocamın buraya gelip döndüğünü nereden çıkardınız dedim. Hocan kendisi mektubunda yazıyor dediler. Mektubu tekrar okudum; yine anlayamadım. Nerede yazdığını göstermelerini istedim. Yukarda yazdığım cümleyi gösterdiler. Oysa Hocam o cümle ile, bizim “memleketimiz” olan Of’un bir köyünden İstanbul’a dönmeyi kastediyordu. Arap arkadaşlar ise “krallık” anlamındaki “المملكة” kelimesinden Suudi Arabistan’dan döndüğünü anlamışlardı. Uzun zaman söyler gülerdik. Hocama da bu durumu yazmış Onunda bilmediği bir inceliği beraber öğrenmiştik
-Seksenli yılların ortalarında, bu sefer Hocam Umre ’ye gelmiş ve evime misafirim olmuştu. Tavuk sevdiğini bildiğim için Suudi Arabistan’ın meşhur yerli tavuk çiftliği olan “Fakıh” bayisine uğrayıp tavuk alarak pişirmiş ve Hocam için özel hazırlık yapmıştım. Sofraya oturduk; hocamın önüne koyduğum tavuklardan yemediğini görünce sebebini sordum. Bana İbni Abidin şerhinde okuduğu şu ibareyi okudu:
“Mısır’da yaygın olan sıcak suya batırıp tüyleri yontulan tavuk etinin mundar olacağı ve yenmeyeceğini “bildiren bir ifade… Metni beraber okuduk. Aldığım tavukları gözümün karşısında kesip sıcak suya sokarak yonttuklarını da ben gördüğümü teyit edince tavukları çöpe atmıştık…
Bir gün sonra Ümmül Kura Üniversitesinde Fıkıh Hocamıza ibareyi gösterip, Mekke gibi bir beldede “Fakıh“gibi bir müessesede nasıl böyle bir uygulama yapabildiğini sordum. Hocam hayretle yüzüme baktı. Sen bu ibareden ne anlıyorsun diye sordu. Bildiğim Arapça ile anlatmaya çalıştım. Hocamız bilmediğimiz bir inceliği bana anlatmakta bayağı zorlanmıştı. Sonunda anladım ki Arapça sıcak su, kaynamış el yakan su, fokurdayarak kaynayan su için farklı ifadeler kullanılıyor. İbni Abidin ibaresinde kullanılan kelime “fokurdayarak kaynayan su” anlamında imiş. Tavuk çiftliğinde kullandıkları su ise, içine sokulan elin dayanabileceği sıcaklıkta bir su olduğunu tekrar uğrayıp deneyerek öğrendim. Fokurdayan suya sokulan kesilmiş tavuğun içindeki pislik et gözeneklerine sirayet eder ve eti mundar eder. Ancak sıcak suyun gözeneklerin kirlenmesine yol açacak bir etki yapmadığını, ibarede bunun kastedilmediğini, erbabına sorarak, dil inceliklerini öğrenerek ve yaşayarak öğrenmiş olduk. Hocama ibaredeki dil inceliğini, tavuk çiftliğindeki uygulamayı anlatıp ikna etmek pek kolay olmamıştı…
– Bir Whatsap grubunda emekli bir akademisyen hocamız aşağıdaki tercümeyi yollayıp güvenilirliğini sordu: “Müminlerin annesi Hazreti Aişe (Radıyallahu anha) şöyle demiştir:
Resul-i Ekrem’e ﷺ tâunu sordum. Bana şöyle buyurdu:
“Tâun (verem gibi bulaşıcı hastalıklar) Allah-u Teâlâ’nın dilediği kimselere gönderdiği bir azabıdır. Fakat bunu müminler için rahmete çevirmiştir. Bu salgına yakalanan hiçbir mümin yoktur ki bu günlerde ecrini Allah’tan bekleyerek evinde sabırla oturur ve Allah’ın ona yazdığından başka hiçbir şeyin başına gelmeyeceğine inanırsa mutlaka bir şehit ecri alır.”
Büyük muhaddis İbn Hacer şöyle diyor: Hadis-i şerif, şartlarına riayet ederek evinde sabreden bir mü ‘minin bu salgında ölmese bile şehid ecrine nail olacağını buyurmaktadır.”
Bu dört şart:
1. Şikâyet etmeden sabretmek,
2. Evinde oturmak,
3. Ecrini Allah’tan beklemek,
4. Allah’ın yazmadığı hiçbir şeyin ona dokunmayacağına inanmaktır.”
Hadis-i Şerifin metnine baktım:
وعن عائشة رضي الله عنها أنها سألت رسول الله صلى الله عليه وسلم عن الطاعون، فأخبرها أنه كان عذاباً يبعثه الله تعالى على من يشاء، فجعله الله تعالى رحمة للمؤمنين، فليس من عبد يقع في الطاعون فيمكث في بلده صابراً محتسباً يعلم أنه لا يصيبه إلا ما كتب الله له إلا كان له مثل أجر الشهيد” ((رواه البخاري)).
“…فيمكث في بلده…” Hadis’in orijinal metninde:
İfadesi “evinde” olarak tercüme edilmesi doğru değildir. Delilsiz tasarruftur. Doğru tercüme edip izah ederken böyle de uygulanabileceğini söylemek mümkün olsa da Allah’ın Resul’ünün ifadelerini değiştirmek sorumsuzluk, haddi aşmak olup güven zedeler…
“Ülkesinde, oturduğu bölgede” diye tercüme edilmesi gerekirdi. Tercümede başka hatalarda var…
Bu hatalı tercümeye bakarak herkes evinde otursa, ülke için en büyük felaket ortaya çıkar ve 6 ay 1 sene sonra açlık baş gösterebilir…
– Geçen günlerde bir Whatsap grubunda Ahmet Hakan Çakıcı isimli bir arkadaşın değerlendirmesinde:
“…bize tercüme edildiği şekli ile…” İfadesini görünce, dikkatini takdir etmiş ve şu notu yazmıştım:
“Tercümelerde yapılan eksiklik ve hatalar üzerinde bir araştırma ve inceleme yapılacak olsa, çarpıcı gerçekleri ancak görüp öğrenme imkanımız olur…
Geçen günlerde, Mehmet Görmez Hoca’nın bir seminerini videodan izledim. İmamı Gazali’nin İhya kitabı mukaddimesinden iki satırlık bir cümle almış, tahtaya yazarak onu şerh ediyordu…
İbareyi hatalı aktardığını, hatalı tercüme ettiğini dolayısıyla şerhin de hatalı olduğunu görünce şaşkınlık yaşadım. DİB yapmış, akademik unvan sahibi olmanın yanında medrese eğitimi de almış olmasını dikkate alarak kendimi test etme ihtiyacı hissettim ve konuyu etraflıca inceledim. İhyanın piyasadaki 3 ayrı tercümesine baktım. Birinde (Bedir Yayınları Tercümesi) o cümle tamamen atlanmış ve atlandığına dair herhangi bir not veya işaret de konmamış, diğer iki tercüme metinde de atlanan kelimeler, doğru anlamadıkları cümlelerin hatalı tercümelerini gördüm. İbareyi doğru anlayıp doğru tercüme eden bir kaynak bulamadım…
Bu durumda tercüme metinlere güvenerek çok iddialı konuşmak yerine sizin gibi ihtiyatlı ifadeler kullanmak daha uygun ve doğru olur; sizi tebrik ediyorum…”
Dedemizin kullandığı dili doğru okuyup doğru anlayacak araştırmacıların bile çok azaldığı bir ülkede, Arapça gibi çok zengin ve bereketli bir dilin inceliklerini bilen, doğru anlayıp doğru tercüme edenleri aramak hayalcilik mi olur bilmiyorum. Sadece şunu anlayıp biliyorum ki ilim ve araştırma ehli insanlar mütevazi olmalı, boyundan büyük iddialı işler yaptığı havasına girmemeli…
Rabbim bilmediğini bilen, haddini aşmayan, çalışkan, gayretli araştırmacılarımızın sayısını artırsın…
04.04.2020 Hayrat/Hamzalı
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Yukarıdaki yazıyı okuyan İsmail Kara Hocamız Mehmet Görmez Hoca ile yazışmamızın ayrıntılarını sorunca kendisine şu notu yazdım:
Muhterem İsmail Kara Hoca’ya
Sizde Oflu Hocaların talebesinin oğlu ve Osmanlıca kaynaklara aşina olduğunuza göre ibareye yabancı olmadığınızı zannediyorum.
Bu ibareyi İmam-ı Gazali’nin İhyası mukaddimesinden alarak İlimlerin neden İhya edilmesi, yenilenmesi gerektiğini izah ederken:
1-Kâdı’ların da yararlandığı hükumet fetvaları. Yani resmi fetvalar,
2-Ulemanın birbirine karşı övünmek için yaptıkları Cedel, tartışma,
3-insanları aldatmak için yapılan süslü vaazlar.
فت اويِحكومة
جدلِ العلماء
الوعظِ المزخرف
Şeklinde izah edip imamı Gazali’ye izafe ederek, “Hükümet Fetvalar” şeklinde bir tabir ortaya atmış, kendine göre şerh etmeye çalışmıştı… Biliyorsunuz “Ahlaksız Dindarlık” tabiri de ona ait.
Oysa imamı Gazali Hükümet Fetvalarından değil, ehliyet eksikligi sebebiyle mahkemelerdeki hãkimlerin hükümlerinden ve onlara dayanarak hüküm veren kişilerden bahsediyordu…
Aramızdaki müzakerenin bundan sonrası Arapça metinler üzerinden gelişti…
معنى كلمة حكومة من قواميس اللغة حيث ذكروا أن اول معنى لها هو قضاء في قضية والمعنى الثاني بمعني الدولة
أستاذنا لا تهتم لكلمة حكومة التى يتم استخدامها في عصرنا
لأن كلمة حكومة في المعنى الأساسي لها والأول هي القضاء وهذا ما كان يستخدم قديما وهذا ما ذكره كتب المعجم للغة العربية حكومة بمعنى المحكمة والقضاء وليس الدولة
فتوى حكومة بمعنى فتوي بشأن قضية في محكمة
وهذه ايضا من امور الحكومة والقضاء من وظاءف الحكومة
العبارة تصف فنة من الناس حلوا محل العلماء الصادقين الذين قلت أعدادهم حتى كاد الزمان أن يخلو منهم.. فهم أناس مترسمون (ليسوا علماء ولهم شهرة العلماء ومظهرهم) استحوذ عليهم الشيطان فأصبحوا ملكأ خالصا له يتصرف بهم كيف يشاء، واستغواهم الطغيان أي أنهم وقعوا تحت تحت غواية الطغاة (ترهيبا كانت أو تر يب الدنيوية العاجلة، فصاروا لايعرفون معروفا ولا ينكرون منكرآ، حتى أصبحت علوم الدين مندرسة (أي غانبة قد محيت) ومنار الهدى في الأرض منطمسة أي محجوب ضوؤها ومحجوب.
أولنك (أشباه العلماء) زينوا للناس أن علوم الدين ليست سوى فتوى يصدرها أحدهم ليفصل بها القضاة بين الخصوم من الطغام وهم أراذل الناس.. أو أن علوم الدين مجرد علم كلام يجادل به طالب المباهاة الذي يريد الظهور والشهرة ويغلب به غيره ممن يجادله.. أو أنه مجرد سجع مزخرف أي كلام منثور مقفى وله فواصل يتكلفه قانله تكلف بلا روح.. يستخدمه أولنك الذين يتمظهرون بمظهر العلماء فيلبسوا ثياب الوعاظ من أجل أن يبهروا به عوام الناس وجهالهم.. وأن كل ما سوى ذلك لا علاقة له بعلوم الدين بل هو بنظرهم مجرد وسائل لاصطياد المال الحرام الراذل،
يقصد بذلك غياب العلم الحقيقي النافع حتى وصل الأمر أنهم أوهموا للناس أن العلم لا يخرج عن ثلاثة : ١ فتوى متعلقة بقضية يستعين بها القاضي على حل النزاع عند اختلاف
٢ او من أجل الجدال والتغظلب على الخصم والتفاخر بالعلم
٣ او كلام فيه تزيين وتجميل حتى يعجب الناس العوام بالمتحدث الذي يدعي العلم
حيث سلبهم الإدراك والتمييز بين الخطأ والصواب
بعض الناس يؤولون إفادة “فتوي حكومة” فتوي العلماء الذين يفتون حسب طلب الحكام..
ما رأيكم بذالك..؟
سياق الكلام لا يدل على ذلك
Bu ibarelerin görüşünü doğrulamadığını görünce şu soruyu sordu: اذا لماذا ينقد الغزالي احكام القضاء؟
Ben de kendisine şöyle cevap verdim:
ينتقد القضاة ليس كلهم إنما الذين استحوذ علييهم الشيطان واستغواهم الطغيان فأصبحوا يرون المنكر معروفا والمعروف منكرا ولا يحكمون بالحق
Bu müzakereden sonra hatasını fark etmiş olsa gerek ki sessiz kaldı.
Mehmet Görmez Hoca’nın ilimleri yenileme iddiası sebebi ile bu hatanın üzerinde durdum; yoksa durmazdım. Ama okuduğu ibareleri doğru anlamaktan aciz olan bizler, islami ilimleri ihya etme iddiası ile ortaya çıkmamız havada kalmaz mı…?.
Acizane, asrımızın münferit içtihat asrı olmadığını, ancak içtimai içtihat yapılabileceğini kabul edenlerdenim…
Selam ve muhabbetlerimle…5/4/2020 Ahmet Ziya
Mısrı Kahire demek, Kahire Şehri demek olduğu halde bunu bile yanlış anlayıp hatall açıklama ve izah edenler çıkabiliyor…
A.Ziya
Sevgili Hocam,
Zuhruf 45. ayet yorumunu güzelce anladım, benzeri yorumlara daha önce de ulaşmıştım, bu ayet kendi içinde birçok yanıtlanması gereken soru barındırıyor aslında, Arapça yada başka bir dilde, hangi dilde okunursa okunsun sorular baki…Kendisiyle “elçilere sor” diyenler kimlerdir (çoğul konuşuyor çünkü), söz konusu Rahmanın ALLAH olduğu anlaşılıyor, kendisi hakkında çoğul konuşan bu (sanki bir ilahlar konseyi) çoğul varlıklar, insanların tapıp kulluk etmeleri için Rahmanı yani ALLAH’ı var ettiklerini ve Rahmandan başka da bir ilah var etmediklerini (yaratmadıklarını) söylüyorlar. Çok fazla soru ve sorun var bu noktada…Miraç konusu çok ayrı bir konu elbette, bu konuyu ayrıca sorgulayabiliriz…Kuranı Kerimdeki tekrar edilen ve sürekli tekrar edilen ayetler hakkında yazdıklarınızın arasında Kitabın aynı zamanda bir dua kitabı olduğu açıklaması oldukça ilginçti, duanın tekrar tekrar edilmesi insanı konsantre edip bunun sonunda kabul görmesi yaklaşımı da ilgimi çekti doğrusu, zaten dua kitabı şeklinde yaklaşılsa sorgulanacak bir şey de kalmaz diye düşünüyorum, duanın belirli kalıplar halinde Arapça, Türkçe, Lazca veya başka bir dilde sürekli tekrarı noktasında incili Şeriften şu bölim hemen hatirıma geldi, affınıza sığınarak bunu Sizinle de paylaşmak isterim; “Dua ettiğinizde, putperestle gibi sözleri tekrarlayıp durmayın. Onlar söz kalabalığıyla seslerini duyurabileceklerini sanırlar. Siz onlara benzemeyin. Şüphesiz ALLAH nelere gereksinmeniz oldujunu daha siz O’ndan dilemeden önce bilir…” (Matta Suresi 6. Bap 7. ve 8. ayetler), ayetlerin de sürekli aynı kalıplar içinde sürekli tekrar ediliyor olması tنm zamanlar için baki bir tartişma konusu olarak kalacaktır düşüncesindeyim…
Hocam şu “Andolsun” konusuna da bir ara değinin lütfen, ALLAH sürekli and ediyor bunun sebepleri neler olabilir…Ben bir kez daha teşekkür ediyorum size, makalenizi elbette okuyacağım, sağ olun var olun Hocam. Zuhruf Suresi 45. ayetteki öğretiyi Kuranı Kerimde 7 ya da 8 kere tekrar edilen “ALLAH yaratanların en güzelidir” ayetiyle karşılaştırabilir miyiz…Eğer bu iki ayet arasında bir karşılaştırma yaparsak nasıl bir sonuç ile karşılaşırız…”ALLAH yaratanların en güzelidir” ayetinden yola çıkarak LA İLAHE İLLALLAH iman tanıklığına nasıl bir açıklama getirebiliriz… Zakeos
Herhangi bir kavme mensup bir insanın İslam’a girmesi, sizin ifadenizle İslam olması için Arapça bilmesi gerekmez.
Ben sadece Kur’an’ı Kerimdeki hassas noktaları doğru anlayıp inceleyebilmek için Arapça bilmesi gerekir dedim. “İslam olmak” için Kelime-i şehadeti telaffuz edip kalben tasdik etmek yeterlidir. Biliyorsun “İslamlar” bütün peygamberlere inanmak zorundadır.
Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya ve diğer bilinen peygamberlerden birine dahi inanmayıp inkâr eden “İslam” olamaz. Diğer sorduklarınıza cevap yazacağım İnş. Ben önemli konularda okuma ve yazmayı sabah namazını müteakip yapmaya çalışıyorum. İş ortamında verimli olmuyor….
A.Ziya
Evet Hocam, İslam’ın şartlarını biliyorum haklısınız kesinlikle… O noktada da sorularım var elbette, kim olduğunu, yaşantısını, öğretisini, meziyetlerini, yaşam ilkelerini, edindiği vahiyi, hizmetlerini, varsa eğer mucizelerini bilmediğim, tanımadığım, araştırıp incelemediğim birini (bu noktada bir peygamberi) nasıl kabul edebilirim ya da nasıl inkâr edebilirim… İslam kardeşlerimizin yüzde kaçı Kuranı Kerimi okuyabiliyor ve anlayabiliyor… Bu noktada bile sıkıntı varsa (Kutsal metinleri okuyup anlayabilme) bir İslam kardeşim İslam’dan önce gelmiş yüzlerce (kitap vahiy edilmemiş peygamberleri saymıyorum dahi) peygamberi nasıl kabul edebilir ya da reddedebilir…
Hocam, Örneğin İslam kardeşlerimiz Musa peygamberi, Süleyman Peygamberi, Davut Peygamberi, İlyas Peygamberi, Yunus Peygamberi, İdris Peygamberi, Yahya Peygamberi, İsa Mesihi ne kadar tanıyor ve biliyorlar…elbette burada tanımak da çok göreceli bir konu, örneğin şu an bir diyalog halinde olmamıza rağmen ne Siz beni nede ben Sizi tanımıyoruz, dolayısıyla ilamdan önce yaşamış tüm peygamberleri sayma, sevme, peygamberliklerini kabul etme, saygı gösterme şartı eğer insanlar bu peygamberleri, öğretilerini, yaşamlarını, iman tanıklıklarını, dünya ve ahiret görüşlerini bilemeyeceklerse yada bilmiyorlarsa ne anlam ifade eder ki…Bu noktada aydınlatın beni lütfen… Musa’yı ve peygamberliğini tanıyorum, inanıyorum ve kabul ediyorum demek mi yoksa evet Musa diye bir peygamber yaşamıştır demek mi…İslam kardeşlerimizin yüzde kaçı ilk 4 halifenin isimlerini kronolojik yada karışık sayabilir, ben bu noktada pek iyimser olamıyorum, yanılıyor muyum acaba…İslam kardeşlerimizin yüzde kaçı okunan Ezanlarımızın anlamını biliyor, bu da bir tartışma konusu değil midir…Hocam, sabah da yazdım, şu “Ahsenül Halikin” yaratanların en güzeli ayetini de açıklayıverin, Allah’tan başka yaratanlar söz konusu bu ayette, aydınlatın beni lütfen…Hocam, “ALLAH yaratanların en hayırlısıdır” ayetleri de var Kuranı Kerimde, yaratanların en güzelini açıklarken yaratanların en hayırlısıdır ayetine de değinirseniz beni çok mutlu edeceksiniz, saygılar. Zakeos
Saatlerce, hatta günlerce konuşulsa bitmeyecek soruları mesajla müzakere etmemiz mümkün değildir; olamaz…
Türkiye Tanzimat’tan sonra, cumhuriyet yıllarında ağır travmalar yaşadı; taşlar yerinden oynadı. Dini bilgiler zayıfladı; cehalet yayıldı. 1950’den sonra toparlanma süreci başlamış olsa da yeterli noktaya ulaşmanın çok uzağındayız… Bu cehalete bir de emperyalist devletlerin entrika, tahrip ve oyunlarını eklerseniz işimiz pek de kolay değil; olmayacak…
Sizin 1965 de Tel Aviv’de kurulan İslam Üniversitesinden haberiniz var mı…? Sadece MOSAD kanalı ile talebe kabul ediyor. İlk öğrendiğim zaman şaşırmıştım…?
Endişeniz olmasın bütün sorularınıza tek tek, hiç atlamadan cevap vermeye çalışacağım İnş. Her gün en az 2 soruya cevap vermeye çalışacağım. İlmi konularda okuyup yazdığım saat sabah namazından sonra olduğunu tekrar hatırlatayım… A.Ziya
Hocam
Kutsal topraklarda çok bulundum, 1994 den beri düzenli olarak başta Yeruşalaim (Kudüs) olmak üzere Mesih İsa’nın Allah’ın Egemenliğini ilan ettiği tüm ziyaret noktalarında defalarca bulundum, hatta mümin kardeş toplulukları da götürdüm kutsal topraklara, bahsettiğiniz eğitim kurumu hakkında ilk defa sizden duyuyorum, çok ilginç bir durum var aynı babadan (İman atamız İbrahim) ve ayrı annelerden (Lübnanlı Sara ve Mısırlı Hacer) doğan İsrail oğulları (Yahudiler Museviler) ve İsmailoğulları (Araplar İslamlar) genetik kardeştirler, hem toplumsal yaşamları hem de dinsel gelenekleri de bu yönde şekillenmiş doğrusu, örneğin günde 5 vakit ibadet, namaz, sünnet, abdest, kurban kesmek, domuz ve bazı mekruh yiyeceklerden uzak durmak (gerçi İslam’da, çok özel durumlarda mecbur kalınırsa az ölçüde domuz eti yenebiliyor), hanımlara tesettür, boş kağıdı aracılığıyla evliliğin sonlanması, yüksek bir yerden nida ederek insanları ibadete davet etmek (Ezan), zekat vermek, sünnetsizlerden (Kafir) mümkün olduğunca uzak durmak ve burada saymaya gerek duymadığım birçok dini uygulamalar tamı tamına ve bire bir Musevilik ve İslam’ın ortak uygulamalarıdır, İsrail oğulları yaklaşık 5 bin yıldır bu kurallara (Musa’nın Şeriatı) göre manevi yaşamlarını idame ettiriyorlar, İslam kardeşlerimiz de 1500 yıldır bu yasalara tabiler elbette, ben kutsal topraklarda İsrail oğullarıyla İsmail oğullarının kardeşçe yaşadığına bizzat şahit oldum, İsrail vatandaşı 1.5 milyon İsrail arabını biliyorum, birbirleriyle evleniyorlar dahi, burada elbette Filistin sorunu ayrı bir konu, bende elem görmüş bir kavimden geldiğim için Filistinli kardeşlerimizin yürekten yanındayım, elemlerini ruhumda yaşıyor paylaşıyorum, bu arada Mesih İsa’da bir Filistinliydi biliyorsunuz, Filistin’in Beyt-ül Lahim kentinde bedensel olarak insanlık tarihine girdi…Hocam mossatı değil de ben dinin siyasallaşmasından endişeliyim, semavi dinlerin tümü başta olmak üzere tüm dinler siyasallaşmış ve mükemmel bir şekilde çarpıtılmışlardır…Peygamberler bu gün geri gelseler kurdukları dinlerin günümüzdeki hallerini görerek muhtemelen en azından kahrolurlardı diye düşünmüyor değilim.. Saygılar Hocam. Zakeos
Zakeos Bey, Size hayırlı Sabahlar dileyerek sözlerime başlamak istiyorum.
Bugün iki sorunuza daha cevap vermeye, bilgi aktarmaya çalışacağım. Şunu hiç unutmamanızı rica ediyorum. Bu sorular müzakere gerektiren sorulardır. Ben sadece ufkunuzu genişletecek bilgilerden bir kısmını paylaşmakla yetiniyorum. Önce bir hususu belirtelim: Cenabı-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de, her zaman “ben” yerine “biz” diye hitap etmiyor. Ayetler hep bu şekilde sıralanmıyor. Yerine göre “Ben”, mevzuunun gelişine, meselenin anlatılışına göre hitap tarzları da değişiyor.
Nitekim meallerini vereceğimiz şu ayet-i kerimelere dikkat edilirse bu husus açıkça görülür:
“Ey İsrail oğulları! Size ihsan ettiğim nimetlerimi hatırlayın ve son peygambere iman edeceğinize dair bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size verdiğim sözü yerine getirip mükâfatınızı vereyim. Ve sadece benden korkun.” (Bakara, 2/40-41)
“Kullarım senden beni sordukları vakit de ki, muhakkak ben çok yakınım. Bana dua ettiği zaman, dua edenin duasına cevap veririm. Öyle ise onlar da benim davetime uysunlar. Bana iman etsinler ki, doğru yolu bulmuş olsunlar.” (Bakara, 2/186) “Bana dua edin, icabet edeyim.” (Mü’minûn, 23/60)
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 51/56) Evet, sadece birkaç misal olması bakımından meallerini verdiğimiz bu ayetler gibi daha pek çok ayet-i kerimelerde Yüce Rabbimiz, kendi zatından “Ben” manasına gelen zamirlerle ifade etmektedir. Bu ayetlere dikkat edilirse, “Bana verdiğiniz sözü”, “Kabul ederim”, “Beni sordukları vakit”, “Benden korkun” gibi ifadelerin, doğrudan Cenabı Hakk’ın zatıyla ilgili olduğu ve arada hiçbir vasıta kabul etmeyeceği görülür.
İşte Allah’ın “Ben” diye hitap ettiği ayetlerin büyük ekseriyeti hep zatıyla ilgilidir; “Biz” diye hitap edilen ayet-i kerimelerde ise, umumiyetle arada bir vasıta vardır.
Mesela, Kur’an’ın indirildiğini haber veren bütün ayet-i kerimelerde “Biz indirdik” buyurulur. Bütün ayetler vahiy kanalıyla indirildiğine göre, burada Allah ile Peygamber (a.s.m.) arasındaki vasıta, bir melek olan Cebrail (as)’dir.
Yine “Bulutla gölge yaptık.” (Bakara, 2/57) gibi ayetlerde işi yaptıran Allah, işi yapan “Allah’ın memurları” mesabesindeki meleklerdir. Ancak burada, meleklerin “memur” olarak vasıflandırılmasını, insanların işlerini kolaylaştırmak için kullanma zorunda kaldıkları memurlarla kıyaslamaktan kaçınmak lâzımdır. İnsanlar acizliklerinden dolayı memur tutuyorlar; Cenabı Hak ise kâinatta hükmeden kudretinin icraatını ilân etmek, onlar vasıtasıyla azametini bildirmek için melekleri istihdam ediyor.
Zaten birçok müfessirimiz, bu çeşit ayet-i kerimelerde Cenabı Hakk’ın kendi azamet ve kudreti, ulûhiyet ve kibriyâsı ile hitap ettiğini bildirirler. Yâni Cenabı Hak, esma-i hünsası ve sıfatlarıyla birlikte hitap ederek, kendi büyüklüğünü ve celâlini bildirmektedir. Meselâ;
“Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) Mealindeki ayet-i kerimenin metninde “biz” manasına gelen dört kelime vardır. Burada hem Cenabı Hakk’ın kibriya ve azametinin ifadesi bahis mevzuudur, hem de meselenin ehemmiyeti zamirlerle kuvvetlendirilmektedir.
Müfessir Ebu’s-Suûd Efendi, bu ayetin tefsirinde, “Biz azamet-i şanımız ve uluvv-i cenabımızla Kur’an’ı indirdik.” der.
Kevser Suresinde geçen “Biz” manasına gelen “İnnâ”nın tefsirinde ise Fahrüddin Râzi, “Buradaki ‘Biz ‘den Murad, Cenabı Hakk’ın azametini göstermektir” der. “Çünkü
Kevser’i Peygamber Efendimize (a.s.m.) hediye olarak veren, yerin ve göğün sahibi olan Cenabı Hak’tır. Hediye edilen şey de verenin büyüklüğüne göre bir kıymet ve azamet kazanır.”
Bediüzzaman, Bakara Suresinin 34. ayetinin tefsirinde “Ben” manasına gelen “İnnî” ve “Biz dedik” manasına gelen “Kulnâ” kelimelerini ele alır ve şöyle der:
“Cenabı Hakk’ın halk ve icat fiilinde vasıtanın bulunmadığına, kelâm ve hitabında vasıtanın bulunduğuna işarettir.” Devamında ise Nisa suresinin 105. ayetindeki “Biz” manasına gelen “nâ” zamirinin tefsirinde şu hususları dikkate verir:
“Bu ayette azamete delalet eden ‘nâ’ zamir-i cem’i vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi, ‘Allah’ın sana gösterdiği’ mealindeki cümlede müfred hükmünde olan lafz-ı celâl manaları ilham etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir.” (İşaratü’l-îcaz, s.230)
O halde, Allah’ın bazı ayetlerde “Biz” diye hitap etmesinden, -hâşâ- Cenabı Hakk’ın birden fazla olduğu akla gelmemelidir. Zaten gelmez de.
Bazan biz de kendi yaptığımız bir işten bahsederken bile “Biz yaptık” demez miyiz?
Allah Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde “Ben” veya “Biz” yerine “o” ifadesini, üçüncü tekili kullanıyor. Bunun nedeni nedir?
Cümlenin akışına göre, üçüncü tekil şahsa ait “Hu ve” (O) zamiri, Kur’an’da sıkça kullanılmıştır. Bunun birçok hikmetleri vardır:
a. Arapça gramer açısından, daha önce geçen Allah lafaza-i celalin tekrar edilmesi yerine, ona ait zamiri kullanmak daha edebîdir.
b. Allah’a ait “Hu ve” “O”, zamiri kullanıldığı zaman, muhatabın hayalinde, mertebece kendisinden ve her şeyden çok yüksek olan bir varlık canlanır ve yaratılmışlık ve yaratıcılık ilişkilerinden başka, onunla –deyim yerindeyse, haşa- bir akrabalık bağının olmadığı gerçeğinden hareketle ona karşı nazlanmayı değil, niyaz ve duayı, kulluk ve ibadeti esas alan bir tutum ve davranış içinde olur.
c. “Hu ve” zamiri Kur’an’da kullanılırken, Allah’ın mutlak bir varlık olduğunu gösterir.
İhlas suresinin başında yer alan “Kul Hu ve ”de olduğu gibi, başka bir şeye ait olduğunu gösteren bir işaret, bir karine olmadığı zaman, doğrudan Mutlak varlık olan Allah’ı gösterir. Bununla şu hakikati çağrıştırıyor:
“Ey İnsan! Sizin o şunu yaptı, o bunu yaptı… O bana ikramda bulundu, o benim işimi gördü vs. diye işaret ettiğiniz bütün ‘O’lar, gerçek manada bir tek ‘O’ya işaret etmektedir. O da Allah’tır. Çünkü kâinatta O’ndan başka müessir-i hakiki yoktur, O’ndan başka yaratıcı yoktur, O’ndan başka zarar ve yarar dokunduran yoktur.” Bu gerçeğe işaret eden delillerden biri de şudur:
“Allah” ism-i celilin ebced değeri 66’dır. “Hu Ve” zamirinin ebced değeri ise, 11’dir. 1’den 11’e kadarki sayıların toplamı 66’dır. Demek ki, Lafza-i celal bu zamirde şifrelenmiştir. Nitekim İhlas Suresindeki söz konusu “Huve” zamiri, sondan itibaren Kur’an’ın 66. kelimesidir.
d. Bu zamir Kur’an’da, özellikle İhlas suresindeki gibi “mutlak” olarak ifadesinde “şuhudî tevhid” vardır. Yani bu ifade “Lâ meşhude illa hu” manasına gelir. Varlıkta her şey Allah’ı göstermektedir. Her şey Onun isim ve sıfatlarının birer yansımasıdır ve onun fiilleridir. Onun için her şey onu gösteriyor, demektir. (bk. Sözler, s.696; ayrıca bk. On Üçüncü Söz, Hüve Nüktesi).
e. Kur’an’da “Ben-Biz” tabirleri kullanıldığı gibi, Allah ve diğer isimleri de kullanılmaktadır. İnsanlar, Allah’ın mahiyetini bilemezler. Onun isim ve sıfatlar gibi unvanlarla tanırlar. Allah lafza-i celal, bütün isim, sıfat ve unvanları içine alan kapsamlı bir ism-i azamdır. Söz gelimi, Halık denildiği zaman, yaratıcı, Gafur denildiği zaman bağışlayan, Rezzak denildiği zaman rızık veren akla gelir. Oysa Allah denildiği zaman hem Rezzak hem Gafur hem Halık gibi bütün isim ve sıfatları akla gelir. Bu sebeple Allah lafza-i celal Kur’an’da iki bin küsur defa zikredilmiştir. İnsanlar ancak Allah lafza-i celalin penceresinden onun isim, sıfat ve zat-i akdesini mülahaza edebilirler. Bu mülahazayı zihinlere yerleştirmek için bu isim sıkça nazara verilmektedir. Bu ismin üçüncü tekil şahıs gibi kullanılması ayrıca büyüklüğü de ifade etmektedir.
f. Allah kendisini, “Allah, Hâkim Rahim” gibi isimlerle de tanıtmıştır. Çünkü Allah, kendisini kullarına tanıtmak istiyor. Allah’ı tanımak ise, onun vasıflarını gösteren unvanlarla mümkündür. Unvan ise, isim ve sıfatlarla ortaya konur. Bu sebeple, Allah Kur’an’da, kullanılan herhangi bir ifadenin manasına uygun olarak belli isim ve sıfatlarını aklın nazarına vermiştir. Yoksa, hiç görmediğimiz, sıfatlarını hiç duymadığımız, mahiyetini hiç idrak etmediğimiz bir varlığın “Ben” diyerek kendini bize tanıtması mümkün mü? Nitekim, Allah, Hz. Musa (as) ile doğrudan konuşurken bile “Ben” ifadesinin yanında, kendisini yaratıp terbiye eden, rızkını veren, konuşma ve idrak etme kabiliyetini veren sıfatlarına işaret etmek üzere “Rabb” ismini de kullanmıştır: “Ateşin yanına varınca birden: ‘Mûsâ!’ diye nida edildi. ‘Haberin olsun: Senin Rabbin Benim!’ denildi. ‘Çıkar pabuçlarını hemen! Çünkü kutsal vadidesin sen! (Evet evet) Tûvâ’dasın sen! Peygamberliğe ben seçtim seni, öyleyse iyi dinle sana vah yedileni! Muhakkak ki benim gerçek ilah. Benden başka yoktur ilah. O halde sen de yalnız bana ibadet et! Beni anmak için namaz eda et!’” (Taha, 20/11-14).
A.Ziya
Bir başka sorunuza cevap olarak şu bilgileri okumanızda fayda görüyorum İnsanoğlu tarih boyunca konuşmalarına ve sözlerine kuvvet vermek, muhatabını ikna etmek, sözlerinin doğruluğuna güvenilmesini istemek ve bunu sağlamak için yemini kullanmıştır. Yani yeminli ifadeler kullanmak, insanoğlunun yabancısı olduğu bir üslûp değildir. Kur’an’da geçen yeminli ifadeler de insanın anladığı seviyeden insana hitap eden Allah’ın şüphesiz birer sözüdür. Ayetlerde de görüleceği üzere, Cenabı Allah bizzat Kendi Yüce İsmi üzerine yemin ettiği gibi (Hicr, 15/92); peygamberlerine (Yasin, 36/1), peygamberlerin yaşadığı veya vahyin geldiği beldelere (Tûr, 52/1-3; Beled, 90/1), meleklere (Sâffât, 37/1; Nâziât, 79/1-2), Kur’ân’a (Vâkıa, 56/77;Tûr, 52/2), kıyâmet gününe (Kıyâmet, 75/1), kâinâtta var olan önemli varlıklar üzerine, meselâ kaleme (Kalem, 68/1), gökyüzüne (Burûc, 85/1; Târık, 86/1), güneşe (Şems, 91/1), aya (Şems, 91/2), geceye (Leyl, 92/1), sabaha (Fecr, 89/1), kuşluk vaktine (Duhâ, 93/1), zamana (Asr, 103/1), yıldıza (Necm, 53/1), havaya (Zâriyât, 51/1) ve bitkilere (Tîn, 95/1) yemin etmiştir.
Kur’an, âlemlerin Rabbi sıfatıyla Allah’tan, kullarına gelen İlâhî kelâmlar mecmuasıdır. Bizim fikir, algılama ve anlayış seviyemize inen Kur’an-ı Hakim’in, ayetlerinde ve beyanlarında yeminli ifadelere yer vermesi de bizim algıladığımız biçimde anlaşılırlığını, ciddiyetini ve sözlerinde hilâfı olmadığını anlamamızı sağlamak içindir.
Cenabı Hak, bazen yeminle ayetlerini doğrulamış ve kuvvetlendirmiş; bazen de birtakım varlıkları yemin konusu yaparak bu varlıkların insanlık için değerine ve kıymetine işaret etmiş ve dikkatleri bu varlıklar üzerine çekmiştir.
Cenabı Allah, insanların ayetlere olan iman ve güvenlerini temin etmek, verdiği haberleri kuvvetlendirmek, önemli varlıklar ve nesneler üzerinde tefekkürü teşvik etmek, önemli nimetleri hatırlatmak; Kur’an’ın, Kur’an’ın verdiği haberlerin, kıyamet gününün, ahiret gününün, öldükten sonra dirilişin, hesabın, cennetin ve cehennemin hak olduğu konusunda, insanları ikna etmek ve bunlarda muhtemel şek ve şüpheyi ortadan kaldırmak gibi hikmetlerle, ayetlerini yeminli ifadelerle takviye etmiştir. Konuya manayı ismiyle değil, manayı harfiyle bakmamız gerekiyor. Yani, Allah’ın üzerine yemin ettiği her şey, kendi başlarına değerli değil, Allah’ın yaratmış olması itibariyle yücedir, değerlidir ve kıymetlidir. Cenabı Allah Kendi Zatının yüceliğini bildirmek ve isim ve sıfatlarının tecellilerinin kemâlini ve eşsizliğini göstermek için varlıklar üzerine çeşitli şekillerde dikkatleri çekmiştir. Her şey Allah’ın kudretinin ve hilkatinin eşsiz şekilde tecellisi ve tasarrufu değil midir? Zatı Yüce olan Cenabı Allah, eşsiz ve sayısız isim ve sıfatlarının eseri olan mevcudat üzerine yemin etmekle, aslında kudretinin ve hilkatinin muhtelif tecellilerine, dolayısıyla kudretinin azametine, hikmetinin kemâline, rahmetinin kuşatıcılığına, hilkatinin benzersiz güzelliğine yemin etmiş olmaktadır. (bk. Nursi, Mektubat, s. 378)
Allah’ın üzerine yemin ettiklerinden bir örnek olarak, “Andolsun asra ki…” ( Asr, 103/1) ayetini kısaca açıklamak istiyoruz:
Bu ayeti kerimede Cenabi Hak, yarattığı varlıklardan birisi üzerine yemin ediyor. Bu noktada düşünülmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan birincisi, Allah niçin yemin eder?
Yemin, genel olarak söylenen bir söze, ortaya atılan bir iddiaya muhatabını inandırabilmek için, saygı duyulan, iki tarafça da kutsal olarak bilinen ve adı anıldığında, söylenen sözün yalan ve yanlış olmayacağı kabul edilen bir varlığın adını zikretmek, böylece karşı tarafa iddianın doğru olduğu mesajını vermektir. Çoğu zaman ise yemin için adı verilen varlık, kudretli ve aldatan kimseyi cezalandırması beklenen bir varlıktır. Müslümanların bu manada Allah’tan (c.c.) başkasının adına yemin etmesi haramdır.
Peki Allah (c.c.) neden yemin ediyor? Elbette ki, Allah’ın (c.c.) böyle bir şahit getirmeye, sözünün doğruluğunu ispatlamak için bir başka varlığa ihtiyacı yoktur. O’nun bu yemininden kasıt, yemin ettiği varlıkla ilgili olarak insanların yanlış düşüncelerini düzeltmek ve insanların dikkatini yeminden sonra gelen ifadenin önemine çekmektir.
İnsanlar kimi zaman varlıkların değerlerini olduğundan daha düşük gösterir ve onlara uğursuzluk, kötülük ve çirkinlik sıfatlarını yakıştırırlar. Halbuki onlar Allah’ın (c.c.) yarattığı diğer varlıklar gibi şereflidir ve bu kötü sıfatlara haiz değildir. İnsanlar bazen de bu varlıklara, kendilerinde bulunmayan sıfatlarla nazar ederler ve onlarda uluhiyet vehmederler. Bu da doğru değildir. Onlar yalnızca Allah’ın (c.c.) yarattığı varlıklardır.
İşte Allah Teala (c.c.) bu varlıklara yemin ederek, bunların ne insanların suizan ettiği gibi uğursuz ve değersiz varlıklar olduğunu ne de insanların onlarda vehmettiği gibi bir uluhiyet vasıflarının bulunduğunu, bunların yalnızca Allah’ın (c.c.) eserlerinden olduğunu vurgulamak için üzerlerine yemin etmiştir.
Düşünülmesi gereken ikinci husus ise “asr” ın anlamı ve Allah’ın (c.c.) neden onun üzerine yemin ettiğidir?..
Bir görüşe göre “asr” zaman (ed-dehr) demektir. Zaman insanların hayatlarını, fiillerini kuşatan bir olgudur. Yaptığımız iyi veya kötü bütün işler, zaman içerisinde gerçekleşir. Rahatlık, sıkıntı, hastalık, sıhhat, zenginlik, fakirlik hep zamanın içinde meydana gelir. Bu yüzden zaman, insanların dikkatini çeken bir olgudur. Zamana yemin etmekle, insanların dikkatleri daha sonra söylenecek sözlere çekilmiştir.
Ayrıca Cahiliye Arapları zarar ve ziyanı, zamanın kötülüklerine bağlardı. Bugün bile insanlar başlarına bir iş geldiğinde, günlerin ve rakamların uğursuzluğundan bahsetmekteler. Böylece Cenabı Hak, asra yani zamana yemin ederek, insanlara kötülüğün zamanda değil kendilerinde olduğunu belirtmiştir.
Diğer bir görüşe göre (Ebu Müslim) “asr”, ikindi vakti demektir. Allah (c.c.) kuşluk vaktine (duha) yemin ettiği gibi, günün diğer ucu olan ikindi vaktine de yemin etmiştir. Ayrıca ikindi vaktinin önemini anlatan birçok hadisi şerif vardır. İkindi, artık günün sonunun yaklaştığı, insanların işlerini bitirmek için uğraştığı, kazanç veya kayıp hesaplarının yapıldığı bir vakittir. Ve bu özelliği ile kıyametten önceki veya ölümden önceki son vakitlere benzemektedir. Artık hüsranda olan veya saadet içerisinde olan insan, hesap vermeye hazırlanmaktadır.
Ayrıca cahiliye Araplarının bu vakitte işlerini bitirerek, Kâbe etrafına toplandığı, burada işsiz güçsüz insanların dedikodu ve diğer çeşitli kötü işlere daldığı, bunun neticesinde çeşitli kavga, dövüş ve çirkin neticelerin hâsıl olduğu rivayet edilmiştir.
Bunun sonucunda Araplar, ikindi vaktinin uğursuzluğuna hükmetmişler ve aslında kendilerinde olan kötülüğü, ikindi vaktine yüklemişlerdi. İşte Allah (c.c.) bu vakte yemin ederek, insanlara onun, Allah’ın (c.c.) yarattığı şerefli bir varlık olduğunu belirtmiştir.
Üçüncü görüşe göre, “asr” ikindi namazı demektir. Buna delil olarak Bakara suresinin 238. ayetinde geçen “ve… Orta namaza (ikindi namazına) da devam edin.” emri gösterilmektedir. Hz. Hafsa’nın (r.a.) Mushaf’ında bu âyetin açıklaması “ikindi namazına (salat il-Asri)” şeklinde geçmektedir. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadisinde,
“İkindi namazını kılmayan kimse, sanki çoluk-çocuğunu ve malını-mülkünü kaybetmiştir.” (Buhârî, Mevakit, 14; Müslim, Mesacid, 200, 201) buyurmuştur. İkindi namazı, gündüz vakti kılınan en son namaz olması itibari ile de çok kıymetli bir namazdır. İşte bundan dolayı Allah (c.c.) ona yemin etmiştir.
Dördüncü ve son görüşe göre “asr”, Peygamber Efendimiz (asm)’in yaşadığı zaman dilimidir. Zaman, Hz. Âdem (as)’den Hz. Musa (as)’ya kadar ilk asırlar, Hz. Musa’dan Hz. Peygambere (asm) kadar orta asırlar, Hz. Peygamber’den sonra ise son asırlar (ahir zaman) olarak üçe ayrılmıştır. Hz. Peygamber (asm)’le birlikte İslam tüm insanlara ve cinlere, onları karanlıklardan aydınlıklara çıkarmak için gönderilmiş, vahiy son defa inmiştir. Ve Allah (c.c.),
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz.” (Âl-i İmran, 3/110) Buyurarak, Peygamberimizin ümmetini övmüştür. İşte bu yüzden, Allah (c.c.) Peygamber Efendimiz (asm)’in yaşadığı zamana yemin etmiştir.
Sonuç olarak “asr” kelimesi, çeşitli manalara gelen müşterek bir lafızdır. Ve bunlardan birine yönelik kesin bir ipucu bulunmamaktadır. O halde “asr”a bu manaların hepsi verilebilir.
Cenabı Hak bazen yıldızlara yemin ettiği gibi, bazen güneşe, aya ve bütün bir semaya yemin eder. Hatta bazen yerdeki nimetlerine de yemin eder; zeytine, incire ve Tur’a yemin bu türdendir. Bazen olur gündüze bazen de geceye yemin eder. Şüphesiz bu yeminlerin hepsinde onlarca sır ve onlarca hikmet gizlidir.
“Vennecmi iza heva” (Necm, 53/1) de kasem yıldıza yapılır. Bunu “O semaya doğru urûç eden veya kavsiyesini tamamlayıp geriye dönen yıldıza yemin olsun.” şeklinde anlamak mümkündür. Bu surede Efendimizin miracı anlatılması açısından açık bir muvafakat olduğu söylenebilir. Durum böyle olunca da üzerine yemin edilen yıldız, tevcihlerden biri itibariyle, bizzat Efendimizin kendisidir. Evet O, evvela halktan Hakk’a urûç etmiş, sonra da Hak’tan halka dönmüştür.
Evet, Allah Resul’ünün (sav), cennet ve Cenabı Hakk’ın O’na gösterdiği bütün güzellikler karşısında gözü kamaşmadan, mazhar olduğu nimetleri başkalarına da duyurmak için, yeniden bu kevn-u fesada dönmesi, elimizden tutup ötelere götürmek üzere aramıza gelmesi, “Vennecmi iza heva” hakikati ile alakalı tevcihlerden biridir. Burada, bir yıldız diye Efendimizin (sav) mübarek şanına yeminin yapılması çok manidardır.
Evet, o yıldız bir manada Efendimizdir. O, temelde haiz bulunduğu fezâil ve mezâyânın yanında, miraçta mazhar olduğu nimetlerle bir başka Muhammed (sav) olarak geriye dönmesi, çok farklı bir nüzul ve beşer tarihinde eşi olmayan bir hadisedir. İşte O’nun haiz bulunduğu o fezâil ve miraçla elde ettiği yeni mazhariyetler adına Allah O’na kasem ediyor. Evet, İsra suresinde “Görür ve işitir.” deyip, kendisine ait sıfatları, “İnnehu Hüve’s-semiu’l-Basir” ifadesiyle -bazı tefsircilere göre- Hz. Muhammed’e (sav) isnat ettiği gibi, burada da o pâyeyi yine O’na veriyor “Vennecmi iza heva” diyor v O’nun şanına yemin ediyor. (Şems, 91/1) de güneşe ve güneşle ortaya çıkan duhay (kuşluğa) kasem ediliyor. (Duhâ, 93/2) de ise, mahalli istirahat olması itibariyle, gecey ve geceyi bastıran karanlığa; sonra da yeniden karanlığın yırtılıp, aydınlıkları çıkmasına, yani kâinattaki devr-i daimle gelen ilahi eltaf ve ihsanlara kasem ediliyor Yukarıda da söylediğimiz gibi Kur’an-ı Kerim’de bu tür yeminler çoktur. İşte b yeminlerden biri de yukarıdaki ayette sözü edilen yemindir ki, yıldızlar diyeceğimi nücûmun mevkilerine yemin edilmektedir.
Öteden beri yıldızlara yapılan kasemle ilgili olarak hep şunlar söylenegelmiştir:
Birincisi: Yıldızlar her devrin insanı için önemlidir. Zira insanla yıldızlar arasında daima bir münasebet olagelmiştir. Bu münasebetlerin en asgarisi ise, insanların yıldızlar vasıtasıyla yönlerini tayin etmeleridir. Bir ayet bu hakikate parmak basmakta ve şöyle demektedir:
“Bir de Allah bir kısım alametler yarattı. Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.” (Nahl, 16/16).
Karada, denizde yön tayininin dışında, her bir yıldız ve yıldızlar kümesinin, tıpkı bir Necm-i Kur’an gibi, insana bir şeyler fısıldaması, nizam, ahenk ve intizam diliyle, perde arkası hakikatler adına gönüllerimizi hoplatması yıldızların ayrı bir rehberliği sayılır ki ALLAH: ” onlar yıldızlarla yollarını buluyorlar.” buyurur. İhtimal insanlarla yıldızlar arasındaki bu münasebete binaen Cenabı Hak yıldızların yerlerine yemin etmiştir. Zira yıldızlar belli yerlerde olmasalardı, insanların onlardan bu şekilde faydalanabilmeleri mümkün değildi.
İkincisi: Güneş ve güneş sisteminin halihazırdaki konuma ulaşabilmesi, ayrıca dünyanın şu andaki şeklini kazanabilmesi ancak yüzlerce şartın mevcudiyetiyle mümkün görülebilmektedir. Mesela, atmosferden havanın kaçması, içindeki gazlarının dengelerinin bozulması derhal atmosferin genel yapısını bozar ve onu hayata namüsait hale getiriverir. Aslında hava ile küre-i arz birbirini iter. Bunların bir araya gelmesi kerhendir. Yani bunlar Allah’ın emirleri karşısında ister istemez bu işe bel kırıp boyun bükmüşlerdir. Biz bunları tetkik edip öğrendikçe hayret ve hayranlığa düşüyor… ve bunlardan Allah’ın varlığına ve birliğine deliller istinbat ediyoruz. Kendi varlığına ve birliğine deliller mahiyetinde olan bu yıldızlara ve onların yerlerine Cenabı Hakk’ın kasem etmesi gayet makul ve yerindedir. Güneş sisteminin dışına çıkıldığında Samanyolu içinde, güneş sistemi gibi nice sistemler var olduğu görülür ki, bunların hemen hepsi de yerli yerine konmuştur.
Bir yerde iki atom bile, birbiriyle çarpışsa, kızıl kıyamet kopar. Bu kocaman cisimlerin kâinat fezasında, herhangi bir muvazenesizlikle böyle bir kıyamete sebebiyet vermelerinin ne demek olduğunu düşünmek bile insanı ürpertir. Görülen bu kadar karışıklık ve çokluk, muvazenesizliğe sebep olması gerekirken, yıldızlar Cenabı Hakk’ın kudretiyle baş döndürücü bir ahenk içindedirler. İşte izafi bir kısım namlar takıp câzibe ve dâfia (çekme-itme) ile izah etmeye çalıştığımız bu ahengin arkasında, kudreti sonsuz Allah’ın tasarrufu yıldızların mevkilerine yemin şeklinde nazarlarımıza veriliyor.
Üçüncüsü: Bu ayetten şöyle bir hususa da intikal edilebilir; yıldızlar öylesine yerli yerindedir ki, siz bir tek sistem üzerinde yapacağınız araştırmalarla, diğer sistemler hakkında da sağlam bir fikir sahibi olabilirsiniz. Hatta sistemlerle diyaloğa geçebilir ve oralarda kentler kurabilirsiniz. Evet, birini anladığınız zaman, diğerleri hakkında edineceğiniz malumat da kendi kendine anlaşılmış olur. Çünkü bunlar, o kadar esaslı, o kadar yerli yerindedir ki, hiçbirinde başıbozukluk ve gelişigüzellik yoktur. Aksine hemen hepsinde gayet ciddi bir nizam ve intizam mevcuttur. Dikkat edersek, “Rahman Sûresinde” Allah, Rahmaniyetini bu muhteşem denge ve düzenle göstermiştir. Allah isminden sonra, Esma-i Hüsna arasında Cenabı Hakk’ın özel isim durumunda kullandığı ikinci ismi, Rezzak manasına Rahman’dır. “Bismillahirrahman”da, Rahman, Allah lafz-ı celâlesinden sonra gelir. Kur’an’da, Rahman sadece besmelenin içinde yüzondört yerde Allah ismi celiliyle beraber bir ism-i sıfat olarak zikredilir. Lafz-ı Celâle ile omuz omuza vererek beraber zikredilen Rahman, Er-Rahman Suresinde en başta gelmekte ve nimetlerin sıralanmasında en önde arz-ı endam etmektedir.
Evet, başta “Er-Rahman” diye buyuruluyor. Sonra da merhamet-i ilahinin tecelli ve tezahürü olarak “Rahman Kur’an’ı talim etti.” ifadesiyle deniliyor ki: “Allah Kur’an’ı talim etti.” Bundan daha büyük bir merhamet tezahürü mü olur? Evet eğer, Kur’an’ın aydınlatıcı tayfları gözlerimize ziya çalmasaydı ve ondan gelen mesajlar dünyalarımızı aydınlatmasaydı kâinat bizim için bir matemhane-i umumi olarak kalıp giderdi ki, bütün varlıklar, o cansız cenaze görüntüleriyle bizlere sadece vahşet ve dehşet verirdi. Bu yüzden de hiçbir şeyin gerçek yüzünü göremez ve hiçbir şeyi tam anlayamazdık. Biz Kur’an’ın aydınlatıcı ışıkları altında her şeyin mana ve hikmetini anladık ve varlığın en önemli enmûzeci olduğumuz şuuruna vardık. Başkalarının bilim adına anlayamadığı şeyleri biz, Kur’ân nuru ile anladık, hayret ve dehşetten kurtulduk. Kur’an’ın ruhuna nüfuz sayesinde varlığı incelediğimizde öyle şeyler fark ettik ki, başkaları henüz onların isimlerini bile bilmiyor… evet biz, kara deliklerin bağrında dahi, öbür âlemlere açılan aydınlık tünellerin var olduğunu sezdik ve O’nun nuruyla nereye bakarsak bakalım her yeri aydınlık görmeye başladık O Rahman, aynı Rahmaniyetini bize şununla da gösteriyor: “O, sizi yarattı ve sonra sizi beyanla serfiraz kıldı.” Evet eğer dilsiz olsaydık, başka bir ifadeyle gürül gürül ve şakır şakır konuşan şu kâinatın diline tercüman olamasaydık, beyan-ı sübhaniyi anlayıp birbirimize ders veremeseydik, yani bu kâinat şaheserini gene O’nun kelam sıfatından gelen beyanıyla aydınlığa kavuşmuş göremeseydik, ondaki ince nakış ve derin manalardan hiçbir şey anlayamayacaktık.
(Rahman, 55/5) Şems ve kamer, çok dakik ve ince hesaplarla öyle mühim noktalara konmuş ve onların öyle mükemmel bir konumları var ki, atmosferimize gelip çarpan ve çarparken de gözlerimizi okşayan zevkli mehtaplar haline gelen ve her şeyin bir koruma planına bağlı olduğunu gösteren müthiş bir irade kendini hissettirmekte. Bu da Allah’ın size değişik bir dalga boyunda Rahmaniyetini izhar etmesi demektir. Eğer merhamet-i İlâhî çok dakik hesaplarla böyle bir nizam vaz’etmeseydi, bizler birbiriyle çarpışan bu cisimler arasında heba olup gidecektik. Evet, ara sıra göklerden bazı taşlar düşüyor ise de hiçbiri hiçbir zaman ciddi bir problem olmamıştır.
Evet bu taşlar şimdiye kadar ne kimsenin başını yardı ne de gözünü çıkardı. Demek ki çarpan bu kayalar Allah’ın inayet zırhına çarpıyor ve parçalanıyor. Siz sebep olarak isterseniz atmosferi düşünürsünüz, isterseniz tekasüf etmiş gaz yığınları dersiniz… evet hangi sebebi ileri sürerseniz sürünüz bu sebeplerin hepsi de Cenabı Hakk’ın inayetinin tecessümünden ibarettir. Allah en dakik hesaplarla her şeyi, fevkalade bir nizam ve ahenk içinde yerli yerine vazetmiştir ki, işte “Mevakiinnücum”da bir de böyle bir mana melhuzdur.
Dördüncüsü: Kutup yıldızı, onun yıldızlar arası yeri ve bize yol göstermesi; güneş sistemi, onun Samanyolu içindeki yeri ve konumu; Samanyolu, onun gökcisimleri arasındaki ihtişamlı yeri ve onun bir başka sistemin veya kümenin yanındaki baş döndürücü, ama öbürüne göre mütevazı yeri, derken bu sistemlerin diğer sistemlerin yanındaki yeri ve onlarla ahenk içinde beraberliği… ve bütün bunların ötesinde, ilmin tespit ettiği şekilde her yıldızın belli bir mesafeyle bir diğerinden uzak durması… ve nihayet güneşin etrafındaki peyklerin belli mesafelerle ayrı ayrı yerlere yerleştirilmesi gibi.. Kâinatta her şeyin ama her şeyin fevkalâde ve şiirimsi bir ahenk içinde tanzim edilmiş olduğunu gösterir ki “Mevakiinnücûm” un bunlara da işareti olabilir.
Beşincisi: “Yıldızların yerleri” Batı ve Doğu’da değişik şekillerde ele alınıyor. Mesela, Rus alimleri ona “yıldızların konduğu yerler!” diyorlar. Batı’da ise bu ifade daha ziyade kara delikler veya beyaz delikler şeklinde düşünülüyor. Aslında ilmin çözmeye çalıştığı meselelerin yanında, hala çözüm bekleyen o kadar çok muamma var ki, bir meseleyi izah ettiğimizi sandığımız an, izah bekleyen iki veya daha çok mesele birden karşımıza çıkıyor. Mesela, küre-i arzın atmosferi ile, küre-i arzın kendisi arasında bir zıtlık var. Bu zıt durumun, dünya ve fezada, hatta bütün kâinatta dengeyi tamamlayıcı bir faktör olduğu astrofizikçiler tarafından iddia edilmektedir. Kara delikler ile beyaz delikler, kainattaki umum denge için çok mühim ve birbirine iki zıt unsurdur.
Modern tefsircilere göre “Mevakiinnücum” ayeti kuasar ve pulsarlara da işaret etmektedir. Beyaz delikler, çok korkunç ışık ve enerji kaynaklarıdır. Bunlar artık günümüzde görülüp tespit edilebiliyorlar. İlim adamları bunlar için: “Beyaz delikler âdeta diğer yıldız ve sistemlerin onların bağrında büyüyüp gelişeceği birer tarla gibidir.” diyorlar. Evet bunlar öyle korkunç ve muhteşem bir enerjiye sahiptirler ki; Samanyolu birdenbire yok olsa bile, Allah’ın (cc) kudret ve iradesiyle bir beyaz delik, kendi bağrında yeniden bir Samanyolu’nun teşekkülüne medar olabilir. Bunlar, kâinatın bağrına öyle ahenkli yerleştirilmişlerdir ki, hiç şaşırmadan, kendilerine ait o dehşetli vazifeleri, hem de en dakik biçimde yerine getirmektedirler. Evet, zahiren kâinat nizamına çok tesiri olan faktörlerden biri de yıldızların mevkileridir. Rus bilginleri bunlara yıldızcıkların, bağrında büyüyüp gelişeceği yerler diyorlar. Onların böyle demeleri bir yönüyle önemli sayılır. Çünkü böylece Kur’an-ı Kerim’in geçmiş ve geleceği, bugün gibi bildiğini tasdikle bir de bu acayip dünyada “Mevakiinnücûm”a işaret edilmiş oluyor.
Altıncısı: Karadelikler… elektronlardan, çekirdeklerden mürekkep olan bu yıldızlar, elektronların enerjilerini kaybetmesiyle çöküyorlar ve çekirdekler üst üste çökünce, bu kocaman dev yıldızlar birer cüce haline geliyorlar. Bunlar güneş gibi veya güneşten daha küçük olursa, pulsarlar meydana geliyor. Aslında kitlesinden, ağırlığından bir şey kaybetmedikleri halde cirimleri fevkalade küçülüyor ve dev birer kara delik oluyorlar. Görülmüyorlar ama yanlarından geçen ışıklar kayboluyor; yani bunlar tarafından yutuluyor. Zaman, o noktada hızlanıyor.
Girdaba uğrayan şeylerin kayboluşu anında çeşitli esrarengizlikler meydana gelmesi gibi bazı sırlı işler de oluşuyor. Öyle ki meselâ, güneş gibi bir sistem, bu kara deliklerden birine doğru yaklaşsa, bir lokma olup gider ve yok olur. Astrofizikçilerin bazıları da işte bu kara deliklere “yıldızların mevkii” diyorlar.
Yedincisi: Yıldız tabiri ile umumiyet itibariyle Enbiya-i izam da kast edilegelmiştir. Meselâ, Târık Suresindeki “En-Necmüs-Sâkıb” katı kalbleri delen, kapalı kapıları açıp içine nüfuz eden yıldız… İşte bu yıldız Hz. Muhammed’dir (sav). Her Nebi bir bakıma, kendi asrı için peygamberlik vazifesi itibariyle bir yıldız gibidir. Ve onlara tutunanlar saadet semasına yükselirler; yükselirler ve Cenabı Hak ile münasebete geçerler. Allah (cc) yıldızların yerlerine kasem ederken, Hz. İbrahim’in, Hz. Nuh’un, Hz. Musa’nın ve diğer peygamberlerin göz kamaştıran mevkilerine ve Hz. Muhammed’in (sav) muhteşem makamına da dikkati çeker. Bilhassa işârî tefsir açısından bu husus da oldukça mühimdir.
Sekizincisi: Ayrıca, daha derine inerek bir başka noktaya da dikkat çekilebilir. Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine de “necm” yani yıldız denir. Tefsirciler, “ayetler necm necm inmiştir” derler. Kur’an ayetlerinin de kendilerine göre mevkileri vardır. Bir kere, ilmi İlâhide Kur’an-ı Kerim’in mevkii tasavvurlar üstü büyüktür. Biz onda kelam sıfatının gücünü, kuvvetini ve ihatasını tam göremeyiz. Bu itibarla da Allah (cc) doğrudan doğruya “Mevakiinnücûm” ile kendi kelam sıfatı içindeki Kur’an’ın yerine kasem etmiştir. Evet bu bakımdan yıldızın yerine yemin etmekle in farkı yoktur ki bu da “O şanlı Kur’ân’a kasem olsun ki” demek gibidir. Ayrıca Levh-i Mahfuzda da Kur’an’ın bir yeri vardır. Çünkü Kur’ân, Kadir gecesine kadar Levh-i mahfuzdaydı. Ona ancak nazarı oraya ulaşanlar muttali olabiliyordu. Buna göre, “Mevakiinnücum”, Cenabı Hakk’ın irade ve kudretiyle meydana gelen ve kâinat kitabının şerhi, izahı olan Kur’an-ı Kerim’in necmlerinin mevkileri demektir. Demek oluyor ki, Kur’an da ayrı bir yıldızlar kümesi sayılıyor. Hem de kâinattaki yıldızları izah eden bir yıldızlar kümesi. Evet kainatla Kur’an arasında bu şekilde bir benzerlik ve bütünlük var. Diğer taraftan, “Kadir gecesi, Kur’an’ı, sema-yı dünyaya indirdik” (Kadr, 92/1) Buyuruluyor ki, esasen levh-i mahfuz-u hakikati müşahede edebilen ve nazarı oraya ulaşan her veli, Kur’an’ı orada bütünüyle görüp mütalaa edebilir. İşte “Kur’an’ın bu noktadaki mevkiine ve şerefli yerine kasem olsun” manasına “Mevakiinnücûm”a yemin edilmiş de denebilir.
Dokuzuncusu: Cibrîl-i Emîne eminlik payesini kazandıran Kur’an’ın bir diğer mevkii de Hz. Cibril’in emin sînesidir. “Mevâkiinnücûm”a kasem, O ve O’nun gibilerinin sinesine kasem olsun ki, manasına da hamledilebilir.
Onuncusu: Bir diğer yönüyle de Efendimiz (sav) ve ümmetinin pâk sîneleri olduğu da düşünülebilir.
On birincisi: O’na inanmış, Kur’an’ı her şey kabul eden, her okunduğunda, Rabbinin, kendisine hitap ettiğini ruhunda duyan temiz vicdanlar da Allah’ın kasem ettiği yerlerden olabilirler. Rabbim evvelkiler gibi, bizim sinelerimizi de öyle pak eylesin. Kasem edilen sineler haline getirsin!
Bugünlük de bu iki cevapla yetinip kalan sorularınıza yarın veya yarından sonra cevap vermeye devam ederiz İnş.
Ahmet Ziya
Hocam,
Bugün de benim toplantım var. En kısa zamanda dikkatle inceleyeceğim, elinize, emeğinize, gönlünüze sağlık, çok teşekkür ediyorum, güzel bir gününüz olsun, Saygılar
Hocam merhaba, Birkaç kez okudum, güzelce anladım, gönderdiğiniz yanıtlar maalesef yeni sorular doğuruyor. Şunu anlıyorum ki, aslında bu soruların geneli itibariyle yanıtları yok…en yakın akrabalara açıklanmış anlatımlar, 1. ve 2. nesil alimler, ulemalar ve zamanla doğmuş ve günümüze kadar gelişerek gelmiş tefsir üstatlarının yorum ve görüşleri ışığında özellikle sıkıntılı ayetlere makul yanıtlar tertip edilmiş görünüyor, bu noktayı gene konuşalım… Anlattığınıza göre ALLAH melekler yada İslam’a göre Elçisi aracılığıyla bir şey yaptığında Biz ama kendi başına bir icraatta bulunduğunda Ben diyor, kadim metinlerde ise asla Biz demiyor, icraat her ne olursa olsun, içinde bir melek, melekler topluluğu yada peygamberlerden biri bile olsa hep kendisi ve icraatı noktasında Ben diyor. Anlattığınıza göre ise nasıl oluyor da kainatın yaradılışında da Biz diyor… ALLAH yaratırken de mi meleklerden yada bilmediğimiz başka varlıklardan yardım aldı yada dediğiniz gibi memurları olarak kullandı…Biz yarattık, Biz yoktan var ettik yerine neden Ben yarattım, Ben yoktan var ettim demiyor Kuranı Kerimde… Sizin yazdıklarınıza göre yaratırken de memurlarını kullandı öyleyse, eğer durum buysa, kadim metinlerin öğretisine göre ALLAH hiç memurlarını kullanmamış çünkü ALLAH hep kendisi ve eylemleri hakkında konuştuğunda sürekli Ben diyor…
Hocam, And içmek konusunda da anlattıklarınızı anladım, Kuranı Kerim dilinin zor bir dil olduğu, bireyin bir başına okuyarak anlayamayacağını siz dahi tüm İslam kardeşlerimiz söylüyor, bir noktanın bile yer değiştirmesi Arapça dilinin inceliklerine göre kelimenin hatta cümlenin dahi anlamını değiştirebiliyor… Ayeti Kelimelerin anlaşılması için hadislere, 1. ve 2. nesil alimlere, tefsirlere, dil bilimcilere ve benzeri destek ve yardıma ihtiyaç varken defalarca tekrarlanan “andolsun” noktasında ALLAH’ın bunu daha iyi ve kolay anlaşılması, insanlar açısından daha ikna edici olması, hatta insanların bile başkalarını inandırmak ve güven sağlamak için sürekli and ettikleri, insanlar arasında da çok yaygın bir alışkanlık olduğundan Kuranı Kerimde böyle bir üslup olduğunu ve bu yüzden de ALLAH’ın defalarca “andolsun” dediğini anlatmışsınız…Eğer insanların kolay anlayabilmesi, algılayabilmesi için böyle bir kaygı var, bu kaygı neden sadece ‘Andolsun’ noktasında söz konusu ama başka birçok noktada böyle bir durum yok… “andolsun” anlaşılsın diye bu kadar gayret ve çaba varken, 6666 ayetin tümünde de bu gayret ve çaba görülmekte midir…
Hocam, Yanıtlarınız için çok çok teşekkür ediyorum, sağ olun var olun, elinize gönlünüze sağlık, benim açımdan biz ve Andolsun noktaları hala derin sisler arkasında kaldı diyebilirim, tamam şimdi yerine oturdu, şimdi netleşti, şimdi makul bir yanıt buldum diyemiyorum, zamanla öğreneceğim umarım, binlerce teşekkürler Hocam, yazılarınızı sabırsızlıkla bekliyorum, bu arada makalenizi okudum ve sorularım var, yeri geldikçe soracağım Hocam, iyi akşamlar, saygılar.
Zakeos
Arapça zor değil, zengin, hassas ve bereketli bir dil… Bu ifade farkı bile müzakereyi gerektiriyor…
Zor olsa 5-6 yaşındaki bir çocuk Kur’an’ı bir senede ezberleyebilir miydi..?
Sadece Türkiye’de Kur’an’ı Ezber bilen, bir seferde baştan sona okuyabilen, binlerce hafız var.
A.Ziya
Çok güzel Hocam, Öğrenmek için soruyorum, sakın yanlış anlamayın, ezberlediklerinin ne anlama geldiğini de biliyorlar mı, yoksa Arap harflerini öğrenip Arapça okumayı ve okuduklarını ezber yapma yeteneklerini mi geliştiriyorlar, özellikle 5 ya da 6 yaşındaki bebelerden söz etmişsiniz, yani siz bu yavrucakların Kuranı Kerimi ve 6666 ayeti anladıklarını ve bildiklerini mi söylemeye çalışıyorsunuz…
Zakeos
Bu metni dikkat ve itina ile birkaç kez okursanız, incelikleri ayetler üzerinde uyarlayarak, daha kolay anlama imkânı olur. Kur’an’ı Kerim Arap edebiyatının en ince ayrıntılarını ihtiva eden edebi bir metin, çok kolay anlaşılacak metinleri ihtiva ettiği gibi, ilim ehlinin anlayabileceği metinleri de ihtiva eder. Halkın geneline hitap ettiği yerlerde metinler kolaydır; herkes anlayabilir. İhtisas erbabına hitap eden yerleri ise uzmanı anlayabilir. İnsanların hepsi aynı seviyede değildir; olamaz. “Ben” ve “Biz” ifadesi kullanıldığı yere göre değerlendirilmesi uygun olur. Bunlar Kur’an’ın edebi ve icazı ile ilgili teknik konular. Arap dilinin inceliklerini bilen kişinin çok kolay anlayabileceği hususlar…
A.Ziya
Hocam anlıyorum, saygılar
Zakeos
Hayırlı Sabahlar Zakeos Bey,
Bugün sorularınıza cevap vermeye devam ediyorum,
– Rad suresi 3. ayette, Enbiya suresi 31. ayette, Lokman suresi 10. ayette “sabit dağlar” ifadesi geçiyor. Nahl suresi 88. ayette ise dağların yürüdüğünden bahsediyor. – Şimdi biz dağlar Kuran’a göre hem sabit hem sabit değil mi diyeceğiz?
– Ben Kuran’ın beyanına muhalif bir şey demekten korkuyorum, o yüzden size soruyorum ne dememiz gerek diye?
– İkisi de doğrudur mu demeliyiz?
– Eğer ikisi de doğru ise bunun açıklaması nedir?
Sabit dağlardan maksat, yeryüzüne çakılmış olan dağlardır ki, Kur’an’ın ifadesiyle dünyanın dönüşü esnasında sarsılmasını engellerler.
Dağların yürümesi ise, dünyanın dönmesi, hareketi sebebiyledir. Yani dünyayla birlikte dağlar da geçip gitmektedir.
Dolayısıyla Neml suresi 88. ayet dünyanın döndüğüne işaret etmekte, diğer ayetler ise bu dönüş esnasında sarsılmaması için üzerine ağır dağlar yerleştirildiğinden bahsedilmektedir.
Tıpkı başı üzerinde bir testiyle yürüyen adam gibi düşünülebilir. Testi baş üzerinde sabittir, ama adamın yürümesiyle birlikte o da yürümektedir.
Bir görüşe göre ise bu ayette dağların yürümesinden maksat, kıyamet gününde
yerlerinden kopup toz duman haline gelerek yürümeleridir. Ancak ayetin devamı dikkate alındığında, birinci mananın daha kuvvetli olduğu anlaşılmaktadır.
Dağların sarsıntıları önlemediğini, sadece yeri sabitlediğini söyleyip, Nahl suresi 15,
Enbiya suresi 31 ve Lokman suresi 10. ayetlerinin bilimle çeliştiğini iddia edenlere ne dersiniz?
İlgili ayetlerin meali şöyledir:
“Hem dünya hareketiyle sizi sarsmasın diye, yeryüzüne sabit dağlar koydu. Amaçlarınıza ermeniz için ırmaklar, geçitler yerleştirdi.” (Nahl, 16/15)
“Yerin insanları sarsmaması için oraya dağlar yerleştirdik. Maksatlarına ermeleri için orada geniş yollar, geçitler yaptık.” (Enbiya, 21/31).
“O gökleri, gördüğünüz gibi, direksiz yarattı. Yere de sizi sarsmaması için, ağır baskılar,
yani ulu dağlar koydu ve orada her türlü canlıyı üretip yaydı. Gökten de bir su indirdik, orada her güzel çifti yetiştirdik.” (Lokman, 31/10).
Bu ayetlerin -konumuzla ilgili- ortak vurgusu “yerküresinin hareketiyle insanları sarsmaması için, yeryüzüne sabit dağların konulmasıdır.”
Bu ayetlerin asıl Arapça metninde, dağlar- “cibal” olarak değil-, “Revasî” sözcüğüyle ifade edilmiştir. “sarsıntı”yı ifade eden kelime ise “Meyd” kökünden gelen -Made-Yemîdu- “Temîdu” fiilidir.
Revasî kelimesi, “Resv” veya “Rüssuv” kökünden gelen “er-Rasî” kelimesinin çoğuludur; bir yerde sabit olmak, bir baskı unsuru olmak, bir yere yerleşmek manasına gelir. Genel bir vasfı olması haysiyetiyle dağlar için kullanılmıştır. (Taberî, Razî, İbn Aşur, Nahl, 16/15. ayetinin tefsiri)
Önce ayette söz konusu edilen sarsıntıyı, kısmî/lokal olarak meydana gelen normal deprem olayından ziyade, ilk yaratıldığı jeolojik devirlerde bütün bir küre olarak yerde meydana gelen sarsıntıyı anlamak gerekir.
Nitekim, bazı tefsirlerde yerküresinin bu sarsıntısı denizde alabora olmak üzere olan geminin sağa-sola hareket ederek maruz kaldığı sarsıntıya benzetilmiştir. (Bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri).
Hamdi Yazır’ın aşağıdaki açıklaması da bu gerçeği desteklemektedir.
“Halbuki onları yaratan biz, o yeryüzünde kendilerini sarsacak diye ağır baskılar yaptık. Yani gökten ayırdığımız ve üzerinde kendilerine sudan hayat verdiğimiz insanları, yerküresi hareketiyle çalkalayıp sıkıntıya sokmasın, sakin olacak yer bulsunlar diye o yeryüzünde suya karşılık sulb oturaklı kıt’alar (Omurgaları derinliklere gömülmüş parçalar yani:) dağlar meydana getirdik. Bir düşünmeli ki, yeryüzü sıvı bir halde kalsaydı ve yer hareket ettikçe insanlar çalkanıp dursaydı ne büyük sıkıntı olurdu. Toprak kütlesinin yaratılması ve dağların kazık gibi oturtulması ile bu sıkıntı bertaraf edilip yeryüzü, insanların yaşaması için oturulabilir bir hale getirildi.” (Enbiya, 21/31. ayetin tefsiri).
Amme (Nebe’) suresinin 7. ayetinde yer alan “Dağları direkler yaptık.” mealindeki cümleyi tefsir eden Bediüzzaman, mecaz penceresinden ayetin manasını birkaç yönden açıklamaya çalışması, ayetin değişik gerçeklere işaret ettiğini göstermektedir:
Birincisi: Yerküresi feza denizinde bir denizaltı gemisi gibi yüzmektedir. Bu denizde rotayı şaşırıp alabora olmaması için dağlar, geminin birer demir ve direkleri olarak var edilmiştir.
İkincisi: Yerküresinin iç kısımlarında meydana gelecek sıkışmalar anında, yerin kendi ekseninden çıkmaması için dağlar vasıtasıyla nefes almaktadır. Buna göre dağlar, yerküresinin birer nefes bacası hükmündedir.
Üçüncüsü: Yeryüzünün en önemli sakinleri insanoğludur. İnsanların hayatında en önemli unsur ise, su, toprak ve havadır. İşte bu üç unsurun hâmisi ise dağlardır. Dağlar, toprağı erozyondan, denizler tarafından istila edilmekten ve havayı kirlilikten koruduğu gibi, suyu da güzelce depolamaktadır.
Dördüncüsü: Dünyanın dağları vasıtasıyla adeta ufuklarla bitişik olduğunu göstermesi, yerküresine bir çadır görünümünü kazandırmıştır. Özellikle çadırlarda yaşayan veya öyle bir hayatı tasavvur edebilen kimseler eğer edebi sanat zevkine sahip ise, dağları yer küresi çadırının birer direk ve kazığı şeklinde düşünebilecektir (bk. Muhakemat, 73-74; Niyazi Beki, Kur’an İlimleri ve Tefsir Açısından Bediüzzaman’ın Eserleri, s. 226-227).
Bazı uzmanların belirttiğine göre, jeolojinin dağlar hakkında söyledikleri yukarıda verdiğimiz bilgilerle tam bir paralellik içindedir. Bu bilgilere göre, dağların özelliklerinden biri yeryüzündeki büyük yer tabakalarının uçlarında yükselmesi ve bu tabakaları birbirine bağlamasıdır.
Bu özellikleriyle dağlar tahtaları bir arada tutan çivilere benzetilmektedir. Bunun yanında dağların yerkabuğunda yaptığı basınç, dünyanın merkezindeki magma hareketlerinin etkisinin yeryüzüne ulaşarak yerkabuğunu parçalamasına engel olurlar.
Yine uzmanların bildirdiğine göre, dağların depremle yakın ilişkisi vardır, şöyle ki; depremler gerilim altındaki yer katmanlarının kırılması sonucu açığa çıkan enerjinin yer kabuğunca sismik dalgalar halinde iletilmesinden oluşur -bir cetvelin ucunu iyice gerdirip bırakınca oluşan dalgalar gibi. Bu dalga hareketi yer kütlesinin bu enerjiyi tedricen soğurması sonucu gittikçe zayıflar ve belli bir mesafeden sonra söner; aynen göle atılan bir taşın oluşturduğu dalgaların gittikçe zayıflayarak sönmesi gibi.
Fen bilimlerince sabittir ki doğrusal harekete olan direnç kütle ile ve dönme hareketine olan direnç de kütle ile beraber kütlenin dönme ekseninden olan mesafesinin karesiyle orantılıdır. O yüzden, belli bir kuvvetin etkisi altında belli bir enerji ile belli bir yönde hareket eden bir dalga, büyük bir kütleye rast gelince enerjisinin bu kütleye dağılması sonucu zayıflar ve söner.
Dağlar, devasa kütleleriyle deprem esnasında bu tür bir damper görevi görür. Örnek olarak, uzunca bir ipin bir ucunu ileri geri hareket ettirerek oluşan dalga hareketi ip boyunca ilerler. Ancak ipin bir bölümüne kurşun top gibi bir ağırlık bağlanırsa, o bölüme ulaşan dalganın hemen zayıfladığı görülecektir. Hatta eğer ağırlık çok büyükse dalga orada söner.
İşte deprem sırasında dağlar bu kurşun top rolünü oynayıp ip misali yer kabuğu boyunca ilerleyen dalgaların şiddetini azaltır ve dalgaların daha çabuk sönmesini sağlar.
“Sen dağları görürsün de yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler.” (Neml, 27/88) ayetini açıklar mısınız?
NEML SURESİ AYET: 87-89
“Sûr’a üfürüldüğü gün Allah’ın diledikleri müstesna göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O’na gelirler.”
“Sen dağları görürsün de yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.”
“Kim iyilikle gelirse, ona daha iyisi verilir ve onlar o gün korkudan da emin kalırlar.” Bir de sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Halbuki onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu âyet iyi anlaşılmış değildir Müfessirler bunu “Dağlar sallanıp yürütüldüğünde…” (Tekvîr, 81/3), “Dağlar atılmış yün gibi olduğu…” (Kâria, 101/5) âyetleri üzere kıyamet günü dağların yün gibi atılıp yürütülmesi manzarasının bir tasviri kabul etmişlerdir. Buna göre bu âyet “hepsi O’na dehşete kapılarak gelir.” (Neml, 28/87) cümlesine matuf olarak bu görüş, bu sanış, bu bulut gibi geçiş, hep ilerde o feza günü olacak.
Fakat buna göre “Sen onları durur sanırsın.” cümlesi yakışıksız kalır. “Oysa, onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler.” denilmesi daha uygun olurdu. Çünkü “O gün dağlar bulut gibi geçecekler de o halde sen onları camid duruyor sanacaksın” denilmesi, şiddetlendirmek değil hafifletmek oluyor. Şu hâlde “TER” ile “TEHSEBU” bugüne, “VE HİYE TEMURRU” o güne ait olmak ihtimali kalır. Yani “bugün hal-i hazırda dağları görürsün câmid hareketsiz sanırsın, halbuki, onlar kıyamet günü bulut geçer gibi geçeceklerdir” demek olur. Bu surette ise -TEHSEBUHE- fazla kalır -VETERAL CİBALE CAMİDETEN- denilmesi daha uygun olurdu.
Bunun için müteahhirin’den bazıları “VE HİYE TEMURRU” fiilinin de şimdiki zamana ait olması gerekeceğine hükmederek, bununla yeryüzünün hareketini ispata çalışmışlardır. Buna göre mânâ şöyle olmaktadır: “Sen bugün dağları görür hareketsiz sanırsın, halbuki onlar her gün bulut geçer gibi geçerler.” Bu esas itibariyle güzel bir mânâdır. Ancak bu geçiş yeryüzünün her gün güneş etrafındaki dönüşü olarak yorumlanınca, kıyamet halleri arasında bunun ne sebeple zikredildiği anlaşılamıyor. Bir de bütün bu görüşlerde yalnız -SEBİTETEN- “yerinde durur” demek oluyor. Ve bunun yürümekle karşılığı anlaşılsa da bulut ile olan karşılığındaki zevk kaybedilmiş oluyor.
Bizim görüşümüze göre bu ayet, şimdiki halin her an oluş ve yok oluşunu göstererek kıyamet ve yeniden dirilmeyi düşündürmek için bir nevi delil göstermek üzere ifade edilmiştir. “VE HİYE TEMURRU MERRAS SEHABİ” Dağların aslında gezici gazlardan meydana gelmiş olup zerrelerinde bulut buharlaşır gibi olmak ve yok olmak, kimyasal değişim ile her an yeni yaratılışın devam edip durduğunu ve bu suretle yoğunluklarının da bir tek hacimde sabit kalmayıp her an değişmek ve yeniden meydana gelmek üzere bulunduğunu ve bu sebepten âlemin en sabit görülen şeylerinin bile böyle her an değişme ile bir kıyamete doğru gittiğini ve şu halde günün birinde bir üfürme ile o koca dağların yerinden bütün yoğunluklarıyla yürütülüp yeryüzünün başka bir yeryüzüne değiştirilebileceğini anlatıyor.
Hem bu gidişin nizamsız bir değişiklik ile sadece bir tahrip için değil, bulutun rahmete gidişi gibi hikmet ve intizam ile daha yüksek bir hayata geçirmek için olduğuna işaret de ediyor. Bu işareti özellikle açıklamak için buyuruluyor ki:
Her şeyi itkan eden, yani ilim ve hikmeti ile her şeyi yerli yerinde sağlam ve muntazam yapan Allah’ın sanatıdır! Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır. Her kim bir iyilikle gelirse ona ondan daha hayırlısı var, hem onlar o iyilikle gelenler o günkü bir feza’dan, yani o üfürülme günü veya tekrar dirilme günü dehşetli bir korkudan emin kalırlar.
Neml Suresi, 87-88. Ayetlerin Mealleri:
“Surun üflendiği gün, Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde bulunanlar dehşete kapılır, hepsi boyunları bükük olarak O’na gelirler. Dağları görür, onların durduğunu sanırsın; oysa bulutlar gibi hareket ederler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.” Bazı müfessirler Neml Suresinin 88. ayetini dünyanın güneş etrafındaki dönüşüne işaret olarak değerlendirmişledir. (Bk. Celal Kırca, Kur’an-ı Kerim’de Fen Bilimleri, s. 76)
Yine bazı tefsircilere göre bu vakıa, kıyametin ilahî kudretle kopacağının delilidir. Dünya gibi büyük bir kütleyi uzay boşluğunda yaratılış amacına uygun, düzenli bir şekilde ve bulutlar gibi yürüten sonsuz kudret, zamanı geldiğinde bu dünyayı başka bir âleme dönüştürebilecek bilgi ve kudrete sahiptir ve bunu yapacaktır. Nitekim müfessirler surun üflenmesinden sonra Allah Teâlâ’nın dağları yok ederek yeryüzünü başka bir âleme dönüştüreceğini ifade etmişlerdir. (Bk. İbn Âşûr, XX, 47; bu konuda bilgi için bk. İbrahim 14/48; ayrıca krş. Kehf, 18/47; Taha, 20/105-107; Karia, 101/5)
“Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır.” cümlesi, sadece dünyanın ve dağların değil evrendeki her şeyin Allah’ın ilmi, kudreti ve sanatıyla mükemmel bir şekilde yaratıldığını ve yaratılış amacına uygun, düzenli bir şekilde idare edildiğini, hiçbir şeyin tesadüfe bırakılmadığını ifade etmektedir.
“Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.” mealindeki son cümle ise, bu değişimin meydana geldiği kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın insanları dünyada yaptıklarından hesaba çekeceğine işaret etmektedir. Nitekim bundan sonra gelen âyetler de bu yorumu destekler mahiyettedir. (Bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: IV/205-206.)
Elmalılı ilgili ayetin tefsirinde şu tespitlerde bulunmuştur:
Bir de sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Halbuki onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu ayet iyi anlaşılmış değildir. Müfessirler bunu,
“Dağlar sallanıp yürütüldüğünde…” (Tekvîr, 81/3),
“Dağlar atılmış yün gibi olduğu…” (Kâria, 101/5) Ayetleri üzere kıyamet günü dağların yün gibi atılıp yürütülmesi manzarasının bir tasviri kabul etmişlerdir. Buna göre bu ayet “hepsi O’na dehşete kapılarak gelir.” (Neml, 28/87) cümlesine matuf olarak bu görüş, bu sanış, bu bulut gibi geçiş, hep ilerde o feza günü olacaktır.
Kur’an’a Göre Kâinatın Yaratılışı… (Arapça ve İngilizce Makale) :
Emeviler, aslında Hz. Peygamber’in amcazadeleridir. Peygamberimiz Ebu Süfyan’ın kızıyla evliydi. Hz. Peygamber ile Osman’ın soyağacı büyük dedeleri Abd-i Menaf’ta birleşir.
Hz. Peygamber, Osman’ı önce kızı Rukayye ile evlendirmiş, Osman zevcesi Rukayye ile birlikte iki kez Habeşistan’a hicret etmiş. Mekke’ye döndükten sonra da Medine’ye hicret etmiştir.
Bedir Savaşı sırasında zevcesi Rukayye ölüm döşeğinde hasta olduğu için Allah’ın
Elçisi, zevcesinin yanında bıraktığı Osman’a aynen savaşta bulunan gazi muamelesi
yapmıştır. Rukayye’nin ölümü üzerine Peygamber öteki kızı Ümmü Gülsüm’ü de Osman’la evlendirmiş. O da vefat edince “Eğer üçüncü bir kızım olsaydı onu da sana verirdim” demiştir (Usdul-Gabe: 3/376).
Eğer Hz. Osman, müfterilerin iddia ettikleri gibi kötü biri olsaydı Peygamberimiz onu, ardı ardına iki kızıyla evlendirmezdi.
Hz. Osman 49 günlük bir kuşatmadan sonra Kur’an okurken şehit edilmiş ve daha önce
kendisinin, satın alıp Baki Kabristanı’na kattığı bahçeye defnedilmiştir. Defninde
Abdullah ibn Zübeyr ile iki karısı hazır bulunmuş, henüz üstü örtülmeden ağlamaya
başlayan kızı Ayşe’yi Abdullah “Ağlarsan seni öldürürüm” diye tehdit etmiş, defin işi tamamlandıktan sonra “Şimdi istediğin kadar ağlayabilirsin” demiştir (Usdul-Gabe: 3/383; Mucemul-Buldan: 2/273).
Hz. Osman’ın, Yahudi mezarlığına defnedilmiş olması ise yalandır. Üçüncü halife olan
Osman zamanında Medine’de Yahudi yoktu ki Yahudi mezarlığı olsun. Onun kabri bugün “Baki Kabristanı” olarak bilinen mezarlıktadır.
Ciddi ve güvenilir kaynaklara dayanmayan bilgi ve görüşlere itibar edilmemesi gerekir. Bugünlük de bu kadar… Ahmet Ziya
Günaydın Hocam,
Şöyle bir göz attım, Hocam ben bu ve benzeri tefsirlere ulaşmıştım, sizin gönderdikleriniz de sağlaması oluyor, emeğinize sağlık, yüreğinize sağlık, çok teşekkür ederim, sağ olun var olun Hocam…
Hocam bu tefsirlerin tümü yeni sorular gündeme getiriyor, ayete açıklık getirelim, anlaşılır ve makul bir hale getirelim derken durumu çok daha karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hale soktuklarını düşünüyorum…
Hocam, yanıtları okuyorum, dünyanın yuvarlak olduğu, güneşin etrafında döndüğü anlatılıyor, aman Hocam rica ediyorum Kuranı Kerimin hiçbir ayetinde dünyanın yuvarlak olduğu ve güneşin etrafında döndüğü ile ilgili bir açıklama yada bilgi söz konusu bile değil kanısındayım, yanılmadığımı düşünüyorum bu noktada… Dehasını da söyleyebilirim ama gerek yok sanırım, sadece şunu söyleyeyim ki güneşin batışı, güneşin çamura batması ya da çamurun içine bulanarak kararması olarak anlatılan ayetleri okuduk, okuyoruz…
Bu tefsirlerde ekstra bir gayret ve çaba var, bu çok rahat tespit edilebiliyor… Hocam, yaratılışla ilgili paylaştığınız ayetlerde bakın gene Biz diyor ALLAH, göklerin ve yerin yaratılışında bile BİZ var ettik, yarattık diyor… Sizin yanıtlarınızdan yola çıkarak, Kuranı Kerime göre ALLAH yoktan var ederken bile “memurlarını” kullandığı, veya “memurlarından” destek aldığı sonucuna mı ulaşıyoruz…neden Ben değil de Biz bu soru sanırım hep sırlar ve sisler arkasında kalacak çünkü bir tane kabul edilebilir yanıt ben bu güne kadar bulamadım…Dağların da yürümesi konusuna girmiyorum Hocam, tefsirler oldukça süper latif kanısındayım, “Biz dünyayı beşik olarak yarattık” noktasına değinilmemiş fakat… Halife Osman hakkındaki bilgileri İslam Ansiklopedisinde okuyoruz Hocam, ölümü, gömülüşü, daha sonra Emeviler döneminde bedeninin (beden kalıntılarının) özellikle baş bölgesiyle ilgili (kafatası) detayların tümü İslami kaynaklarda mevcut Hocam…Hocam Mekke ve Medine arası yaklaşık 400 kilometredir, o bölgelerde Yahudilerin olduğunu biliyoruz Hocam, Kendisi 25 yaşında iken 40 yaşındaki Hatice ile evlenmiş, daha sonra varlıklı bir Hanım olan Hatice kadim metinleri Arapçaya tercüme etmesi için yahudi bir bilgeye ciddi miktarda para ödemiştir (bu zatı muhteremin adı sanı belli ama şu an hatırlayamıyorum) hatta İslami kaynaklara göre bu Yahudi’nin bilge olmakla birlikte bir alkolik olduğu detayı bile mevcuttur, bu arada Hatice dışında bir eşinin de yahudi olduğu ve mirasının bir bölümünün yahudi eşinin ailesine bırakıldığı aktarılmaktadır, Hocam siz bunları zaten benden çok daha iyi biliyorsunuz, dolayısıyla söz konusu coğrafyada Yahudiler elbette ki vardılar, neyse bu o kadar çok üzerinde durulacak bir konu değil, Hocam, benim için bu zahmete girdiniz, bu beni çok etkiliyor, Size minnettarım, elinize, emeğinize, yüreğinize sağlık, çok teşekkür ederim, İngilizce makaleyi okuyacağım Hocam, Sizin yazılarınızı sabırsızlıkla bekliyorum, bu sabahkileri de daha dikkatle okuyacağım, güzel bir gününüz olsun, saygılar Bu arada, bu bilgiler onaylanmıyorsa, hatta yanlışsa bunu bana söyleyin lütfen Hocam… Söyleyin ki bileyim, tüm bu bilgileri ben İslami kaynaklardan elde ediyorum, eğer onaylanmamış hatta yanlış bilgilerse bunlar bunu bilmeliyim öyle ki artık o kaynaklara itibar etmeyeyim, siz bu noktada bana yardımcı olun lütfen Hocam… Bunlar yanlış mıdır, saptırılmış mıdır bunları bana öğretin lütfen, saygılar
Zakeos
Zakeos Bey,
Siz Kudüs’te kalıp tecrübe kazandığınız gibi ben de Mekke’de oturumlu 41 yıl yaşadım. “Ben” ve “Biz” ifadesi, her Ayet için özel izah edilebilecek konu. İzah edilen konuları iyi anlayabilmek için alt yapı bilgisi yeterli olmalı, “Azrail” “Cebrail” “İsrafil” gibi görevli meleklerin görevi ve konumu gibi birçok mesele bilinmesi lazım. Allah insanların dünya hayatını bitirme görevini “Azrail” isimli görevli melekle icra ediyor. Meleğin bir inisiyatifi yok; verilen emri yerine getiriyor. Yasin süresi 37’den 40’a kadar olan ayetlerin tefsirini okursanız Güneşin hareketi hakkında bilgi edinebilirsiniz.
Hz. Osman kesinlikle Bakığ Mezarlığı bitişiğinde kendi mülkünde gömülmüştür. O araziyi Yahudi’den satın almış olduğu rivayeti vardır. İddia sahipleri bununla karıştırmış olabilirler.
Müzakere edilmesi gereken konuları yazışarak halletmek farklı soruları gündeme getirebileceğini baştan söylemiştim. Teknik kabul edilebilecek konular asla bir mesajla açıklığa kavuşturulamaz. Sadece Ufuk genişletilmiş olur.
Bana bir sıkıntı gördüğünüz somut bir ayet seçin; oradaki “ben” veya “biz” ifadesini nedenleri ile izah edelim. Umumi değerlendirmeler yeni sorulara yol açabilir… Bugün Üsküdar Belediyesinde bir toplantıya katılacağım. Şimdilik bu kadar…
Ahmet Ziya
Anlıyorum, müteşekkirim Hocam, Haklısınız ölümünden birkaç gün sonra (yanılmıyorsam 3 gün) bahsettiğiniz yerde defin işlemi yapılmış… Mezarlığı Yahudi’den satın aldığını ilk defa sizden duydum, teşekkürler bu yeni bir bilgi oldu benim için, buna göre de o coğrafyada Yahudilerin de yaşadığı daha da netleşti, çok teşekkür ederim Hocam, Yasin Suresini okudum, tekrar okuyacağım, yanılmıyorsam orada ay ve hurma ağacı arasında da bir metafori vardı, tekrar bakarım, toplantınızda başarılar dilerim Hocam, saygılar
Zakeos
Yahudiler, Hz. Muhammed’in Medine-i Münevvere ’ye ilk gittiği dönemde olmadığını söyleyen yok; bende böyle bir şey söylemedim. O dönemde Hz. Osman’ın Yahudilerden satın aldığı mülkler olmuş; hatta bir su kuyusunu Yahudi ile beraber ortak işletme teşebbüsleri bile olmuş. Bu kuyu bugün bile duruyor.
Yahudiler bu diyardan Hz. Muhammed’in hayatının son döneminde çıkartıldı. Hz. Osman döneminde Medine’de Yahudi veya mezarlığı yoktu dedim….
Gördüğünüz gibi ifadeler kısa olunca yanlış anlaşılabiliyor…
Kesinlikle Hz. Osman’ın mezarının ilk gömülmesinden sonra taşınması söz konusu olmadı. Bunlar yanlış uydurma bilgiler…
Günümüzde yazılmış, delilsiz belgesiz birçok yanlış bulabilirsiniz. Biz, kesin delil ve belge gösterilmeyen bilgilere itibar etmeyiz. İslam’ı tahrip etmek, tartışılır hale getirmek isteyen yerli ve yabancı bir sürü araştırmacı görünen insan var. Her söylenen ve yazılana itibar edemeyiz.
Hz. Osman ile ilgili delil ve belgesi olan benim yazdıklarımdır. Aksini söyleyen delil ve belgesini ortaya koymak zorundadır.
Yahudilerin Hicaz’dan çıkartılması, sözleşmelerine hıyanet etmiş olması sebebi ile olmuş; uzun ve ibretlik bir konu.
Ahmet Ziya
Sizi gayet iyi anlıyorum, Kişinin gönül bağıyla bağlandığı inançlarını kayıtsız şartsız savunması kadar doğal bir şey olamaz diye düşünüyorum, Halifeyle ilgili konu sadece bir tek örnekti, Kâbe’nin (Kâbelerin bile diyebiliriz çünkü yaklaşık 20 farklı Kâbelerin varlığı zaten biliniyor) geçmişi, Kâbe ve etrafında İslam öncesi Arapların ne tür ritüeller uyguladıkları, hatta bu insanların Allah’ü Ekber (akbar) inancına sahip oldukları, mesele Abdullah isminin (ki biliyorsunuz çok özel bir kişinin adıdır) veya içinde ALLAH’ı işaret eden isimlerin İslamdan çok önce araplar arasında kullanıldığı gayet iyi bilinen gerçeklerdir, aslında ALLAH isminin dahi sözcük olarak Aramice Süryanice kökenli olduğu (Elohim-ibranice, Alloho-Allekh-süryanice) biliniyor… Hocam benim ilgi alanım linguistik ya da historik konular değil, bu konular beni çok çekmiyor kendine, ben naçizane bir ilahiyatçıyım yada öyle olduğumu sanıyorum (iyi bir ilahiyat eğitimi aldım sanırım 12 yıl 3 farklı ülkede tahsilimi yaptım ama bu konularda konuşmayı tercih etmiyorum)benim ilgi alanım ayetler, sadece tek bir kitabı değil, başta Kitabı Mukaddes (ilk üç kitap) olmak üzere tüm kadim metinlerin ayetleridir benim ilgi alanım, yazdığım bazı naciz eseler de bu noktadadır.
Söz konusu üslup, öğreti, iman amentüsü gibi farklılıkların nedenleri ve niçinleri benim araştırma alanım, tarihsel noktalarda çok sorular var, ilk 4 Halifenin uygulamaları ama Emevi ve Abbasi dönemlerinde İslam’ın her noktasını kapsayan, affınıza sığınarak Kuranı Kerime dahi sirayet ettiği düşünülen radikal değişimler söz konusudur biliyorsunuz, ama ben Sizin için nazik ve kırmızı çizgi olan konulara, noktalara girmek istemiyorum, çünkü bu bambaşka bir durum, benim arzum tartışa bilinir ayetler hakkında bir ilahiyatçı olan Sizin görüşlerini almak ve öğrenmek, olay bundan ibarettir…yoksa sosyolojik açıdan bile yanıt bekleyen birçok soru var, yani günümüze kadar uzanan İslam halklarının sosyolojik durumları, bilim, teknoloji, eğitim, insan hakları (belki hanımların reel yani rasyonel noktada hak ve hukukları) ve benzeri birçok noktada şu an itibariyle geldikleri noktalar konuşulabilecek, bilgi alışverişinde bulunabilecek hassas konulardır, ama ben o konulara hiç girmek istemiyorum, benim alanım Ayeti Kelimelerdir, şunu itiraf etmeliyim ki, nazikliğiniz, beni tanımamanıza rağmen erken saatlerde bana zaman ayırmanız, sadece bu bile benim için çok ama çok kıymetli, müteşekkirim Hocam, Si z o güzel cevaplarınıza devam edin lütfen, çünkü Ayeti Kelimeler hakkında henüz Size soramadığım birçok soru var, saygılar
Zakeos
Zakeos Bey
Benim İslam Dinine gönül bağı ile bağlı olmam, müdellel ve belgeli gerçekleri görmeme mâni değildir; olamaz… Biliyorsunuz Kur’an’ı Kerim’i sadece “Müslümanlar” sizin ifadenizle “İslamlar” incelemiyor. Batılı müsteşrikler de asırlardan beri inceliyor. Batılı müsteşriklerin içinde ilmi ve objektif incelemeleri ile bilinen birçok araştırmacı var. Uzmanlığı ve ilmi müsellem olup Kur’an üzerinde, şüpheleri değil, ilmen sabit kabil edilen hata, yanlış ve ilmi gerçeklerle bağdaşmayan, tenakuz teşkil eden, ilmi bir tespiti gündeme getiren bir ilim adamı ben duymadım; siz duymuş ve biliyorsanız bana bildiriniz, ben de haberdar olayım… İlim, şüpheler ve algılar üzerine bina edilmez, edilemez… Mesela, somut bir veya birkaç ayet seçip, bu ayette ifade edilen şu husus ilme aykırıdır. İspat ve delili de şudur diyebilme imkânı olan herkese tahammül eder müzakere etmeye değer buluruz… Bununla beraber anlama hataları, yoruma açık konularda yorum farklılıkları bu kapsama girmez. İlmi değerlendirmelerle yorum ve şüpheleri birbirinden farklı değerlendirmek gerekir. Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir toplumun Kur’an’ı değiştirme imkânı olmamıştır; olamaz. Çünkü Hz. Muhammed döneminde, Emevi ve Abbasiler döneminde ve ondan sonraki dönemlerde Kur’an’ı baştan sona ezber bilen hafızlar olduğu gibi, Allah’ın Kur’an’ı koruma taahhüdü olduğu da hem Kur’an’da hem de Peygamberimizin beyanında sabittir; zikredilmektedir. Allah’ın İslam Dininin göndermesinden sonra 1500 yıla yakın zaman geçti. Bir İslam aliminin İslam’da tenakuz görüp Hristiyan veya Yahudilerin dinine geçtiği vaki olmadığı halde, Hristiyan veya Yahudi dinine mensup olduğu halde gerek Din ve gerek diğer konularda alim olan binlerce araştırmacının Müslüman olmasını nasıl yorumlarsınız…?
Bir de merak ettiğim Ermenilerde kiliseye düzenli gelen Dindar insanların oranı nedir…?
Bir müddet önce Müslüman olan Amerikalı bir Hristiyan Hanım, kendi ifadesi ile “Kur’an’da açık bulmaya çalıştım; aylarca uğraştım, en sonunda Maide süresi 82’den 91’e kadar olan ayetleri okuyunca şaşırdım; dondum kaldım ve çaresiz Müslüman oldum.” demesini nasıl yorumlarsınız…?
Maide süresi 82-91 ayetlerini siz okudunuz mu..?
Batıda Din olarak İslam’ı seçenlerin çoğu ilim adamı ve araştırmacı olmasını nasıl izah ediyorsunuz…?
Benim sorularıma cevap vermenizden memnun olacağım. Şimdiden teşekkür ediyorum.
Ahmet Ziya
Sevgili Hocam, Ben bu yarışın içine çekilmeyeceğim, beni bahsettiğiniz konunun (hangi dinden kim kimin dinine geçti yarışması…) içine kimse çekemedi çekemez, bunu özellikle vurgulayayım, lütfen Sizde beni o noktaya çekmeyiniz istirham ediyorum…Sorduğunuz için çok kısaca söyleyeyim, sormakta da haklısınız çünkü Hristiyan dünyasında neler olup bittiğini bilebilmenizi Sizden beklemek haksızlık olur, sorduğunuz için söylüyorum, Dünya Kiliseler Birliği diye bir kurum var Hocam (Church Council of the World), bu kurum her yıl istatistikler açıklar, bu istatistiklerin içinde bir çok detay var, onlardan biri de başka dinlerden Mesih inancını benimseyenlerin rakamsal oranı, buna göre 2018 yılında yaklaşık 180 bin kişi farklı dinlerden İsa Mesih’i benimsemiş, en nihayetinde aralarında İslam’dan gelenler de var, adını hatırlayamıyorum ama Mısır Patriği Kiril döneminde Mısır Şeyhülislamının gerçekleşen bir mucize sonucunda ailesiyle birlikte Mesih inancını benimsediğini ve yaşamı tehlikede olduğunda yanılmıyorsam Amerika’ya göç ettiğini (kaçtığını) biliyorum. Tüm bunlar benim için çok fazla bir şey ifade etmiyor aslında ama Siz sorduğunuz için Türkiye’mizden güncel bir bilgi vereyim, Türkiye’de sayıları on binleri bulan (en son yaklaşık 40 bindi ama rakam güncel değil) Türk Hristiyan kiliseleri var, inananların tümü İslam kökenli, İstanbul’da yaklaşık 30 kiliseleri var, 24 saat Türkçe yayın yapan Sat 7 Türk TV kanalları (Türk Sat uydusundan yayın yapıyor, Kanalın merkez binası Kadıköydedir) ayrıca Hayat TV adında bir başka televizyon kanalları var (Türk Sat uydusundan 24 saat yayın yapıyor ama kanal binası İstanbul’un hangi semtinde olduğunu bilemiyorum) radyoda FM dalgası üzerinden yayın yapan Müjde FM radyo kanalları var da var, bu yayın organlarında çalışanların tümü Türk vatandaşı ve İslam kökenli insanlardır…İstanbul ilahiyat fakültesini bitirip Mesih inancını benimsemiş çok fazla arkadaşım var ama isimlerini söylememi beklemezsiniz sanırım öyle değil mi Hocam… Ben hizmet ettiğim kilisemde vaftiz olan ve vatanımızın insanlarından olan, Hristiyan bir ailede doğmamış sayısız insan biliyorum ama bu neyi değiştirir ki… İnsanların tercihleri bence çok fazla bir şeyi değiştirmiyor, o yüzden bu konuda başka hiçbir şey söylemeyeceğim, ama özellikle İran, Mısır, Azerbaycan’da ve Afganistan’da bahsettiğim biçimde geçişler çok fazla ve birçoğunun sonu ölümle son buluyor, özellikle İran’da İsevi oldukları için (sonradan vaftiz oldukları için) çok fazla idamlar oldu olmaya devam ediyor, yerel Hristiyanlara böyle bir uygulama genelde yok ama, ara sıra bazı kazalar da olabiliyor…
Özellikle Bakü’de Azeri Hristiyan kilisesi çok tanınıyor ve biliniyor, tümü Şii İslam kökenlidir, bu kadarla yetineyim, ben tüm bunları sadece Siz sorduğunuz için yazdım, hali hazırda sık sık görüştüğüm Mesih inancını sonradan benimsemiş birçok dostum, arkadaşım var İstanbul’da, bunlar olağan şeyler… Hocam bahsettiğiniz hanım kimdir bilmiyorum, hakkında en iyi dileklerimi sunuyorum, selam ve sevgilerimi iletin, Maide Suresini okumaz olur muyum, Siz okumamı önerince hemen baktım söz konusu ayetlere, Yahudilerin iman düşmanı Hristiyanların da sevgi insanları olduğunu, içki, kumar ve falın iblisin işi olduğu ve putperestlikten sakınılması gerektiği vurgulanıyor… Yahudilerin iman düşmanı olup olmadıkları tartışılabilinir, diğer hususlar 5 bin yıllık kadim metinlerde defalarca vurgulanmıştır zaten… Şaşılacak herhangi bir nokta göremiyorum… Hocam eğer yorduysam Sizi, ya da Size rahatsızlık verdiysem ben içtenlikle Sizden özür diliyorum, 51 yaşındayım arzu ederseniz gelip elinizi de öperim, bu Mesihe olan inancıma bir zeval getirmez, İsa Mesih elçilerinin ve ilk inananların ayaklarını yıkadı, aynısını yapabilirim onur duyarım… Ama lütfen şu din yarıştırma olayına beni dahil etmeyin istirham ediyorum, Mesih’in şu sözü aklıma geliyor; “her ağaç meyvelerinden tanınır”, Size yönelik çok saygım var, bana zaman ayırıyorsunuz, tercümeler yapıyorsunuz, önemsiyorsunuz beni, bu benim için bir hazine, ileride belki dost hatta kardeş bile olabiliriz, benim açımdan hiçbir engel yok buna, yaşınız itibarıyla ağabeyim bile olabilirsiniz, ben ancak onur duyarım, inanın çok samimiyim, saygılar Hocam.
Zakeos
Ben Trabzon/Of ilçesinden olduğumu söylemeyi unutmuş olabilirim. Bizim bölgemizde Türkçe bilmeyen sadece Rumca konuşabilen yaşlı insanlarımız hala var…
Bölgemizin bozulmamış insanları, mert dürüst ve sıcak kanlı insanlardır…
Dine geçiş yarışı içine çekmek niyeti ile soru sormadığımı samimi olarak ifade edeyim…
Zakeos Bey, Çağımız gizli işlere elverişli bir çağ değil, açık ve dürüst olmak en güzelidir. Kimin ne düşüneceği hiç önemli değil…
Size belki de ilk defa duyacağınız bilgiler vereyim: 1927 yılında Yurtdışından Türkiye’ye 1 milyon Hristiyan, Rum ve Ermeni getirilip Türk isimleri ile kendilerine kimlik verilip en önemli işlerde istihdam edildiklerini bilir misiniz…?
Bunlar Arşiv belgeleri ile 4-5 yıldan beri bilinebiliyor. 1875’den itibaren soy kimliklerine bakma imkânı oldu. Çok rahatlıkla herkes soyuna bakabiliyor…
Fethullah Gülen Anne tarafından Yahudi, baba tarafından Ermeni olduğunu bilir misiniz…?
Sakın yanlış anlamayın Ermeni veya Yahudi olmayı suç gibi göstermek istemiyorum. Çünkü kavmini seçmek kimsenin elinde değil, insan olmadıktan sonra hangi kavimden olursa olsun bir değeri yok. Ben Ermeni veya Yahudi olduğu halde, sizin ifadenizle “İslam” gibi görünmeyi doğru bulmuyor; yadırgıyorum….
Böyle Türkiye’de birkaç milyon insan var. Bunlara saygı duyamıyoruz…
Sizin gibi kimliği ve görevi ile açık ve dürüst olan insanların düşüncesi ne olursa olsun saygıda kusur etmeyiz; haksızlığa uğramasına razı olmayız…
Dünyada haini en bol, kriptosu en çok olan 2 ülke var: Türkiye ve Mısır. Emperyal devletlerin bu 2 devlet üzerindeki oyunları bitmek bilmedi ve bitmeyecek gibi görünüyor…
Ben Afrika ülkelerinin bir kısmını gezdim; papazların en meşhurlarından birkaç kişi ile karşılaştık; farklı bilgiler, görüşler dinledim….
Türkiye’de İslam’ı fiilen yaşayanların oranı, haftada 1 kere cuma namazına gidenleri saysanız bile, %60-70’i geçmez. Lafa gelince %99 diyorlar; bu doğru değil. Dürüst olmamız gerekir….
Onun için size Ermenilerin kiliseye gelenleri, dindarlarının oranı nedir diye sordum…?
Dindarlığa karşı genel bir karşıtlık var; sizi ne kadar etkiledi diye merak ettim.
Benim sorularımın perde arkası yok; açık dürüst ve mertçe soruyorum. Asla başka bir niyetim yok. Verdiğiniz bilgilerin bir kısmını yeni öğrendim….
İslam’ı bilen ve yaşayan bir alimin, maddi sebepler olmadığı sürece, İslam’dan ayrılıp Hristiyan veya Yahudi dinine gideceğini, istisnasını söyleseniz bile, mümkün görmem. Cahillerden olabilir. Çıkar ilişkileri sebebi ile olabilir. Eğer tercüme etme imkânım olsaydı size Arapça kaynaklardan yığınla sesli ve görüntülü belge sunardım. Arapça bilmeyişiniz işimi zorlaştırıyor. Tercüme etmenin kolay bir iş olmadığını, çok zaman alabileceğini siz de iyi bilirsiniz…
Ahmet Ziya
Hayırlı Sabahlar Zakeos Bey,
Soru içinde sorularınız olduğunu, bazı hususlara işaret ettiğiniz halde, dikkatimden kaçtığını, yazılarınızı tekrar okuyunca fark ettim.
Benim tespit ettiğim sorularınız şunlar oldu: *1-* Zuhruf Süresi 45. Ayetin izahını sordunuz; Hz. Peygamber, kendi döneminde yaşamayan diğer peygamberlere nasıl soracak dediniz; izah etmeye çalıştım.
*2-* Kur’an’ı Kerim’de bazı tekrarların sebebini sordunuz; cevap yazmaya çalıştım. *3-* “Allah yaratanların en güzelidir.” ayetindeki ifade yaratanların çokluğunu hissettirmiyor mu? diye sordunuz. Cevap yazacağım.
*4-* Maide süresi 51. Ayetin izahını sordunuz; *5-* Kur’an’ı Kerim’de Allah “Ben” ve “Biz” (Müfred ve Çoğul) ifadelerini neden kullandığını sordunuz; cevap vermeye çalıştım.
*6-* Halife Hz. Osman’ın Yahudi mezarlığına gömülme sebebini sordunuz; izah etmeye çalıştım.
*7-*“Biz dünyayı beşik gibi yarattık” “Dağları ise direk olarak koyduk” mealindeki ayetlerin izahını sordunuz; izah şeklini aktardım.
*8-* Kur’an’ı Kerim’de Mesih İsa hakkında “Kelamullah” “Nurullah” ve “Ruhullah” denmesinin izahını sordunuz; bilgi aktarmaya çalıştım.
*9-* Bazı ifadelerin çoğul kullanılması, İlahlar konseyine işaret sayılmaz mı demenize yazdıklarımda cevap vardır. Dikkatinizden kaçırmış olduğunuzu zannediyorum. *10-* Kur’an’ı Kerim’de Allah’ın devamlı and (yemin) etmesinin sebebini sordunuz; izah ettim.
*11-* Kur’an’ı Kerim’in Arapça gibi zor bir dille indirilmesi, evrenselliğine mâni bir faktör değil mi mealinde bir soru sordunuz; kısmen temas ettim, gerekli görürseniz ayrıntılı cevap yazabilirim; *12-* Peygamberleri tanımadan kabul etmenin anlamsızlığına işaret ettiniz; cevap yazacağım, *13-* Allah yarattıklarından yardım almaz; almamalı mealinde ifadeler kullandınız, cevap yazacağım; *14-* Kur’an’ı ezberleyenlerin anlamını bilmemesine işaret ettiniz; bilgi yazacağım inş. *15-*“Kabe’nin (Kâbelerin bile diyebiliriz çünkü yaklaşık 20 farklı kâbelerin varlığı zaten biliniyor) geçmişi, Kabe ve etrafında İslam öncesi Arapların ne tür ritüeller uyguladıkları, hatta bu insanların Allahü Ekber (akbar) inancına sahip oldukları, mesele
Abdullah isminin (ki biliyorsunuz çok özel bir kişinin adıdır) veya içinde ALLAH’ı işaret eden isimlerin İslam’dan çok önce Araplar arasında kullanıldığı gayet iyi bilinen gerçeklerdir, aslında ALLAH isminin dahi sözcük olarak Aramice-Süryanice kökenli olduğu (Elohim-ibranice, Alloho-Allekh-süryanice) biliniyor…” (…….) “İlk 4 Halifenin uygulamaları ama Emevi ve Abbasî dönemlerinde İslam’ın her noktasını kapsayan, affınıza sığınarak Kuranı Kerime dahi sirayet ettiği düşünülen radikal değişimler söz konusudur biliyorsunuz.” (…….)
“Sosyolojik açıdan bile yanıt bekleyen birçok soru var, yani günümüze kadar uzanan İslam halklarının sosyolojik durumları, bilim, teknoloji, eğitim, insan hakları (belki hanımların reel yani rasyonel noktada hak ve hukukları) ve benzeri birçok noktada şu an itibariyle geldikleri noktalar konuşulabilecek, bilgi alışverişinde bulunabilecek hassas konulardır, ama ben o konulara hiç girmek istemiyorum.” Yukarıda tırnak içine aldığım 3 konudaki ifadeleriniz yeteri kadar açık değil, ne demek istediğiniz ve neyi öğrenmek istediğinizi netleştirirseniz; açık ve net olarak cevap yazmaya çalışırım… Gözümden kaçan başka hususlar oldu ise lütfen işaret edip ekleyiniz… Bizim konuşmak istemediğimiz, cevap vermeyi düşünmediğimiz bir konu olmaz; sadece bilgimizin yeterli olamayacağı konular olabilir. Rahat olun, hakaret ihtiva etmedikçe dilediğiniz her şeyi sorabilirsiniz… Bilmediğimiz bir husus olursa ya araştırır veya bilene sorup öğreniriz; yine de aciz kalırsak bunu da itiraf etmekten çekinmeyiz… Her şeyi mutlak şekilde bilen sadece Allah (cc) olduğunu bilir ve kabul ederiz.
13/08/2021 Üsküdar
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
NOT:Yazışmalarımızı Whatsap üzerinden yapıyorduk. Bu son mesajıma bakmadığı gibi herhangi bir mesaj da yollamadı. Aracı olan Aydın Hocamız kanalıile “bu kadar yeterli” dediğini öğrendim. Bu sebeple diğer sorularına cevapyazmaya gerek duymadım. Katolik Bir Ermeni Papazla Yaptığımız bu yazışmaların bazı bölümlerini, bazı arkadaş ve Hocalarıma gönderdiğim gibi, Muhterem Yaşar Kandemir Hocamıza da göndermiştim. Hocalarımdan gelen değerlendirmeler de şöyle oldu:
Sevgili Ahmet Ziya’m,
Ermeni papazına verdiğin cevapları zevkle okudum. Çok sevindim. Seni bütün kalbimle tebrik ederim. Hem üslûbun mükemmel hem verdiğin cevaplar doyurucu. Ötesi hidayet meselesi. Karşındakini ikna etmeyi önemseyen tavrın, tutumun bu yazışmada pek uygun bir icra imkânı bulmuş. Birçok akademisyenin sendeki bu kapasiteye sahip olmadığını hepimiz biliriz. Rabbim ömrünü tavîl, ecrini cezîl, akıbetini cemil eylesin. Derûni muhabbetlerimle.
16/08/2021 Mehmet Yaşar Kandemir
Sevgili Ahmet Ziya, Şu konuyu yazmayı unuttum: Bu ve benzeri yazışmaların varsa, onları özetleyerek kitap haline getirmen faydalı olur.
Ermeni papazın sorduğu sorularla karşılaşan ilahiyatçılar ve diğer Müslümanlar bundan istifade eder.
Vav TV’deki konuşmanı takip etmeyi isterim. Yayımlandıktan sonra bana gönderirsen memnun olurum. Allah’a emanet ol. Mehmet Yaşar Kandemir
S.A. Muhterem Hocam, Bir müddetten beri Cemaleddin Afgani ile ilgili kitaplar okudum; okuyorum… C.Afgani 2. Abdülhamid döneminin F. Güleni kabul edilebilecek, önemli örgütlenmeleri başarmış ve Osmanlı’nın yıkılmasına zemin hazırlamış önemli şahsiyetlerden biri… Hiç evlenmemiş, kavmiyeti ve soyu tartışma konusu, fikirleri kavmiyetçiyi teşvik eder mahiyette, Yahudi ve Hıristiyanlarla diyalog fikrini ortaya atıp savunan, masonlukta en üst dereceye çıkmış, daha sonra müstakil mason locası kurmuş, dostlarının çoğu İngiliz Yahudi’si veya ateistlerden oluşuyor.
İngiliz istihbaratı ile çalıştığı ciddi kaynaklarda zikrediliyor… 2.Abdülhamid durumunu tespit edince İstanbul’a çağırıp tahsis ettiği bir köşkte göz hapsinde tutmuşve İstanbul’da ölmüş…
F. Gülen örgütlenmesi ve fikirleri ile çok büyük ölçüde benzerlik arz eden bir yapılanma. Aradaki enönemli fark, F. Gülen’in 15 Temmuz kalkışması sebebi ile deşifre olması, C. Afgani ise fiili bir kalkışma teşebbüs fırsatı bulmadan ölmüş olması… Takdir edersiniz ki F.G. 15 Temmuz yaşanmasaydı bu kadar açık keşfedilemez; esrarını koruyabilirdi…F. Gülen-C. Afgani fikir ve örgütlenme benzerliği konusu bir doktora tez konusu olabilir mi..? Ne dersiniz..?
F. Gülen Projesi CIA tarafından yürütülse de aslında bir İngiliz projesidir.
C. Afgani de bir İngiliz projesidir.
Her iki proje Siyonistler tarafından üretilmiş ve desteklenmiştir… Her ikisi de hiç evlenmemiştir.
Her ikisi de diyalogcudur.
Her ikisi de dini kullanmaya çalışmıştır.
Her ikisi de Müslümanlardan çok gayrı Müslimlere hizmet etmiştir. Her ikisi de istihbarat desteği ile çalışmalarını yürütmüştür.
Her ikisi de hıyanet içine girmiştir.
Her ikisi de Müslümanları kandırıp kullanmaya çalışmıştır. Her ikisi de Dindar göründüğü halde Dindar değildir.
Her ikisinin de aslı, soyu karışık ve tartışmalıdır.
Her ikisi de gizli örgütlenme yolunu tercih etmiştir.
Her ikisi de milliyetçilik fikrini desteklemiş, bölünmeye zemin hazırlamıştır.
F.Gülen Türk okulları, Türkçe olimpiyatları diyerek, kavim duygularımızı sömürmüştür. Hiç bir okulunda Türkçeyi zorunlu ders olarak okutmadığı halde öyle görünüp göstermeyi becermiştir.
Her ikisi de İslam ve Müslümanların zayıflamasına hizmet etmiştir…
06.08.2021 Üsküdar
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
NOT: Bu ve benzer yazılarımı, toplu mesaj listesinden 60-70 arkadaş, hoca ve araştırmacı olan kişilerle paylaşır; değerlendirme yazmalarını arzu ederim. Çoğunluk okumayı ve sessiz kalmayı tercih ederken, bazen tanıdık hocalarımızdan değerlendirme notu yazanlar da oluyor. Zikre değer olanlarıyazımın sonuna ekleyip arşivime koymayı tercih ediyorum.
Yukarıdaki yazıma 7-8 hocamız ve arkadaşımız değerlendirme yazdı. Burada sadece üç tanesini zikretmek istiyorum:
1- Hayreddin Karaman Hocamızın yazdığı not:
Gerçek İslam’da Birlik isimli kitabımın başında Efgani Abduh ve R. Riza’yı yazdım.
Ben de aleyhte olanların da lehte olanların da kitaplarını okudum. İnsanlar önce karar veriyor sonra seçmeci bir gözle okuyup delil üretiyorlar kanaatine vardım.
Bugün ülkemizde bir Efgani ekolü de yok etkisi de yok. Onlar çoktan aşılmış ve tarih olmuşlar. Ben vaktimi daha önemli bulduğum şeylere harcamayı tercih ediyorum.
Bir de insanları anlama ve anlatmada öncelikle kendi fiil ve kavillerine bunların da bütününe dayanıyorum. “Herkesin bir yöntemi vardır, farklı yöntemlerle hayırda yarışmaya bakalım “
Allaha emanet olun vesselamu aleykum. 06.06.2021
H.K.
Bu nota cevaben şu notu yazdım:
Muhterem Hocam, Tarih tekerrürden ibarettir derler; ibret alsak tekerrür eder miydi..?
Hayatımda hiç bir düşünceye karşı ön fikirli olmamaya çalıştım; siyasi veya dini hiç bir meşrebe mensubiyetim ve tiryakiliğin olmadı hamdolsun.
Hür fikirli müstakil bir yapım olduğunu beni tanıyan herkes bilir; beni sevmeyenler de şahitlik eder. Sevdiğim ve değer verdiğim insanları da yeri geldiğinde yapıcı tenkite tabi tutar; uyarmaya çalışırım…
C.Efgani Örgütlenmesi fikri bir örgütlenme olmayıp masonik bir istihbarat çalışmasıdır…
Bu ifadem onun bütün görüşleri yalandır; yanlıştır anlamına gelmez. Şeytan bile sadece yalan ve yanlışlarla insanları aldatamaz.
Afganinin yaşadığı dönemde saptırıcı fikir beyan etme imkânı olmadığını veya çok zor olduğunu bende biliyorum. Bazen fikirlerinizde hata olmaz fakat duruşunuz yanlış olur; doğrularınızla batıla hizmet etmiş olabilirsiniz….
Bunların örnekleri çok; size öğretecek değilim…
Bunları bilip tecrübe hanemize yazabilseydik F.G. bu kadar rahat bizi kandıramazdı. F.G. 15 Temmuz kalkışması sebebi ile deşifre oldu. C.Efgani 15 Temmuz gibi bir teşebbüs fırsatı bulamadığı için tartışmalı durumda kaldı. 15 Temmuz olmasaydı F.Güleni bu şekilde keşfedebilen kaç kişi olabilirdi muhterem Hocam..?
Günümüzde yaşayan bir saptırıcıyı tanıyıp keşfedemeyenler 125 sene önce ölmüş başka bir saptırıcıyıdoğru tanıdığını iddia etmesi inandırıcı olabilir mi..? Biraz mütevazi olmak, ihtiyat payı koymak gerekmez mi..?
Biliyorsunuz Mısır’ın seçkin ve yaşlı âlimleri ile uzun zaman beraber olma imkânı bulmak nasip oldu; birçok konuyu ikinci elden bizzat dinlemek imkânı bulduk. Afgani hakkında ilmine, samimiyetine ve ihlasına şahit olduğum hiç bir insan olumlu konuşmadı. Kaynakların çoğu olumlu konuşmayanlarıteyit ediyor. Bizim Şeyhülislamlarımız, yardımcıları, 2.Abdülhamid’in tutum ve davranışı da onları teyit ediyor. Yaşadığı dönemde F.G. ni keşfedip Müslümanları uyaran tarihçilerimiz de onları teyit ediyor. Afgani’nin mahremlerini bilen bazı gâvur dostları bile onları teyit ediyor. Ben bildiğim kadarı ile
Afganiyi, Abduh’u size ilk tanıtanlardan biri de rahmetli Ali Özek hocamızdır. Ben de kendisinden dinledim. Hocamızla çok samimi olduğumuz için kendisine de zafiyetini söyledim; bu husustaki tespitlerine asla güvenilmez. Burada nedenlerine girmek istemem; konu mecrasından çıkar.
Bugün Ülkemizde Afgani ekolü yok ama o ekolün hazırladığı zeminde yetişmiş daha ileri seviyede tahripçiler yok diyebilir miyiz muhterem Hocam..? Afgani ekolü aşıldı; F.G. ekolü bile işe yaramıyor.
M.İslamoğlu, M.Okuyan, M.Öztürk vb bu ekolün hazırladığı zeminde yetişmiş tahripçiler değil midir..?
Bu ekolü ve arkasındaki gücü tanıyamadığımız sürece F.G. gibi proje şahsiyetler bizim değerlerimizi kullanmaya devam etmez mi..?
Faruk Beşer gibi samimi bir Hocamızı bile emellerine alet edebilmelerini nasıl izah edebiliriz..? Sizin de onların çalışmalarını destekleyen ve teşvik eden söz ve davranışlarınız olmadı mı..?
Reisi Cumhurumuzu aldatmadılar mı..? Bu örgütlenmeleri çok iyi tanımadan aldanmaktan nasıl kurtulacağız..?
Akademisyen hocalarımızın en önemli zaaflarından biri de “mahalli düşünmeyi aşamamak, uluslararası şer odaklarının plan proje ve entrikalarından haberdar olabilecek tecrübe eksikliği yaşamak” değil midir..?
Tayyar Altıkulaç Hocayı Allah rızası için uyarayım; bir hatasını anlayıp düzeltsin istedim. Şer’î ve ilmiölçüler içerisinde ispat ettiğim bir konuyu bile kabul etmemekte ısrar etmesi, sizin bahsettiğiniz“önceden karar vermiş, okuduğunu ve dinlediğini, seçmeci bir gözle değerlendirip kararına mesnet bulmaya çalışan” anlayışının bir örneğini gördüm. İsterseniz yazışmalarımızı size de gönderebilirim.
Belki de göndermişimdir. Çünkü yazışmalar içinde sizin de adınız geçiyor…
Evet burada hata ettik diyememek bir zafiyet değil midir muhterem Hocam..?
Sizin yazdığınız TDV İslam Ansiklopedisi C.Afgani maddesini baştan sona kadar dikkatle okudum. Evet, taraftar ve karşıtların görüşlerine yer verdiniz ama ciddi yetersizlikler ve eksikler var…
Muhterem Hocam
Ben sizi Allah için seviyorum; YİE de talebe iken de size muhalefet edenlere rağmen, dersimizin resmîhocasını dinlemez; sınıftan çıkar, sizin dersinize girerek dinlemeyi tercih ederdim…
Ben 68 yaşında, sizde 85 yaşlarına gelmişken, hiç bir çıkar hesabı söz konusu olmadığı halde uyarılarımızı daha kolay değerlendirme imkanımız olması gerekmez mi..?
Selam ve hürmetlerimi arz ediyorum.
Ahmet Ziya
Hocamız bu notuma da şöyle bir not yazdı:
Dediğim gibi Hayırda ve hizmette yarışalım. Bahsettiğiniz sapkınların imamı Efgani filan değil. Efganiyi sollayan eski ve yeni nice sapkın var. Biz doğrunun hakkın yanında olmaya devam edelim. Hak batılıyenmeye devam edecektir. İlahi kanun budur.
Efgani konusunu tartışmaya niyetim ve vaktim yok. Buna girişsem ortaya kalınca bir kitap çıkar ama ümmete faydası olmaz.
Hayırlı geceler. H.K.
Hocamızın bu notuna cevap yazıp daha fazla yormamak için sessiz kalmayı tercih ettim.
2- Necdet Çağıl Hoca
Ahmet Ziya hocam,
Galiba en iyisi كدر ما دع صفا ما خذ fetvasınca bu tür dünyamıza da ahiretimize de faydası olmayan kıylükâlden, ölüler üzerine konuşmaktan uzak durmaktır. İslam âleminin öteden beri en başarılı (!) olduğu ortamlardan biri tekfir ve tel’inden bir türlü hali kalamamış olmasıdır. Düşünsenize; اال الﮭﮫ ﻤﮭﯿﻓل كلن لو ﷲ لفسدن ayetini yorumlarken, mukaddem ile tali arasındaki mülazemetin sadece ikna boyutlu olduğunu söylediği için Taftazani’yi bile tekfir eden bağnazlar çıkmıştır. Adam ne söylüyor, bu ne anlıyor.. O demek istiyor ki talinin ref’i mukaddemin de ref’ini istilzam ederken, mukaddemin ref’i talinin ref’ini istilzam etmez. Yani göklerde ve yerde fesadın olmaması bu ikisinde başka ilahların olmamasını gerektirirken, bu ikisinde başka ilahların olmaması ikisinin âdem-i fesadını gerektirmez. Zira bu ikisi başka bir şey sebebiyle de fesada maruz kalabilir; hiçbir şey olmasa da kıyamet kopacaktır. O demek istiyordu ki akıl âdem-i fesad konusunda farazi ilahların ittifakını muhal görmez. Zaten ittifak edemeseler ilah olamazlar. Burada kulların âdeti üzere bir ikna yoluna gidilmiştir. Bir geminin iki kaptanı olmaz, bir köyün iki muhtarı olmaz vs.. O koca Eş’arî kelamcı ve filozofunu anlayamadılar bile ve en ucuz yola baş vurdular: “Kâfir oldun!”
N.Ç.
Hocamıza cevaben şu notu yazdım: Tarih tekerrürden ibarettir derler; ibret alsak tekerrür eder miydi..? C.Efgani Örgütlenmesi fikri birörgütlenme olmayıp masonik bir istihbarat çalışmasıdır… Bunu bilip tecrübe hanemize yazabilseydik F.G. bu kadar rahat bizi kandıramazdı. F.G. 15 Temmuz kalkışması sebebi ile deşifre oldu. C.Efgani 15 Temmuz gibi bir teşebbüs fırsatı bulamadığı için tartışmalı durumda kaldı. 15 Temmuz olmasaydı F.G. Bu şekilde keşfedebilen kaç kişi olabilirdi..?
A.Ziya
Hocamız da şu notu yazdı: F. Gülen hakkındaki tespitler bire bir doğru. Bütün mesele verem otu gibi sarıp çöreklendikleri kurumlardan nasıl sökülüp atılacaklarıdır.. الوبال وبقي المل ز ال N.Ç.
3- Faruk Beşer Hocamız: İlginç, Keşke biri (bu konu üzerinde) çalışsa… F.B.
Ben de cevaben: Hep beraber teşvik edip gayretli bir arkadaş bulursak kendisine yardımcı olabiliriz…A.Ziya Hayreddin Karaman Hocamıza yazdığım notta F.B. Hocamızın da adını zikrettiğim için ona da yollamıştım. Bunun üzerine de: Çok güzel yazmışsınız. Bunları bir belge olarak saklayıp hatırata koymak lazım.
Hayırlı geceler diliyorum.
F.B.
Diğer yazılan notları paylaşmaya değer bulmadığım için buraya aktarmıyorum.
İngiliz, ABD ve İsrail gibi ülkeler her hangi bir konuyu gündeme getiriyorsa, çok yönlü ve çok iyi düşünmeden gündeme taşıyıp delil ve dayanak kabul etmemek gerekir…
Kırım Türkleri, Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri vb. konular hassas konular. ABD bu konuları, halli için değil, kaşıyıp kullanmak ve çıkarlarına alet etmek için gündem yapar…
Doğu Türkistan zulmünü gündeme getirme zamanı ve şekline dikkat eden bilgi sahibi herkes bunu kolaylıkla anlayıp görebilir…
Bu konuda benim yazdığım bir açıklama notu şöyledir:
Doğu Türkistan konusu hassas bir konu, orada zulüm olduğu muhakkak, zulüm gören insanlara karşı duyarsız kalmamamız gerektiğinde de hiç şüphe yok. Sadece bunu ne zaman ve nasıl yapacağımızı belirleyip bir strateji dâhilinde çalışma ve gayret gösterme azminde olmamız gerektiğini, bu insanlara yardım etmek niyeti ile değil, bu konuyu sadece belli dönemlerde gündeme getirip, Türkiye ile Çin arasındaki gelişmelere takoz koymak için kullananların oyununun da alet olmamaya dikkat etmeliyiz…
Bu konuyu kalıcı bir çözüme kavuşturup ulaştırmak için, samimi olarak konuyu dert edinen tek ülke Türkiye’dir. Türkiye’nin etkinliği Çin ile ilişkilerin gelişmesine paralel olarak artıyor. Türkiye’nin Çin ile kavga ederek bu konuya çözüm üretme imkânı, en azından şimdilik, yok. O halde kesin çözüm yok diye, kaşıyıp şiddetlenmesine mi, ilişkileri geliştirip azaltılmasına mı katkı sağlamalıyız..?
Türkiye, kaşıyıp tahrik etmeden, sıkıntıları azaltarak çözüm üretmenin peşinde, ABD kaşıyıp tahrik ederek zulmü artırarak istismar etmenin peşinde…
Biz kime inanıp kulak vererek hareket etmeliyiz..? ABD ye mi..? Türkiye’ye mi..? Belli zamanlarda yayılan bu tip haberlerin, gündeme getiriliş amacı, Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin sıkıntı ve zulümlerine çözüm üretip son vermek olduğunu söylemek saflık olur…
Türkiye’yi yok etmeye çalışan bir güç Doğu Türkistan Türklerini düşünür mü..?
Akıllı ve şuurlu olmak zorundayız…
Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin zulüm ve baskıdan kurtulması için, hem kavli dua edeceğiz hem de Türkiye’nin plan ve programına kulak verip fiili destek ve gayretimizi esirgemeyeceğiz…
ABD’nin sahte desteğine aldanıp hareket edenleri gören Çin şiddet ve zulmü artırıyor. ABD’nin bu şiddet ve zulmü önlemek için hiç bir ciddi ve fiili gayreti yoktur…
Sorgulayıcı, şuurlu ve çok yönlü düşünmek zorundayız.
2002 Eğitim/Öğretim yılı son günleri, Kadıköy İHL de Başörtülü kızlarımız içeri alınmıyor. Veliler Okul önünde nöbet tutuyorlar. Bu veliler arasında bizim hanımda var; aralıksız her gün gidenler arasında olduğu için dikkat çekiyor; eylemcilerin(!) öncülerinden görülüyordu.
Birinci ordu komutanı Çetin Doğan olayları günü birlik takip ederek videodan izlediği görüntüler doğrultusunda uyarılarda bulunuyor ve talimatlar veriyor diye duyuyoruz. Polisler bizim hanımı sürekli takip ederek gözaltına almak için fırsat kolladığını hissetmiştik. Hatta bize gelip Çetin Doğan’ın bu hanımı tutuklayıp gözaltına alma talimatı verdiğini, polise baskı yapıldığını söyleyenler bile vardı. Fatih’teki ofisimize gelip bize iyilik yapma edası ile uyarıları tekrarlayanlara cevabımız hep aynı oldu. Biz eylemci değiliz; içeri alınmayan kızlarımız bir sıkıntı yaşamasın diye anneleri orada nöbet tutuyor. Kızlarımız, devamsızlık ediyormuş gibi işlem yapılmaması için her gün okula gitmek zorunda, içeri alınmayınca dışarda bir sıkıntı yaşamamaları için sahip çıkmak zorundayız. Evlatlarına sahip çıkmak suç olmadığına göre, niye tutuklama olsun..? Diyorduk.
Zincir eyleminden bir gün sonra polis, baskılar sebebi ile iyice saldırganlaştı. O gün her şey olabileceğini hissedebiliyorduk. Nitekim beklediğimiz oldu; öğrenciler coplandı; bazı veliler gözaltına alınıp karakola götürüldü. Bunlar arasında olan bizim hanım savcılığa sevk edilip tutuklanınca şok olduk. Haber bana ulaştığında hanım Bakırköy ceza ve tutukevine doğru yola çıkmıştı…
Bir üst mahkemeye itiraz etmek üzere fikri yardım ve destek görüşmelerini yürütürken bir arkadaş, Üsküdar Adliyesinde Ağır Ceza hâkimi olarak görev yapan tecrübeli bir hâkim tanıdığını, onunla görüşüp fikir almak üzere bana randevu alabileceğini söyledi ve görüşerek ertesi gün yanına gidebileceğimi bildirdi. Söylenen gün ve saatte Üsküdar Adliyesine gidip Hâkim Bey’in odasının kapısını çalarak içeri girdim. Yanında olan erkek misafiri ile konuşmasının bitmesini beklemek üzere ayakta beklerken oturmamı işaret etti.
Oturdum; iki üç dakika süren konuşma esnasında duyduklarımdan, Hâkim Bey’in misafirinin Kadıköy Adliyesinde görev yapan ve bizim hanımın tutuklama kararını veren savcı olduğunu, bu kararı baskı ve talimatla vermek zorunda kaldığını anladım. Onlar benim kim olduğumu bilmiyorlardı. Aralarındaki konuşma bitip bana dönerek Hâkim Bey isteğimi sorunca, tutuklandığını konuştuğunuz hanımın eşiyim dedim ve Savcı Bey’in rengi değişti; bozuldular. Bir anda oluşan sessizliği Hâkim Bey’in “burada duydukların burada kalmalı, söylenecek fazla bir şey de yok; tutuklama baskı ve talimatla olduğunu duyduğunuza göre, hukuki tavsiyelerin anlamı da faydası da olmayacağını öğrenmiş oldunuz.” bu ifadeleri bozdu. Teferruata girmeye gerek duymadan ayrılıp avukatımızın yanına gittim. İtiraz ettik ama emir demiri çoktan kesmişti; kaynatma ve ekleme şansı da görünmüyordu. İtirazımız reddedildi. Duruşma gününü beklemekten başka bir çaremiz yoktu. Çetin Doğan’ın fendi adaleti yendi. Bütün şüphe okları O’nu işaret ediyordu. Hâkim-Savcı sohbetinde duyduğumuz sır duruşma günü işimize yaradı; olay günü çekilmiş görüntü videolarını mahkeme heyetine izletebildik. Savcı Bey tutuksuz yargılama talep etti ve hanım tahliye oldu; mahkeme tutuksuz devam etti ve sonunda beraatla sonuçlandı.
Geçmişi sabıkalı olan bu zihniyet şimdi yargı bağımsızlığından söz ediyor; sizi bilmem ama ben inanamıyorum. Ağızlarına yakışmadığı gibi inandırıcı da olamıyorlar. Ne dersiniz inandıracakları ahmak bulabilirler mi..? Besleme basın, kadrolu yorumcular oldukça, ahmak taraftarlar eksik olmaz dediğinizi duyar gibiyim…
Yer yerinden oynayacak! Süleymanlılar CIA’nın kontrolünde mi?
Avukat Hayrullah Karadeniz’in herkese açık Facebook hesabından Süleymancıların CIA’nın kontrolü altında olduğunu açıkladı…
İşte bomba itiraflar…
03 Aralık 2016 Cumartesi 16:45
BİR MEVTANIN ARDINDAN
Müntesibi olmanın şükründen aciz olduğum, Süleyman Hilmi TUNAHAN (KSA) Efendi Hazretlerinin irtihalini (1959) müteakip, O’nun dini hizmetlerinin tezahürü olan talebelerini ve bağlılarını bir araya getirerek, Kur’an Kursları Federasyonu unvanı altında teşkilatlandırıp, kamuoyunda Süleyman Efendinin Talebeleri-Süleymancılar (Süleymanlılar) olarak bilinen dini cemaatin meydana gelmesine vesile olan ve vefat ettiği 2000 yılına kadar cemaati idare eden Rahmetli Kemal KACAR (TUNALI) Beyefendinin, hasbelkader yakınında bulunup, zaman zaman zahiri iltifatına mazhar olmuş bir kişi olarak, ondan sonra 16 yılı aşkın cemaatin başında bulunan Ahmet Arif DENİZOLGUN’un 08.Eylül.2016 tarihindeki ani vefat haberinin siyasi ve dini çevrelerde, ölümü ve cemaatin geleceği konusunda şüphelere itmesi dolayısıyla, şahsımda bir emanet olarak bulunan bilgiyi, mühim bir vazife olarak, kamuoyu ile paylaşmayı uygun buldum. Bütün menfaat odaklarından bağımsız ve irtibatsız olarak, 1982 yılında Rahmetli Kemal Bey Ağabeyimiz tarafından şahsıma tevdi edilen bu emaneti, zamanı geldiği düşüncesiyle ortaya koymaya karar verdim. Maksadım, başka bir cemaatin derin güçler ve “Hain Üst Akıl” tarafından nasıl “FETÖ” terör örgütüne dönüştürüldüğünün ortaya çıktığı böyle bir zamanda, 16 yıldır aynı güçler tarafından kontrol altında tutulduğunu bildiğim bu temiz cemaatin, başka bir “Şer Odağı” haline gelmesinin önüne geçilmesinde, Devletimizin başında bulunan siyasi güç sahiplerine ve varsa aklı başında cemaat yöneticisi konumundaki hocalarımıza (Her bir şeyi keramete yormadan hareket etmelerini dileyerek), kendilerinde var olan bilgilere ilave olarak bendeki bu emanet bilgiyi de sunmak suretiyle dini ve milli bir hayra hizmet etmektir.
Tarih Haziran (21?)1982, Yer Fazilet Han-Sultanahmet: O tarihte Ardahan’da görev yapmakta olan Yüzbaşıyım. Oniki Eylül darbesinin üzerinden henüz iki yıl geçmemiş, yurt sathında birçok Ku’ran kursu ve öğrenci yurtları kapalı, darbe iktidarı cemaatin bütün mülküne el koymanın peşinde kararname hazırlamış, cemaat yöneticileri -başta Kemal KACAR Bey Ağabeyimiz olmak üzere- Antalya’da tutuklu olup idamla yargılanıyorlar. Bir vesile ile İstanbul’a gelmiştim. O günkü şartlarda iletişim imkânları zayıftı. Cemaate ait Fazilet Neşriyatın Sultanahmet’teki merkezine geldim. Kemal Ağabeyin cezaevinden tahliye edildiğini orada öğrendim. Birkaç gün önce serbest kalmış. Fazilete gittiğimde de oradaki ofisindeymiş. Geldiğimi haber verdiler, hemen kabul etti. Hizmet eden kişilere “Hususi görüşmemiz var rahatsız etmeyin!” diye talimat verdiler. 27 Yaşında genç bir subaydım. Böyle büyük bir zatın benimle görüşecek hususi ne meselesi olabilirdi? Cemaat mensubu 7-8 muvazzaf subaydan biriydim. O gün orada benim bulunmam bir tevafuk muydu? Kemal Bey Ağabeyimiz 1973 yılında mezun olup Tğm. Olduğumuzdan itibaren benimle ve benim gibi subay olan diğer arkadaşlarımızla yakından ilgilendiğini biliyordum. Kur’an kursundan mezun bir talebesiyle (Rahmetli Zevceleri Bedia Ablamızın Talebesi) evlenmeme vesile olmuş, birçok mecliste “Bu kardeşimizi ben evlendirdim” buyururlar, bizimle iftihar ederlerdi. Ama bu durumla ilk defa karşılaşıyordum. Asrın Mürşidine evlat ve talebe olmuş, şahsen birçok kerametlerine şahit olduğum, tarihi ve manevi bakımdan büyük bir zatın karşısında olduğumun şuurundaydım. Hususi meselelerin istişare edileceği bir olgunlukta olduğumu düşünmüyordum. Asker olmam dolayısıyla bu konuya muhatap olduğumu düşündüm. Ne de olsa devir askerlerin devri idi. Tahmin ettiğim gibi de çıktı.
Bu Sırrımı Ben Hayattayken Kimseye Söylemeye Mezun Değilsin: Ağabeyimiz söze şöyle başladı; “Seninle bir sırrımı paylaşacağım. Bu sırrımı cemaatte H.Kumaş da dahil (O zaman Cemaatin iki numaralı idarecisi –Naib- idi) paylaşacak kimsem yok” buyurdu. İstihbaratın (MİT o zamanlar ve yakın tarihe kadar CIA’in küçük bir şubesi durumundaydı) kendisini cezaevinde bir anlaşmaya zorladığını, kendisinin de bu anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldığını belirtti. (O günleri yaşayanlar, 27 Mayısın ünlü anayasa profesörü CHP Senatörü Muammer AKSOY’un Kemal Bey ve Cemaat hayranlığı(!) ile Ağabeye fahriyen avukatlık yaptığını iyi bilirler. Kemal Ağabey bir şey söylememekle birlikte bendeniz irtibatın bu yolla kurulduğunu düşünmekteyim.) Kemal Bey Ağabeye iki durumdan birini tercih etmesi teklif edilmişti. Ya Kendisi ve 16 İdareci-Hoca arkadaşı ortadan kaldırılacak ve Cemaatin bütün mülküne el konulacak; Ya da cemaatin tasfiyesi ve askeri idarenin emrine girmesi için idare ile işbirliği yapılacaktı. Eğer bu anlaşma sağlanırsa “Amerika veya Türkiye’de” en yüksek seviyede imkanları haiz bir dünya hayatı garanti edilecekti. Büyük miktarda para da teklif ediliyordu. Kemal Ağabey; “Ben bu anlaşmaya gönülden nasıl evet derim. Ama kabul etmediğim taktirde bu kişiler söylediklerini yapacak güçte ve kararlıktalar. Bu sebeple anlaşmayı kabul ettim ve bu şekilde tahliye edildim. Diğer arkadaşlarımız da serbest kalacaklar. Bundan sonra artık bu anlaşma çerçevesinde neyi ne kadar ve nasıl yapabileceksek öyle olacak.” Nitekim de öyle olmuştur; H.KAPLAN Hoca Efendinin ve daha nicelerinin 2000’e kadar cemaatten tasfiyesi, Kemal Ağabeyin (Sahte Şeyh olarak İstihbaratın elinde koz olması bakımından) “Dört Genç Kadın”la evlenmesi, yakın çevresinde (H.Ş.) ve (A.B.)vs. gibi MİTÇİ oldukları bilinen kişilerin, G.K. ve H.E. gibi cemaat yapısına uymayan süfliyatın bulunması hep bu sebepledir. 1988 yılında Ordu’dan istifa edip İstanbul’da cemaat şirketlerinde çalıştığım dönemlerde defaatle Kemal Bey Ağabeyimiz bu anlaşmayla ilgili durumu tarafıma teyit etmiş, her vazifeden alınıp cemaatten tard(!) edilen nice hocalarımıza ”bu sırrı” paylaşmadan moral destek amaçlı ziyaretlerim de onun bilgisi dahilinde olmuştur.
Yıl 2003, Ben KİPTAŞ’ta Yöneticiyim, JİTEM’den Davet Aldım: Hatıra yazmak gibi bir alışkanlığım yok maalesef, bu sebeple gün olarak tarihi hatırlamıyorum. 2002/2003 kış mevsimiydi. J.Gn.K.lığından olduğunu söyleyen bir J.Subayı (S.Ö.) beni arayarak, görüşmek için randevu istedi. Eski asker olmam dolayısıyla telefondaki kişi bana “Komutanım” diye hitap ediyordu. O günler AK Partinin yeni iktidara geldiği günlerdi. İktidar-Asker ilişkileri son derece gergin idi. Beklenmedik bu telefonun arkasındaki gerçeği daha iyi anlayabilmek için, “Devlet ayağa gelmez, ben devlete giderim” gerekçesi ile reddederek, görüşmek için kendim gelebileceğimi söyledim. (S.D.) isimli arkadaşımla Ankara’ya hareket ettik. Güvercinlikte ana bulvar üzerinden bir araçla alındım. JİTEM’in karargahındaydım. Özetle beni araştırdıklarını (Süleymanlı olduğumu, eski asker olduğumu bildiklerini) söyleyerek, Devletin benim hizmetime ihtiyacı olduğunu belirttiler. Devletimiz için her hizmete amade olduğumu ifade ettim. Özetle şöyle bir muhabere geçti aramızda; İrticaın (AK Partiyi kastederek) devleti ele geçirmekte olduğunu, özellikle İstanbul Belediyesinde İrticaı içeriden kontrol edecek eleman bulmakta zorluk çektiklerini, benim Süleymanlı cemaatine mensubiyetimi bildiklerini, zaten cemaatin başındaki Ahmet Arif Denizolgun’un kendileri ile birlikte çalıştığını, cemaatin bu haliyle devletin(!) himayesinde olduğunu ifade ederek, kabul etmem halinde İBB’de beni önemli bir makama getirebileceklerini söylediler. Ben de kendilerine, Komutanınıza söyleyin (Org. Şener Eruygur), eğer sivil iktidarın emrine tabi olursa kendisinin Gn.Kur.Bşk. yapılması için Başbakanla görüşebileceğimi söyleyerek tekliflerini reddettim. Dönüşümde birkaç ay geçmeden-çok yakın dostum ve kardeşim(!)- KİPTAŞ Genel Müdürü İsmet YILDIRIM tarafından manidar bir şekilde görev alındım.
Yıl 2010 Balyoz Davası Sanığı Org. Çetin Doğan Savcıya İfade Veriyor: Savcının darbecilikle suçlamasına “Darbeci General” Çetin Doğan’ın İnternete düşen ve daha sonra internetten kaldırılan ifadesinde; “Ne darbesinden bahsediyorsunuz, biz ne yaptıysak Devleti irticadan korumak için yaptık. Mesela hani şu Süleymancılar var ya, onların Kemal KACAR isimli başları vardı. 12 Eylülden sonra Onunla anlaştık. Fakat biz onu idare edelim “Adam Kurt Politikacı Çıktı” Demirel’i, Özal’ı araya koyarak O bizi idare etmeye kalktı. Sonra onu bir şekilde saf dışı bırakıp yerine Ahmet’i (geçmişini temizleyerek) getirdik. Bu (Cumhuriyeti Korumak ve Kollamak) asker olarak bizim asli görevimiz.” Diyor. İşte Ahmet Bey Ağabeyimizin acıklı hikâyesi. En son şüpheli ölümü üzerine şimdi aynı merkezler, Alihan KURİŞ üzerinden aynı düzeni devam ettirmek mi istiyorlar? Orası artık yakın tarihte Hakan FİDAN’la millileşmekte olan Milli İstihbarat Teşkilatının işi. Devlet, herhalde, 15 Yıllık AK Parti düşmanlığının arkasında Kasımpaşa’daki Gecekondu Kurs Binasının yıkılmasının olmadığını biliyordur. Cemaatin safdil mensupları bilmese ve anlamak istemese de. Rahmetli Kemal Ağabeyin soyadına TUNALI ekini almasının hikâyesini ise başka bir yazıya bırakalım.
FETÖ İLE İŞBİRLİĞİNDE
Suçüstü yakalanan Ahmet Beyin ani vefatı eğer tabii bir ölüm ise bu cemaatin geleceği için bir fırsattır. Gerek Alihan Bey gerekse cemaatin özel görevli olmayan idarecileri bu gidişe dur demezlerse, FETÖ’ye uygulanan muamelenin kendi başlarına da gelebileceğini hatırdan çıkarmamalıdırlar. Mehmet Beyazıt DENİZOLGUN Beyefendi şahsi mirasına sahip çıkmak (Ahmet Beyin Resmi Varisi olarak, Misafirhane, Ahmet Beyin üzerine kayıtlı Beytül Mala ait Tereke) ve Kardeşinin şahsına ve Cemaate karşı yaptığı haksızlık ve zulümlere dur demek için bugün ortaya çıkmayacaksa ne zaman ortaya çıkacaktır. Üstelik 15 Temmuz kalkışmasında duvara toslayan derin (hain) güçler de tüm güçlerini kaybetmişken!
İmam Hatip Liselerinde uygulanan başörtü yasağına karşı direniş kırılmış, başını açarak derslere girmeyi kabul edenlere ekstra imtihan hakkı tanınarak yıl kaybını telafi etmelerine imkân verilmişti.
Bunu fırsat kabul ederek başını açıp derslere girmeyi kabul edenlerin çoğunlukta olması, direnişi sürdürmeyi imkânsız hale getirmişti. İstanbul’da sadece Kartal, Eyüp ve Kadıköy İmam Hatip Liselerinde direnmeye devam eden öğrenciler çıktıysa da azınlıkta kaldılar.
Kadıköy İHL de okuyan 2 kızım da direnmeye devam edenler arasındaydı. Telafi imtihanına başörtülü giremedikleri için sınıfta kalmaları kesinleşmişti…
Bu durum yetmiyormuş gibi, meslek dersi öğretmeni olmayan Rizeli okul müdürü öğrencilere baskı uyguluyor ve başörtüsünü çekip alarak başını açtığı öğrenciler oluyordu. Bunu duymak velileri çileden çıkarıyordu. Müdüre aracı koyup yalvarmak, para vermek dahil her türlü teklif ve teşebbüsten sonuç alınamıyordu. Velilerin aczi yetini gören müdür bey her geçen gün pervasızlaşıyor; baskısını açıkça sürdürüyordu…
Okul aile birliği, okulun çatı katında olan mescitte, velilerle bir toplantı düzenledi. Bu toplantıya ben de katıldım. Boykot esnasında okula gidemiyordum; benim yerime hanım gidiyor, dışarda çocukların bekçiliğini yapıyordu. Veliler beni ilk defa görünce bana söz hakkı verdiler. Çözüm tekliflerimi bir bir saydım; hepsini denediklerini sonuç alamadıklarını söylediler. Tıkanmış ve çaresizlik içinde, aramızda Ebu Basır/Ebu Cendel rolünü oynayacak bir baba yiğit yok mu diye sorunca, toplantı derin bir sessizliğe büründü. Kimse bir şey anlamamıştı. Ebu Basır ve Ebu Cendel kimdi, ne yapmışlardı bilen olmadığını gördüm. Açıkça söylemeyi de doğru bulmuyordum. Sonuç alabilecek bir çözüm üretme imkânı olmadı. Dağılıp evlerimize döndük…
Eve gelip çocuklarımla dertleşme esnasında Müdür beye iki tokat atabilecek bir kabadayı çıkmadı mealinde bir söz çıktı ağızımdan, ertesi gün okul müdürünün Sarıyer yolunda aracının durdurularak dövüldüğünü duyduk. Basın bu işi provokatörlerin yaptığını, yeni kurulan Ak Parti’yi 03 Kasım 2002 de yapılacak seçimlerde zor durumda bırakmak için planlandığını yazıyordu. Okulda herkes birbirine bu işi kimin yapmış olabileceğini soruyordu. Tahmin yürütmenin zorluğu, işi provokatöre yüklemeyi kolaylaştırıyordu…
Olayın vuku bulduğu günün gecesi bizim evimizde de derin bir sessizlik vardı. Evin annesi tutuklu olduğu için, erken yatıp uyuyarak hüznümüzü azaltmaktan başka ne yapabilirdik…? Hepimizin uyuduğu bir anda zil çaldı; kalkıp zil megafonundan polisin sesini duyunca şaşırdım. Kapıyı açar mısınız evinizde arama yapacağız dediler. Arama izni almadıklarını öğrendiğim halde zorluk çıkarmadan kapıyı açtım. Oturduğumuz 4. kata çıkıncaya kadar zihnim allak bullak oldu fakat çocukları uyandırmak aklıma gelmedi. Polisler kapıdan içeri girer girmez bütün odalara birden girip aramaya başlayınca sinirlerim iyice gerilmişti. Kız çocuklarımın yatak odasına, kapıyı çalmadan girmek hangi anlayışla izah edilebilirdi…?
Arama bitti; aranan bulunamayınca salona gelip oturarak benimle konuşmaya başladılar. Müdürün dövüldüğünü, dövenlerden birinin adı Enes ve kullandığı telefon da benim adıma kayıtlı olduğunu söylediler. Bilgimin olup olmadığını, Enes’in nerede olduğunu sordular…
Dördüncü kattan insan atlayıp kaçamayacağına göre uyuyan kızlarımın odasına giriş ve arama şeklinin canımı sıktığının farkına vardılar; yumuşak bir tavırla beni konuşturmak istedilerse de olayın bilgim dahilinde olmadığını, Enes’in de eve gelmediğini anlayınca bir iki saat bekledikten sonra, benim sabahleyin Vatan caddesindeki Emniyete uğramamı isteyerek ayrıldılar. Ayrılırken benden helallik istemeyi de ihmal etmediler. Malum cemaate mensup polislerden olduklarını sonradan öğrendim… Hikâye çok uzun fakat ibretlik tarafını anlatarak bitirmek istiyorum…
Aradan birkaç gün geçmişti. Kadıköy İHL müdürü, telafi imtihanına almadıkları 80-90 kız öğrenciyi teker teker aratarak telefi imtihana başörtülü alınmayanlar için tekrar bir telefi imtihanı yapılacağını ve bu imtihana başörtülü girebileceklerini duyurdular.
Beklenmeyen bu ani gelişmeye herkes şaşırmış ve hiçbir mana verememişti.
Telafi imtihanı, belirlenen günde oldu ve 90’a yakın kız öğrenci başörtülü olarak imtihanlara girip yıl kaybından kurtulmuş oldular…
Bu gelişme nasıl oldu, bu imkânı kim sağladı bilen yoktu…
Birkaç gün sonra CHP’li Kadıköy Belediyesinde şoför olarak çalışan bir hemşerim bizi arayarak: “Belediye’nin aylık bülteninde Kadıköy İHL müdürü ile bir mülakat yapıldığını, bu mülakatta dövme olayının iç yüzünden bahsedildiğini” söyleyince, bültenden bir nüsha isteyip alarak okudum…
Böylece ilk defa olayın karşı cepheden nasıl görüldüğünü ve yaşadıkları duygu ve düşünceleri öğrenme imkânımız oldu.
Bültende, Müdür dövüldüğü gün evine döndükten sonra ailece yaşadıkları korku ve paniği
anlatıyordu. Gece uyuyamamış, korku içerisinde sabahlamışlardı. Hanımının telkinleri doğrultusunda telafi imtihanı için öğrencileri arayarak ortamı yumuşatmak ihtiyacı hissetmişlerdi…
Her türlü teşebbüsün, maddi imkân sağlama vaat ve yalvarmaların sağlayamadığı yumuşamayı, iki gencin birkaç tokadı sağlamıştı…
Sonradan olay duyulup gerçekler ortaya çıkınca Ebu Basır/Ebu Cendel olayını anlattım. Dinleyenler, o zaman olayın bir provokatör olayı olmadığını anlayabildiler. Nasip olur bir gün hayat hikayemi yazma imkânı bulursam orada bu olayın ayrıntıları da yazarım İnş.
Şimdilik bu kadarla yetiniyorum. Sadece, durup dururken bu hatırayı niçin anlattığımı merak edenleri merakta bırakmamak için söyleyeyim.
Ankara ve İstanbul Barosunun DİB hutbesi ile ilgili açıklamaları bu hatıramın zihnimde tekrar canlanmasına yol açtığı için yazıp paylaşma ihtiyacı hissettim; o kadar…
Neyse, her şey bir tarafa bırakalım; siz Ebu Basır ve Ebu Cendel olayını bilir misiniz…? Bilmeyen varsa en kısa zamanda okuyup tefekkür etmesini tavsiye ediyorum; tam zamanı…
Tanıdığınızı Zannettiğim İsmail Kara Hoca ile yaptığım bu yazışmayı, içerisinde sizlerin adını da zikretmem sebebi ile, bilgi için gönderiyorum.
Ahmet Ziya
Değerli Kardeşim Muhterem İsmail Kara Hocamıza,
Allah’ın selamı rahmeti bereketi üzerinize olsun…
Sekiz günden beri Of’ta köydeyim. Telefon ekranına mahkûm olmanın zorluklarını yaşıyorum. Bilgisayar kullanma alışkanlığım yeterli olmadığı için yanımda Laptop taşımıyorum. Gelen mailleri, çocuklarım çıktı alarak bana verir; böyle okumayı tercih ederim. Yazılarımı da çoğu zaman onlar temize çeker… Köyde bu imkânım olmayınca telefon ekranından uzun sayılacak bir yazı okumak, bizim yaşımızdaki insanlar için biraz zor oluyor. Buna rağmen 12 sayfalık yazınızı, dip notları dâhil, okudum. Okuduğum yazılarda ayrıntılara bile dikkat etmeye çalışırım.
Yazınızda basit bazı ayrıntıların çağrıştırdığı bir hususa işaret etmek için bu notu yazıyorum.
“mısr-ı Kahire” ifadesini hatalı okuyup anlayanlara işaret ettiniz. Böyle hatalı anlamalar üzerine bina edilmiş hatalı fikir ve tenkitleri derleyip toparlayan meraklı bir genç çıksa ilginç bir kitap ortaya çıkabileceğini tahmin ediyorum. İlk aklıma gelen iki üç misali ben zikredeyim:
– 1980 yılında Mekke’ye gittiğimin ilk ayları idi; üç farklı ülkeden 4 Arap arkadaşla bir yurt odasında beraber kalıyorduk. Eniştem ve hafızlık hocamla Arapça mektuplaşıyor; oda arkadaşlarımdan da istifade ediyordum. Hilmi Yıldız Hocamın
“…رجعت من المملكة قبل أسبوع…” ifadesini okuyan oda arkadaşlarım “Hocan buraya gelip döndüğü halde” bizimle neden tanıştırmadınız diye sitem edince şaşırmıştım. Hocamın buraya gelip döndüğünü nereden çıkardınız dedim. Hocan kendisi mektubunda yazıyor dediler. Mektubu tekrar okudum; yine anlayamadım. Nerede yazdığını göstermelerini istedim. Yukarda yazdığım cümleyi gösterdiler. Oysa Hocam o cümle ile, bizim “memleketimiz” olan Of’un bir köyünden İstanbul’a dönmeyi kastediyordu. Arap arkadaşlar ise “krallık” anlamındaki “المملكة” kelimesinden Suudi Arabistan’dan döndüğünü anlamışlardı. Uzun zaman söyler gülerdik. Hocama da bu durumu yazmış Onunda bilmediği bir inceliği beraber öğrenmiştik
-Seksenli yılların ortalarında, bu sefer Hocam Umre ’ye gelmiş ve evime misafirim olmuştu. Tavuk sevdiğini bildiğim için Suudi Arabistan’ın meşhur yerli tavuk çiftliği olan “Fakıh” bayisine uğrayıp tavuk alarak pişirmiş ve Hocam için özel hazırlık yapmıştım. Sofraya oturduk; hocamın önüne koyduğum tavuklardan yemediğini görünce sebebini sordum. Bana İbni Abidin şerhinde okuduğu şu ibareyi okudu:
“Mısır’da yaygın olan sıcak suya batırıp tüyleri yontulan tavuk etinin mundar olacağı ve yenmeyeceğini“ bildiren bir ifade… Metni beraber okuduk. Aldığım tavukları gözümün karşısında kesip sıcak suya sokarak yonttuklarını da ben gördüğümü teyit edince tavukları çöpe atmıştık… Bir gün sonra Ümmül Kura Üniversitesinde Fıkıh Hocamıza ibareyi gösterip, Mekke gibi bir beldede “Fakıh“ gibi bir müessesede nasıl böyle bir uygulama yapabildiğini sordum. Hocam hayretle yüzüme baktı. Sen bu ibareden ne anlıyorsun diye sordu. Bildiğim Arapça ile anlatmaya çalıştım. Hocamız bilmediğimiz bir inceliği bana anlatmakta bayağı zorlanmıştı. Sonunda anladım ki Arapça sıcak su, kaynamış el yakan su, fokurdayarak kaynayan su için farklı ifadeler kullanılıyor. İbni Abidin ibaresinde kullanılan kelime “fokurdayarak kaynayan su” anlamında imiş. Tavuk çiftliğinde kullandıkları su ise, içine sokulan elin dayanabileceği sıcaklıkta bir su olduğunu tekrar uğrayıp deneyerek öğrendim. Fokurdayan suya sokulan kesilmiş tavuğun içindeki pislik et gözeneklerine sirayet eder ve eti mundar eder. Ancak sıcak suyun gözeneklerin kirlenmesine yol açacak bir etki yapmadığını, ibarede bunun kastedilmediğini, erbabına sorarak, dil inceliklerini öğrenerek ve yaşayarak öğrenmiş olduk. Hocama ibaredeki dil inceliğini, tavuk çiftliğindeki uygulamayı anlatıp ikna etmek pek kolay olmamıştı…
– Bir Whatsap grubunda emekli bir akademisyen hocamız aşağıdaki tercümeyi yollayıp güvenilirliğini sordu:
“Mü’minlerin annesi Hazreti Aişe (Radıyallahu anha) şöyle demiştir:
Resul-i Ekrem’e ﷺ tâunu sordum. Bana şöyle buyurdu:
“Tâun (verem gibi bulaşıcı hastalıklar) Allâh-u Teâlâ’nın dilediği kimselere gönderdiği bir azâbıdır.
Fakat bunu mü’minler için rahmete çevirmiştir. Bu salgına yakalanan hiçbir mü’min yoktur ki bu günlerde ecrini Allah’dan bekleyerek evinde sabırla oturur, ve Allah’ın ona yazdığından başka hiçbir şeyin başına gelmeyeceğine inanırsa mutlaka bir şehit ecri alır.”
Büyük muhaddis İbn Hacer şöyle diyor: Hadîs-i şerif, şartlarına riayet ederek evinde sabreden bir mü’minin bu salgında ölmese bile şehid ecrine nail olacağını buyurmaktadır.”
Bu dört şart:
1. Şikâyet etmeden sabretmek,
2. Evinde oturmak,
3. Ecrini Allah’tan beklemek,
4. Allah’ın yazmadığı hiçbir şeyin ona dokunmayacağına inanmaktır.”
Hadis-i Şerifin metnine baktım:
وعن عائشة رضي الله عنها أنها سألت رسول الله صلى الله عليه وسلم عن الطاعون، فأخبرها أنه كان عذاباً يبعثه الله تعالى على من يشاء، فجعله الله تعالى رحمة للمؤمنين، فليس من عبد يقع في الطاعون فيمكث في بلده صابراً محتسباً يعلم أنه لا يصيبه إلا ما كتب الله له إلا كان له مثل أجر الشهيد” ((رواه البخاري)).
“…فيمكث في بلده” Hadis’in orijinal metninde:
İfadesi “evinde” olarak tercüme edilmesi doğru değildir. Delilsiz tasarruftur. Doğru tercüme edip izah ederken böyle de uygulanabileceğini söylemek mümkün olsa da, Allah’ın Resul’ünün ifadelerini değiştirmek sorumsuzluk, haddi aşmak olup güven zedeler…
“Ülkesinde, oturduğu bölgede” diye tercüme edilmesi gerekirdi. Tercümede başka hatalarda var…
Bu hatalı tercümeye bakarak herkes evinde otursa, ülke için en büyük felaket ortaya çıkar ve 6 ay 1 sene sonra açlık baş gösterebilir…
– Geçen günlerde bir Whatsap grubunda
Ahmet Hakan Çakıcı isimli bir arkadaşın değerlendirmesinde:
“…bize tercüme edildiği şekli ile…”
İfadesini görünce, dikkatini takdir etmiş ve şu notu yazmıştım:
“Tercümelerde yapılan eksiklik ve hatalar üzerinde bir araştırma ve inceleme yapılacak olsa, çarpıcı gerçekleri ancak görüp öğrenme imkanımız olur…
Geçen günlerde, Mehmet Görmez Hoca’nın bir seminerini videodan izledim. İmamı Gazali’nin İhya kitabı mukaddimesinden iki satırlık bir cümle almış, tahtaya yazarak onu şerh ediyordu…
İbareyi hatalı aktardığını, hatalı tercüme ettiğini dolayısıyla şerhin de hatalı olduğunu görünce şaşkınlık yaşadım. DİB yapmış, akademik unvan sahibi olmanın yanında medrese eğitimi de almış olmasını dikkate alarak kendimi test etme ihtiyacı hissettim ve konuyu etraflıca inceledim. İhyanın piyasadaki 3 ayrı tercümesine baktım. Birinde (Bedir Yayınları Tercümesi ) o cümle tamamen atlanmış ve atlandığına dair her hangi bir not veya işaret de konmamış, diğer iki tercüme metinde de atlanan kelimeler, doğru anlamadıkları cümlelerin hatalı tercümelerini gördüm. İbareyi doğru anlayıp doğru tercüme eden bir kaynak bulamadım…
Bu durumda tercüme metinlere güvenerek çok iddialı konuşmak yerine sizin gibi ihtiyatlı ifadeler kullanmak daha uygun ve doğru olur; sizi tebrik ediyorum…”
Dedemizin kullandığı dili doğru okuyup doğru anlayacak araştırmacıların bile çok azaldığı bir ülkede, Arapça gibi çok zengin ve bereketli bir dilin inceliklerini bilen, doğru anlayıp doğru tercüme edenleri aramak hayalcilik mi olur bilmiyorum. Sadece şunu anlayıp biliyorum ki ilim ve araştırma ehli insanlar mütevazi olmalı, boyundan büyük iddialı işler yaptığı havasına girmemeli…
Rabbim bilmediğini bilen, haddini aşmayan, çalışkan, gayretli araştırmacılarımızın sayısını artırsın…
04/04/2020 Hayrat/Hamzalı
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Yukarıdaki yazıyı okuyan İsmail Kara Hocamız Mehmet Görmez Hoca ile yazışmamızın ayrıntılarını sorunca kendisine şu notu yazdım:
Muhterem İismail Kara Hoca’ya
Sizde Oflu Hocalarin talebesinin oğlu ve Osmanlica kaynaklara aşina olduğunuza göre ibareye yabancı olmadığınızı zannediyorum.
ولقد خيلوا إلى الخلق أن لا علم إلا فتوى حكومة تستعين به القضاة على فصل الخصام عند تهاوش الطغام أو جدل يتدرع به طالب المباهاة إلى الغلبة والإفحام أو سجع مزخرف يتوسل به الواعظ إلى استدراج العوام إذ لم يروا ما سوى هذه الثلاثة مصيدة للحرام وشبكة للحطام
Bu ibareyi imam-ı Gazali’nin ihyası mukaddimesinden alarak ilimlerin neden ihya edilmesi, yenilenmesi gerektiğini izah ederken:
1-Kêdı’ların da yararlandığı hükumet fetvaları. Yani resmi fetvalar, 2-Ulemanın birbirine karşı تvünmek için yaptıkları Cedel, tartışma, 3-insanları aldatmak için yapılan süslü vaazlar.
فتاوي حكومة جدل العلماء الوعظ المزخرف
Şeklinde izah edip imamı Gazali’ye izafe ederek, “Hükümet Fetvalar” şeklinde bir tabir ortaya atmış, kendine göre şerh etmeye çalışmıştı… Biliyorsunuz “Ahlaksız Dindarlık” tabiri de ona ait.
Oysa imamı Gazali Hükümet Fetvalarından değil, ehliyet eksikligi sebebiyle mahkemelerdeki hãkimlerin hükümlerinden ve onlara dayanarak hüküm veren kişilerden bahsediyordu…
Aramızdaki müzakerenin bundan sonrası Arapça metinler üzerinden gelişti…
معنى كلمة حكومة من قواميس اللغة
حيث ذكروا أن اول معنى لها هو قضاء في قضية والمعنى الثاني بمعني الدولة
أستاذنا لا تهتم لكلمة حكومة التى يتم استخدامها في عصرنا
لأن كلمة حكومة في المعنى الأساسي لها والأول هي القضاء وهذا ما كان يستخدم قديما وهذا ما ذكره كتب المعجم للغة العربية
حكومة بمعنى المحكمة والقضاء وليس الدولة
فتوى حكومة بمعنى فتوي بشان قضية في محكمة
وهذه ايضا من امور الحكومة والقضاء من وظاءف الحكومة
العبارة تصف فنة من الناس حلوا محل العلماء الصادقين الذين قت أعدادهم حتى كاد الزمان أن يخلو منهم.. فهم أناس مترسمون (ليسوا علماء ولهم شهرة العلماء ومظهرهم) استحوذ عليهم الشيطان فأصبحوا ملكأ خالصا له يتصرف بهم كيف يشاء، واستغواهم الطغيان أي أنهم وقعوا تحت غواية الطغاة (ترهيب كانت أو ترغيبا)، فأصبحوا علماء السلاطين الذين لا هم لهم إلا حظوظ أنفسهم الدنيوية العاجلة، فصاروا لايعرفون معروفا ولا ينكرون منكرآ، حتى أصبحت علوم الدين مندرسة (أي غائبة قد حيت) ومنار الهدى في الأرض منطمسة أي محجوب ضوؤها ومحجوب.
أولنك (أشباه العلماء) زينوا للناس أن علوم الدين ليست سوى فتوى يصدرها أحدهم ليفصل بها القضاة بين الخصوم من الطغام وهم أراذل الناس.. أو أن علوم الدين مجرد علم كلام يجادل به طالب المباهاة الذي يريد الظهور والشهرة ويغلب به غيره ممن يجادله.. أو أنه مجرد سجع مزخرف أي كلام منثور مقفى وله فواصل يتكلفه قانله تكلف بلا روح.. يستخدمه أولنك الذين يتمظهرون بمظهر العلماء فيلبسوا ثياب الوعاظ من أجل أن يبهروا به عوام الناس وجهالهم.. وأن كل ما سوى ذلك لا علاقة له بعلوم الدين بل هو بنظرهم مجرد وسائل لاصطياد المال الحرام الراذل.
يقصد بذلك غياب العلم الحقيقي النافع حتى وصل الأمر أنهم أوهموا للناس أن العلم لا يخرج عن ثلاثة : ١ فتوى متعلقة بقضية يستعين بها القاضي على حل النزاع عند اختلاف ٢ او من أجل الجدال والتغلب على الخصم والتفاخر بالعلم ٣ او كلام فيه تزيين وتجميل حتى يعجب الناس العوام بالمتحدث الذي يدعي العلم حيث سلبهم الإدراك والتمييز بين الخطأ والصواب بعض الناس يؤولون إفادة “فتوي حكومة” فتوي العلماء الذين يفتون حسب طلب الحكام..
ما رأيكم بذالك..؟
سياق الكلام لا يدل على ذلك
Bu ibarelerin görüşünü doğrulamadığını görünce şu soruyu sordu:
Bu müzakereden sonra hatasını fark etmiş olsa gerek ki sessiz kaldı.
Mehmet Görmez Hoca’nın ilimleri yenileme iddiası sebebi ile bu hatanın üzerinde durdum; yoksa durmazdım. Ama okuduğu ibareleri doğru anlamaktan aciz olan bizler, İslami ilimleri ihya etme iddiası ile ortaya çıkmamız havada kalmaz mı..?
Acizane, asrımızın münferit içtihat asrı olmadığını, ancak içtimai içtihat yapılabileceğini kabul edenlerdenim…
Mustafa Öztürk Bey’in sosyal medyaya yansıtılıp paylaşılan görüşleri ile ilgili değerlendirmenizi okudum; tenkit sadedinde yazdıklarınız içerisinde bile tavzih edilmesi gereken hususlar var; müsade ve müsamaha ederseniz onlara işaret etmek isterim.
1- Nezaketen yazılmış olmasını dikkate alsak bile, “sayın Öztürk kıymetli bir bilim adamıdır.
Onun iyi bir akademisyen olması yanılmasını engellemez.” cümlesindeki ifadelerinizi“gerçek bilim adamlarına” ve “iyi akademisyenlere” hakaret olabileceğini pek dikkate almamışsınız gibi görünüyor; böyle anlaşılıyor…
2- Adı geçen kişinin, yazınızda zikrettiğiniz “sapık ve saptırıcı” görüşleri dışında, Peygambere bakışı da “Tarihselci” ve “Postacı” diye ifade edilen sakat ve saptırıcı mahiyette olduğu kamuoyuna yansımış, açık kaynaklarda bulunan düşüncelerdir.
3- Yine aynı kişi, görüşlerine mesnet olarak göstermek üzere, Suyuti’nin nakledip değerlendirdiği, tasvip etmediği görüşleri, Suyuti’nin benimsediği görüş olarak zikredip kendi görüşlerine dayanak kılmaya çalıştığı da bilinmektedir.
4- Akademik ünvan taşıyan herkesin alim olmadığı, olamayacağını bizden daha iyi bilecek ortam, aile, çevre kültürü ve tecrübeniz vardır. Bütün akademik ünvanları kazandığı halde, okuduğu klasik metinleri düzgün okuyup doğru anlamaktan aciz olan akademisyenlerin az olmadığını, sizin kadar olmasa da, bizde görüp bilen tecrübe sahibi eğitimcilerdeniz…
5- Fatır suresi 28. Ayette, Alimlerin
(العلماء) فهم أهل الخشية والخوف من الله،
olduğunun beyan edildiği malumunuzdur. Size tefsirini anlatacak değilim…
6- Bu bilgiler ışığında M.Ö. ve benzerleri için “akademisyen” demenize karışmam ama“kıymetli bir bilim adamı” olduğu tesbitinize katılmadığımız gibi, bilim adamı vasfı taşıyanlara da haksızlık ettiğiniz kanaatinde olduğumu belirtmek zorundayım. Okuyup naklettiğini hatalıanlama sonucu yanlış aktarmış olsa da, kasten hatalı aktarmış olsa da farketmez; ilim adamıvasfını hak etmediğinin göstergesi kabul etmemiz gerekmez mi..?
7- Evet yazınızı tenkit için kaleme aldığınızı biliyor ve takdir ediyorum. Ancak sizin de ifade ettiğiniz gibi Allah’ın hakkı, kul hakkından daha öncelikli ve önemlidir. Peygamberlerin varisleri olan alimlerin hakkını da dikkate almak gerekmez mi muhterem Hocam..?
Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz, İlim adamlarının şeref ve itibarını gözetmez bir insan, kim olursa olsun, iltifat ve ihtiram görmemeli; suçunu hafifletecek şekilde yaklaşılmamalı diye düşünüyorum. Haksız mıyım..?
Tavrımız hakaret ve tahkir ihtiva etmese bile açık ve net olmalı. Öyle değil mi muhterem Hocam..?
Ali Hüsrevoğlu kardeşimiz, YİE de sınıf arkadaşım idi. Samimi ve sevdiğim bir arkadaşımızdır. M. İfsatoğlu proje şahsiyetlerden biri olması sebebi ile cevap vermeye değmez, şahsiyetsiz, zihnini ve kalemini kiraya vermiş seviyesiz bir mahlûktur…
Yazıda vahhabileri de zikretmiş fakat vahhabilerin bugünkü durumunu bilmediğini zannettiğim için, daha önce Ali Sütçü isimli arkadaşa yazdığım bir notu, bu vesile ile sizinle de paylaşmayı faydalı gördüm.
Bir Whatsap gurubundaki bu arkadaşa, vahhabilerle ilgili şöyle bir not yazmıştım:
[Değerli Kardeşim, Bilgi eksikliği, aldatılmanın ve kullanılmanın temel zeminini oluşturuyor…
Vahhabilik, İngilizlerin besleyip üreterek yetiştirdiği, O dönemin İŞİD’i mesabesinde, bir örgütlenmedir. Osmanlı’ya karşı kullanılmış; Osmanlı’nın yıkılmasından sonra, rolü önemli ölçüde azalmış olsa da Suudi devletini oluşturan iki Aileden biri olmaları sebebi ile Diyanet ve Adliye teşkilatı kendilerine tevdi edilmesi yüzünden sorumluluk üstlenmiş, farklı bir evrim geçirerek yeni bir yapılanma ve fikir cereyanı olarak ortaya çıkmışlardır…
Bu yapılanma, bizim İHL ni kuranların kötü niyetli olmasına rağmen hayra doğru evirilip gelişmesi gibi, zamanla samimi, mütedeyyin bir kitle de oluşmasına yol açmıştır…
ABD, İngiltere ve İsrail’in temsil ettiği Siyonist şer güçler, oluşan bu samimi fakat şartlanmış mütedeyyin kitleden bile rahatsız oldular. Bu sebeple Suudi Arabistan’ın öncülüğünde kurmayı planladıkları yeni hilafet örgütlenmesine mani görüp tasfiye etmeye karar verdiler. Çünkü böyle bağnaz bir fikir cereyanını, İslam Dünyasının cazip bulmayacağı, kabul edip tabi olmayacağı açık ve net olarak biliniyordu. Bunun yerine FETÖ benzeri ılımlı İslam anlayışını yerleştirip canlandırmaya hız verdiler. Bu görevi Muhammed b. Selman yürütüyor. Vahhabilerden ilim ehli, samimi ve mütedeyyin olup kullanamayacaklarına inandıkları kişileri hapsettiler. İngiliz ajanlığını sürdürebilecek tıynette olan vahhabileri ise, yeni rollerini, hem de vahhabi düşmanı olarak, sürdürmeye memur kıldılar. Eski vahhabiler, yeni ılımlı İslamcılar, samimi vahhabi anlayışı olarak ortaya çıkan eski yol arkadaşlarını tasfiye etmekte öncülük ediyorlar…
Medrese mollası arkadaşınız gibi, bildiklerini güncelleme imkânı olmayan, iyi niyetli fakat kullanılmaya açık kişileri de, vahhabi düşmanlığı oyunu ile aldatıp, tahrik ederek uyanışı ve dayanışmayı engellemeyi başarıyor ve kötü niyetlerine alet edebiliyorlar…
Biliyorsunuz Türkiye’deki Işıkçılar da İngiliz üretimi bir fikir cereyanı ve vahhabilik düşmanlığı yapmakla görevlendirilmiş bir guruptur…
Medrese mollası arkadaşınızı müjdeleyin, S.Arabistan vahhabiliği kökten kazımaya kararlı Muhammed b. Selman’ın kontrolünde, onlara yardımcı olmak isterse hemen gidip ekibe katılabilir. İngiliz ajanı vahhabiler de vahhabilik düşmanı olarak, Muhammed b. Selman ile el ele, kol kola, yeni ılımlı İslam’ı temsil ediyorlar…
Ben 41 senedir Mekke oturumlu olarak Türkiye’den daha iyi bildiğim bu fikir cereyanları hakkında gerçeklerle bağdaşmayan yanlışları nasıl yayıp ümmetin birleşmesine engel olduklarını çok iyi biliyorum…
Sana yaşadığım ilginç bir hatıramı aktararak konuyu noktalayayım:
İsmail Ağa cemaatinin öncüsü ve şeyhi Hacı Mahmut Efendi, bizim aile dostumuz olup, aynı hocadan okuduğumuz için de özel hukukumuz olan bir hocamızdır. Kendisini sever sayarım. O da beni sever. Üç defa benim misafirim olarak hac yaptık. Beraber umre de yaptık. Bir gün Mekke’de iken onu samimi, ilim ehli bir Vahhabi ile tanıştırdım fakat Vahhabi onun mutasavvıf olduğunu bilmediği gibi, O da muhatabının vahhabi olduğunu bilmiyordu. Bir müddet sohbet ettik; birbirini çok sevdiklerini ifade edip davetleştiler. Vahhabi olan hoca “Hacı Mahmut efendiyi çok sevdiğini, onun gibi yüz kişi daha olsa Türkiye’yi değiştirebileceklerini” söyledi ve hoca efendiyi ısrarla evine davet etti. Hoca efendi de duygulanmış ve ona bilmukabele iltifatta bulunarak İstanbul’a davet etmişti. Ayrılık vakti gelip vedalaşmak için ayağa kalkınca, Hacı Mahmut efendinin tasavvuf şeyhi olduğunu Vahhabi hocaya söyledim. Şaşırmış ve inanamamıştı. Kezalik Hacı Mahmut efendiye de bu hocanın Vahhabi olduğunu söyleyince hayretini gizleyememişti. Çünkü uzaktan duydukları ile birbirlerinin düşüncelerini tanıyor ve biliyorlardı; oturup konuşarak hiç tanışmamışlardı.
Tanışınca da birbirlerini sevdiklerini söyleyebiliyor; itham etmeye bile ihtiyaç duymuyorlardı…
Okumayı severim, hayat ve hatırat okumayı daha çok severim. Peygamberimizin (s.a.v) ve ashabının (r.a.) hayatı ile ilgili seçkin kitapları hiç kaçırmamaya çalışırım.
Hatırat tarzı eserler, ancak fotoğraf çeker gibi yazılırlarsa kendilerinden beklenen maksadı hâsıl edebilirler. Bir anlamda tarih yazmak demek olan hatırat yazımında olaylar, fikirler, insanlar “olduğu gibi” anlatılmayıp, kurgulanmış bir anlatımın nesnesi haline getirildiğinde gerçeğin üstü örtülmüş olur. Hatırat yazarı kendisine değil, yaşadıklarına ayna tutan insandır. Yaşanılan hayat eğrisiyle-doğrusuyla çarpıtılmadan anlatılmalı ki, gelecek nesiller geçmişten gerekli dersleri çıkarabilsin… Aşağıda, benim için şayan-ı dikkat olan çağrışımlarla birlikte değineceğim iki hatırat, ülkemizin yakın geçmişinde belirleyici olmuş, iz bırakmış simalarının merkezinde bulunduğu, ve son zamanlarda “hatırat” denince hemen akla geliveren iki eser. Ülkemizin geçtiği kritik aşamalarda yaşanan sevinçler, acılar, hüzünler, kırılmalar, savrulmalar, tanıklıklar, inişler ve çıkışlar elbette gelecek nesillere çok şey anlatacak, çok izler açacaktır.
Yakın geçmişi resmetmeleri sebebiyle hala hayatta olan çok kimse bu hatıraların bir yerlerinde kendisini bulmuştur/bulacaktır. Ben de bu cümleden olarak bu hatıraların bir yerlerinde kendimi buldum, kendimden bir şeyler buldum. Onlardan gönlüme yansıyanları, bazen de içinde olduğum, müşahede etme imkanı bulduğum bazı hususları ibret vesilesi kılmayı, daha sağlıklı değerlendirmeler yapabilme zemini oluşmasına katkı sağlamayı hedefleyen bu yazıyı kaleme aldım.
Ali Ulvi Kurucu Son okuduğum iki hayat ve hatırat kitabından birincisi merhum Ali Ulvi Kurucu Hocamıza ait… Hâlen üç cildi yayınlanabilmiş durumda. Benim de yakından tanıma imkânı bulduğum, sohbetlerini dinlediğim bu muhterem zat, bir döneme şahitlik edebilecek kadar bilgi, birikim, tecrübe ve görgü sahibi önemli bir şahsiyettir. İlmi, şairliği, şahsiyeti ve duruşu ile öncü ve örnek bir insan olduğunu, onu tanıyan herkes takdir eder.
Hatıralarını okuyunca gönlümün duygulanması, güzelliklere hasret, özlem duygularımın yeşermesi, zaman zaman da gözlerimin yaşlanması, hatıratı okuyanlardan görüşebildiğim arkadaşlarla paylaştığımız ortak noktalar olduğunu gördüm.
Mahrumiyetlere tahammül, yoklukta ve darlıkta gösterilen fedakarlıklar, zor zamanda sergilenen ihlaslı gayretler, tehlikeli risklere rağmen şovsuz bir tevazu ve diklenmeksizin, ehli himmete yaraşır bir dik duruş, ilme ve alime saygı ve bağlılık yanında daha birçok güzelliklerin sergilendiği bir dönemin özlenen canlı tablolarını buluyorsunuz bu hatıratta… Sadece bu kadar mı? Hayır, Mustafa Sabri Efendi’den Mehmet Akif’e… Miralay Sadık Sabri Bey’den Gönenli Mehmet Efendi’ye, Hafız Saadeddin Kaynak’tan Ömer Vehbi Efendi’ye… Serbest Fırka’dan Kahire Bektaşi Tekkesi’ne kadar ne ararsanız var. “Hatıralar”, 80 yıllık bir ömrün tanıklığında İslâmi geleneği yaşamaya ve yaşatmaya gayret eden bir ailenin hayat hikayesini, Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak, Konya, Kahire ve Medine’ye kadar uzanan bir çizgide, o denli sâfiyet ve sühûletle anlatıyor ki, olursa bu kadar olur! Rahmetli üstadımız Ali Ulvi Kurucu’nun “Hatıralar”ını takdire şayan bir emek sonucunda yayına hazırlayan M. Ertuğrul Düzdağ’ın ortaya çıkardığı eser, uğrunda çektiği çileye değmiş.
Okunmaya değer bir hayat ve hatırat… Kitap için okunmasını tavsiye etmek ve eseri neşre hazırlayan Mehmet Ertuğrul Düzdağ Bey’e teşekkürden başka bir söze ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum.
Fakat bu kitabı okurken iki farklı simayı yan yana koyup mukayese ederek incelemekten ve ibret levhası haline getirip hafızama yerleştirmekten uzak duramadığım gibi sizlerin de dikkatine sunmak istedim. Biri, Ali Ulvi Kurucu Hocamızın amcası Hacı Veyis-Zade Mustafa Efendi, diğeri “Hülâsatu’l Beyan” tefsiri sahibi Konyalı Mehmet Vehbi Efendi. Birinciye Ali Ulvi Kurucu Hocamız 50 sahife ayırmış oradan okumak gerekir, ikinciye ayrılan sayfalar bu kadar geniş olmasa da ibret alınacak bilgiler (1. Cild 181-186 sh.) ihtiva etmektedir. Konya’nın en büyük alimlerinden olan M.Vehbi Efendi “Hâdimli” diye de maruftur. “İlmine, mebusluğuna ve şer’iye vekilliği yapmış olmasına rağmen… halk üzerinde herhangi bir etkinliği olmamıştır.” Bu sonucun eserleri veya görüşlerinden çok “duruşuyla” ilgili olduğu görülüyor.
Bu durum, duruş ve davranışları söz ve ilmiyle bağdaşmayan âlimlerin etkili olamayacağını gösteriyor. Bir başka ifadeyle âmil olmayan âlimler genel kabul göremiyorlar. Bu sebeple alimlerin eserleri, görüş ve düşünceleri yanında duruş ve davranışlarıyla da değerlendirildiklerini unutmamaları gerekiyor.
Şu satırlar ne büyük ibretlerle dolu: “…Vehbi Efendi, başında koskoca şapka evinden çıkar, (CHP İl Başkanı olan) oğlunun dükkanına kadar yolda kimseye bakmaz, selam vermez, verilenleri de alır mı almaz mı belli olmaz… öyle gider gelirdi.
Dini tahsilin yokluğundan, camilere, dindarlara yapılan zulümlerden bir şikayeti yoktu. Sanki bütün dert, sadece Hacı Veyis Efendi’ye kalıyor, Vehbi Efendi’nin dolgun maaşı aksamadan işliyordu.” Ali Ulvi Kurucu Hocamızın 1922-2002 yılları arasında yaşadığını ifade ederek bu hatıratın mutlaka okunması gerektiğini kaydettikten sonra, çıkmış olan 3 cildini okumayı tamamlayınca, ikinci hayat ve hatırat kitabı olarak daha önce satın aldığım halde okumak için sıraya koyduğum Muhterem Hayreddin Karaman Hocamızın hayat ve hatıralarını anlattığı “Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı 3 ciltlik eserini okumaya başladım.
Hayreddin Karaman Hocamızın 1934 doğumlu olduğu ve tahsilinin önemli bir kısmını Konya’da gördüğü dikkate alınırsa, hatıralarda ortak noktalar olması normal. İki hocamız arasındaki yaş farkı sadece 12 olmasına rağmen anlattıkları dönemlerdeki kuşakların seviyesi mukayese edildiğinde hayrete düşmemek elde değil. Hele Hayreddin Karaman Hocamızın kuşağı ile bizim kuşak arasındaki fark (ki aramızdaki yaş farkı sadece 20 yıl) daha da derin… Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekildiği dönemdeki toplumun yapısı, seviyesi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları ve sonrasının yapısı ve seviyesi hakkında fikir edinmek isteyenler benim gibi bu iki hatıratı peş peşe okumalıdır. Biraz daha önceden başlamak isteyenler merhum Mahir İz Hoca’nın “Yılların İzi”nden de başlayabilir. Bundan sonra bu süreçte neler kaybedip neler kazandığımızın değerlendirmesini yapmak biraz daha kolaylaşıyor.
Hayreddin Karaman Hayreddin Karaman Hoca İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde okuduğum yıllarda resmen dersimize girmemiş olsa da, hocalık alacağım olan hocalarımızdan fıkıh hocamız Y.K.’ın dersinden çıkıp Onun dersini dinlemeye gittiğim olurdu. Hatıralarında anlattıklarının bir kısmına tanıklık edenlerdenim.
Fikirleri, düşünceleri zaman zaman tenkit edilmiş, bazen de haksızlığa hatta zulme varan sataşmalara muhatap olmuştur. Hatıralarında bu durum genişçe yer almış durumdadır. Hatıratın, yarısına yakın bölümü farklı düşünce ve görüşler arasında yaşanan ve tartışılan olayların, eserlerin, temasların, yazıların değerlendirilmesine ayrılmış dense hata yapılmış olmaz kanaatindeyim. Bu yüzden midir bilmem, fakat hocamızın üç ciltlik hatıratı beni, Ali Ulvi Kurucu Hocamızın hatıratı kadar duygulandırmadı, güzelliklere hasret ve özlem duygularımı aynı oranda yeşertmedi, gözlerimi yaşartmadı.
Talebelik yıllarımdan sonra da değişik vesilelerle irtibatımı sürdürme imkanı bulduğum Hocamızın, Hacı Veyiszade Mustafa Efendi ile ilgili düşünce ve değerlendirmeleri, yeğeni Ali Ulvi Kurucu’nunkiler ile paralellik arz etmektedir. Fakat 1949 yılında vefat etmiş olmasından olsa gerek Hülâsatü’l Beyan tefsiri sahibi Konyalı Mehmet Vehbi Efendi’den veya oğullarından hiç bahsetmemiştir.
Hayreddin Karaman Hocamızın eserlerinin çoğunu okumuş olan ve kendisine saygı duyan bir öğrencisi olarak, geçmişte ona yöneltilen eleştirilerin, eserleri ve düşüncelerinden çok, değişik dönemlerde kendisinden beklenenden farklı olan duruşu ile ilgili olduğunu düşünüyorum.
Cemaleddin Afgani (1838–1897), Muhammed Abduh (1849–1905) ve Reşid Rıza (1865–1935) gibi tartışmalı olan şahsiyetlere eserlerinde yer verip tanıttığı gibi, Ezher ulemasından bile saygı görmüş, ömürlerinin son dönemlerini Mısır’da yaşamak zorunda bırakılmış son Şeyh’ül-İslam Mustafa Sabri Efendi (1869–1954) ile, yardımcısı Ders Vekili Muhammed Zahidü’l-Kevseri (1879–1952) ve benzeri alimlere de aynı ilgi ve iltifatı gösterebilseydi, bu ilmi duruşu, muhaliflerine malzeme olabilir miydi?
Yüksek İslam Enstitülerinin akademik bir kimliğe kavuşturulması, kadroların politik tercihlere göre değil, ilmi liyakat ve kabiliyetlere göre oluşturulması, hiç kimsenin itiraz etmemesi gereken bir çalışma iken, neden tartışma konusu olabildiği izah edilirken, projektörün “Hizmet Nesli”ne yeterince tutulamadığı görülüyor. Politik karşıtlıklar “Hizmet Nesli”nde politik duruşlara yol açmadı mı? Veya tam tersine, politik davranış ve duruşlar karşıtlıklara yol açmadı mı? Bunların yeniden düşünülmesi ve değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Müşahhas bir örnek olabileceği düşüncesiyle birkaç misal vermenin maksadı ifade bakımından faydası olacaktır. Hemen belirteyim ki, zikredeceğim hususların yıpratma veya istismar vesilesi yapılması gibi bir düşüncem de yok, başkalarının böyle yapmasına rızam da..
Doksanlı yıllarda bir Umre seyahati esnasında Hayreddin Karaman Hocamızla Rü’yeti Hilal konusunu müzakere imkanı bulmuştum. Tesbit ve görüşlerimi, o zaman İslam Ansiklopedisinde çalışan, Diyanet İşleri Başkanlığı Vakit Hesaplama Şubesi eski müdürü olan Arif Hikmet Bey’le müzakere etmemi söylemiş, kabul görmesi halinde, muteber kabul edileceğini, o konuda uzman olması sebebiyle kendilerinin ona güvendiğini bildirmişti.
Bir müddet sonra Hocamızın delaletiyle adı geçen uzmanla görüştüm. Görüşme sonunda Arif Hikmet Bey 1986 – 87 yıllarında bir kısım Ortadoğu ülkeleri tarafından yapılan Hilalin görüldüğü duyurusunun doğru, Türkiye’nin birinci yıl bir gün, ikinci yıl iki gün sonra Ramazan bayramı tespitinin yanlış olduğunu kabul ederek, konuyu o yıllarda görevde olan Tayyar Altıkulaç Bey’e bildirdiğini, ancak “sıkıntı olabileceği” gerekçesiyle sessiz kalmanın uygun görüldüğünü söyledi.
Bu konuda Mekke Üniversitesinde Rü’yet-i Hilal konusunda Yüksek Lisans tezi hazırlayan bir arkadaşımıza ise aynı uzman: “Kendilerinin dayanak kabul ettiği bilgi kaynaklarına göre hicri ayların bazen 31 ve 32 gün çektiğini gördüklerini” bile söylemişti. Halbuki bilindiği gibi kameri aylar 29 veya 30 gün olabilir. Daha fazlası kesinlikle söz konusu olamaz. Bu ve benzeri konulardaki ciddiyetsizliklere karşı Hayreddin Karaman Hocamızın sessiz kalmayı tercih etmesi, ilgi çekici ve gözden geçirilmeye değer bir tavır değil midir?
Rü’yet-i Hilâl konusuyla ilgili ayrıntıları ayrı bir makalede değerlendirmiş ve Hayreddin Karaman Hocamızın da mail adresine göndermiştim. Bunun için burada özet olarak ifade edilmesini yeterli gördüm.
Muhterem Hayreddin Karaman Hocamızın Hatırat’ında zikrettiği, gerek hocalarından ve gerekse yaşadığı dönemin hizmet ve himmet ehli insanlarından gördüğü samimi ilgi, destek ve muhabbeti, kendi hocalık ve nüfuzluluk döneminde aynı samimiyetle öğrencilerine yansıtıp yansıtmadığını mukayese etmesi ve değerlendirmesini yapması çok yararlı olmaz mıydı?
Meselâ: İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü mezunlarından, Mekke Ümmü’l-Kura Üniversitesi, hadis dalında doktora yapmış olan arkadaşımız Dr. Halil İbrahim Kutlay’ın; 1996 yılında Marmara İlahiyat Fakültesi’ne Öğretim Görevlisi olarak girip dört yıl başarılı bir şekilde görev yapmış olmasına rağmen M. Saim Yeprem Bey’in dekan olduğu 2000 yılında haksız bir uygulama ile görevine son verilmesine karşı, Hayrettin Karaman hocamızın gerekli ilgi ve desteği gösterip göstermediğini meraka değer buluyorum. Çünkü Hayreddin Karaman hocamızın Yüksek İslam Enstitüsü’ndeki talebelerinden olan bu arkadaşımızın çok iyi yetişmiş, her türlü ilgi ve desteğe layık bir ilim adamı olduğunu, kendisini tanıyanlar bilir ve takdir ederler.
Bizim mezuniyet yıllarımızda ihtisas bölümleri yeni açılmıştı. O dönem mezunlarından özel olarak iyi eğitim almış, alt yapısı kuvvetli, iyi yetişmiş, arkadaşlarımızdan, Enstitüde hoca olarak kalmak isteyenlere yeterli ilgi ve himmetin neden gösterilmediğini hala merak ederim.
Yine doksanlı yıllarda, Mekke Ümmü’l-Kura Üniversitesi’nde uzun yıllar bulunmam ve ana dili Arapça olmayanlara Arapça Öğretme alanında ihtisas yapmış olmam sebebiyle İlahiyat Fakültesi hazırlık sınıflarındaki Arapça eğitim ve öğretiminde usûl ve üslûp değişikliği yapılabilir mi?; Benim bu konuda bir katkım olur mu? diye düşünerek konuyu Hayreddin Karaman Hocamıza açmıştım. Bana açılacak imtihan ve mülakatlara katılmamın uygun olacağını, böyle bir fırsat olduğunda beni haberdar edebileceğini söylemişti.
Uzunca bir zaman sonra bir Cuma namazı için gittiğim Marmara İlahiyat Fakültesi Camiinde namazı müteakip görüşmemizde, herhangi bir hatırlatma veya sorum olmaksızın, bana: “Hatırımdasın, imtihan açıldığında haber vereceğim,” demişti. Ne var ki, biraz sonra karşılaştığım Bekir Topaloğlu hocam beni görür görmez –yine tarafımdan herhangi bir hatırlatma veya soru olmaksızın–: “Eyvah birkaç gün önce imtihan vardı, sana haber vermeyi unuttuk. Kusura bakma” deyince şaşırmış ve hayrete düşmüştüm.
Beni şaşkınlığa ve hayrete sevk eden, imtihanın haber verilmeyişi değil, Hayreddin Karaman hocamızın anlamakta zorlandığım, “politik bir cevap” hissi veren bu tavrı idi. Elbette ki böyle bir imtihan için beni hatırlayıp haberdar etmemesi belki bir hata ve eksiklik olarak zikredilemez. Fakat samimi, ilim ve hikmet sahibi bir hocanın talebesine yaklaşım tarzı böyle olmamalı diye düşünüyorum. Nitekim Bekir Topaloğlu Hocamın tavrı için aynı şeyi söyleyemem.
Ayrıca Tayyar Altıkulaç, M. Saim Yeprem, Ahmet Kahraman gibi değer verdiği ve “Hizmet Nesli”nden kabul ettiği kişilerin duruş, tavır ve davranışlarındaki hataları görmezden gelmek suretiyle gelecek nesillere tecrübe vesilesi kılamaması, “Hizmet Nesli” için grup taassubu sayılmaz mı?
Meselâ, M. Saim Yeprem Bey’in Marmara İlahiyat Fakültesi dekanı iken, başörtüsü yasağı problemine karşı yaklaşım tarzının övünülecek bir tavır olup olmadığı yeniden değerlendirilmelidir. M. Saim Yeprem hoca istenileni başaramayacağını anladığı için mi, yoksa karşı tavır koyduğu için mi dekanlık görevinden istifa etmek zorunda kalmıştır? Başörtüsü konusunda Salih Tuğ hocanın dekanlığı dönemindeki dik duruşu ile M. Saim Yeprem hoca’nın tartışılabilecek duruşunu en iyi değerlendirebilecek olanlar arasında, hiç şüphesiz o dönemi yaşayan kız öğrenciler de olmalıdır.
Bu konuda, aynı dönemde Marmara İlahiyat Fakültesi’nde iki kızı başörtüsü mağduriyeti yaşamış bir baba olarak, ağır baskılar sonucu kız öğrencilerin başı açık resim vermeye nasıl zorlandığını, vermeyenlere nasıl muamele edildiğini görüp müşahede etmiş ve yaşamış bir aileyiz. O günlerde M. Saim Yeprem Bey’e yazdığım üç sahifelik yazım arşivimde hala duruyor. O yazımı müteakip beni çağırmıştı; makamında iki saate yakın görüşmüştük.
Başı açık resim vermemekte kararlı davranan kız öğrencilerin tavrının daha sonra istifa etmesinde etkili olan faktörlerden birisini teşkil edip etmediğini de ancak M. Saim Yeprem Bey hatıratını yazdığında öğrenebileceğiz.
Tayyar Altıkulaç Bey ve ekibinin darbecilerle beraber duruşunun, bugünkü aktüel ifadeyle Ergenekon zihniyeti ile uyumlu görüntüsünün, buna karşılık bizim neslimiz içerisindeki istikamet ve samimiyet sahibi kimselerden uzak durmaya özen göstermelerinin, Hayreddin Karaman Hocamızın penceresinden nasıl göründüğü merakımızın da, hatıratta giderilmiş olmasını çok arzu ederdim.
Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı merkez idare kadrosu, hala “Hizmet Nesli” ekibinin (A) takımı Ankara temsilcisi kabul edilen Tayyar Altıkulaç Bey’in şekillendirip sembolleştirdiği anlayışın etki ve paralelinde yürüyor denilse mübalağa edilmiş olmaz.
Bu ekibin temsil ettiği zihniyetin sahipleri, mevcut şartlarda hizmet edebilmenin böyle bir duruş ve yapılanmayı gerekli kıldığını savunsalar da, bize göre ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilmişler, üstelik kullanılmaktan da kurtulamamışlardır. Bu tutum, samimi ve ihlaslı müslümanların keyfiyet bakımından her geçen gün zayıflayıp azalmasına; dindar çoğunluğun, şirin görünmeye çalıştıkları kitleye benzer hale dönüşmesine; “yaşadıkları gibi inanır konuma gelme”lerine yol açmamış mıdır? Bu çelişkiye ve dönüşüme ışık tutması Hayreddin Karaman gibi tecrübeli bir hocamızdan beklenmeli değil miydi?
Okuduğum iki hatırat üzerine kaleme alma ihtiyacı hissettiğim bu yazı, geçmişte “Hizmet Nesli” içerisinde önemli görevlerde bulunmuş (A) takımı ile omuz omuza çalışmış bazı hocalarımızın geçmişi sorgulamaya, bir takım hatalara işaret etmeye başladıkları bir zamana denk düşmesiyle de ayrı bir anlam kazanmış oldu.
Bu yazının Hayreddin Karaman hocamızla ilgili kısmını diğerine nazaran biraz daha geniş tutmuş olmam iki sebeptendir: 1. Bizzat içinde yaşadığım olayları muhtevi olması.
2. Hayreddin Karaman Hocamız henüz berhayat olduğundan –kendisine hayırlı uzun ömürler diliyoruz– arzettiğim hususlarda gerçeğin ortaya çıkmasını sağlama imkânına sahip bulunması.
Bu konuya ilgi duyup herhangi bir mukabelede bulunması elbette Hocamızın kendi takdiridir… Hatıra tarzı eserler, sadece geçmişe değil, bugüne dair söyledikleriyle de önemlidirler ve gelecek nesillere de yol gösterici olurlar. Hatıratlar bu noktalar hatırda tutularak okunmalıdır.05/02/2009 Ahmet Ziya İBRAHİMOĞLU
Sevgili İbrahim,
Yazınızı okudum.
Mukayese ve değerlendirmeleriniz sizin kanaat ve içtihatlarınızdır, bunlara bir şey diyemem.Yazıyı kitabın ikinci baskısında kısmen değerlendiririm, inşaallah.
Ama bir konu var ki, burada beni yalan söylemekle itham ediyorsunuz; güya imtihan olmuş, ben sana haber vereyim dediğim halde vermemişim, sonra da seni görünce “Aklımdasın, imtihan açılınca haber vereceğim” demişim Şimdi olayları hatırlamıyorum, ama imtihan olmuş, seni düşündüğüm dalda imtihan açılmış ve ben sana haber vermemiş isem bunun iki sebebi olabilir: 1.Unutmuş olabilirim, seni görünce hatırlar ve daha sonraki imtihan için o sözü söylemiş olurum.
2. Açılan imtihan senin için düşündüğüm alanlarda olmamış olabilir., Ben sana niçin yalan söyleyeceğim: Korkumdan mı, bir menfaat umduğum için mi?
Böyle ihtimaller var mı? Yoksa kırk yıllık olayı “benim yalan söylediğim ve sözümde durmadığım” iması ile dile getirmenizin sebebini anlayamadım.
Diğer konularda söylenecek çok şey var ama, gerekli görmüyorum. Savunmam gereken bir iddia veya özür dileyecek bir kusur görmüyorum.
Herhalde okurken dikkat etmediniz veya unuttunuz, arkadaşlarım hakkında gerektikçe tenkit mahiyetinde değerlendirmeler de yaptım.
Okuduğunuz ve yazdığınız için teşekkür ederim. Selam ve dua ile… 05/02/2009
Hayreddin Karaman
Muhterem Hocam;
Yazımı değerlendirip hemen cevap yazma lütfunda bulunmanız ve kitabınızın ikinci baskısında kısmen değerlendirme vaadini ifade etme nezaketiniz için çok teşekkür ediyorum.
Bu vesileyle müsamahanıza sığınarak bir iki hususu da açıklığa kavuşturmak isterim: Size saygısı olan bir talebenizin, sizinle ilgili asılsız, uydurma bir bilgi yazma ihtimali olabilir mi? Yazdığım aynıyla vaki olup sizin açınızdan hatırlamaya değer olmadığı için hatırlamayabilirsiniz. Ancak benim kastım, kesinlikle sizin “yalan söylediğiniz veya sözünde durmadığınızı” ifade etmek değildir. Sizinde tahmin ettiğiniz gibi, unutmanız sebebiyle haber verme fırsatınız olmadığından da eminim. Fakat bunu bana ifade tarzınızın biraz “politikacı üslûbuyla” olduğunu anlatmak istedim. Buradan çıkışla duruşlarınızın bazen ilmi olmaktan çok politik özellikler taşıyabildiğine işaret etmeye çalıştım. Oysa aynı konumda Bekir Topaloğlu Hocamızın unuttuğunu söylemesini yadırgamadığımı da yazdım. Kaldı ki yazdığım misallerin sembolik değer taşıdığını açıklıkla belirttim. Yoksa çok önemli gördüğüm bir mesele değildir.
Müsait bir anınızda yazımı ikinci kez okuma lütfunda bulunursanız beni daha iyi anlayacağınızı umuyorum.
Ayrıca yazımın altına doğrusu yazılmış olduğu halde, adımı yanlış yazmanıza da şaşırdım. Yine de ilk aklıma gelen, yoğun meşguliyetle geçmiş bir günün yorgunluğuyla yazımı değerlendirme durumunda kalmış olabileceğiniz oldu.
Arkadaşınız olan hocalarımızdan bazılarını tenkit ettiğinizi görüp okudum; atlamış değilim. Fakat bunu, onun size karşı muhalif kaldığı hususları beyanı ve sizi üzmesinden sonra yaptınız. Ben ise sevdiklerinizin hatalarına, birlikte hareket ettiğiniz günlerde sessiz kalmanızdan bahsetmiştim.
Bilgi, birikimine inanıp güvendiğiniz ve fikrinize dayanak kabul ettiğiniz Arif Hikmet Bey halen sağdır. Söylediklerini sizde öğrendiniz. Tayyar Altıkulaç Bey’in de doğrusunu kendi uzmanından öğrenmiş olduğu halde Bayram günü Müslümanlara oruç tutturması, bunu gizlemeye hala devam etmesine siz onay verebilir misiniz?
Eğer maksadı aşan bir ifadem olmuşsa yazmaktaki maharet eksikliğinden kaynaklandığını bildirir hürmetlerimi arzederim.
A.Ziya İbrahimoğlu
Sevgili İbrahimoğlu,
Arkadaşlarımı gerektikçe ikaz ettim, ama bunu siz bilemezsiniz, bu sebeple de “niçin ikaz etmedin” demeniz doğru olmaz.
“İkaza rağmen yanlışlar oldu, niçin onlardan ayrılmadınız” der misiniz bilmem, derseniz benim takdir hakkımı sorgulamış olursunuz.
“Politik davranmayı” kendime hiç yakıştırmam. Ama “müdârât” diye bir davranış vardır ve mesela zulmü önlemek, iki kişinin arasını bulmak, insanları boş yere üzmemek gibi sebeplerle bu davranış meşru görülmüştür. “Selamun aleyküm kör kadı” misali davranışlar da makbul değildir.
Tayyar Bey’e olayı soracağım, alacağım cevaba göre size tekrar yazacağım. Selam.
Hayreddin Karaman
Muhterem Hocam;
Cevabi değerlendirmenizi okudum. Bir talebenizin farklı noktadan bakışına, onun gözüyle nasıl görüldüğünüze, gösterdiğiniz hoşgörü ve tahammül için teşekkür ve saygılarımı arzediyorum.
Bir kısmı bizim de hocamız olan arkadaşlarınızı gerektikçe ikaz etmiş olabileceğinizi tahmin etmekte zorluk çekmem. Bunların bir kısmını da bizim bilmemiz gerekmediği doğrudur; saygı duyarım.
Ancak benim kasdettiğim, gizli kalması daha doğru olan ikazlar değildir. Kamuoyuna intikal etmiş, tartışılan bazı yanlışların ikazı, kamuoyu ile paylaşılması gerekmez mi?
En azından hatıratınızda zikrederek sizden sonraki nesillere ibret vesilesi kılmanız faydalı ve daha doğru olmaz mı?
Yanlışları sebebiyle dava arkadaşlarınızdan ayrılmanızı istemek haddim olmadığı gibi doğru da olmaz. Hele takdir hakkınızı sorgulamak aklımdan bile geçmez; edepsizlik kabul ederim. Bununla beraber ikazlara rağmen, ısrar edilen bazı yanlışların, terk etme sebebi olabileceğini de sizin takdir edeceğinizi düşünüyorum.
Kendime hiç yakıştırmam dediğiniz “politik davranmayı” sevenleriniz de size yakıştırmayı düşünmez. Fakat öyle bir intiba bırakmamaya özen göstermekte, sizin tecrübe ve birikiminize saygı duyanların, sizden bekleyeceği bir davranıştır. Bunun “müdârât” kavramıyla ifade edilemeyecek daha farklı bir davranış olduğunu da sizlerin takdirine bırakıyorum.
Rû’yeti hilal konusundaki rivayeti Tayyar Altıkulaç Bey’e sorabileceğiniz gibi Arif Hikmet Bey’e de sorabilirsiniz. Bu konuyu Arif Hikmet Bey’le konuştuğumuz zaman da size bildirmiştim. Ayrıca bir vesile ile basında da yer almıştı. Bu yüzden hatıratınızda bu ve benzeri konularda görüşünüzü bulabilir, okuyabilirim umudunu taşıyordum?
Son olarak, Tayyar Altıkulaç ve diğer hocalarımız olan arkadaşlarınızla ilgili yazılmasına gerek görmediğim, yaşanmış başka hatıralarım, gözlemlerim de olduğu halde size aktarmayı faydalı bulmadığımı belirtmek isterim. Hatıralarınızla ilgili söyleyecek başka tespitlerimde var fakat yazmayı arzu etmedim. Sohbet fırsatı bulabilirsem anlatmak isterim.
Şahsi hayatımın önemi veya kariyerim sebebiyle olmasa da, yaşadığım olaylar ve mekânlar bana da farklı müşahade ve hatıralar kazandırdı. Faydalı olacağına inancım tekâmül ederse, dua buyurun; yazma imkanı bulabileyim. Sizlere sağlıklı uzun ömürler diliyorum. Sizin sağlığınızda, benim hatıralarımı okuyup değerlendirmenizi şeref kabul eder; bunun hayali bile beni heveslendirir. Bu yazışmalara o gözle bakmanızı dilerim.
Selam ve hürmetlerimle 07.02.2009 A.Ziya İbrahimoğlu
Muhterem Hocam, Hatırlarınızı okuyup değerlendirme yazışmalarımız esnasında, Bayram Hilal’i 1986-87 yıllarında görüldüğü, kendisine, kendi seçtiği uzmanları tarafından bildirildiği halde, bunu gizleyip duyurmadığı gibi, hatıratında da zikretmeyen Tayyar Altıkulaç Bey’den durumu sorup teyit ederek bana döneceğiniz vadiniz üzerinden iki yıl geçti. Acaba sorma fırsatı mı bulamadınız? Yoksa unutmanız mı sözkonusu oldu?
Lütfeder bilgilendirirseniz, tarihe şahitlik konusunda, eksk kalan noktalardan birini aydınlatmaya birlikte katkı sağlamış oluruz inş.
Selam ve hürmetlerimi arzeder, hayırlı ramazanlar dilerim. 08/07/2013 A.Ziya İbrahimoğlu
Böyle bir vaadin hayali bile hatrımda kalmamış. Siz dediğinize göre demek ki, böyle bir vaad gerçekleşmiş ve buna göre unuttuğum için sormamışım.
Ben Ramazan’ı İstanbul dışında geçiriyorum. Bu konuyu onunla yüzyüze konuşmak gerekir. İnşaallah (unutmazsam) bir araya gelince sorarım.
Konu ile ilgili birkaç cümle daha yazayım: Tayyar Bey dindar, güzel ahlak sahibi, aklı başında bir arkadaşımızdır. Eğer böyle bir gizleme olmuş ise bunu mutlaka şer’i bir temele dayandırmıştır. Mesela ihtilaf-ı metali itibar etmiş, halkın kafasını karıştırmamayı tercih etmiş olabilir. Bu konuda Tayyar Bey kadar gayret eden bir başkası olmadı.
Aradan yıllar geçmiş, diyelim ki, gizlemiş ve hata etmiş, bunu şimdi ilan etmenin veya tarihe şahidlik etmenin faydasını da anlamadım.
Razan’ın takvamızı ve ahlakımızı güzelleştirmek için bir fırsat olmasını niyaz ederim.
Selam.09/07/2013 Hayreddin Karaman
Muhterem Hocam,
Yazışmadaki ihtimam ve titizliğinizi her vesile ile gündeme getirir örnek edinmeye çalışırım. İstanbul dışında ve Ramazan’ın ilk gününde olmamıza rağmen, ertelemeden cevap yazma nezaketinde bulunmanıza teşekkür ediyorum.
Sizin Hatıralarınızı okuduğum gibi, Tayyar Altıkulaç Beyin hatıralarını da ilgi ile okudum. Benimde içinde olduğum birçok konuda, farklı değerlendirme ve yaklaşımlarını dikkatle not alıp yeniden gözden geçirerek, düzeltilmesi gerektiğine inandığım hususları yazmaya başladım. Bitirince kendisine ulaştırmaya çalışacağım inş.
Uzmanları, hatıratların ayna gibi olması gerektiğini söylerler. Tayyar Bey Hocamız, Ru’yet-i Hilal konusuna, sayfalar ayıracak kadar önem vermiş hatıralarında ve ayrıntılara girmiş. Bunları okuyup, önemsiz ayrıntılara rağmen, atlanan ve yaşanmış bazı önemli ayrıntılara temas etmemesi dikkat çekmez mi?
Biliyorsunuz, bana randevu alıp Arif Hikmet Beyle görüşmemi, siz sağladınız. Onunla mutabık kalacağım konularda ancak bana kulak verip değerlendirme yapabileceğinizi söylemiştiniz. Bizim fiili müşahede ve görüşlerimizi, Arif Hikmet Bey teyit ettikten sonra, size durumu bildirmiş ve sabırla değerlendirmenizi beklemiştim. Önemsememiş olmanızdan mıdır bilmem, ama ne hatıratınızda, ne de yazılarınızda bu konuya yer verdiğinizi ben görmedim. Aksine Tayyar Altıkulaç Hocamız ise, yine çok önemsediği için midir bilmem, ama bu konuya hatıratında hayli uzun yer ayırdı. Yazılanları okumam, konuyu yeniden gündemime soktu. 2013 Ramazan ayı başında, aynı sıkıntı tekrar nüksedince, sizinle yazışmamızdaki vadinizi hatırladım ve sorup bilgiyi kaynağından teyit etmek istedim.
Bu konuyu ihtilaf konusu olarak sürdürmek isteyen değişik kaynaklar var. Bunlar, iyi niyetli insanları da emellerine alet edebiliyorlar. Bu durumda gerçeklere Işık tutup, ilim adamlarına yardımcı olmak ve tarihe şahitlik ederek gerçeklerin ortaya çıkmasına katkı sağlamak görev olmaz mı?
Arif Hikmet Bey, yanılmıyorsam, hasta olsa da, halen sağdır. Onun bana söyleyip teyit etmesini bile yeterli görmeyip, sizin kanalınızla eksik bilgi, farklı sebep olabilir mi diye teyit etmek istemem, hassasiyetimden kaynaklanıyor. Kimseye haksızlık etme hakkımız olmadığının bilincindeyim. Dindarlık, ahlak veya akıl sorgulaması gibi bir niyet veya şüphe ile konuya yaklaşanlardan olmadım ve olmam inşallah.
Sizinle yaptığımız mail yazışmaları arşivimde mevcuttur. Teyit etmek istediğiniz bir husus olursa arşivimi tarayıp hatırlama ve teyit etmenize yardımcı olabilirim. İyi bir arşivim olması hasebiyle bu benim için zor olmaz.
Selam ve hürmetlerimi arz ile dualarınızı diliyorum. 09/07/2013
A.Ziya İbrahimoğlu
İbrahim Kardeş,
Size inandığımı yazmıştım, arşivden teyide gerek yok.
Bu konuyu doğrudan Tayyar Bey ile görüşmeniz uygun olur. Kendisi İSAM da oluyor.
Arif Bey bildiği kadarıyla merhum oldu. 09/07/2013
Selam.
Hayreddin Karaman
Muhterem Hocam,
Sizi lüzumundan fazla rahatsız etmek beni de üzeceğini bilmenizi isterim. Ancak hoşgörünüze sığınarak bir hususu açıklamadan konuyu kapatırsam içim rahat etmeyeceği için yazıyorum: Konuyu Tayyar Bey’e sizin kanalınızla sormak istemem: ” …hatıratınızda, başkaları için görüp yaşadığınız hata ve eksiklere karşı takındığınız tavrı, kendi arkadaşlarınızın hata ve eksiklerine karşı takınmadığınız ve yeterli uyarı ve nasihatte bulunmadığınız…” mealindeki ifadelerime itirazınız üzerine, Ruyeti Hilal konusunu ve Arif Hikmet Beyin şehadetine rağmen sessiz kalmanızı hatırlatmıştım. Bunun üzerine: ” …konu yu Tayyar Bey’le konuşup bana döneceğiniz…” mealinde bir ifadeniz olmuştu. Bende sık sık rahatsız etmemek için, iki yıl bekledikten sonra, aynı hatanın tekrar yaşandığını görünce sorma ihtiyacı hissettim.
Kısacası, Tayyar Bey’e sormak benim talebim değildi. Böyle bir talebi haddimi aşmak kabül ederim.
Benim talebim, sizin güvendiğiniz kaynağın şehadeti ile, iki yıl üst üste ceryan eden bir hatayı ispat ettiğim için, uyarı ve nasihat vadinizi yerine getirmenizi istemek olmuştur.
Bu ayrıntıları, gerekli görürseniz, hatırlatacak yazışmalarımızı arşivden bulup gönderebileceğimi söylerken, bana güvenmemenizi değil, unutmuş ve hatırlama ihtiyacı duyabileceğinizi düşünerek söylemiştim.
Muhterem Hocam, İslam dünyasının farklı tarihlerde Ramazan’a başlaması veya Bayram yapması, zannettiğimiz gibi Tayyar Bey’in insiyatifi veya ilmi yaklaşımlarla çözülecek bir konu olmadığını, derin güçlerin yönlendirmesi ve etkisi ile yaşatılan bir sıkıntı olduğunu, bazı iyi niyetli insanlarında bu işe alet edilebileceğini, bu konuyu dikkate alanlar için yeteri kadar malzeme olduğu kanaatini taşıdığımı da bilmenizi isterim. 09/07/2013 Selam ve hürmetlerimle, A.Ziya İbrahimoğlu
Yazıları aldım ve okudum. Yine de tavsiyem şudur:
1. Diyanet’te ilgili birimle temas kurun ve itirazlarınızı, tenkitlerinizi onlara aktarın ve tartışın.
2. Tayyar Bey ile temas kurun, bu yazıları ona okuyun ve aldığınız cevabı da arşivinize
kaydedin. 09/07/2013
Selam.
Hayreddin Karaman
Muhterem Hocam. …السلام عليكم
Hatırat okumayı sevdiğimi bilen dost ve arkadaşlarımdan biri, Bekir Topaloğlu Hocamızın Hatıratının, kendisi hayatta iken okuyup kontrol etmek için gönderttiği dijital nüshasını, basılmadan hocamızın vefat etmesi üzerine, basılmayacağı zannı ile okumam için dijital olarak bana da yollamıştı. Mekke’de okumaya başladığım halde fırsat bulup tamamlayamadım. 15 gün önce Trabzon/Of’taki köyümüze gitmem ve fırsat bulmam üzerine okumayı sürdürdüm. Kalan 1/4 lik bölümünü de bugünlerde bitirmeye çalışıyorum…
Merhum Hocamızın, İsmail Kara’ya da basım öncesi hatıratını kontrol ettirme vasiyetini biliyorum…
Hanımı Kadriye Hanım teyze ve kızı Nesibe hanıma mesaj çekerek hatıratın basılıp basılmayacağını sordum. Verdikleri cevaptan anladığım kadarı ile hocamız hayatta iken dizdirip baskıya hazırlattığı nüshada, bazı bölümlerin yayınlanması uygun bulunmadığı için, dost ve talebelerinden oluşan bir heyetin kontrol ve nezaretinde bazı yerler hazfedilip çıkartılıyor; 1200 sayfaya yakın olan önceki dizgiyi 700 sayfaya düşürerek basılması planlanıyor…
Hocamızın sağlığında dizdirip kontrol ederek yayına hazırlattırdığı hatıratı, sade, samimi, öz eleştiri de ihtiva eden orijinal bir hatırat olmuş; tenkit üslubu da çok samimi ve içten… Okuyana güven telkin eden bu samimi üslup rahmetle anılmayı hak ettiği gibi, sizlerin ( Sizin ve Tayyar Altıkulaç Bey’in ) eksik bıraktığı, hatıratında yer vermek istemediği konuların bir kısmına da, kendi penceresinden görüldüğü şekilde, yer vermiş olması, asla yaralayıcı ve rahatsız edici görünmüyor…
Siz Onun sıradan bir arkadaşı değil aynı zamanda dünürü ve dostusunuz.
Her ne kadar oğlunuz ile kızınınız ayrılmış olsa da, mevcut torunlarınız aranızda kopmaz bağ oluşturmuştur.
Hatırlatma ve Uyarma görevimi ihmal etmek beni rahatsız ettiğini, sizlerle yazışmalarımızdan anlamış olabileceğinizi zannediyorum…
Bu sebeple sizin kanalınızla torunlarınıza, hatıratı orijinal şekli ile bastırmalarının daha vefalı ve saygılı bir davranış olacağını hatırlatmakta bilmem geç kalmış sayılır mıyım..? Elbette takdir maddi varislerinindir.
Talebelerin de hocalarının manevi varisleri olduğunu dikkate alarak bu teklifi yazma cesaretini buldum… Hatırat İçinde beraber Umre yapmamız sebebi ile adımın da zikredildiğini gördüm. Eğer beni tenkit edip hatalarımı zikretmiş olduğunu görseydim asla rahatsız olmazdım. Çünkü çok samimi, içten ve sade bir üslupla kendi zafiyetlerine bile işaret etmekten çekinmemiş olduğunu gördüm…
Halen sağ olan küçük dayısı Mehmet Yahya Kutluoğlu Hoca’dan çocukluğundaki ihlas, saf ve içten yapısını dinlemiş olduğum için hatıratındaki üslup ve anlatımını da saygı ve takdirle karşıladım. Bu orijinalliğin bozulmadan muhafaza edilerek hatıratın basılmasını arzu ederim. Katkı ve teyidiniz mümkün ise yardımınızı esirgemeyeceğinizi umuyorum…
Selam ve hürmetlerimi arz ediyor; sağlık sıhhat ve afiyet içerisinde bereketli ve uzun ömürler diliyorum. 18/04/2019 Fatih Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Ve Aleykümüsselam Ve rahmetullah Bu konuya çok karışan oldu. İşin garibi aile bana değişim konusunu danışmadı. Okusun ve bassın diye verdikleri birileri bazı yerlerin çıkarılması gerektiğini söylediler. Bana gönderin o yerleri göreyim dedim gönderen olmadı. En son Emin Saraç hocanın oğlu Fatih bana aileye ve Tayyar beye yazarak babası ile ilgili olup Erbakan’a dokunan bir tanıklığın ve bir başka yerin çıkarılmasını, iftira olduğunu çıkarmazlarsa mahkemeye vereceklerini söyledi. Aile cevabında o yerlerin sonradan çıkarıldığını ifade etti.
Hâsılı benim müdahale imkânım kalmadı. Hayırlısı olsun. 18/04/2019 Hayrettin Karaman
Ben de Hocamın cevabına şöyle mukabele ettim.
Muhterem Hocam,
Nezaket gösterip cevap yazmanız sebebi ile teşekkürlerimi arz ediyorum…
Bekir Topaloğlu gibi, ehli ilim, yumuşak tavırlı, samimi, içten pazarlıksız, göründüğü gibi olmaya çalışan ve sevdiğimiz bir Hocamızın yazmayı uygun gördüğü hususları, başkaları, onun iradesi olmadan hatıratından çıkartması bizim hoşumuza gitmedi; içimize de sinmedi Muhterem Hocam…
Hemen hemen her sayfada sizin de adınızı zikreden, bazen öven, az da olsa bazen de tenkit eden bir dostun tenkiti arkadaşını üzmemeli, bilakis eğer yazılanlar hatalı değil, doğru ise, nefis muhasebesi yapmaya vesile olmalıdır diye düşünüyorum…
Yıllar önce benim size yazdığım düşüncelerimi merhum hocamızın teyit eden tespitlerini okumakla size olan sevgi, saygı ve hürmetim azalmadı; bilakis dost tenkitini bir arkadaşınızın yaptığını görmek, o yapıdaki bir arkadaşınızla, yaşadığınız ailevi sıkıntılara rağmen, dostluğunuzu vefatına kadar sürdürmeyi başarmanızı görmek bize örnek olacak güzel bir haslet ve hatıra…
Şahsen bunu esas görüp diğer hususları ayrıntı kabül ediyorum.
Hatalar samimiyetle gündeme getirildiğinde bizlere örnek olmakla kalmaz, rahmet ve saygı ile anılmaya da vesile olur kanaatindeyim….
Rabbimden merhum hocamıza rahmet ve mağfiretiyle muamele etmesini, sizlere de kalan ömrünüzü sağlıklı ve bereketli geçirmeyi ihsan etmesini, hocamızın tenkitlerine hoş görü ile yaklaşıp nefis muhasebesi yapmanıza vesile kılmasını niyaz ediyorum… 18/04/2019
Hatırlatmanız vesilesi ile Haber Türk’te M.Akif Bey ile iki saati aşan sohbetinizi dikkat ve ilgi ile izledim…
Görüş ve tespitleriniz içerisinde, istifade edilmesi, değerlendirilmesi gereken yönler olduğu gibi müzakere edilmesi gereken hususlarda vardır. Yılların yaşanmış tecrübeleri üzerine bina edilmiş görüşlerinizi yazmış olmanız ise ayrı bir güzellik ve kazanç. En kısa zamanda “Hatıratınızı” alıp okuyacağım İnş.
Gerek Mavera ve gerekse Haber Türk sohbetinizi dinledikten sonra zihnimde uyanan düşünceleri yazmamı, dost bir kardeşinizin değerlendirmesi kabul eder misiniz muhterem Hocam…?
Sizi, sizin dışınızdakilerden daha âlim olduğunuz yahut daha az hatası ve eksiği olduğu veya aynı meşrepten yahut aynı bölgeden olduğumuz için sevmedik. Biz sizi ve ağabeyinizi, yerli, milli, mütevazı, doğal ve tabii duruşunuz, şartlanmamış samimi yapınızdan dolayı sevdik…
Bu iki konuşmanızı dinledikten sonra yeni keşfettiğim bir şey daha oldu. Merhum Bekir Topaloğlu Hocamız ile fiziki ve fikri benzerliğiniz beni şaşırttı.
Benzer bir aile yapısı içinde yaşayıp yetişmeniz, aynı coğrafi bölgeden olmanız, aynı alanlarda akademik çalışma yapmış olmanız bu benzerliği bariz hale getirmiş olabilir mi bilmiyorum..?
Muhterem Hocam, Merhum Bekir Topaloğlu, YİE den, hem Hocam hem de hukukumuz olan bir ilim adamı idi. Farklı düşündüğümüz konuları rahatlıkla müzakere edebilirdik. Mekke’de olduğum yıllarda beraber ailece Umre yaptık. Aynı bölgenin ilim adamlarından istifade ettik. Onun Hocası olan bazı hocalardan ben de okuduğum için birçok ortak noktamızın bulunması irtibatımızı devamlı kılmıştı…
Duruşu, mütevazılığı, politik olmayan yapısı, şartlanmamış lığı, sadeliği, yerli ve milli olması açılarından aranızda müthiş bir benzerlik var…
Muhterem Hocam, 41 yıl Mekke oturumlu yaşamam, bu sürenin 25 yılı Türkiye ile irtibatımın zayıf kalmış olması, bana bazı mahrumiyetler yaşatmış olsa da, bazı özellikler de kazandırmıştır…
Türkiye’den gelen birçok insanla yakından görüşüp tanışma imkânı bulduğum gibi İslam dünyası ile beraber bütün dünya ülkelerinden Mekke’ye gelen değerli ve seçkin insanlarla, siyasilerle, âlimlerle tanışıp görüşme fırsatı da buldum; Mekke Ümmül Kura Üniversitesinde 80-90 ülkeden talebe ve hocalarla uzun yıllar beraber olduk; görgüm ve tecrübem arttı; ufkum genişledi…
Değerli Hocam, Yaşadığım ve henüz ayrıntılarını yazmadığım yakın tarihli bir hatıramı paylaşıp bir kaç hususu dikkat ve değerlendirmenize arz etmek isterim:
Merhum Bekir Topaloğlu Hocamız “günlük” yazardı. Emri Hak vaki olmadan bir iki yıl önce, Osmanlıca yazdığı bu günlüklerini Ladin harfleri ile yeniden düzenleyip baskıya hazır hale getirmişti. Tayyar Altıkulaç Hoca ile beraber gözden geçirip istişare etmesi sonucu, Onun istek ve tavsiyesine uyarak, yazdığı bazı bölümlerde düzeltmeler ve güzellemeler yapmış; bu son hali ile basılmak üzere Ensar Vakfına teslim etmişti. Gizli bir el devreye girerek basılmasını engellemiş, “maddi imkân ve şartlar müsait olmadığı” gerekçesi ile Hocamızın günlüklerinin basımı sağlığında gerçekleşmemişti. Ölümünden sonra ise dizgisi tamamlanarak basılacak hale gelmiş olan bu 1200 sayfalık hatırat, Ensar Vakfından geri alınmış ve içerisinde geçen ve yayınlanması mahzurlu görülen bazı bölümler çıkartılarak, bazı bölümler de değiştirilerek 700 sayfaya indirilmiş halde, Tayyar Altıkulaç Hoca’nın yönlendirmesi ile bir gurup tarafından, yeniden yayına hazır hale getirilmiş olsa da, basılıp piyasaya sürüldüğü, satışa arz edildiğini henüz duymadım…
Merhum Hocamızın sağlığında, Tayyar Altıkulaç Hoca ile beraber yapılan düzeltmeler ve güzellemelerden sonraki halini, benim hatırat okumaya meraklı olduğumu bilen bir arkadaş, incelemem için, elektronik ortamda mailime göndermişti. Dikkat ve ilgi ile okuyup notlar aldım. İçerisinde birçok insan ile ilgili notlar olduğu gibi sizinle ilgili notlar da olduğunu gördüm…
Bu notlardan, özellikli ve yaşayan bazı akademisyenle ilgili olanları, seçip ilgililerine fotoğraf şeklinde yollayarak, günlüklerin basılmamasına engel görülen hususlara gösterilecek tepkiyi ölçmeye çalıştım. Bunların sayısı 30-35 kişi olup 25 kişiden geri dönüş aldım. Yirmi kişinin tepkisi gayet normal, bazı noktalara itiraz olsa da çoğunlukla olumlu düşünceler yazmışlardı. Sadece 4-5 kişi olumsuz sayılabilecek şeyler yazmış, bir iki kişi ise sert tepki gösterip olumsuz ifadelerle görüşlerini yazmışlardı. Hukuki sıkıntı oluşturabilecek tepki gösteren ise sadece 1 kişi olmuştu…
Olumsuz tepki gösterip rahatsız olanlar, Hocamızın yakın dostları, çalışma arkadaşları arasından çıkması beni şaşırtmıştı. Oysa Hocamızın onlar hakkında yazdıkları, gerçeklerin yumuşatılmış hali idi. Hatıratın basılmasını engelleyenlerin yakın dostları arasından olduğunu öğrenmek de beni hayrete düşürmüştü…
Genellikle tenkite, özellikle dost tenkitine alışkın olmadığımız gibi tahammülümüz de yoktur maalesef…
Merhum Bekir Topaloğlu Hocamız gibi halim selim ve yumuşak tabiatlı bir ilim insanının, gözlemlerinin düzeltilmiş haline bile tahammül edemeyenlerin, ilim adına konuşmaları, ıslahtan bahsetmeleri, topluma yön vermek istemeleri, ilimlerin yeniden ihyasından bahsetmeleri, toplumu yönlendirmek istemeleri ne kadar samimi ve inandırıcı olabilir, nasıl güven telkin edebilir..?
Bu bahsettiğim 30-35 kişi Diyanet İşleri Başkanlığı ve TDV nın son elli yılına damga vuranlar arasındandır. Onlar hakkında Bekir Topaloğlu Hocamızın müşahede ve yaşanmışlığa dayanan yazdıkları ise, kendileri tarafından düzeltilmiş olmasına rağmen bilinmesi ve yazılması uygun görülmemiştir.
Hocamızın Osmanlıca yazdığı orijinal kayıtlara ise hiç bir zaman ulaşamayacağımızı zannediyorum…
Muhterem Hocam, Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi asrımız, nokta ihtisaslar asrı olup, akademik unvanlar âlim olma anlamı ifade etmiyor. Bu sebeple münferit içtihat imkânı kalmamış, içtimai içtihat zarureti ortaya çıkmıştır. Hiç bir hekim, insan vücudunun tamamı ile ilgili, organların etkileşimi sonucu, vücudumuzda oluşan sıkıntıların tamamını çözüme kavuşturacak bilgiye sahip olamadığı, böyle bir ihtiyaç olması halinde değişik branştaki hekimlerin bir araya gelerek kanaat oluşturmaya çalıştığı gibi, İslami ilimlerinin her hangi birinin, cüzi bir kısmına aşina olup akademik unvan kazananlar da çözüm üretilmesi gereken konuları her açıdan değerlendirmeye hâkim olma imkânına sahip değildir. Herkes, filin tuttuğu yerine göre fili tarif edenler gibi, kendi bulunduğu zaviyeden meselelere bakıp değerlendiriyor. Birbirini seven, Farklı görüş ve değerlendirmelere tahammülü olan, birbirini doğru anlamaya çalışan, bir araya gelebilen, samimi bir gayretle İslam’ı doğru anlama, yaşama ve yaşatma gayretinde olan kaç kişi tanıyabildiniz..? Ben, merhum Bekir Topaloğlu Hocamız gibi, düşüncelerini, sansürsüz, kınayanların kınamasına aldırmadan, samimi ve olduğu gibi yazabilenlerin bile çok az olabileceği kanaatindeyim. Bunun da sebebi hayatında siyasi ve idari resmi hiç bir görev almamış, bozulmamış bir fıtrata sahip olması, olsa gerek..?
Diyanet, kuruluşundan beri, halka karşı resmi ve mesafeli duruşu bir yana kendi personeli ile bile gönül bağı oluşturmayı becerememiş olması nasıl izah edilebilir..?
Emekli olan kendi personeli ile bütün bağları kesilen bir teşkilat ve yapılanmanın halk ile kuramadığı “gönül bağı” boşluğunu, doldurmaya çalışan, farklı amaçlı cemaatlerle hiç bağ kurmayı bile deneyip başaramadığını görmeden, “Sahabe tenkitine” takılmak ne kadar inandırıcı olabilir…?
Bugün “fetö” ve benzeri örgütler varsa ve kendilerine halk arasında yer bulabiliyorlarsa, bunun kabahatini Emevi’lere yahut Sahabe dönemine dönüp bakarak aramak yerine,
kendi hata ve eksiklerimizde aramak daha doğru olmaz mı..? Devlet halkla inatlaşıp sürtüşürken Diyaneti yanında yer almaya mecbur kılmış, Diyanet de bu ezikliği Müslümanları tenkit ederek örtmeye çalışmıştır. Halkı, samimi ve ihlaslı Müslümanları temsil etmekten çekinmek zorunda bırakılmıştır…
Ramazanların başlama ve Bayram günlerinin belirlenmesi işinde bile oynanan oyunu hala keşfedip itiraf edemeyen bir anlayışı yaşatıyoruz. Tayyar Altıkulaç Hoca ve Sami Uslu Bey ile bu konuda yaptığımız yazışmalarda ayrıntıları bulabilirsiniz…
Başkanlık döneminizde “Süleymancılar” ile uğraştığınız gibi “Fetöcü’ler” ile de uğraştınız mı..? Verdiği cevap ilginçtir:
“Onlar bana ayak bağı olmadıkları için onlarla uğraşma ihtiyacı olmadı.” Bu anlayış, İslami bir anlayış olabilir mi..?
Bu ülkede namaz kılmayan, yalan konuşan, ibadetleri ciddiye almayıp keyfine göre uygulayan, halktan kopuk, kendi dışındaki değerleri, samimi ve gayretli Müslümanları, sırf teşkilatta fiili görevi olmadığı için, istişareye layık görmeyen, verilen selamı bile bazen alamayan, yaşantı ve samimiyeti ile örnek olamayan başkanlar ve ilahiyatçılar varken, onların ıslahı yerine Emevi tenkiti ile uğraşıp teselli bulan, hadis inkarcılığında çözüm arayan akademisyenler ile nereye nasıl varabiliriz..?
Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Akaid, ilmi Kelam alanında, alim ve akademisyenlerinden, müktesebi yeterli görülenlerin bir araya gelip, yeniden müzakere edilmesinde fayda görülen, önemli hususları müzakere edip ittifak edilenleri hayata yansıtıp uygulamaya kim itiraz edebilir..? Kim karşı çıkabilir..?
Hz. Mevlana’nın ifadesi ile “Allah’a şükürler olsun ki, bizleri bütün millet ve kavimlerden sonra yarattı; bakıpta ibret alma imkân ve fırsatımız var.” Sahabe devrinde yaşanan ihtilaf ve nizalar, münakaşa ve harpler, bizim için talihsizlik değil, ibret alabilirsek rahmettir. Affımız için, merhamet gerekçesidir. Öyle değil mi muhterem Hocam..?
Bir kaç ay önce bir arkadaşın paylaşımı vesilesi ile Mehmet Görmez Hoca’nın bir seminer konuşmasını dinledim. İmam Gazali’nin İhya mukaddimesinden iki satır seçip almış, metin olarak tahtaya yazarak onun üzerinden ilimlerin yeniden ihyası gerektiğini anlatmaya gayret ediyor; iddialı cümleler ile konuşmasını ilmi bir zemine dayandırmaya çalışıyordu. Dikkatle dinledim; tekrar başa alıp bir defa daha dinledim. İbareyi hatalı aktardığını tercümeyi de yanlış yaptığını görünce, kendi anlayışımı test etme ihtiyacı hissettim. İhya tercümelerine baktım; üç tercümeden biri (Bedir Yayınları Tercümesi) o bölümü tamamen atlamış, diğer iki tercümede ise o bölümü doğru anlamadığı için yanlış tercüme etmiş olduklarını gördüm. Bir kaç lügata baktım; bir kaç arkadaşla da istişare edip anlayışımı teyit ederek kısa bir makale yazdım. Mehmet Görmez Hoca ile de paylaştım. Aşağıda sizlerle de paylaşıyorum. Bu arada Mehmet Görmez Hoca Giresunlu, Trabzonlu veya Oflu da değil, Diyarbakırlı, Ali Köse Hocamızın kulakları çınlasın…
Okumayı sevip hoşlananlardanım; hayat ve hatırat okumaya da hususi bir ilgi duyarım.
En çok okuduğum kitaplar arasında, Peygamberimizin (s.a.v) ve Ashabının (r.a.) hayatı ile ilgili seçkin kitaplar olduğunu da söyleyebilirim.
Hatırat tarzı eserler, ancak fotoğraf çeker gibi yazılırlarsa kendilerinden beklenen maksadı hâsıl edebilirler. Bir anlamda tarih yazmak demek olan hatırat yazımında olaylar, fikirler, insanlar “olduğu gibi” anlatılmayıp, kurgulanmış bir anlatımın nesnesi haline getirildiğinde gerçeğin üstü örtülmüş olur. Hatırat yazarı kendisine değil, yaşadıklarına ayna tutan insandır. Yaşanılan hayat eğrisiyle-doğrusuyla çarpıtılmadan anlatılmalı ki, gelecek nesiller geçmişten gerekli dersleri çıkartabilsin…
Hatırat yazanların çoğu hissiyatının etkisinden kurtulmakta zorlanır; hissiyatı ve duyguları aklının önüne geçtiği yerler olur. Bazen de güzellemeler yaparak okuyucuda istediği kanaati oluşturabileceğini zanneder. Oysa akıllı, bilgili ve görgülü bir okuyucu, duyguları, hisleri ve güzellemeleri hissetmekte zorlanmaz; hatırat yazarı kendini aldatmış olur.
Son okuduğum iki hatırattan biri, merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın “Hatırat ve Günlükleri” ni ihtiva eden “Günlerim Böyle Geçti” isimli hatıratının muhtasar hali, diğeri de Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Mustafa Said Yazıcıoğlu Hocamızın “NE Yan Yana NE Karşı Karşıya” isimli hatıratı oldu. Her iki hatıratı peş peşe okudum. Merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın hatırat ve günlüklerini, vefatından önce dizilmiş fakat basılmamış halini, elektronik ortamda okumuştum. Takriben 1200 sayfa olan bu dizgi, vefatından sonra, arkadaşları tarafından 685 sayfa olarak muhtasar hale getirilmiş ve yayınlanmıştır. Her iki şekli ile okuyup karşılaştırdığım bu hatıratla ilgili bir değerlendirme yazmış; dost, arkadaş ve bazı hocalarımla paylaşmıştım. Burada tekrar gündeme getirmem vakit israfı olur.
M.Said Yazıcıoğlu Hocamızı ilk defa 1988 veya 1989 yıllarında Mekke-i Mükerreme’de görmüş ve tanımıştım. Merhum Lütfi Şentürk Hoca’nın Mekke’de Din Hizmetleri Müşaviri olduğu dönemde Mekke’ye gelen Hocamız, Ümmül Kura üniversitesindeki talebeleri Mekke/Mesfele’deki müşavirlik binasına davet ettirip görüşmek istemişti. Ümmül Kura talebelerinin büyük bir çoğunluğu müşavirlik binasına ilk defa davet ediliyor ve gidiyordu. Bu sebeple binayı bulmakta zorluk çekip sormak zorunda kalan arkadaşların bir kısmı toplantıya geç kalmış ve mazeret bayan ederken bu durumu dillendirmek zorunda kalmıştı. Hocamız bu serzenişleri duyunca, şaşkınlık ifadesi ile merhum Lütfi Şentürk Beye dönerek: “Diyanette göreve başladığım günden beri, neden bazı gruplarla olumlu irtibat kurulamadığını, sürtüşmeler yaşandığını dinlemeye ve anlamaya çalışıyorum. Bu durumu izah ederken bir takım sebep ve gerekçeler anlattınız; dinledim. Ama Mekke Üniversitesindeki talebelerle olan bu irtibat kopukluğunu nasıl izah edeceğinizi merak ediyorum’’ deyişi hafızamızda iz bıraktı. İlk defa oluşan bu duygu yakınlığı, ilgi ve samimi yaklaşım bütün arkadaşlarımızı memnun ettiği gibi beni de rahatlatmıştı. Çünkü arkadaşlarımız bana da bir Diyanet mensubu gözü ile bakıyorlardı. Öyle ya, Bilecik Gölpazarı Müftüsü iken, DİB oluru ile Başbakanlık tarafından, Mekke Üniversitesinde ihtisas yapmak üzere, maaşlı mezun olarak gönderilmiş ilk talebe idim. Talebeler ile Diyanet ve Din Hizmetleri Müşavirliği arasında oluşan her olumsuzluk bana da sitem ve serzeniş olarak yansıyordu. Oysa benim içimdeki duygular, arkadaşlarımın duygularından çok farklı değildi, yaşadığım olumsuzluk ve sıkıntıları içime gömüyor; çok az arkadaşımla paylaşabiliyordum. Böyle duygusal bir ortamda M.Said Yazıcıoğlu Hocamızı tanımak umut yeşertici olmuş; yakınlık hissetmemize vesile oluşturmuştu. İşte hatıratını okumaya ilgimi artıran sebeplerden biri de bu olmuştur.
Bu mukaddimeden sonra Hocamızın hatıratı ile ilgili değerlendirmeye geçebilirim.
1
İmla hataları üzerinde durmayacağım, sadece 28.Sayfada, benim de köyüm sayılan değerli hocam, merhum Mehmet Rüştü Aşıkkutlu hocanın, eski adı Çufaruksa olan köyünün yeni adı “Aydınlar” olarak yazılmış; doğrusunun “Uğurlu” olacağını belirtmekle iktifa edeyim. M.R.Aşıkkutlu Hocamız, evinde iki sene kalıp Kur’an talim ve tecvidi ile Arapça sarf okuduğum hocamdır.
Yine 62.Sayfada, ağabeyi Recep Yazıcıoğlu için, “Ruhu şâd, mekânı cennet, takipçileri bol olsun.” denmiş, “takipçileri” kelimesi yerine “dua edenleri” yazılması bizim üslubumuza daha uygun ve daha güzel olurdu kanaatimi izhar etmeliyim.
65.Sayfada, yabancı dilin nasıl öğretileceği konusundaki başarılı olamayışımızı tespiti (Muhterem hocamızın, bizim dil öğretmekle ilgili projemizi www.hamzali.org sitesinden okuyup incelemesini arzu ederim.), 69.Sayfada Medrese İlahiyat eğitimi mukayesesi, 80.Sayfada yurtdışında doktora yapmak için 4-5 yıl kalmak yerine, 2 yıl kaldıktan sonra çalışmaların yurt içinde tamamlanması tavsiyesi, 85.Sayfada, devletin bireyi hiç görme anlayışının insan merkezli bir sistemle aşılabileceği görüşü,
86/87.Sayfalarda elçiliklerimizde karşılaştığı Ermenilerle ile ilgili duyguları, 96.Sayfada, akademik tez konularının hayatımızdaki ihtiyaçlarımıza ışık tutacak şekilde seçilmesi ile ilgili görüşü, 98.Sayfada, Kenan Evren’e Talat Koçyiğit Hoca’nın içkinin haram olduğunu söyleyişini aktarması, 119.Sayfada, yurtdışında İlahiyat eğitimi ile ilgili denklik konusunda anlattıkları, 121/122.Sayfada siyasette olduğu dönemde YÖK ten istediği belgeyi alamayışını, (Bu satırların yazarı olarak, prosedüre uygun şekilde yaptırıp tamamladığım mastır denklik belgesindeki maddi hatayı düzelttirmek için geri gönderdiğim denklik belgemin aslını, 12 yıl uğraşmama, öğrencim olan YÖK başkanına rağmen hala geri alabilmiş değilim.) Bu haliyle YÖK dipsiz bir kuyu görüntüsü arz ediyor.
147/148.Sayfalarda Diyanet teşkilatının, asker veya polis teşkilatını andıran soğuk yüzünü, gönül bağı oluşturma ihtiyacını anlatmasını dikkat çekici buldum…
Âcizane kanaatim, DİB nın en önemli eksiklerinden birinin de, “gönül bağı oluşturamama” zafiyetidir. Halk ile gönül bağı oluşturamamak bir yana, kendi teşkilatında çalışan personel ile bile gönül bağı olmayan bir Diyanet teşkilatının başarılı olması çok zor; hatta imkânsızdır. Bu zafiyetin oluşturduğu boşluğu başka oluşum ve kuruluşlar doldurmaya çalışmaktadır. F.Gülen örgütü böyle bir zafiyetin oluşturduğu zemini en iyi değerlendiren örgütlerden sadece biridir.
Kurucu iradenin DİB na çizdiği statü, belirlediği konumun bunda önemli rolü olduğu gibi, teşkilatın, uzun yıllar, yeterli ehliyet, liyakat, samimiyet ve ihlas sahibi cesur insanların yönetiminden mahrum kalması, gönül bağı oluşturma zemininin oluşmasına imkân vermediği de söylenebilir.
Elbette sebepler arasında başka hususlar da zikredilebilir ancak böyle bir zafiyet ve açığın varlığını kimse inkâr edemez.
149/150/151.Sayfalarda tipik bir Diyanet müfettişi hikayesi okuyunca ben şaşırmadım. Ama Hocamız gibi diyanet yönetimine dışardan getirilmiş, objektif bir insanında hoş bakması, onay vermesi mümkün olmadığını görüp teyit etmiş olduk.
Hocamızın görev yaptığı yıllarda diyanet personelinin eğitim seviyesini merak edenler 152.Sayfaya bakabilirler. 153.Sayfada MİT-Diyanet ilişkisi ile ilgili Hocamızın yazdıklarını okuyunca hasbilik böyle bir şey olsa gerek diye düşündüm. Seksenli yılların başında Riyad’da görevli bir istihbarat görevlisinden duymuştum. O dönemlerde görev yapan DİB yardımcılarından biri MİT görevlisi olarak orada bulunuyordu. O dönemlerdeki MİT’in CIA şubesi olarak görev yürüttüğünü dikkate alırsanız bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlarsınız. İngiliz istihbarat servisi MI6 ise, kurulduğu günden beri, direk ve dolaylı yollardan Diyaneti etkileme ve yönlendirme konusundaki gayretlerini hiç eksik etmemiştir. Şaşırır mısınız bilmem ama Ramazan’a başlama ve bayram yapma, Hilali gözetleyip görme bilgi ve
2
çalışmalarının perde arkasını karıştırıp inceleyenler MI6 etkisini açık ve net bir şekilde görebilirler. Bunu hem Suudi Arabistan hem Türkiye hem de Mısır için söyleyebilecek bilgi birikim ve tecrübe sahibiyim. İstihbarat güçlerinin hangi konuları nasıl değerlendirdiğini bilmeyenler, Hilal gözetlemek, Ramazan’a başlamak ve bayram yapmak gibi konularla istihbarat servislerinin ne işi olabilir dediğini duyar gibiyim. Uzun bir konu, burada aktarırsam konuyu uzatmış; okuma tembellerini bunaltmış olabilirim.
Türkiye’de politika, Sanat gibi İlahiyat ve Diyanet alanları da güdümlüdür; görüşünü hafife almayın derim…
153.Sayfada Tayyar Altıkulaç ve Kocatepe Camii açılışı ile ilgili yazılanlar da dikkatimi çekti.
224.Sayfada DİB larının hep Sünnilerden olduğu ifadesi Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal’a İzafe edilmesi bir durum tespiti olarak yorumlanıyor.
Bu ifadenin, DİB ları bugüne kadar sadece Hanefiler ’den olmuştur; demekten bir farkı var mı..? Şafiiler yahut Malikilerin böyle bir ifadesi ne kadar anlamlı ise bu ifade de o kadar anlamlı olabilir. Türkiye’de Şiilik veya Alevilik değerlendirilirken bir mezhep veya meşrep olarak değil de ayrı bir din gibi değerlendirme hatası yapılıyor. Hiçbir mezhep veya tarikat mensubu ayrı bir ibadethane talebinde bulunamayacağı gibi, DİB nın da kendi tarikat ve mezhebinden olmasını istemeyi dillendirmesi normal değildir. Alevilerin böyle bir talebini dillendirmesi normal kabul edilebilir mi..?
Nakşiler biz ayrı bir ibadethane hakkı istiyoruz diyebilir mi..? Diyebilecekleri tek şey ayrı bir tekke açma hakkı istiyoruz olabilir. Ayrı bir ibadethane, farklı bir din için söz konusu olabilir. Alevilik İslam’dan farklı bir din midir..?
Hayır diyenler, farklı bir ibadethaneden söz edemez, olsa olsa zikir evi, tekke açma hakkı isteyebilir. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili kanuna takılmamak için ayrı ibadethane hakkı talebinde bulunmak Aleviliğin esası ve ruhu ile bağdaşmaz. Evet Alevilik ayrı bir dindir diyenlerin ancak ayrı bir ibadethane ve ayrı bir DİB dan söz etmeleri makul olabilir. Türkiye dâhilinde, samimi hiç bir Alevinin, Aleviliğin ayrı bir din olduğunu söyleyip iddia ettiğini ben hiç duymadım.
Hocamız hatıratının 235.Sayfasında Bulgaristan ve Batı Trakya’daki soydaşlarımızdan bahsediyor. Bulgaristan’ı bilmem fakat Batı Trakya’daki Türkler ve müftülük konusunda hatasız, doğru ve objektif bilgi aktarana hiç rastlamadım. İslam ve Osmanlı’ya karşı tavrımızın Batı Trakya’ya yansıması karşısında Yunanistan’ın tilkice tavrı bizim başarısız olmamızın temel faktörlerinden biri olduğunu ya gören olmuyor veya anlatma cesareti gösteremiyor. Ben Batı Trakya’ya defalarca gidip kaldım; inceleme yapma fırsatı buldum. Hem seçilen müftü (Bu arkadaş YİE’den dönem arkadaşımızdı) hem de atanan müftü ile görüştüm. Yunanistan’ın ve Türklerin uygulamasını yerinde görüp inceledim. Yakın tarihe kadar Türk azınlık okullarında Osmanlıca öğretildiği gibi müftülüklerde yazışma ve arşiv dili de Osmanlıcaydı. Türkiye, Türkçü bir politikayı, Yunanistan ise İslami bir anlayışı teşvik ediyordu. Bunun fiiliyata yansıması ise, Türkiye İslami harfleri terk ettirip ladin harflerini, İslam anlayış yerine Laik anlayışı, öne çıkartıyor; seçtirdiği müftüleri de bu anlayışa göre, sakalsız, bıyıksız, laik kafalı, halktan kopuk, bilgi ve yaşantısı eksik kişilerden seçtiriyor.
Yunanistan ise Osmanlı İslam harflerini, Laiklik yerine İslami anlayışı, bilgi ve yaşantısı yetersiz olan müftü yerine, Mekke, Medine veya Ezher mezunlarını, sakalı ve bıyığı olan, halk ile gönül bağı kurmaya yatkın, yaşantısı daha düzgün olan kişileri tayin edip teşvik ediyor; imkân veriyor. Zahire bakan Yunanistan’ı doğruyu teşvik eden, Türkiye’yi ise yanlışı besleyen konumda göreceği açık. Türkiye’nin baskı ve teşvikleri sayesinde Batı Trakya’daki Müslüman Türkler her geçen gün Yunanlılara
3
daha çok benzer hale geliyor. Yeni nesilden Osmanlıca bilen kalmadı; artık yazışmalar ladince yapıldığı gibi arşivler de ladince tutuluyor.
Oysa azınlığın varlığını devam ettirip sürdürmesi için İslam’a sarılması, Osmanlıca yazışması çok önemli bir faktördü. Türkiye Batı Trakya’da Yunanistan lehine çalıştığını bakalım ne zaman göreceğiz..? Görünce iş işten geçmiş olmaz inş.
260.Sayfada muhterem Hocamız Devletin, Diyanet ve Din Görevlilerine bakışındaki sakatlığa işaret ediyor. Diyanetin dini bir teşkilat olmadığını, idari bir teşkilat olarak görüldüğünü değerlendiriyor. Bu hata nasıl bir boşluk ve verimsizlik oluşturdu ise Batı Trakya’da aynı hata ve boşluğu oluşturmuştur.
Muhterem Hocam, Eğri ağacın gölgesi de eğri olur. Diyaneti kurup oluşturan irade, dine hizmet etmek için değil, kurulan yeni ve laik devletin yerleşmesi ve sürdürülmesine hizmet etmek için idari bir teşkilat olarak kurmuştur. Bunun için ilk diyanet işleri başkanına hem CHP Ankara il başkanlığı hem de DİB görevi birlikte verilmiştir. Bu zihniyete hizmet etmeyen bir teşkilat ve görevli nasıl makbul kabul edilebilir ve anlayış görebilir..?
İşte sizi ve ağabeyiniz gibileri yeterli görmeyip beğenmeyenler, sizin bu gerçeği görüp içine sindiremeyen, düzeltme gayreti sergileyen, saf ve sade bir Anadolu evladı olmanız, duruma göre şekillenemeyen, herkesi idare edemeyen, kullanılmaya müsait olmayan, umut vadetmeyen yapınızdan dolayı yeterli görmeyip beğenmemişlerdir.
268. ve 275.Sayfalarda bahsettiğiniz Hutbe konusu ve İl müftülüklerinin atama yetkisi de bu anlayış sahipleri için riskli ve tehlikelidir. Bu arzu ve görüşünüze karşı çıkanlar arasında Dr. Lütfi Doğan ve Tayyar Altıkulaç Bey’lerin olması sizi şaşırtmasın, onların bu zeka kıvraklığı ve anlayışları, sizden daha fazla itibar görmelerini sağlayan faktörlerden biri olamaz mı..?
279.Sayfada bahsettiğiniz “Belgeli Din Görevlisi” fikrini ben de “Hac Organizesi” için savunup anlatmaya çalıştım. Yürüyen sistemin saltanatına çomak sokmak olarak görüldü. Diyanetin farklı düşünceleri dinlemeye bile tahammülü olmadığını bilir misiniz bilmem ama bugün bile bu durum değişmiş değildir.
Hac Organizesi inceliklerine vakıf olacak kadar uzun görev süreniz olmadığı gibi, 1990 yılında yaşanan sıkıntılar sizi farklı konularla meşgul olmak zorunda bıraktığını zannediyorum. “Tünel Faciası” olarak ifade edilen olayı da doğru değerlendirecek kadar bilgi sahibi olamadığınız kanaatindeyim…
Muhterem Hocam,
Ömrümün 41 yılı Mekke’de geçti. 1990 yılında on yıllık fiili bir tecrübe sahibi iken, 2500 kişilik bir Hacı gurubunun organize koordinatörlüğünü yürütme sorumluluğunu taşıyordum. “Tünel faciası” olarak isimlendirilen olayın tam göbeğinde olup olayı fiilen görüp yaşama tecrübem olmuştur. Bizim kafilemizden de 18 hacımızın öldüğü bu olay, zannedildiği gibi ne tünel yetersizliği ne de görevli ihmalinden kaynaklanmış bir olay değildir. Size verilen bilgiler, masa başı, tahmin ve zanna dayanan bilgiler olup sizi yanlış düşünceye sevk etmiş olduğunu düşünüyorum. Sadece sizin değil Suudili yetkililerin dahi olay yeri ve anını göremediği için eksik ve hatalı bilgileri olduğunu görüp şahit oldum.
İlk hareket, elindeki çantayı düşürüp eğilerek almaya kalkan hacının yanlış hareketi üzerine yere düşmesi, kalkmak için eteğine yapıştığı hacının ihramını sıyırıp çıplak kalmasına yol açması, onunda eğilip avret yerini örtme gayreti ile yere düşmesi ile başka hacının ihramına asılıp sıyırmasının ortaya çıkardığı panik ve talaşın bir kaç saniyede durdurduğu hareketin akış halindeki insan yoğunluğunun önünü göremeyip yığılma ve ezilmeye yol açması şeklinde özetleyebileceğim bir hadisedir.
4
Bu olaydan önceki dönemlerde, gidiş dönüşlerin tek tünelden yapıldığı yıllarda bile böyle bir sıkıntı yaşanmadı.
1990 yılında gidiş ve dönüş tünelleri ayrı ayrı idi. Olayın olduğu tünel sadece taşlamaya gidenlere tahsis edilmişti.
Bu olaydan sonra hem gidiş hem de dönüş tünellerinin sayısı çoğaltıldı. Bu sebeple 302.Sayfada yazdığınız görüşleri yeterli ve isabetli bulmamamı anlayışla karşılayacağınızı umuyorum.
407.Sayfada demokratik yapının kolay oluşmadığını yazıp demokrasiyi takdir eden ifade ve imalarınızı da sempatik bulmadım. Sizi sevenlerin tenkitine alışık mısınız bilmem ama ben sevdiklerimin eksik, hata ve yanlışlarını da düzeltmek niyetiyle söylemekten yanayım.
İlahiyatta Kelam Hocası olan, 4,5 yıl DİB yapmış, yerli milli, bozulmamış bir fıtrat sahibi, meşrep saplantısı ve rejim tiryakiliği olmayan, kınayanların kınamasına aldırmadan, komplekssiz, samimi, mütevazi, mert inandığı ve düşündüğünü yazacak kadar medeni cesareti olan bir hocamız olarak, güç ve kuvveti esas alıp dayanak kabul eden, her türlü algı, entrika, yalan ve göz boyamaya açık bir beşeri sistemi övüp, hakkı ve hakikati esas alarak üstün tutan, maneviyata öncelik veren, doğruyu teşvik edip önünü açan, yanlışı engellemeyi gaye edinen fıtrata uygun İslami sistemi anlatıp heveslendirerek öğretmeyi, teşvik etmeyi ihmal etmeniz makul kabul edilebilir mi? Bu görevi sizden beklemeyeceksek kimden bekleyeceğiz..? Bu ihmal sebebi ile bugün demokrasi müminleri olup çıktığımızı, İslami sistem ve değerlerimizi unuttuğumuzu alternatif bile görmediğimizi dikkate almamız gerekmez mi..?
424.Sayfada aktardığınız İsmet İnönü’nün görüşlerinden ve savunduklarından ne farkımız kalır muhterem Hocam..?
426.Sayfada Hucurat süresi 13. ayet tercümesinde “millet” kelimesi yerine “kavim” kelimesi olması daha doğru bir ifade olmaz mı..? Meallerde de kavim olarak tercüme edildiğini bakıp teyit edebilirsiniz.
433.Sayfada bahsettiğiniz mükemmeliyetçi yapı bende de var maalesef.
442.Sayfada ifade ettiğiniz gibi dışardan bakmak daha gerçekçi gözlemler yapma imkânı verebiliyor.
Hatırlarınızda yazdıklarınız yanında yazmayı uygun görmedikleriniz de olabileceğini tahmin ediyorum. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak olayı anlatıp yanlışını zikrettiğiniz ve görevini de açıkladığınız bir kişinin sadece ismini yazmamanızı zihin yorucu bir eksiklik olarak görüyorum.
Avrupa ülkelerinde Din Hizmetleri Müşaviri olup İstihbarat görevi yaptırılan kişiyi meraklısının araştırıp bulması çok zor olmadığı halde, ismini mahfuz tutmanızı gerekli görmedim. Bu arkadaşın adını yazmanız hem ibret almaya vesile hem de çoğalıp yayılmasını caydırıcı olmaz mıydı…? Yanlış yapanı korumak yerine caydırıcı şekilde duyurmayı gerekli görenlerdenim. Ayna tutmak ancak böyle gerçekleşebilir…
Nice yanlış yapanlar, yanlışını yazıp kabul etmekle hem tövbe ettiğini hem de müsamahayı hak ettiğini açıklığa kavuşturma fırsatı buluyor.
Sonuç olarak, hatıratınızı okumaya değer ve ibret almaya vesile olabilecek, olabildiğince objektif buldum. Arkadaş ve dostlarıma da okumayı tavsiye ettim. Hatıratların ikinci baskısının yapılması çok az vaki olabiliyor. Umarım hatıratınızın ikinci baskısı yapılır ve hatırlatmalarımı dikkate alırsınız.
Selam, dua ve hürmetlerimi arz ediyor sizlere sağlıklı, huzurlu ve bereketli uzun ömürler diliyorum muhterem Hocam. 05.07.2021Üsküdar
Hatırat okumaya gösterdiğim ilgi ve ihtimamı bilen arkadaş ve dostlarım, okudukları, bildikleri ve duydukları yayınları bana haber verir; bazen gönderir bazen de okuyup özetleyenlerin özetini ulaştırırlar. Hatırat ve günlüklerden böyle haberim olur. Bazı hatıratları okumakla kalmaz, not alır; görüş, düşünce ve mülahazalarımı da yazmaya gayret ederim.
Okuyup not alarak görüş ve düşüncelerimi yazdığım hatıratlardan biri de muhterem Hayrettin Karaman Hocamızın yazıp yayınladığı hatıralarıdır. Tayyar Altıkulaç Hoca’nın hatıralarını da dikkatle okuyup incelemiştim. Mustafa Öz Hocamızın hatıratından bir nüshayı, hattat Yusuf İzzeddin Sav hocanın, içinde benimle ilgili önemli gördüğü bir hatıranın varlığı sebebiyle, satın alıp hediye etmesi ile öğrenmiştim. Merhum Ali Özek Hocamızın hatıratını, imzalayıp gönderme lütfunda bulunması sebebi ile okuma imkânı bulmuştum. “Kutuz Hoca” nın hatıralarını İsmail Kara Hoca’nın sayesinde okudum. Son olarak Ali Rıza Demircan Hoca’nın hatıralarını, lütfedip haber vermesi sayesinde, okuma fırsatı bulduğum hatıratlardan oldu.
Merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın da hatırat ve günlük yazdığını biliyordum. Uzakta, Mekke’de olmam sebebi ile hayatta iken Osmanlıca yazdığı günlüklerini, Latin harfleri ile yazdırıp dizdirdiği ve Tayyar Bey ile müzakere edip bazı düzeltmeler yaptıktan sonra, basılması için yayınevine verdiğini, ortak dostlarımızdan duymuştum…
Merhum Hocamızla olan hukukumuzu bilen ortak bir dostumuz elektronik ortamda bu hatıratı okuyup ilgilenmem ve görüş bildirmem için bana da yollamıştı. O günlerde müsait olmamam, elektronik ortamda okumaya ilgi duymamam sebebiyle okuyamamış; basılmasını beklemeyi tercih etmiştim. Hocamızın Mart 2016 da vefat ettiğini duyunca, üzülmüş, sarsılmış, hatıratını okuyup görüş bildiremediğim için vicdanen rahatsız olmuştum.
İsmail Kara kardeşimize hatırat ve günlüklerini kontrol ettirmek ve görüşünden istifade etmek istediğini de duymuştum. Ona yazıp sorarak bilgi almak istedim; benim duyduklarım dışında, son durumdan kendisinin de haberdar olmadığını öğrendim…
Bendeki elektronik nüshayı kâğıda döküp basarak okudum. Okuyunca ilgi ve merakım arttı ve Hocamızın merhum dayısı Yahya Kutluoğlu Hoca ile irtibat kurup bilgi almak istedim; haberdar olmadığını gördüm. Kardeşi Ahmet Topaloğlu Hoca ve eniştesi Hamza Okur Bey ile irtibat kurup görüştüm. Onların da farklı bilgisi olmadığını öğrendim. Bendeki elektronik nüshanın kâğıda dökülmüş şeklini istediler; kendilerine verdim…
Hocamızın refikası ve kerimesi ile irtibat kurup bilgi sordum. Kerimesi bana: “Babamızın sağlığında dizilmiş şekli ile hatıratının basılmasının mahzurlu görüldüğünü, kendilerinin de ikna olması sebebi ile oluşturulan bir ekip tarafından elden geçirildikten sonra basılacağını” yazdı…
Bu arada, elektronik nüshanın kâğıda dökülmüş halinden okuduğum hatırat ve günlükler içerisinde, dikkatimi çeken bazı tespitleri, ilgili bölümün resmini çekip muhatabı olan tanıdıklarımla paylaştım. İki kişi hariç, yazılan günlüklerde kendileri ile ilgili olumsuz ifadelere rağmen, yadırgayan ve tepki gösteren olmadı. Nedenini merak edip sorduklarım, merhum Hocamızın samimi, sade ve art niyet olmaksızın yazdıkları, kendi penceresinden gördüklerini yansıttığı için, eksiğine fazlasına bakmadan, anlayışla ve müsamaha ile yaklaştıklarını söylediler/yazdılar…
Merhum Hocamız politik duruştan uzak, ilmi duruşu ile tebarüz etmiş, samimi, ihlaslı, dürüst, sevilen ve sayılan bir şahsiyetti. Tenkiti ve muhalefeti, rahatsız edici ve yaralayıcı olmadığını test ederek gördüm.
1999 yılında Emir Turizm ile Umre yapmıştı; Emir Turizm sahibi Ali Rıza Demircan Hocamız ile ilgili yazdıklarını kendisine ilettiğimde, tespitlerine katılmasa da rahmet ve minnetle yâd etmemize vesile oldu. İhlas ve samimiyet böyle bir şey, yaşamayana anlatmak çok kolay olmuyor…
Sözü uzatmak niyetinde değilim. Hocamızın sağlığında dizgisini yaptırıp, arkadaşları ile istişare ve bazı düzeltmeler yaptıktan sonra, bastırmak istediği hatırat ve günlükleri, takriben 1200 sayfa olmasına rağmen, basılan kitap sadece 686 sayfa, bu hatırat ve günlükleri kaleme alıp yayına hazırlayanın bir ilim adamı olması, yumuşak tabiatlı, politik hırsı veya tiryakiliği olmayan, her hangi bir hizip veya cemaate mensubiyeti bulunmayan, müstakil, samimi ihlaslı ve dürüst bir şahsiyet olduğunu da dikkate alarak, günlüklerdeki tekrarları dahi hazfedip çıkartmayı yadırgadım. Eşi ve kızlarının rıza göstermesine bir şey diyemem. Kendilerine kim veya kimlerin, neyi nasıl anlattığının ayrıntılarını bilmediğim için, endişe etmelerini de anormal bulmam. Ama mesai arkadaşlarının buna ihtiyaç duymalarına, üstelik bu seçme ve ayıklama işini, ilkeli ve ustaca yapamayışlarına üzüldüm. Evet, Hocamızın maddi varislerinin onayı alınmış fakat manevi varisleri olan talebelerinin duygu ve düşünceleri hiç dikkate alınmamış…
Siyasi vesayetten şikâyet eder dururuz. Bu da vesayetin bir başka versiyonu değil midir..?
Hocamız, yazdıklarının sorumluluğunu taşıyamayacak bir insan olmadığı gibi sivri dilli olan veya muhalefet tiryakiliği bulunan bir şahsiyet de değildi; müstakil, yerli milli, sıcak, samimi ve ihlaslı bir insandı. Makam ve şöhret hırsı da yoktu. Bu sebeple müşahedeleri, tenkitleri ve yazdıkları yaralayıcı değildi. Ben bunu tahmin olarak değil, test etmiş bir eğitimci olarak yazıyorum. “Yazdıkları, bazı kişiler için kırıcı, rencide edici olabilir; hukuki sonuçlar doğurabilirmiş.” tespitini kabul etmek mümkün değil; böyle bir iddiayı Hocamızı tanıyıp bilen, sevenlerin dillendirebileceğini zannetmiyorum…
Bazen ismini zikredip yazdığı bir cümlelik tespiti, Onun rahmet ve minnetle hatırlanmasına vesile olabileceği gibi, muhatabını da teşvik edici olmayacağını kim söyleyebilir..? Zemmettiği, hata ve eksiğini zikrettiği kişilerin hatasını fark edip tövbe etmesine vesile olması, farklı bir güzellik olmadığını kim iddia edebilir..?
1992 yılında, en yakın mesai arkadaşları ile Umre yaparken, Hıra dağında yaşadığı duygulu, güzel bir hatırası bile hazfedilmiş…
Kendisinin hazırlayıp dizdirdiği nüshada 18 sayfa olan 1992 yılına ait günlükler, basılan kitapta sadece 2 sayfa olarak yer almış. Bunu kim nasıl izah edebilir..?
Hocamızın her tespitinin doğru, hatasız, eksiksiz olduğunu söylüyor; iddia ediyor değilim. Elbette her beşer gibi Hocamızın da yanıldığı, yanıltıldığı hususlar, görüşler, tespitler olabilir; vardır da…
Benim de tespit ettiğim hatalı, eksik ve yanlış yorumları da var ama bunlardan bile istifade etmediğimi söyleyemem…
Recep Özkan kardeşimizin eşi ile ilgili, 20 Aralık 1992 tarihli günlüğünde, bir iki cümlesi Emine hanımı nasıl heyecanlandırdığı, memnun ve mutlu ettiğini görüp şahit oldum. Bu bölümün basılan kitapta hazfedilmesinin sebebini ben anlayamadım; anlayan varsa öğrenmek isterim…
Tenkit edip zikrettiği akademik unvan ve makam sahibi insanlardan, “görüşünü isabetli bulmasak da, Bekir Topaloğlu Hocamıza öyle görünmüş isek bizim eksikliğimizdendir.” deyip rahmet, minnet ve dua ile yâd edenler yanında, “evet yazdıkları doğrudur; bu vesile ile Rabbimden tekrar af ve mağfiret diliyorum” diyenleri de görüp dinledim…
Hatırat ve Günlükler ayna gibi olmalıdır; aynalar yansımaları gösterir. Kimse aynaya kızmaz; aksine, görüldüğü şekli beğenmeyenler, kendilerine çeki düzen verip görünmek istediği şekle bürünmesine, dönmesine vesile olur…
Ne dersiniz, siz aynalara kızıyor musunuz yoksa..?
Nice hatıratlar vardır; içinde hiç bir hata ve eksiklik gündeme getirilmemiş; savunma ve güzellemeler ile doldurulmuştur. İnandırıcı olmadıkları gibi İbret alınacak bir tabloya da rastlayamazsınız…
Merhum İmamı Gazali, kendi nefsine hitap ederek: “Ey nefsim, sakın olduğundan farklı görünmeye kalkma, kalkarsan, iki ihtimalden farklı bir durum söz konusu olamaz; muhatabın, akıllı ise olduğundan farklı görünmek istemene itibar etmez; onun gözünde daha da küçülürsün; eğer muhatabın ahmak ise, ahmağın gözünde büyümen ne işe yarar..?” der.
Evet, Bekir Topaloğlu hatırat ve günlüklerinin muhtasar hali bile olsa, Ensar Yayınları arasında yayınlanmasına sevindim. Seçme, kısaltma ve hazif yapanların başarısızlığını, ilkesizliğini görünce de üzüldüm. Bu duygular benim içimdeki duyguların satırlara yansımış halidir. Vesayetin hiç bir türlüsü hoş durmuyor. Hatırat yazmak nasip olursa, duygularımı daha gerçekçi yazmaya gayret edeceğimi söyleyebilirim. Kimseyi kırmak, itham etmek gibi bir kastım yoktur. Hocasına vefası olan, bir talebesinin bu duygularına tahammül edilmesini beklemeye hakkım var mı bilmem ama beni de böyle, yanlışa susmayı beceremeyen, patavatsız(!) biri olarak kabul ediniz lütfen…
Size, insani ve İslami bir görev telakki ederek, yazıp hatırlatmayı arzu ettiğim bir kaç hususu arz etmeden önce kendimi tanıtmakla başlamak isterim ki yanlış bir anlamaya yol açmış olmayayım…
Benim adım Ahmet Ziya İbrahimoğlu, Malezya’da öğretim üyesi iken, yanılmıyorsam 1993 yılında, eşiniz ve M.Maksudoğlu Hocamız ile beraber hacca geldiğiniz yıl beraber hac yapmıştık. Daha sonraki yıllarda da zaman zaman yazışma ve görüşmelerimiz olsa da kalıcı olup hatırlayabileceğinizi tahmin ettiğim için hac beraberliğimizi öne alarak zikrettim. Kendimle ilgili diğer bilgileri bu yazının sonuna not olarak eklerim; gerek görürseniz bakma imkânınız olur.
Muhterem Hocam,
Sizi Allah için seven, hayatının hiç bir döneminde dini ve siyasi bir bağımlılığı olmayan, her hangi bir meşrep veya parti ile organik bağı olmamış, müstakil yapılı bir eğitimciyim. Partinizin kurucuları arasında iyi ilişkilerimiz olan ortak dostlarımız da var…
Şimdiki Cumhurbaşkanımız RTE Bey ile İst. İHL yıllarında beş yıl aynı çatı altında okumuş, sosyal faaliyetlerde beraberliğimiz olmasına rağmen, politik hayatı boyunca çevresine yaklaşıp bir talepte bulunmadım. ihtiyaç duyup aramadığı sürece idarecilerden uzak durmaya çalışan, şahsi hiç bir talepte bulunmayı sevmeyen bir anlayışın sahibiyim. Politikacılara yaklaşanlar “genellikle bir iş veya çıkar için yaklaşır” anlayışı yaygın olduğu, politikacıların da ziyaretçilerine bu gözle baktığı bilindiği için, öyle görünenler arasında olmayı sevmedim; istemedim. Bu sebeple, sizlerin de idari ve politik görevleriniz esnasında, eşiniz muhtereme Sare hanımla, bir kaç defa yazışmak dışında, çevrenize yaklaşıp şahsi hiç bir talepte bulunmayanlardanım…
Size olan saygı takdir, güven ve sevgim sebebi ile küçük kızımı Şehir Üniversitesinde okutup mezun ettim…
Muhterem Hocam,
MÜSİAD kanalı ile Ak Parti yönetimindeki dost ve kardeşlerimize tavsiye edip hatırlattığım bir hususu size de hatırlatmamı umarım haddi aşmak olarak değerlendirmez, hoş karşılarsınız…
Aktif politika içinde olup idari görevler yürüten insanlar, aktif politika içinde olmayıp tarafgirlik illeti ile de malul olmayan, her sektörde kendilerine sadece gönül bağı ile bağlı olan, en azından muhalif olmayanlarla “özel bir istişare teşkilatı” da oluşturmalı ve o sektörle ilgili kararlara son şeklini vermeden, bu özel teşkilat ile de istişare etmesi gerektiğine inanmış olanlardanım.
Bu ifade ile sektörlerin resmi temsilcilerini kastetmediğimi de belirteyim ki yanlış anlaşılma olmasın.
Çünkü bunu kısmen bütün partiler yapmaya çalışıyor. Ak Parti Hac ve Umre organizesi içinde olan TÜRSAB ve Diyanet’in yönlendirmesiyle nasıl yanlışlar yaptığını, THY idaresini kullanarak TÜRSAB’ın işini samimiyetle yapmaya çalışan dürüst insanlara nasıl zulmettiğini, bu işin hala fırıldakçıların kontrol ve denetiminde olduğunu, DİB nın bu zulme neden ve nasıl seyirci kaldığını, belki siz bile hala bilmiyorsunuzdur..?
Sizin hata ve ihmallerinizin bize nasıl yansıtıldığını çoğu zaman size ulaştırma imkanı bile bulamadık. Herkes elle tutabildiği yere göre fili tarif ediyor. Ülkemizde gerçek manda STK kabul edilebilecek örgütlenmelerin sayısı, parmakla gösterilebilecek kadar az olduğunu akli selim sahibi herkes bilir ve kabul eder…
Parti teşkilatları, böyle bir müstakil gönül bağı ve istişare teşkilatının boşluğunu neden dolduramayacağını siz benden daha iyi bilebilirsiniz. O sebeple bu ayrıntıya da girmek istemiyorum…
Milletvekillerin ve parti teşkilatlarının hepsi oyunun içinde olan oyuncular gibidir. Oyunun fiilen içinde olanların nasıl oynadıklarının farkında olmaları oldukça zor, hatta imkânsız gibidir…
Parti teşkilatlarında görev alan, milletvekilliğine aday olan veya seçilenlerin çoğu hatalı icraatları, ya tenkit edebilecek seviyede değil veya bazı endişeleri sebebi ile çekinme durumundadırlar. Politik teşkilatları küçümsemiyorum. Sadece boş bırakılan bir alana işaret etmek istiyorum. Politik teşkilatınızda görev almak istemeyen fakat size muhalif de olmayan insanlardan, çalıştığı sektörde hatırı sayılır etkinliği olan, dürüst müstakil ve ilkeli insanlara fikir sormanın, onlarla istişare etmenin, onları size ulaşabilir kılmanın, size ne kadar faydası olur bilemem ama zararı olmayacağından eminim…
Size gönül bağı ile bağlı olan fakat politik teşkilatınızda yer almayan dostlarınızdan sistemli şekilde istifade edemeyince, eksiklerinizi, hatalarınızı söylemek sadece politik rakiplerinize kalıyor. Dost tenkitine alışkın olmayan, kulak asmayanlar, muhaliflerinin tenkitinden ne kadar istifade edebilir onun takdirini de size bırakıyorum…
Sizin baş danışman olarak görev aldığınızı duyunca çok sevinmiştim. Danışmanlığınız politik görevlere dönüşünce de endişe duyduğumu yakın çevremdeki dostlarıma söylediğimi de ifade etmek isterim…
Türkiye’de dava adamlığı iddiasında bulunanların çoğu, şu gerçekleri yeterince inceleyip öğrenerek, hayatına yansıtmakta zorlanıyor:
1- İslami anlayışımızı, İslami olmayan idari bir sistemde görev alınca, işlem ve icraatlerimize nasıl yansıtabiliriz veya yansıtmalıyız..?
2- İslami muhalefet anlayışı nasıl olmalı, nasıl uygulanmalı..?
3- Sultan 2. Abdülhamid’e muhalefet edenlerin haklı gerekçeleri var mıydı, bu haklı gerekçeler nelerdi..? O haklı gerekçeleri bilip kabul edenler bile bugün o dönemin muhaliflerine hak verebiliyor mu..? Neden..?
4- Daha yakın bir döneme gelerek merhum Necmeddin Erbakan Hoca’ya muhalefet edenlere bugün kimler hak verebiliyor..?
Elbette bu muhalefet edenlerin hepsini hatalı gördüğüm için bu soruları gündeme getiriyor değilim. Her dönemde muhalefet edenlerin haklı ve makul gerekçeleri vardır olabilir ve olmuştur. İncelendiği zaman aksini söylemek çok zor. Peki muhalefet edenlerin haklı gerekçeleri var idiyse aradan geçen zaman içinde pişmanlık duymaların sebebi nedir..?
Merak edip araştıranlar görecektir ki, o dönemlerdeki muhalifler muhalefetlerinde, İslami ve insani ölçülere, esaslara uymamaları sebebi ile pişman olmuş veya tenkit edilmişlerdir.
İslami ölçü ve esaslar içinde muhalif görüşte olan kişilerce yapılan tenkit ve uyarılar, isabetli olmasa bile, pişmanlık konusu olmaz.
Tam aksine zamanında yaptıkları bir görevin huzurunu duymaları gerekir…
Dava adamlığını nazari olarak bilip savunmak kolay olsa da davranışlarımıza yansıtıp yaşamak aynı derecede kolay olamıyor maalesef…
Bütün bunları hatırlatma ihtiyacını duymamın sebebini de yazmam gerekirse, Akit TV de yaptığınız programı, bugün banttan dinlemiş olmam bu hatırlatmalara vesile olmuştur. Bir dostum linkini gönderip hatırlatmış ve dinlememi tavsiye etmiş olmasaydı belki böyle bir yazı yazmayı düşünmezdim…
Biz sizden daha bilgili ve tecrübeli değiliz. Ama oyunun içinde olmayan müstakil bir seyirci gibiyiz. Futboldan hiç anlamadığım halde, milli takım maçlarında oynayan futbolcuları değerlendirirken, futbol fanatiklerini bile, futbolla ilgim olmadığına, inandıramıyorum…
Umarım size karşı da aynı duruma düşmüş olmam muhterem Hocam.
Bu vesile ile Ramazan Bayramınızı tebrik ile, selam, dua ve hürmetlerimi arz ediyor; Allah’a emanet olmanızı diliyorum…26/07/2021 Ahmet Ziya İbrahimoğlu
Ben 1954 Trabzon/Of doğumlu,
1962 yılında Hafızlığımı tamamlayıp, M.Rüştü Aşıkkutlu Hoca Efendiden talim ve Arapça eğitimim akabinde ilkokulu üç yılda bitirdim. 1975 Fatih İHL, 1979 İst.YİE mezunu, kısa dönem öğretmenlik ve müftülük görevlerinden sonra, Mekke Üniversitesi’nde Yüksek Lisans yaptım…
MÜSİAD Y.K. Üyeliği, Tahkim Komisyonu Başkanlığı görevlerini yürütmüş Üsküdar Çengelköy’de oturup Fatih’te iş yeri olan emekli bir eğitimciyim…
Yaptığımız İş ve Faaliyetlerle İlgili:
www.haremeyn.com
www.hamzali.org
Sitelerinden bilgi edinmek mümkündür.
Bu Yazıyı, ÖNDER’in Mevsimlik Yayınladığı Tohum Dergisinin Talebi Üzerine 2014 Yılında Yazdım.
Üstün ve önder olması gereken ümmet bilinci nasıl sağlanır? Sünnilik, Şiilik, Selefilik, Vehhabilik gibi fikir cereyanlarının ümmet bilincine etkisi, cemaat ve tarikatların vasat ümmet anlayışına katkıları veya zararları konusunda çok şey söylenebilir; yazılabilir. Ansiklopedik bilgi derinliklerine inilerek ilginç bilgiler de aktarılabilir. Bunu yapabilecek bol miktarda araştırmacı ve akademisyen arkadaşlarımız vardır. Ben bu yazıda ansiklopedik, ilmi kaynaklara dayanarak bilgi aktarmak yerine, vakıaya dayanan, yaşadığım, gördüğüm, şahitlik ettiğim, mensupları ile fikirlerimi müzakere ettiğim, tecrübe ve tespitlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Hayatımın en değerli otuz yılını Mekke merkezli yaşadım. Ortadoğu ülkelerini defalarca gezip yakından tanıdım. Bilinen fikir ve eylem guruplarının birçoğu ile beraber aynı ortamda yaşadım; mensupları ile görüştüm; müzakere imkânı buldum; arkalarındaki gücü hissedip tanıdım. Birbirine tamamen zıt, zehir-panzehir konumunda olan gurup ve görüşlerin aynı merkezden yönlendirilip desteklendiklerini müşahede ettim. Suudi Arabistan devletinin nasıl ve hangi şartlarda kurulduğunu en yetkili kişilerden dinledim. Siyasi bilinç olmadan, kullanılmak ve sömürülmekten, hatta fıkhi ve fikri konulardaki ufuk karartan ihtilaflardan bile uzak kalınamayacağını gördüm ve anladım. İfade etmeye çalıştığım bu çerçeveyi daha iyi anlatmak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak için, sembolik değeri olan birkaç müşahhas olayı-bilgiyi burada sizlerle paylaşmak istiyorum.
1980-83 yılları arasında, Mekke Üniversitesi Arap Dili Enstitüsünde okurken, takriben 20-25 farklı ülkeden gelmiş öğrencilerle aynı ortamı paylaşıyorduk. Bir gün Afrika ülkelerinden bir arkadaş bana, Hüseyin Hilmi Işık Bey’i tanıyıp tanımadığımı sordu. Bende emekli bir subay olması, İst İ.H.L. de kimya öğretmenliği yapması ve basılmış kitapları olan bir cemaat önderi olması gibi bilgilerimi kendisiyle paylaştım. Bu arkadaş bana “H. Hilmi Işık Bey’in kitaplarının İngilizce tercümesinin ülkelerinde ücretsiz dağıtıldığını, Vehhabilerin de yine ücretsiz dağıttığı kitaplarla, bu kitapların muhtevasında bulunan tenakuzların misyonerlik teşkilatlarınca nasıl kullanıldığını” anlatması, hele bu faaliyetlerin aynı merkez tarafından sevk ve idare edildiğini söylemesine şaşırmıştım. Merak edip H.Hilmi Işık Bey’in Vehabilerle ilgili görüşlerinin yer aldığı kitapları okudum. Kitaplarda Vahhabilere izafe edilen görüşlerin bir kısmı gerçek olsa da, bir çoğu, vakıa ile uyumlu, mübalağadan uzak, hatasız ve insaflı tespitler olmadığı için, isabetli de olsa nasihatleri havada kalıp etkili olmadığını gördüm. Hatta Vehhabileri besleyici etki yaptığını müşahede ettim. O kitaplardaki, gerçeklerden uzak, mübalağalı tespitleri okuyup bilen, Vehhabilik gerçeğini de görüp tanıyan kişiler “Işık Cemaatine” müfteri, “Vehhabilere” de mazlum gözü ile bakabilir. Başkalarının görüş ve tespiti ile yargılama yapmanın, bilerek veya bilmeyerek şer güçlere hizmet etmeye yol açabileceğini bilmeliyiz.
Yine Mekke’de yaşadığım yıllarda, Çarşamba Cemaatinin Mürşidi Muhterem H.Mahmut Efendi ile, Harem-i Şerifte müezzinliğin altında otururken, Vehhabiliği müseccel bir Suud’lu tanıdık yanımıza oturdu. Kendisine H.Mahmut Efendi’yi tanıttım. Oda kendisini tanıtarak kısa bir sohbetten sonra H.Mahmut Efendi’yi çok sevdiğini, Türkiye’de böyle insanlar çoğaldıkça Türkiye’nin geleceğine daha umutla bakılması gerektiği mealinde ifadeler kullandı. Sözlerini Hoca efendiye aktardım. Hoca Efendi de Ona bilmukabele iltifatlarda bulundu ve kendisini İstanbul’da misafir etmekten mutlu olacağını söyledi. Vehhabi olan Suud’lu tanıdık, muhatabının “tasavvuf şeyhi” olduğunu, Hoca Efendi de Suud’lunun “Vehhabi” olduğunu bilmiyordu. Bu durumu kendilerine bildirdiğim zaman her ikisi de şaşkınlığını gizleyemedi. Her iki tarafta, birbirlerini olduğu gibi değil, Ortadoğu’yu dizayn etmeye çalışan gücün tanıttığı gibi tanıyordu. Duydukları ve bildikleri ile gördükleri farklılık arzedince şaşırmaları normaldi. Biri diğerini sünnet düşmanı, keçi sakallı, diğeride onu hurafeler ve şirkle iç içe yaşayan dalalet ehli bir anlayış mensubu olarak tanımış ve bilmişti. Doğru olmayan tespit ve teşhislerle başkalarını damgalamak, onların varlıklarını daha kolay sürdürmelerine zemin hazırlar.
Osmanlı’nın Hicaz hâkimiyetini yıkmayı başaran güç, son Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’e neler vadedip nasıl kandırdığı, sonunda Suud ailesi ile çatıştırıp, Ürdün krallığına nasıl razı ettiği, Suud ailesine hangi şartlar karşılığında yardım edip krallığı nasıl oluşturduğu, aynı gücün Filistin topraklarında tesis ettiği hakimiyeti Yahudilere devredip devlet kurmalarına nasıl katkı sağladığını bilenler, eğer iyi iz sürmesini de biliyorlarsa, günümüz olaylarını doğru yorumlayıp, ümmet olma bilincini de doğru kavrayabilirler.
1985 yılında merhum Başbakanlardan Muhterem Necmeddin Erbakan Hoca bir gurup arkadaşı ile birlikte umreye gelmiş ve Suud yetkilileri ile de görüşmeler yapmıştı. O zaman Suud Kabinesindeki bir Bakanın, Erbakan Hoca’nın sitemvari sözleri üzerine, söylediklerini hiç unutamıyorum. Kendisi Erbakan Hoca’ya: “Suud devleti kurulurken İngilizlerle yapılan gizli bir anlaşma, bizim elimizi kolumuzu bağladığını dikkate almanızı isterim.” dedikten sonra bu gizli anlaşmanın zikrettiği maddelerinden şu anda hatırladıklarım mealen:
1- Suudi Arabistan Devleti, dini görünümlü bir devlet olabilir fakat Hilafeti canlandırmaya yönelik hiçbir faaliyetin içinde yer alamaz.
2- İngiliz ve müttefikleri, ihtiyaç duymaları halinde, üçüncü taraflara karşı, önceden izin almaksızın Suudi Arabistan topraklarını kullanabilirler.
Hatırlayabildiğim bu iki madde bile çok şey ifade ediyor. Eğer İngilizlerin Şerif Hüseyin’e, Hicaz Bölgesinde Halifeliğini ilan ederek, Osmanlıların korumaktan aciz kaldığı Hilafet makamını korumayı telkin edip saflarında yer almaya ikna etmesini, sonra da Suud Ailesi ile çatıştırarak, Şerif Hüseyin ve ailesi yerine Suud Ailesini destek verip Hicaz’a Hakim kılmak için, Hilafeti canlandırmaya yönelik bir faaliyet içine girmeme şartı koşmasındaki şeytani hile ve desiseyi iyi görüp bilirsek, Ortadoğu ülkelerinde kaynayan fitne kazanını hangi ateşle kimlerin kaynattığını anlamanın ilk adımını atmış oluruz.
Bugün bile umre ödemelerinin S.Arabistan bankalarından sadece Suud-İngiliz Bankası’na yatırılabildiğini kaç kişi biliyor? Yine sembolik bir değeri olan “Ru’yeti Hilal” konusunda, Ramazan’a farklı günlerde başlama, bayramı farklı günlerde yapma ihtilafı’nın arkasında aynı gücün olduğunu kaç kişi idrak edebilmiştir? Hilafeti ilga ederken Meclisteki âlim vasfı taşıyan vekillere “mekruh mu değil mi” tartışması yaptırmaları gibi, “Ru’yeti Hilal” konusunda kalem oynatanların benzer bir mantık yanılgısı içinde olduklarını görebilene ben henüz rastlamadım. Emekli Diyanet İşleri Başkanlarından Tayyar Altıkulaç Bey’in , üç ciltlik hatıratında, Ru’yeti Hilal konusunda yazdıklarına bakıp, yine onun döneminde D.İ.B Vakit Hesaplama Şubesi Müdürü olan E.Albay Arif Hikmet Köklü Bey’in söyledikleri ile karşılaştırın. Ufkunuzun genişleyeceğini göreceksiniz. Bayram günlerinde Müslümanlara bilerek, önemsiz görerek nasıl oruç tutturulduğunu öğreneceksiniz. (1)
Ortadoğu ülkelerindeki fikir ve eylem gruplarının sayısını bile tespit etmek çok zor. Vehhabi, Selefi, Şii gibi fikir gurupları yanında bir sürü eylem gurupları da var. Al Kaide, IŞİD gibi, eylemleri ile gündemde olan gurupların yanında, henüz isimlerini bile duymadığımız bir sürü fikir ve eylem gurupları var. Bu guruplar ihtiyaç duyuldukça, kısa zamanda devreye sokulur ve devleştirilir; canavarlaştırılır. İşi bitince de unutturulur. Belli kaynaklar tarafından oluşturulan bu gurupların piyasaya sürülenleri yanında yedekte bekletilenleri de vardır. Hatta bununla da yetinmeyip farklı niyetlerle oluşmuş veya oluşturulmuş İslami cemaat, cemiyet ve tarikatların içine sızmak için, destek görünümlü halka genişletme çalışması yapıldığını da bilmeliyiz. Genişleyen, büyüyen halkaları kendi kontrollerinde tutarak, zamanla merkezi yapılanmayı kontrol veya etki altına almaya çalışırlar. Samimi bir hareket ve etkinliğin, önüne geçip engellenmesi yerine, kendilerine bağlı, besledikleri kişileri, o hareketin ve etkinliğin, taraftarıymış, hayranıymış, etkisindeymiş gibi içinde yer almaya teşvik edip büyütmeyi tercih ederler. Bu büyümeyi izah ederken önderlerinin “Ateşe girer yanmaz; suya girer ıslanmaz” hikayeleri dışında yaptıkları bir şey olmadığını görürsünüz.
Hilâfeti yeniden ihyâ etme ihtiyacını, Müslümanlardan daha çok şer güçler dikkate alıp hazırlık yapıyor. Halife adaylarını yetiştirme ve kontrol etme plânları, uzun zamandan beri var; sürdürülüyor. Yakında böyle bir plân ortaya çıkarsa kimse şaşırmasın. Bu konu ile ilgili Ortadoğu ve Türkiye’de oluşturulmuş, test çalışılması yaptırılan guruplar var. Kaç kişi bunun farkındadır?
Halis niyetlerle kurulmuş olsa bile, büyüme, genişleme, yayılma esnasında kontrolü sağlamakta ortaya çıkan acziyet, kullanılmak ve alet olmak durumuna düşmeye yol açabiliyor. Son otuz yılda cemaat ve tarikatlara sızma gayretleri hız kazandı ve gözle görülür hale geldi. Bakıyorsunuz bir cemaat birkaç yıl içinde etkinliğini katlayarak artırabiliyor. Süratle genişleyip yayılabiliyor. Yılların cemaati bir anda etkinlik kazanması ve süratle yayılıp büyümesinin inandırıcı bir yanı görünmüyorsa, düşünüp birikim ve aklımızı kullanmamız gerekmez mi? İsmi bile duyulmamış bir örgüt bir anda ortaya çıkıp şehirleri yakıp yıkabiliyorsa, Ortadoğu’yu dizayn eden gücün taşeronları, yedek güçleri sahneye sürülüyor demektir. Elbette ki bu gücün ortakları ve müttefikleri, yardımcıları da vardır. Bu güçlerin oluşturduğu şeytan üçgenini tanımadan figüranları ile uğraşmak bizi sonuca götürmez. Çağdaş Şerif Hüseyin’ler, Hilâfet makamını kurtarmak gibi, hizmet yaptıklarını sansalar da, hıyanetlerini devam ettirmelerine, samimi taraftarları mani olmalıdırlar. Uyarılara kulak asmalıdırlar. Zalim kardeşinin zulmüne mani olmak, Ona yapılacak en önemli ve en güzel yardım olacağını unutmamalıyız.
Örnek nesil, Peygamber arkadaşları, Peygamberimize ”Ya Resulallah bu sizin görüşünüz mü, yoksa vahiy ile bildirilen bir görüş mü” diyebilmesindeki inceliği kavrayıp, Kur’an, Sünnet ve bu iki kaynağa bağlı müctehid alimlerin görüşlerine itibar ve bağlılığımızı sürdürmek “vasat ümmet” bilincini muhafaza edebilmenin sigortasıdır.
Son Şeyhülislamımız Mustafa Sabri Efendi’nin yardımcısı olan Zahid Al Kevseri, Mısırda yaşadığı yıllarda, Ehli Sünnet Cemaati ile Ehli Şia’yı yaklaştırma, uzlaştırma hedef ve iddiasıyla yayın yapan bir dergide yazı yazmasını isteyenlere mazeret beyan eder; birkaç defa ısrarlı bir şekilde talebin tekrarlanması karşısında onlara şu nasihatte bulunur: ”Ehli Sünnet Cemaati ile Ehli Şia’yı yaklaştırmak istiyorsanız, Ehli Şia, Ehli Sünnete yönelik telkin ve nasihatlerden vaz geçmeli, kendi cemaatinin aşırılıklarını düzeltmek için onlara nasihatle meşgul olmalı, Ehli sünnet alimleri de Ehli Şia’ya karşı olan yaklaşımlarını gözden geçirmek ve kendi cemaatlerine nasihati tercih etmelidir. Böylece her iki cemaat mensupları kendilerini aşırılıklardan koruyunca, uzlaşma ve yaklaşma kendiliğinden oluşmuş olur.”
Evet, herkes projektörü kendine çevirmeli, kendi eksik ve hatalarımızı görüp kendimize çeki düzen vererek yenilenmeliyiz. Uluslararası şer odaklarının ürettiği, besleyip yaşattığı fikir ve eylem guruplarının tuzaklarına düşmemek için, sapasağlam bütün canlılığı ile elimizde olan değer ve ölçülerimize bağlılığımızı artırmalıyız. İlme ve ilmi faaliyetlere önem vermeyen, mensuplarının tutum ve davranışları, ihlas ve samimiyetle bağdaşmayan, hiçbir fikir ve harekete, kör bir teslimiyetle bağlanmamalıyız. Karşıtlığa dayanan bir anlayışa itibar etmemeliyiz. İnancını davranışlarına yansıtabilen aksiyon adamı olmaya gayret etmeliyiz.
26.07.2014
Ahmet Ziya İbrahimoğlu
(1) Ayrıntı merak edenler, yine bu sitede yayınladığım, Ru’yet-i Hilal konusu ile ilgili yazımı ve bu konuda Tayyar Altıkulaç Bey ile yaptığımız mail yazışmalarını okuyabilirler.
Bu konuyu gündeme getirmek ancak Kemal Kılıçdaroğlu’dan Beklenir
CUMHUR REİSİ R.T.E NIN TEHLİKELİ PLANLARI(!) GÜNDEME GETİRİLMELİ…
1- RTE, “Osmanlı Fesi” giymeyi mecbur kılan kanun çıkaracak, giymeyenler için, fesli Alilerin yöneteceği hukuk mahkemeleri kurup en az yirmi bin kişiyi idam sehpasında sallandıracak ve halkı tam olarak özgürleştirdiğini iddia edecek…
2- Partisinin otorite ve hâkimiyetini güçlendirmek için DİB nı Ankara il başkanı olarak görevlendirecek; militan vali ve belediye başkanlarını aynı zamanda partisinin il başkanları olarak görev yaptıracak…
3- Kendisi hem devlet hem de parti başkanı olmakla kalmayacak; muhaliflerini, kendine bağlı çetelerle, yer üstünden yer altına göndermek üzere Çankaya Köşk bahçesine defnedecek. Bunun için orayı boşaltıp gerekli hazırlığı yapıyor…
4- Demokrat görünerek Şeriatı getirecek; Halifeliğini ilan edip Türkiye’yi “Çağdaş uygarlık” seviyesine çıkaracağını iddia edecek…
6- Şeriatı öğrenip yaşamayan gericileri cahil kabul edecek; onlara hiç bir konuda hiç bir şey sormayacak; kendini onların vasisi kabul edip onlar adına kendisi karar verecek; ihtiyaç duyarsa sadece “şerbet sofrasındaki” arkadaşları ile müzakere etmekle yetinecek…
7- Seçim sistemini “açık oy-gizli tasnif” esasına göre yeniden düzenleyecek; açıklık ve şeffaflığa yeni bir boyut kazandıracağını iddia edecek…
8- TBMM ni kendisinin tayin ettiği vekillerle oluşturacak; imalat hatası olarak muhalif vekiller çıkarsa, “şerbet masası” militanları kanalı ile hizaya getirecek…
9- Latin harflerini bir gece aniden değiştirip yasaklayacak; İslam ve Kur’an harflerini dayatıp zorunlu hale getirecek…
10- Kendisini “Reis Baba” olarak dokunulmaz kılacak; dil uzatanların ağızına acı biber sürecek…
11- Meyhaneleri, genelevleri, kumarhaneleri kapatacak; dört hanımla evlenmeye ruhsat verecek; insanları nefis ve şehvetlerine esir olmaktan kurtardığını söyleyecek; Allah’a kul olma özgürlüğüne alan açtığını iddia ederek kendine kul haline getirecek…
13- Tarihi şerbet sofrası müdavimi “fesli tarihçilere” yeniden yazdırıp resmî tarih haline getirecek ve aksini yazıp söylemeyi yasaklayacak…
14- Okullarda “Reis Baba Çok Yaşa” levhaları asılacak; o levhalarda yazılacak ilkeleri herkes ezberletip uygulayacak; karşı çıkanlar düşman ilan ederek “fesli Ali’leri” yargılatıp darağaçlarında sallandıracak…
15-Yeni getirilecek bu ilkeleri içine sindiremeyip benimsemeyerek yaşamayanlar, bir sabah aniden gemilere doldurulup İsrail, Yunanistan, Çin ve Rusya’ya gönderilecek…
16-“Reis Baba” koruma kanunu çıkarılacak. Onun fikir ve uygulamalarını benimseyenlere tam özgürlük verilecek. Muhaliflerine söz hakkı tanınmayacak; hiç bir resmî görev de verilmeyecek…
17- Türkiye’de mevcut heykeller toplattırılıp dolgu malzemesi olarak kullanılacak; heykel bütçesi, tekke ve zaviyelerin onarımı, Bektaşi tekkelerinin yapımı için tahsis edilecek…
18-“Halk Hâkimiyeti” yerine “Hak Hâkimiyeti” tesis edilecek. Namaz kılmayanların şahitliği bile kabul edilmeyecek; oy dahi kullanamayacaklar…
19- Bu sistem değişikliği “Cumhuriyet-i İslamiye ve Özgürlük Bayramı” olarak her yıl kutlanacak…
Sizi bilmem ama böyle bir “Reis Baba” düzeninden CHP ve HDP nin endişe etmesini kesinlikle haklı buluyorum. Haklı bulmakla da kalmıyor; gerçek demokratlık olarak görüyorum…
“Reis Baba ”ya bunun için diktatör demelerine de itiraz edemiyor; hak veriyorum…
Hukuk herkese lazım; sadece İslamcıların hukuk isteme hakları yoktur…
Kaliteli Müslümanlığın Göstergesi Nedir Bilir misiniz? Bu soru, Örneğimiz Önderimiz Peygamber Efendimize (sav) sorulan bir sorudur.
‘’Müslümanların en faziletlileri, en kalitelileri hangisidir ya Resulallah’’ diye sordular Peygamber Efendimize (sav). Soran, Altın neslin, kaliteli Müslümanların öncülerinden bir Sahabe. Allah onların hepsinden razı olsun…
Bu soruya Peygamberimiz (sav):
“Kaliteli ve Faziletli Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların zarar görmediği, emniyet veselamette olduğu Müslümandır.” (Buhari Hadisi) cevabını verdi.
قال عبد الله بن عمرو أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال:
«الضسنلم فن سنلة الضنلمون من لسنانه ؤيده، ؤالفهاجز من هجر ما نهى الله عنذ»، وسنل أي المسلمين أفضل
قال: «من سلة المسلمون من لسانه ويده». وفي لفظ «المسلم»، الألف واللام للكمال
Arapça metinde Müslüman kelimesinin başında bulunan elif ve lam “kemal ve kalite” ifadesini beyan etmektedir…
El ve dil, insan davranışlarını sembolize eden iki organdır.
İnsanlara ve hayvanlara şiddet, hırsızlık ve benzer davranışları elimizi kullanarak sergilediğimiz gibi, gıybet, dedikodu ve hakaret gibi yasakları da dilimizle işleriz.
Dilini hançer gibi, ok gibi kullanıp yaralayıcı, ürkütücü ve itici davranan Müslümanları kaliteli Müslüman sayamayacağımız gibi, elini yasaklara uzatan, şiddette kullanan Müslümanlar da kaliteli Müslüman sayılamazlar…
Trafikte gereksiz korna çalmaktan, insan veya hayvanlara karşı kullanılan şiddet ve kabalığa kadar her hareketimizde sergilediğimiz bütün davranışlarımız kalitemizin göstergesidir… Sözünde durmayan, çekini vaktinde ödemeyen, eşine ve çocuklarına kaba davranıp şiddet uygulayan, yalan söyleyen, dedikodu yapan, adaletle hükmetmeyen, rüşvet alan, rüşvet veren, haksızlık ve ayrımcılık yapan, vazifeyi ehline vermeyen, vazifesinin hakkını gözetmeyen, dilini hançer gibi kullanıp hakaret eden, itici kırıcı, rencide edici, aşağılayıcı ve ürkütücü kullanan Müslümanlar, kaliteli Müslüman olamazlar. Saydığım davranışlar temsil için olup tahdit için değildir. Yani örneklemek içindir; sınırlandırmak için değildir. Kısacası davranışlarımız kalitemizin göstergesidir… Namaz, Oruç, Zekât, Hac ve Umre gibi kulluk görevlerimiz kalitemizin göstergesi sayılamaz. Komşumuza, onurunu zedelemeden ikramda bulunup eziklik hissettirmeden ihtiyacını gidermek kalitemize delalet etse de, borcumuzu ödemek kalitemize delil olmaz fakat vaktinde ödemeye ihtimam göstermek kalitemizin göstergesi olabilir…
KALİTE, YAŞAMAKLA OLUŞUR SÖZLE OLUŞMAZ. BUNUN İÇİN “HAL” “KAL” dan DAHA ETKİLİDİR. SÖZÜN YALAMA OLDUĞU BİR ZAMAN DİLİMİNDE YAŞIYORUZ. AZ KONUŞUP ÇOK TEFEKKÜR EDEREK ÖRNEK OLMAYA ÇALIŞMALIYIZ.
Prof.Dr. Abdüssettar Siret Hocamızın kendi ifadesiyle Hayat Hikâyesi
(Kendisinin Arapça olarak yazdığı hayat hikâyesi tarafımdan tercüme edilmiştir.) 15 Ekim 1937 de, Kuzey Afganistan’ın Samangan şehrinde doğdum.
– İslami İlimlerde doktoramı yaparak profesör oldum.
– Afganistan Kabil Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dekanlığı ve Hocalığı yaptım.
– Afganistan Kraliyet Dönemi Sonlarına doğru, 1969-1973 yılları arasında Adalet ve Evkaf Bakanlığı ile Genel Sekreterliği, Devlet Bakanlığı ve Bakanlar Kurulu Genel Sekreterliği görevlerinde bulundum. – 1973-2002 yılları arasında Afganistan’ın merhum Kralı, Muhammed Zahir Şah’ın özel müsteşarlığı ve temsilciliğini yaptım.
– Dört dönem boyunca, Afganistan Cihadına hizmet, Barış ve İttifak için kurulan Şura Meclisi üyeliğinde bulundum.
– 2001 de Bon’da yapılan Konferansta geçici Afgan hükümeti başkanlığına seçildiğim halde, özel siyasi sebeplerle bu görevden feragat ettim.
– 2004 de Afganistan Devlet Başkanlığı adayları arasında seçilenlerden biri oldum.
– 1975-2002 yılları arasında, çeyrek asırdan fazla Mekke Ümmü’l Kura Üniversitesinde hocalık yaptım. – 1976-2010 yılları arasında Merkezi Mekke’de olan Dünya İslam Birliği Kurucu Meclis üyeliği görevini yürüttüm.
– 2002-2021 yılları arasında Amerika Kaliforniya’da ikamet ettim.
– İki aydan beri de, Tarihin Başkenti, Mescitler ülkesi Türkiye’de ikamet ettiğim için Allah’a hamd ediyorum.
Prof.Dr.Abdüssettar Siret
21.06.2021 Karamürsel
Bugün Afgan’lı Abdüssettar Siret Hocamızı ziyaret esnasında gündeme gelen bazı konular şöyle: – ABD Kabil Elçiliği ve Afganistan Devlet Başkanlığı Sarayı, Kabil havaalanına 2-3 km mesafede. – ABD Türk askerinin Kabil Havaalanında kalmasını istemekle, bir taşla birçok kuş birden vurmak istiyor. – Peştun ve Tacikliler Afganistan Nüfusunun % 70 ini oluşturuyor.
– Taliban gurubu Peştun olup tek başına Afganistan idaresinde başarılı olma imkânı yok. Asgari olarak Peştun ve Tacikli’lerin ittifakı gerekli,
– Afganistan’ın % 10 Şii ve İran ile bağlantılı. İran’dan destek alabiliyorlar…
– Taliban’ı Pakistan destekleyip eğitiyor. Türkiye’nin ABD isteği yahut NATO şemsiyesi altında Kabil de kalması, Türkiye’nin lehine olmadığı gibi Afganistan’ın da lehine değil. Çok yönlü sıkıntılar yaşanabilir; Türkiye ile Pakistan ilişkileri de bozulabilir..?
– Afganistan’ın Askeri eğitim geleneği ile Tıp eğitimi geleneği Osmanlı’ya dayanıyor; Türklere bütün Afgan gruplarının sempati ve yakınlık duyması, korunması gereken önemli bir değerdir.
– Kabil havaalanı ile ABD elçiliği arasında gizli bir tünel olup olmadığını sordum; bu duyum yaygın ama kesin bir dayanağı yok dedi.
– Şu anda mevcut olan hükümet ABD ve Rus taraftarların koalisyonu olan bir hükümet olması da ilginç geldi bana…
– 8-10 gün evvel Türkiye’ye gelen Afgan Dışişleri Bakanı solcu olup, Rus yandaşı bir insan…
Türkiye’nin bu bilgileri dikkate alacağını tahmin ediyorum…
(Abdüssettar Hoca Mekke Üniversitesinden Hocam olup çok tecrübeli ve kültürlü bir insandır.) Ahmet Ziya İbrahimoğlu18.07.2021 Karamürsel
2020 Yılının ilk aylarında Doğu Afrika ülkelerinden olan dört ülkeye, bir proje ve hayır gezisi yapma fırsatı bulmuştum…
Bu ülkeleri yakından tanıyınca duygu ve düşüncelerim allak bullak oldu; şaşırdım; sarsıldım…
Dünyanın en güzel, en verimli, en zengin topraklarında, insanların nasıl bir fakirlik ve yoksulluk yaşamaya mahkûm kılındığını, sömürgecilerin bu sömürü sistemini nasıl kurup yürüttüklerini öğrenmek, beni hayrete sevk edip derinden yaraladı…
Görüp öğrendiklerimi yazmak istedim; bir türlü elim varıp başlayamadım…
Ben Trabzon/Of’un çay üretilen bir köyündenim. Çay bitkisi yılda 3 defa ürün veriyor. Nadirattan da olsa 4. defa ürün verdiği yıllar da olur. Kesip toplayarak satıyoruz…
Yılda üç hasatlı bu ürün, arazisi çok az ve kıt olan bu bölgede, fakirlik sıkıntısı yaşayan insan bırakmadı…
Etiyopya, Uganda ve Kenya’nın çay olan bölgelerinde, çay bitkisinden yılda 8-10 defa, Tanzanya’da ise 22 defa ürün alınabildiğini görüp öğrendim. İlk duyduğumda tercüman yanlış aktarıyor zannetmiştim. 2 mi 22 mi diye üç defa tekrarlayıp sordum. İngilizce ’den tercüme eden arkadaşa güvenmeyip Arapça bilene de sordum.
Evet, çay yılda 22 defa ürün veriyormuş Tanzanya’da…
Çayın 22 defa kesilip toplandığı bir bölgede fakirlik nasıl olur..? Sorup öğrenince hayretten küçük dilimi yutacak gibi oldum…
Aman Allah’ım bu çağda böyle bir sömürü, böyle bir zulüm nasıl olabilir..?
Afrika ülkelerinin bir kısmını Fransızlar, diğer büyük bir kısmını da İngilizler sömürmüş; sömürüyor. İki sömürgeci ülkenin sömürü sistemleri benzerlik arz etse de İngilizler daha usta, daha kurnaz ve daha profesyonel olduğunu söylemek mümkün…
Ayrıntılara girmeden bir misal zikretmem gerekirse, Uganda’yı İngilizlerin sömürme planı şöyle işledi; işliyor…
Uganda, Hıristiyanlarla Müslümanların beraber yaşadığı bir ülke, insanların ten rengi siyah, İngilizlere benzer tarafları yok. Direk İngilizlerin yürüteceği bir sömürü planı uzun vadeli olmaz; olsa da zahmetli ve riskli olabilir. Öyle bir aracı vekil bulmak gerekir ki, ne ten renkleri ne de dinleri İngilizlerin çıkarlarını uzun vadede riske sokmalı..? Bulunacak aracı ne beyaz tenli ne de siyah tenli olmalı, Müslüman veya
Hıristiyan da olmamalı, bu vasıflardan biri bile uzun vadede risk oluşturabilir; sömürü çarkının tıkır tıkır işleyip dönmesini engelleyebilir..?
İşgal edilip el konulmuş verimli araziler, oluşturulan şirketler üzerine tescil edilmiş ve bu şirketlerin yönetim görevi de Hindistan’dan özel seçilip özel eğitimden geçirilmiş olan, esmer tenli, Budist Hindulara verilmiş…
Budist Hindular Ne beyaz ne siyah, ne Müslüman ne Hıristiyan, herkes için ideal…
Beyaz olsa kabul görmez; siyah olsa uzlaşma riski oluşur; Müslüman olsa denge bozulur; Hıristiyan olsa işbirliği İngilizler aleyhine gelişebilir..?
Ülkedeki toplam sayıları on bini geçmeyen, İngilizlerin desteği olmadan varlıklarını sürdüremeyecek olan bu Hinduların ihanet etme şansı da olamayacağına göre muhteşem sömürü sisteminin devamını riske atacak ihtimaller minimize edilmiş oldu. Bu verimli arazilerde çalışıp üretme işçiliği için yerli halkın seçilmesi de İngilizlerin Ugandalılara jesti ve ikramı olmuş..! Yevmiye için de cömert(!) davranmışlar; günlüğü 1 dolar. Evet, yanlış duymadınız; günlük bir dolar ücret. Nasıl bir düzen ama..? Sevdiniz değil mi..?
Bizim bunu öğrenip bilemeyişimiz, dünya zalimlerinin utanmaz yüzüne çarpamayışımız, bütün insanlığa duyuramayışımız anlaşılabilir, kabul edilebilir değil…
Ayrıntıları anlatmaya kalksam bu yazı kapsamına sığmaz; eksik ve yetersiz olur; fırsat bulsam da avazım çıktığı kadar bağırarak, yüksek sesle dünyaya haykırabilsem, duyurabilsem keşke…
Yazdıklarımı mübalağa zannedip inandırıcılığımı kaybedebilir miyim diye endişe etmiyor da değilim…? Neden mi? Bu sömürü ve zulmü yapanların, zulmedip sömürdükleri insanların zihinlerini de işgal edip kendilerine hayran bırakmaları gözümü yıldırdı…
Kuzunun kurda, kişinin celladına âşık olması diye bir kavram bilirdim fakat yaşandığını yaşatıldığını görmemiştim…
Uganda’nın merhum devlet başkanı ile ilgili, bir arkadaşımızın fiilen yaşadığı bir hatırayı aktarmakla yetineyim şimdilik…
Sizden ricam, aktaracağım bu ibretlik hatırayı, yazdığım bu kısa bilgilendirme notu ışığında dinleyip değerlendirmeniz…
[ Dünyayı kana bulayan Siyonist ve emperyalistlerin, her işine gelmeyen Ülke liderlerini Diktatör yaftasıyla alaşağı etme alışkanlıklarına bir yenisini ekleyip, yamyam yaftasıyla iktidardan ettikleri Uganda eski devlet başkanı merhum İdi Âmin ile ilgili hatırayı şöyle özetleyebilirim:
Mekke-i Mükerreme Ummul-Kura Üniversitesi mezunu, halen Avustralya’da yaşayan eğitimci arkadaşımız Ahmet Bozlar Hoca’nın anlatımı ile 1980’li yılların başları… Cidde’de büyük bir otelde yapılan Türkiye’yi tanıtma haftası toplantılarından birine katıldık. Aynı şirkette çalıştığımız, inancı zayıf olan, hatta olmayan bir Türk mühendis de bizimle beraberdi.
Bana:
“- Hoca efendi, şu adam İdi Amin değil mi?” diye sordu.
O tarafa baktığımda: “Ona benziyor, amma bilmem” dedim.
Mühendisin ısrarı üzerine masasına gittik.
Ve arkadaşım: “Siz İdi Amin misiniz?” diye sordu.
O da: “Bir Türk kahvesi ısmarlamazsanız konuşmam” deyince sıcak bir hava oluştu.
Oturduk yanına. Tam o esnada bizim mühendis bey bombayı patlattı: “Siz ülkenizdeyken neden insan kanı içiyordunuz?” deyiverdi.
İdi Amin gayet sakin bir şekilde:
“Orada Türk kahvesi yoktu da onun için” dedi.
Bizim mühendis bey ukalalığına devam eder mahiyette güldü. İdi Amin, mühendisi omuzundan eliyle bastırarak sandalyeye oturttu.
Ve:
“Siz Türkler 1974’de Kıbrıs’ta çocukları, ihtiyar kadınları, neden dozerlerle çukurlar açarak canlı canlı gömdünüz?” diye sordu.
Mühendis bey celallenerek:
“Hayır, biz öyle bir şey yapmadık. Onu Rumlar yapmıştı..“ deyince o aslan yapılı İdi Amin kükrercesine: “Sen bana insan kanı içiyordun dedin. Bir insana yapılabilecek en ağır hakareti yaptın, ben kızmadım.
Sana ne oluyor şimdi?” diye çok sert bir üslup ve bakışla dakikalarca sayın mühendis beye baktı.
Ve ekledi:
“Baby (çocuk), benim ülkem kuş cennetidir. Ben halkımla hep iç içe yaşadım.
Beni ziyarete gelenler bana kuş eti veya kuşu canlı getirirlerdi. Kabul ettiğim tek hediye buydu.” Aynı o sert bakış ve sesle:
“Ben o kuşların bile kanını içmedim” dedi.
Aniden yumuşak bir üslupla:
“Ben gelmeden önce Uganda’da Müslümanlar köle ve hizmetçi idi. Resmi iş alamazlardı. Ben bunların resmi işlerdeki oranını yüzde 80’e çıkarttım. İngiliz ve batı bunu asla kabullenemedi. Daima aleyhte haberler üretti masa başından.
Bilin ki benim ülkemden çıkan her haber; önce Londra’ya gider, orada şekillenir ve oradan size gelirdi. Sizinle ilgili haberler de önce İsrail’e, oradan İsviçre’ye gider; orada istenen şekle konur, sonra bize gelirdi… Ve bu, halen de böyledir” dedi.
Ve: “Hadi bir Türk kahvesi daha..” diyerek sustu…
Kendisinden özür dileyerek, boynumuz bükük şekilde, yanından ayrıldık…]
İdi Amin’den dinlediklerimiz arasında bir cümlenin altını çizip tekrarlayarak yazımı bitireyim… “Bilin ki benim ülkemden çıkan her haber; önce Londra’ya gider, orada şekillenir ve oradan size gelirdi. Sizinle ilgili haberler de önce İsrail’e, oradan da İsviçre’ye gider; burada istenen şekle konur, sonra bize gelirdi… Ve bu, halen de böyledir”
Ruhun şad olsun İdi Amin, Allah’ın rahmet ve mağfireti üzerine olsun…
Verdiğin mesajı duyan bir nesil var; sömürü sistemine senin çomak soktuğun gibi çomak sokma gayretini sürdürüyorlar. Afrika’ya Fransız kalmayan bu nesil, senin bıraktığın yerden devam ediyor. Emeklerin hiç de boşa gitmedi…
Halen Fransızların uykusunun kaçması, İngilizlerin keyfinin bozulması da buna mani olamayacak inşallah…
Başlıktaki sekiz kelime anlatacağım hikâyenin şifre kelimeleri, küçük hacimli yaygın dolandırıcılığın dayanılmaz acı bir hikâyesini yaşamayanımız çok azdır. Buna rağmen çileli takibe talip olmak yerine, lanet olsun; Allah’ından bulsun; deyip unutmaya terk ettiğimiz, çoğu zaman kayıt dışı kalan cinsten bir hikâye… Yıl 2014 Kasım ayının yirmisi, Trabzon/Of’taki aracımın ruhsat yenilemesi için muayene günü geldi; oğluma telefon edip TÜV TÜRK sitesine girerek Rize araç muayene istasyonundan randevu almasını istedim. TÜV TÜRK yazıp karşısına çıkan siteye bilgi girmeye başladı. Kısa bir süre sonra bilgi girdiği sitenin TÜV TÜRK resmî sitesi olmadığını fark edip devam etmedi; vazgeçerek işlemi iptal etti ve TÜV TÜRK resmî sitesini bularak gereken bilgileri işledi ve randevu alıp bana bildirdi. Randevu aldıktan yarım saat sonra bir bayan arayarak, “muayene istasyonundan aradığını, randevu günü işlemlerinizi daha süratli ve sistemli yürütmek için hesap numarası vereyim ödemenizi yaparak makbuzla beraber gelin ki işleminiz daha kolay ve süratli yürüsün” dedi. Tamam deyip hesap numarasını yazdım. Oğluma bildirip ödemeyi yaptırdım… Muayene günü istasyona gidince ödemeyi yapmış olmanın rahatlığı ile sıramızı bekledim ve sıram geldi; biz ödemeyi yapmışız makbuzumuz var dedik. İlgili bayan memurenin şaşkınlığını bakışından hissettim; “bizim böyle bir uygulamamız yok beyefendi” deyince şaşkınlık sırası bana geldi; dolandırıldığımızı o zaman ancak anlayabildim… Meğer TÜV TÜRK komisyoncusu konumunda olan siteye bilgileri girme denemesi esnasında telefonumu kaydetmiş, araç muayenesi yaptıracağımı öğrenmişler… Bu bilgileri değerlendirerek istasyon adına arayıp kolaylık için ödeme yapmamı ve makbuzla beraber gelmemi istemeleri şüphe uyandırmamıştı. Arayan istasyon adına aradığını söylüyordu; aracımızın muayene olacağını zaten başkası da bilemezdi. Yazdırdığı hesap numarasının Ziraat Bankasında olması da güveni pekiştiriyordu… Canım iyice sıkılmış, durumu oğluma bildirerek tezgâhın ayrıntılarını öğrenmiştim. Yanılgı sonucu bilgi girdiği, sonuçlandırmadan işlemi iptal ettiği site ile sadece mail irtibatı kurulabiliyordu. Mail ile yazılı olarak müracaat edip bilgi ve düzeltme talep ettik; ses seda çıkmadı… Tanıdık bir emniyet müdürü ile banka şube müdürü bir arkadaşın yardımı sayesinde komisyoncu site sahibinin isim ve hesap numarasının kayıtlı olduğu banka şubesini öğrendim. Telefon numarası sahibini de tespit ederek Savcılığa dilekçe verip gereğini talep ettim. Soruşturmaya gerek olmadığı kararı verildi. İtiraz ederek mahkemeye müracaat ettim; reddedildi. Savcılık kararını onayladılar. HSYK ve Adalet Bakanlığına yazıp durumu bildirerek yaygınlaşan bu dolandırıcılığı önlemek için tedbir teklifi sundum. HSYK kayıtsız kaldı. Adalet Bakanlığından da hala cevap bekliyorum… Benzer bir olayı AEG tamir servisi ve BALDERESİ şirketi ile ilgili de yaşamış ve yıllarca süren bir hukuk mücadelesini sürdürmüştüm. Bilgi ve tecrübem vardı… DOLANDIRICILAR kör bir alan keşfetmiş, küçük çaplı dolandırmaların peşine takılıp koşturan ve takip eden olmadığını, İdare, Emniyet ve Yargı gibi kurumların da böyle basit olaylarla ilgilenmediğini bilmenin rahatlığı ile, hacmi küçük sürümü yüksek, zeka ürünü bir dolandırıcılık sayesinde, rahat, bol gelirli, riski yok denilecek kadar az, imrendirici ve keyifli bir imkanı değerlendiriyorlar… Her alanda birçok dolandırıcının cirit attığı son yılların bu yeni dolandırıcılık sistemi her geçen gün artıyor; yaygınlık kazanıyordu…
Bürokrasinin duyarsız ve yetersizliği, yargının ilgisizliği vatandaşın umutsuzluğu, dolandırıcının tilkiliği, bol, rahat, çilesiz ve risksiz bir kazanç alanı oluşturdu. İstediğin gibi dolandırabiliyorsun; hacmi küçük olduğu için vatandaş, lanet olsun, Allah’ından bulsun deyip takip etmeyi çileli, astarı yüzden pahalı olması sebebi ile değmez buluyor; İdare basit görüyor; ilgilenmiyor. Yargı da yeterli ilgi ve ihtimam göstermeye değer bulmuyor; böylece dolandırıcıların zekâsına da gün doğmuş oluyor… Benim gibi patavatsız bir vatandaş çıkar da yüz elli lira için bin beş yüz lira harcar ve hukuki mücadele çilesini göze alabilirse onu da dolandırıcı ile uzlaştırıp, sadece dolandırıcıya kaptırdığı meblağı geri verdirtmekle, dolandırıcıyı rahatlatıp kaldığı yerden devam etmesine fırsat veriyorlar. Sonunda bu dolandırıcı, çilekeş, azimli, kararlı bu vatandaşa dönüp: “Sen ne uyuz vatandaşsın; yüz elli lira için altı yıl uğraşmak, bin beş yüz lira harcayıp yüz elli lirayı geri almakla ne elde etmiş oldun..? Senin gibi on tane uyuz vatandaş çıksa bizim tezgahımız yıkılır; siz bunun faturasına katlanabilir misiniz..?” dediğinde yıkılmamak, umudunu kaybetmemek, bozulmamak çok zor… Siyasi otorite ve idare, Emniyet ve Yargı dikkatsiz ve şuursuz bir şekilde dolandırıcılara alan açtığını fark edip itibar ve güven kaybını durdurmak zorunda. Yoksa herkes kendi işini kendi yöntemi ile halletmeye kalkarsa ülkemize yazık olur. Çeteler yerden mantar biter gibi çoğalır ve yayılır… Ben altı yıllık idari ve hukuki bir mücadele verdikten sonra dolandırıcıdan 400 TL mi bugün geri alabildim. O tarihteki bu meblağ bugünün 1000 TL na denk, yaptığım masrafların toplamı da bu meblağın tam üç katı… Dolandırıcının zekâmla alay etmesi ise yanıma kalan manevi kârım (1) Ne dersiniz böyle bir sistem yürür mü..? Böyle bir adalet itibar kazanıp güven vererek umudu canlı tutabilir mi..? Bu çarpıklığa kimin el atması gerekiyor..? Biraz empati, biraz ilgi ve duyarlılık, biraz fedakarlık bu işi kökten çözmeye yetmez mi..? Düşünmeye vaktiniz yoksa, duyarlı vatandaşlara kulak verin, itibar edip ciddiye alın yeter… Bizzat yaşadığım üç olay ile ilgili iki dosyayı aşağıda ilgi ve incelemenize sunuyorum. Birini sonuçlandırdım; diğerinde mücadelem devam ediyor. Umudum canlı değil moralim bozuk… Baldan tatlı bal dosyamı ise ne siz sorun ne de ben anlatayım..? “Ünlü balcının” evi soyulmuş; hırsızlar bir buçuk milyon dolarını almışlar. Bütün TV kanalları “ünlü balcımızı” daha da ünlü etti. 2013 yılından beri sahte balcı ile sürdürdüğüm hukuk mücadelesine ise kulak veren bile yok. Bu basın mı kamu hizmeti yapıyor..? Ölmüşüm ağlayanım yok…
Emeviler devrinde Abdurrahman b. Velid kumandasında bir İslâm ordusu, Kostantiniye’ye yani İstanbul’a bir sefer düzenlemişti. Ebu Eyyüb el-Ensarî Hazretleri de yaşı seksenin üzerinde olmasına rağmen, bu ordunun askerleri arasındaydı. Harb esnasında Rumlar şehrin surlarına arkalarını dayamışlardı. O sırada Müslümanlardan bir zat, kaledeki düşman üzerine açıktan hücum etmiş, bunu gören Müslümanlar, “Allah yolunda mal varlığınızdan harcayın da kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…” ayet-i celilesini dikkate alarak: “…kendi kendini tehlikeye atıyor” demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Eyyüb el-Ensarî: Ey Müslümanlar! Bu âyet biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. Allah Peygamberine yardım edipte din-i İslâmı galibiyete mazhar kıldığı zaman biz, artık mallarımızın başında durup onları arttırmak ve ıslahı ile meşgul olalım mı? demiştik. Allah Teâla: “Allah yolunda sarfediniz. Kendi kendinizi tehlikeye bırakmayınız1 ayetini indirdi. Bundan dolayı kendini tehlikeye atmak, mallarımızın başında durup, onları arttırmak, ıslah ile uğraşıp cihadı terk etmemizdir” demiştir. 2 Söylemekle kalmamış, akabinde bütün gücünü ortaya koyarak Allah yolunda cihada girişmiş ve nihayet şehid düşerek İstanbul’da defnolunmuştur.
Ebu Eyyub el-Ensarî böylece kendini tehlikeye atmanın, Allah yolunda cihadı terk etmek demek olduğunu ve âyetin bu hususta nazil olduğunu haber vermiştir. Nitekim âyet-i celilenin nüzul sebebi, Allah yolunda harb ve çarpışmadan, o uğurda mal harcamaktan kaçınmanın bir tehlike olduğunu hatırlatmak içindir.3
“Elleriyle kendini tehlikeye atmak, günah işlemekle mağfiretten ümidi kesmek” olduğu da rivayet edilmiştir.4 Bunun, infak karinesiyle: “Harcamada israf edip, yiyecek, içecek bulamayacak dereceye vararak telef olmak” manâsına geldiği de söylenmiş, “Düşmana tesir etmeyecek bir şekilde harbe atılmak” demek olduğu da belirtilmiştir ki Ebu Eyyüb’un itiraz ettiği ve nüzul sebebini anlattığı cemaatin görüşü de bu idi.
“Sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna engel olmayacağı” ayet-i celilede bu manaların toplanmasında da çelişki ve terslik bulunmaması, zikredilen manaların hepsine dayanak kılınmasına imkan vermektedir. Bunun için İmam Muhammed, Siyer-i Kebir’inde der ki: “Tek başına bir adam, bin kişiye hücum edecek olsa, eğer kurtulma veya düşmanı kırma ve tesir etme ümidi varsa, sakınca yoktur. Kurtulma veya düşmanı kırma ümidi yoksa mekruhtur. Çünkü Müslümanlara bir faydası olmaksızın kendini ölüme atmış olur. Bunu yapacak olan kimse ya kurtulmak veya Müslümanlara bir faydası bulunmak ümidi olursa yapmalıdır. Kurtulma ve düşmanı kırma ümidi olmadığı halde diğer Müslümanlara cesaret versin ve böylece düşmanı tepelesinler diye misal gösterilecek bir örnek olmak üzere yaparsa sakınca yoktur…”5
Kendini öldürmede dine ait bir menfaat varsa; o zaman da bunu yapmak, pek şerefli bir makam olur ki Cenab-ı Allah, Rasulullah’ın ashabını bununla övmüştür: “Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında kendilerine Cennet vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar da öldürürler ve öldürülürler.”6Kendini öldürmede dine ait bir menfaat varsa; o zaman da bunu yapmak, pek şerefli bir makam olur ki Cenab-ı Allah, Rasulullah’ın ashabını bununla övmüştür: “Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında kendilerine Cennet vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar da öldürürler ve öldürülürler.”
Allah (c.c) yarattıklarını en iyi bilen ve onlara en merhametli olandır. Mal kazanma, biriktirme hırsı ve rahat yaşama arzusuna dalıp cihadı terk etmenin tehlikesini hatırlatıp bizi uyarmıştır.
Filistin’de yok edilmek, öldürülmek istenen bu ruhtur. Bu ruhun canlı tutulması, beslenmesi ve desteklenmesi bütün dünyadaki Müslümanların boynunun borcudur. Bizim için direniş ve dirilişin gerçekleşmesi, maddi ve manevi terakkinin tahakkuku, Kur’an ve Sünnet’in aydınlattığı yolda kararlı bir yürüyüşle mümkün olabilir.
O yolda olmak, hem bu dünyada huzura kavuşmamıza imkan veriyor hem de Cenneti garanti etme fırsatı sağlıyor.
Filistin’deki cihadı değerlendirirken aşağıdaki hususları mutlaka bilmek ve dikkate almak gerekiyor:
Filistin’de, Müslümanlarla Siyonist Yahudiler arasında sürekli bir savaş hali olup, sözüne ve sözleşmesine güvenilmeyen bir düşmanla karşı karşıya bulunulduğu,
İsrail’de yaşayan Yahudilerin tamamı, kadın olsun erkek olsun, hangi işi yaparsa yapsın, ev hanımı dahi olsa askeri eğitim almak zorundadır. Yenilenen teknolojiyi öğrenip tatbik edebilmek için herkes yılda iki ay bu eğitime katılmaktadır.
Müslümanların can ve mal güvenliği, teşebbüs hürriyeti yoktur. Sadece ölümlerden ölüm beğenmek hakkı vardır. Çünkü Siyonist Yahudiler kendileri dışındaki insanların, kendilerine hizmet ettikleri sürece yaşama hakları olduğuna inanırlar.
Yahudilerin tamamı Siyonist düşünceyi onaylamazlar. Ancak İsrail’de yaşayan Yahudilerin çoğunluğu Siyonist zihniyetli Yahudilerdir.
İsrail’de yaşayan Hıristiyanlar ise, Yahudilerden hoşlanmazlar. Hatta Müslümanlardan daha fazla onlardan nefret ederler. Müslüman – Siyonist Yahudi çatışmasında Müslümanlardan yana tavır koymayı tercih ederler.
İsrail Devleti, ihtiyaç hissettiği zaman muhalifleri ile ilgili devreye sokmayı düşüneceği etkinlikte bir İslam ülkesi ve lideri kalmadığını çok iyi biliyor. Bundan dolayı Türkiye ile ilişkilere çok önem veriyor. Son günlerde Sayın Başbakan’ın onurlu çıkışı ve tavrından rahatsız olsa da, O’nu karşısına almayı göze alamıyor. Sadece onun artan etkinliğinden istifade etmeyi sağlayacak tedbir ve çareleri planlıyor. Çünkü Türkiye’nin konumu, Başbakan’ın artan itibar ve etkinliğinin şu anda alternatifi olmadığı gibi, Suriye, Lübnan, İran ve Filistin gibi ülkelerle yaşanan sıkıntılarda, Türkiye’nin aracılığına en çok ihtiyaç duyan ülke Amerika ve İsrail olduğunu herkes biliyor. Ayrıca Türkiye’yi şu anda kendileri için tehlike de görmüyorlar.
Hamas’ın hakim olduğu Gazze bölgesinde, farklı fikirlerde, küçükte olsa değişik gruplar da bulunmaktadır. Hatta İsrail güdümünde olup Siyonistlere haber uçuran, ajanların bile aynı bölgede varlığını inkâr etmek mümkün değildir.
Hamas, İslâmi kültür, birikim ve hassasiyeti olan insanların denetiminde olan bir halk hareketidir. Filistin halkının güvenebileceği en güçlü ve samimi bir yapılanma konumunda olduğu söylenebilir. Çaresizlik ve mahrumiyetler içerisinde mücadelelerini sürdürmek gayretindedirler. Onların sahadan çekilmesini sağlayabilseler İsrail’in Filistin’e mutlak hakimiyeti önünde ciddi bir engel kalmamış olacak. İşte bundan dolayı Siyonist Yahudilerin en çok korktuğu şey cihad ruhunun yaşatılmasıdır.