AYNAMA YANSIYANLAR
DOĞU TÜRKİSTAN ve KIRIM KONUSU ÜZERİNE…

DOĞU TÜRKİSTAN ve KIRIM KONUSU ÜZERİNE…

İngiliz, ABD ve İsrail gibi ülkeler her hangi bir konuyu gündeme getiriyorsa, çok yönlü ve çok iyi düşünmeden gündeme taşıyıp delil ve dayanak kabul etmemek gerekir…

Kırım Türkleri, Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri vb. konular hassas konular. ABD bu konuları, halli için değil, kaşıyıp kullanmak ve çıkarlarına alet etmek için gündem yapar…

Doğu Türkistan zulmünü gündeme getirme zamanı ve şekline dikkat eden bilgi sahibi herkes bunu kolaylıkla anlayıp görebilir…

Bu konuda benim yazdığım bir açıklama notu şöyledir:

Doğu Türkistan konusu hassas bir konu, orada zulüm olduğu muhakkak, zulüm gören insanlara karşı duyarsız kalmamamız gerektiğinde de hiç şüphe yok. Sadece bunu ne zaman ve nasıl yapacağımızı belirleyip bir strateji dâhilinde çalışma ve gayret gösterme azminde olmamız gerektiğini, bu insanlara yardım etmek niyeti ile değil, bu konuyu sadece belli dönemlerde gündeme getirip, Türkiye ile Çin arasındaki gelişmelere takoz koymak için kullananların oyununun da alet olmamaya dikkat etmeliyiz…

Bu konuyu kalıcı bir çözüme kavuşturup ulaştırmak için, samimi olarak konuyu dert edinen tek ülke Türkiye’dir. Türkiye’nin etkinliği Çin ile ilişkilerin gelişmesine paralel olarak artıyor. Türkiye’nin Çin ile kavga ederek bu konuya çözüm üretme imkânı, en azından şimdilik, yok. O halde kesin çözüm yok diye, kaşıyıp şiddetlenmesine mi, ilişkileri geliştirip azaltılmasına mı katkı sağlamalıyız..?

Türkiye, kaşıyıp tahrik etmeden, sıkıntıları azaltarak çözüm üretmenin peşinde, ABD kaşıyıp tahrik ederek zulmü artırarak istismar etmenin peşinde…

Biz kime inanıp kulak vererek hareket etmeliyiz..? ABD ye mi..? Türkiye’ye mi..? Belli zamanlarda yayılan bu tip haberlerin, gündeme getiriliş amacı, Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin sıkıntı ve zulümlerine çözüm üretip son vermek olduğunu söylemek saflık olur…

Türkiye’yi yok etmeye çalışan bir güç Doğu Türkistan Türklerini düşünür mü..?

Akıllı ve şuurlu olmak zorundayız…

Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin zulüm ve baskıdan kurtulması için, hem kavli dua edeceğiz hem de Türkiye’nin plan ve programına kulak verip fiili destek ve gayretimizi esirgemeyeceğiz…

ABD’nin sahte desteğine aldanıp hareket edenleri gören Çin şiddet ve zulmü artırıyor. ABD’nin bu şiddet ve zulmü önlemek için hiç bir ciddi ve fiili gayreti yoktur…

Sorgulayıcı, şuurlu ve çok yönlü düşünmek zorundayız.

02.02.2020

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

İBRETLİK BİR YARGI HATIRASI

2002 Eğitim/Öğretim yılı son günleri, Kadıköy İHL de Başörtülü kızlarımız içeri alınmıyor. Veliler Okul önünde nöbet tutuyorlar. Bu veliler arasında bizim hanımda var; aralıksız her gün gidenler arasında olduğu için dikkat çekiyor; eylemcilerin(!) öncülerinden görülüyordu.

Birinci ordu komutanı Çetin Doğan olayları günü birlik takip ederek videodan izlediği görüntüler doğrultusunda uyarılarda bulunuyor ve talimatlar veriyor diye duyuyoruz. Polisler bizim hanımı sürekli takip ederek gözaltına almak için fırsat kolladığını hissetmiştik. Hatta bize gelip Çetin Doğan’ın bu hanımı tutuklayıp gözaltına alma talimatı verdiğini, polise baskı yapıldığını söyleyenler bile vardı. Fatih’teki ofisimize gelip bize iyilik yapma edası ile uyarıları tekrarlayanlara cevabımız hep aynı oldu. Biz eylemci değiliz; içeri alınmayan kızlarımız bir sıkıntı yaşamasın diye anneleri orada nöbet tutuyor. Kızlarımız, devamsızlık ediyormuş gibi işlem yapılmaması için her gün okula gitmek zorunda, içeri alınmayınca dışarda bir sıkıntı yaşamamaları için sahip çıkmak zorundayız. Evlatlarına sahip çıkmak suç olmadığına göre, niye tutuklama olsun..? Diyorduk.

Zincir eyleminden bir gün sonra polis, baskılar sebebi ile iyice saldırganlaştı. O gün her şey olabileceğini hissedebiliyorduk. Nitekim beklediğimiz oldu; öğrenciler coplandı; bazı veliler gözaltına alınıp karakola götürüldü. Bunlar arasında olan bizim hanım savcılığa sevk edilip tutuklanınca şok olduk. Haber bana ulaştığında hanım Bakırköy ceza ve tutukevine doğru yola çıkmıştı…

Bir üst mahkemeye itiraz etmek üzere fikri yardım ve destek görüşmelerini yürütürken bir arkadaş, Üsküdar Adliyesinde Ağır Ceza hâkimi olarak görev yapan tecrübeli bir hâkim tanıdığını, onunla görüşüp fikir almak üzere bana randevu alabileceğini söyledi ve görüşerek ertesi gün yanına gidebileceğimi bildirdi. Söylenen gün ve saatte Üsküdar Adliyesine gidip Hâkim Bey’in odasının kapısını çalarak içeri girdim. Yanında olan erkek misafiri ile konuşmasının bitmesini beklemek üzere ayakta beklerken oturmamı işaret etti.

Oturdum; iki üç dakika süren konuşma esnasında duyduklarımdan, Hâkim Bey’in misafirinin Kadıköy Adliyesinde görev yapan ve bizim hanımın tutuklama kararını veren savcı olduğunu, bu kararı baskı ve talimatla vermek zorunda kaldığını anladım. Onlar benim kim olduğumu bilmiyorlardı. Aralarındaki konuşma bitip bana dönerek Hâkim Bey isteğimi sorunca, tutuklandığını konuştuğunuz hanımın eşiyim dedim ve Savcı Bey’in rengi değişti; bozuldular. Bir anda oluşan sessizliği Hâkim Bey’in “burada duydukların burada kalmalı, söylenecek fazla bir şey de yok; tutuklama baskı ve talimatla olduğunu duyduğunuza göre, hukuki tavsiyelerin anlamı da faydası da olmayacağını öğrenmiş oldunuz.” bu ifadeleri bozdu. Teferruata girmeye gerek duymadan ayrılıp avukatımızın yanına gittim. İtiraz ettik ama emir demiri çoktan kesmişti; kaynatma ve ekleme şansı da görünmüyordu. İtirazımız reddedildi. Duruşma gününü beklemekten başka bir çaremiz yoktu. Çetin Doğan’ın fendi adaleti yendi. Bütün şüphe okları O’nu işaret ediyordu. Hâkim-Savcı sohbetinde duyduğumuz sır duruşma günü işimize yaradı; olay günü çekilmiş görüntü videolarını mahkeme heyetine izletebildik. Savcı Bey tutuksuz yargılama talep etti ve hanım tahliye oldu; mahkeme tutuksuz devam etti ve sonunda beraatla sonuçlandı.

Geçmişi sabıkalı olan bu zihniyet şimdi yargı bağımsızlığından söz ediyor; sizi bilmem ama ben inanamıyorum. Ağızlarına yakışmadığı gibi inandırıcı da olamıyorlar. Ne dersiniz inandıracakları ahmak bulabilirler mi..? Besleme basın, kadrolu yorumcular oldukça, ahmak taraftarlar eksik olmaz dediğinizi duyar gibiyim…

31.07.2021 Üsküdar

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Süleymanlılar CIA’nın kontrolünde mi?

Yer yerinden oynayacak! Süleymanlılar CIA’nın kontrolünde mi?

Avukat Hayrullah Karadeniz’in herkese açık Facebook hesabından Süleymancıların CIA’nın kontrolü altında olduğunu açıkladı…

İşte bomba itiraflar…

03 Aralık 2016 Cumartesi 16:45

BİR MEVTANIN ARDINDAN

Müntesibi olmanın şükründen aciz olduğum, Süleyman Hilmi TUNAHAN (KSA) Efendi Hazretlerinin irtihalini (1959) müteakip, O’nun dini hizmetlerinin tezahürü olan talebelerini ve bağlılarını bir araya getirerek, Kur’an Kursları Federasyonu unvanı altında teşkilatlandırıp, kamuoyunda Süleyman Efendinin Talebeleri-Süleymancılar (Süleymanlılar) olarak bilinen dini cemaatin meydana gelmesine vesile olan ve vefat ettiği 2000 yılına kadar cemaati idare eden Rahmetli Kemal KACAR (TUNALI) Beyefendinin, hasbelkader yakınında bulunup, zaman zaman zahiri iltifatına mazhar olmuş bir kişi olarak, ondan sonra 16 yılı aşkın cemaatin başında bulunan Ahmet Arif DENİZOLGUN’un 08.Eylül.2016 tarihindeki ani vefat haberinin siyasi ve dini çevrelerde, ölümü ve cemaatin geleceği konusunda şüphelere itmesi dolayısıyla, şahsımda bir emanet olarak bulunan bilgiyi, mühim bir vazife olarak, kamuoyu ile paylaşmayı uygun buldum. Bütün menfaat odaklarından bağımsız ve irtibatsız olarak, 1982 yılında Rahmetli Kemal Bey Ağabeyimiz tarafından şahsıma tevdi edilen bu emaneti, zamanı geldiği düşüncesiyle ortaya koymaya karar verdim. Maksadım, başka bir cemaatin derin güçler ve “Hain Üst Akıl” tarafından nasıl “FETÖ” terör örgütüne dönüştürüldüğünün ortaya çıktığı böyle bir zamanda, 16 yıldır aynı güçler tarafından kontrol altında tutulduğunu bildiğim bu temiz cemaatin, başka bir “Şer Odağı” haline gelmesinin önüne geçilmesinde, Devletimizin başında bulunan siyasi güç sahiplerine ve varsa aklı başında cemaat yöneticisi konumundaki hocalarımıza (Her bir şeyi keramete yormadan hareket etmelerini dileyerek), kendilerinde var olan bilgilere ilave olarak bendeki bu emanet bilgiyi de sunmak suretiyle dini ve milli bir hayra hizmet etmektir.

Tarih Haziran (21?)1982, Yer Fazilet Han-Sultanahmet: O tarihte Ardahan’da görev yapmakta olan Yüzbaşıyım. Oniki Eylül darbesinin üzerinden henüz iki yıl geçmemiş, yurt sathında birçok Ku’ran kursu ve öğrenci yurtları kapalı, darbe iktidarı cemaatin bütün mülküne el koymanın peşinde kararname hazırlamış, cemaat yöneticileri -başta Kemal KACAR Bey Ağabeyimiz olmak üzere- Antalya’da tutuklu olup idamla yargılanıyorlar. Bir vesile ile İstanbul’a gelmiştim. O günkü şartlarda iletişim imkânları zayıftı. Cemaate ait Fazilet Neşriyatın Sultanahmet’teki merkezine geldim. Kemal Ağabeyin cezaevinden tahliye edildiğini orada öğrendim. Birkaç gün önce serbest kalmış. Fazilete gittiğimde de oradaki ofisindeymiş. Geldiğimi haber verdiler, hemen kabul etti. Hizmet eden kişilere “Hususi görüşmemiz var rahatsız etmeyin!” diye talimat verdiler. 27 Yaşında genç bir subaydım. Böyle büyük bir zatın benimle görüşecek hususi ne meselesi olabilirdi? Cemaat mensubu 7-8 muvazzaf subaydan biriydim. O gün orada benim bulunmam bir tevafuk muydu? Kemal Bey Ağabeyimiz 1973 yılında mezun olup Tğm. Olduğumuzdan itibaren benimle ve benim gibi subay olan diğer arkadaşlarımızla yakından ilgilendiğini biliyordum. Kur’an kursundan mezun bir talebesiyle (Rahmetli Zevceleri Bedia Ablamızın Talebesi) evlenmeme vesile olmuş, birçok mecliste “Bu kardeşimizi ben evlendirdim” buyururlar, bizimle iftihar ederlerdi. Ama bu durumla ilk defa karşılaşıyordum. Asrın Mürşidine evlat ve talebe olmuş, şahsen birçok kerametlerine şahit olduğum, tarihi ve manevi bakımdan büyük bir zatın karşısında olduğumun şuurundaydım. Hususi meselelerin istişare edileceği bir olgunlukta olduğumu düşünmüyordum. Asker olmam dolayısıyla bu konuya muhatap olduğumu düşündüm. Ne de olsa devir askerlerin devri idi. Tahmin ettiğim gibi de çıktı.

Bu Sırrımı Ben Hayattayken Kimseye Söylemeye Mezun Değilsin: Ağabeyimiz söze şöyle başladı; “Seninle bir sırrımı paylaşacağım. Bu sırrımı cemaatte H.Kumaş da dahil (O zaman Cemaatin iki numaralı idarecisi –Naib- idi) paylaşacak kimsem yok” buyurdu. İstihbaratın (MİT o zamanlar ve yakın tarihe kadar CIA’in küçük bir şubesi durumundaydı) kendisini cezaevinde bir anlaşmaya zorladığını, kendisinin de bu anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldığını belirtti. (O günleri yaşayanlar, 27 Mayısın ünlü anayasa profesörü CHP Senatörü Muammer AKSOY’un Kemal Bey ve Cemaat hayranlığı(!) ile Ağabeye fahriyen avukatlık yaptığını iyi bilirler. Kemal Ağabey bir şey söylememekle birlikte bendeniz irtibatın bu yolla kurulduğunu düşünmekteyim.) Kemal Bey Ağabeye iki durumdan birini tercih etmesi teklif edilmişti. Ya Kendisi ve 16 İdareci-Hoca arkadaşı ortadan kaldırılacak ve Cemaatin bütün mülküne el konulacak; Ya da cemaatin tasfiyesi ve askeri idarenin emrine girmesi için idare ile işbirliği yapılacaktı. Eğer bu anlaşma sağlanırsa “Amerika veya Türkiye’de” en yüksek seviyede imkanları haiz bir dünya hayatı garanti edilecekti. Büyük miktarda para da teklif ediliyordu. Kemal Ağabey; “Ben bu anlaşmaya gönülden nasıl evet derim. Ama kabul etmediğim taktirde bu kişiler söylediklerini yapacak güçte ve kararlıktalar. Bu sebeple anlaşmayı kabul ettim ve bu şekilde tahliye edildim. Diğer arkadaşlarımız da serbest kalacaklar. Bundan sonra artık bu anlaşma çerçevesinde neyi ne kadar ve nasıl yapabileceksek öyle olacak.” Nitekim de öyle olmuştur; H.KAPLAN Hoca Efendinin ve daha nicelerinin 2000’e kadar cemaatten tasfiyesi, Kemal Ağabeyin (Sahte Şeyh olarak İstihbaratın elinde koz olması bakımından) “Dört Genç Kadın”la evlenmesi, yakın çevresinde (H.Ş.) ve (A.B.)vs. gibi MİTÇİ oldukları bilinen kişilerin, G.K. ve H.E. gibi cemaat yapısına uymayan süfliyatın bulunması hep bu sebepledir. 1988 yılında Ordu’dan istifa edip İstanbul’da cemaat şirketlerinde çalıştığım dönemlerde defaatle Kemal Bey Ağabeyimiz bu anlaşmayla ilgili durumu tarafıma teyit etmiş, her vazifeden alınıp cemaatten tard(!) edilen nice hocalarımıza ”bu sırrı” paylaşmadan moral destek amaçlı ziyaretlerim de onun bilgisi dahilinde olmuştur.

Yıl 2003, Ben KİPTAŞ’ta Yöneticiyim, JİTEM’den Davet Aldım: Hatıra yazmak gibi bir alışkanlığım yok maalesef, bu sebeple gün olarak tarihi hatırlamıyorum. 2002/2003 kış mevsimiydi. J.Gn.K.lığından olduğunu söyleyen bir J.Subayı (S.Ö.) beni arayarak, görüşmek için randevu istedi. Eski asker olmam dolayısıyla telefondaki kişi bana “Komutanım” diye hitap ediyordu. O günler AK Partinin yeni iktidara geldiği günlerdi. İktidar-Asker ilişkileri son derece gergin idi. Beklenmedik bu telefonun arkasındaki gerçeği daha iyi anlayabilmek için, “Devlet ayağa gelmez, ben devlete giderim” gerekçesi ile reddederek, görüşmek için kendim gelebileceğimi söyledim. (S.D.) isimli arkadaşımla Ankara’ya hareket ettik. Güvercinlikte ana bulvar üzerinden bir araçla alındım. JİTEM’in karargahındaydım. Özetle beni araştırdıklarını (Süleymanlı olduğumu, eski asker olduğumu bildiklerini) söyleyerek, Devletin benim hizmetime ihtiyacı olduğunu belirttiler. Devletimiz için her hizmete amade olduğumu ifade ettim. Özetle şöyle bir muhabere geçti aramızda; İrticaın (AK Partiyi kastederek) devleti ele geçirmekte olduğunu, özellikle İstanbul Belediyesinde İrticaı içeriden kontrol edecek eleman bulmakta zorluk çektiklerini, benim Süleymanlı cemaatine mensubiyetimi bildiklerini, zaten cemaatin başındaki Ahmet Arif Denizolgun’un kendileri ile birlikte çalıştığını, cemaatin bu haliyle devletin(!) himayesinde olduğunu ifade ederek, kabul etmem halinde İBB’de beni önemli bir makama getirebileceklerini söylediler. Ben de kendilerine, Komutanınıza söyleyin (Org. Şener Eruygur), eğer sivil iktidarın emrine tabi olursa kendisinin Gn.Kur.Bşk. yapılması için Başbakanla görüşebileceğimi söyleyerek tekliflerini reddettim. Dönüşümde birkaç ay geçmeden-çok yakın dostum ve kardeşim(!)- KİPTAŞ Genel Müdürü İsmet YILDIRIM tarafından manidar bir şekilde görev alındım.

Yıl 2010 Balyoz Davası Sanığı Org. Çetin Doğan Savcıya İfade Veriyor: Savcının darbecilikle suçlamasına “Darbeci General” Çetin Doğan’ın İnternete düşen ve daha sonra internetten kaldırılan ifadesinde; “Ne darbesinden bahsediyorsunuz, biz ne yaptıysak Devleti irticadan korumak için yaptık. Mesela hani şu Süleymancılar var ya, onların Kemal KACAR isimli başları vardı. 12 Eylülden sonra Onunla anlaştık. Fakat biz onu idare edelim “Adam Kurt Politikacı Çıktı” Demirel’i, Özal’ı araya koyarak O bizi idare etmeye kalktı. Sonra onu bir şekilde saf dışı bırakıp yerine Ahmet’i (geçmişini temizleyerek) getirdik. Bu (Cumhuriyeti Korumak ve Kollamak) asker olarak bizim asli görevimiz.” Diyor. İşte Ahmet Bey Ağabeyimizin acıklı hikâyesi. En son şüpheli ölümü üzerine şimdi aynı merkezler, Alihan KURİŞ üzerinden aynı düzeni devam ettirmek mi istiyorlar? Orası artık yakın tarihte Hakan FİDAN’la millileşmekte olan Milli İstihbarat Teşkilatının işi. Devlet, herhalde, 15 Yıllık AK Parti düşmanlığının arkasında Kasımpaşa’daki Gecekondu Kurs Binasının yıkılmasının olmadığını biliyordur. Cemaatin safdil mensupları bilmese ve anlamak istemese de. Rahmetli Kemal Ağabeyin soyadına TUNALI ekini almasının hikâyesini ise başka bir yazıya bırakalım.

FETÖ İLE İŞBİRLİĞİNDE

Suçüstü yakalanan Ahmet Beyin ani vefatı eğer tabii bir ölüm ise bu cemaatin geleceği için bir fırsattır. Gerek Alihan Bey gerekse cemaatin özel görevli olmayan idarecileri bu gidişe dur demezlerse, FETÖ’ye uygulanan muamelenin kendi başlarına da gelebileceğini hatırdan çıkarmamalıdırlar. Mehmet Beyazıt DENİZOLGUN Beyefendi şahsi mirasına sahip çıkmak (Ahmet Beyin Resmi Varisi olarak, Misafirhane, Ahmet Beyin üzerine kayıtlı Beytül Mala ait Tereke) ve Kardeşinin şahsına ve Cemaate karşı yaptığı haksızlık ve zulümlere dur demek için bugün ortaya çıkmayacaksa ne zaman ortaya çıkacaktır. Üstelik 15 Temmuz kalkışmasında duvara toslayan derin (hain) güçler de tüm güçlerini kaybetmişken!

Hayrullah KARADENİZ (12.Eylül.2016 BEYKOZ)

28 ŞUBAT SÜRECİNDE YAŞANMIŞ İBRETLİK BİR HATIRA

İmam Hatip Liselerinde uygulanan başörtü yasağına karşı direniş kırılmış, başını açarak derslere girmeyi kabul edenlere ekstra imtihan hakkı tanınarak yıl kaybını telafi etmelerine imkân verilmişti.

Bunu fırsat kabul ederek başını açıp derslere girmeyi kabul edenlerin çoğunlukta olması, direnişi sürdürmeyi imkânsız hale getirmişti. İstanbul’da sadece Kartal, Eyüp ve Kadıköy İmam Hatip Liselerinde direnmeye devam eden öğrenciler çıktıysa da azınlıkta kaldılar.

Kadıköy İHL de okuyan 2 kızım da direnmeye devam edenler arasındaydı. Telafi imtihanına başörtülü giremedikleri için sınıfta kalmaları kesinleşmişti…

Bu durum yetmiyormuş gibi, meslek dersi öğretmeni olmayan Rizeli okul müdürü öğrencilere baskı uyguluyor ve başörtüsünü çekip alarak başını açtığı öğrenciler oluyordu. Bunu duymak velileri çileden çıkarıyordu. Müdüre aracı koyup yalvarmak, para vermek dahil her türlü teklif ve teşebbüsten sonuç alınamıyordu. Velilerin aczi yetini gören müdür bey her geçen gün pervasızlaşıyor; baskısını açıkça sürdürüyordu…

Okul aile birliği, okulun çatı katında olan mescitte, velilerle bir toplantı düzenledi. Bu toplantıya ben de katıldım. Boykot esnasında okula gidemiyordum; benim yerime hanım gidiyor, dışarda çocukların bekçiliğini yapıyordu. Veliler beni ilk defa görünce bana söz hakkı verdiler. Çözüm tekliflerimi bir bir saydım; hepsini denediklerini sonuç alamadıklarını söylediler. Tıkanmış ve çaresizlik içinde, aramızda Ebu Basır/Ebu Cendel rolünü oynayacak bir baba yiğit yok mu diye sorunca, toplantı derin bir sessizliğe büründü. Kimse bir şey anlamamıştı. Ebu Basır ve Ebu Cendel kimdi, ne yapmışlardı bilen olmadığını gördüm. Açıkça söylemeyi de doğru bulmuyordum. Sonuç alabilecek bir çözüm üretme imkânı olmadı. Dağılıp evlerimize döndük…

Eve gelip çocuklarımla dertleşme esnasında Müdür beye iki tokat atabilecek bir kabadayı çıkmadı mealinde bir söz çıktı ağızımdan, ertesi gün okul müdürünün Sarıyer yolunda aracının durdurularak dövüldüğünü duyduk. Basın bu işi provokatörlerin yaptığını, yeni kurulan Ak Parti’yi 03 Kasım 2002 de yapılacak seçimlerde zor durumda bırakmak için planlandığını yazıyordu. Okulda herkes birbirine bu işi kimin yapmış olabileceğini soruyordu. Tahmin yürütmenin zorluğu, işi provokatöre yüklemeyi kolaylaştırıyordu…

Olayın vuku bulduğu günün gecesi bizim evimizde de derin bir sessizlik vardı. Evin annesi tutuklu olduğu için, erken yatıp uyuyarak hüznümüzü azaltmaktan başka ne yapabilirdik…? Hepimizin uyuduğu bir anda zil çaldı; kalkıp zil megafonundan polisin sesini duyunca şaşırdım. Kapıyı açar mısınız evinizde arama yapacağız dediler. Arama izni almadıklarını öğrendiğim halde zorluk çıkarmadan kapıyı açtım. Oturduğumuz 4. kata çıkıncaya kadar zihnim allak bullak oldu fakat çocukları uyandırmak aklıma gelmedi. Polisler kapıdan içeri girer girmez bütün odalara birden girip aramaya başlayınca sinirlerim iyice gerilmişti. Kız çocuklarımın yatak odasına, kapıyı çalmadan girmek hangi anlayışla izah edilebilirdi…?

Arama bitti; aranan bulunamayınca salona gelip oturarak benimle konuşmaya başladılar. Müdürün dövüldüğünü, dövenlerden birinin adı Enes ve kullandığı telefon da benim adıma kayıtlı olduğunu söylediler. Bilgimin olup olmadığını, Enes’in nerede olduğunu sordular…

Dördüncü kattan insan atlayıp kaçamayacağına göre uyuyan kızlarımın odasına giriş ve arama şeklinin canımı sıktığının farkına vardılar; yumuşak bir tavırla beni konuşturmak istedilerse de olayın bilgim dahilinde olmadığını, Enes’in de eve gelmediğini anlayınca bir iki saat bekledikten sonra, benim sabahleyin Vatan caddesindeki Emniyete uğramamı isteyerek ayrıldılar. Ayrılırken benden helallik istemeyi de ihmal etmediler. Malum cemaate mensup polislerden olduklarını sonradan öğrendim… Hikâye çok uzun fakat ibretlik tarafını anlatarak bitirmek istiyorum…

Aradan birkaç gün geçmişti. Kadıköy İHL müdürü, telafi imtihanına almadıkları 80-90 kız öğrenciyi teker teker aratarak telefi imtihana başörtülü alınmayanlar için tekrar bir telefi imtihanı yapılacağını ve bu imtihana başörtülü girebileceklerini duyurdular.

Beklenmeyen bu ani gelişmeye herkes şaşırmış ve hiçbir mana verememişti.

Telafi imtihanı, belirlenen günde oldu ve 90’a yakın kız öğrenci başörtülü olarak imtihanlara girip yıl kaybından kurtulmuş oldular…

Bu gelişme nasıl oldu, bu imkânı kim sağladı bilen yoktu…

Birkaç gün sonra CHP’li Kadıköy Belediyesinde şoför olarak çalışan bir hemşerim bizi arayarak: “Belediye’nin aylık bülteninde Kadıköy İHL müdürü ile bir mülakat yapıldığını, bu mülakatta dövme olayının iç yüzünden bahsedildiğini” söyleyince, bültenden bir nüsha isteyip alarak okudum…

Böylece ilk defa olayın karşı cepheden nasıl görüldüğünü ve yaşadıkları duygu ve düşünceleri öğrenme imkânımız oldu.

Bültende, Müdür dövüldüğü gün evine döndükten sonra ailece yaşadıkları korku ve paniği
anlatıyordu. Gece uyuyamamış, korku içerisinde sabahlamışlardı. Hanımının telkinleri doğrultusunda telafi imtihanı için öğrencileri arayarak ortamı yumuşatmak ihtiyacı hissetmişlerdi…

Her türlü teşebbüsün, maddi imkân sağlama vaat ve yalvarmaların sağlayamadığı yumuşamayı, iki gencin birkaç tokadı sağlamıştı…

Sonradan olay duyulup gerçekler ortaya çıkınca Ebu Basır/Ebu Cendel olayını anlattım. Dinleyenler, o zaman olayın bir provokatör olayı olmadığını anlayabildiler. Nasip olur bir gün hayat hikayemi yazma imkânı bulursam orada bu olayın ayrıntıları da yazarım İnş.

Şimdilik bu kadarla yetiniyorum. Sadece, durup dururken bu hatırayı niçin anlattığımı merak edenleri merakta bırakmamak için söyleyeyim.

Ankara ve İstanbul Barosunun DİB hutbesi ile ilgili açıklamaları bu hatıramın zihnimde tekrar canlanmasına yol açtığı için yazıp paylaşma ihtiyacı hissettim; o kadar…

Neyse, her şey bir tarafa bırakalım; siz Ebu Basır ve Ebu Cendel olayını bilir misiniz…? Bilmeyen varsa en kısa zamanda okuyup tefekkür etmesini tavsiye ediyorum; tam zamanı…

30/04/2020
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

MISRI KAHİRE İFADESİ ÜZERİNE

Muhterem Mehmet Görmez Hoca’ya,

Tanıdığınızı Zannettiğim İsmail Kara Hoca ile yaptığım bu yazışmayı, içerisinde sizlerin adını da zikretmem sebebi ile, bilgi için gönderiyorum.

Ahmet Ziya

Değerli Kardeşim Muhterem İsmail Kara Hocamıza,

Allah’ın selamı rahmeti bereketi üzerinize olsun…

Sekiz günden beri Of’ta köydeyim. Telefon ekranına mahkûm olmanın zorluklarını yaşıyorum. Bilgisayar kullanma alışkanlığım yeterli olmadığı için yanımda Laptop taşımıyorum. Gelen mailleri, çocuklarım çıktı alarak bana verir; böyle okumayı tercih ederim. Yazılarımı da çoğu zaman onlar temize çeker… Köyde bu imkânım olmayınca telefon ekranından uzun sayılacak bir yazı okumak, bizim yaşımızdaki insanlar için biraz zor oluyor. Buna rağmen 12 sayfalık yazınızı, dip notları dâhil, okudum. Okuduğum yazılarda ayrıntılara bile dikkat etmeye çalışırım.

Yazınızda basit bazı ayrıntıların çağrıştırdığı bir hususa işaret etmek için bu notu yazıyorum.

“mısr-ı Kahire” ifadesini hatalı okuyup anlayanlara işaret ettiniz. Böyle hatalı anlamalar üzerine bina edilmiş hatalı fikir ve tenkitleri derleyip toparlayan meraklı bir genç çıksa ilginç bir kitap ortaya çıkabileceğini tahmin ediyorum. İlk aklıma gelen iki üç misali ben zikredeyim:

– 1980 yılında Mekke’ye gittiğimin ilk ayları idi; üç farklı ülkeden 4 Arap arkadaşla bir yurt odasında beraber kalıyorduk. Eniştem ve hafızlık hocamla Arapça mektuplaşıyor; oda arkadaşlarımdan da istifade ediyordum. Hilmi Yıldız Hocamın

“…رجعت من المملكة قبل أسبوع…” ifadesini okuyan oda arkadaşlarım “Hocan buraya gelip döndüğü halde” bizimle neden tanıştırmadınız diye sitem edince şaşırmıştım. Hocamın buraya gelip döndüğünü nereden çıkardınız dedim. Hocan kendisi mektubunda yazıyor dediler. Mektubu tekrar okudum; yine anlayamadım. Nerede yazdığını göstermelerini istedim. Yukarda yazdığım cümleyi gösterdiler. Oysa Hocam o cümle ile, bizim “memleketimiz” olan Of’un bir köyünden İstanbul’a dönmeyi kastediyordu. Arap arkadaşlar ise “krallık” anlamındaki “المملكة” kelimesinden Suudi Arabistan’dan döndüğünü anlamışlardı. Uzun zaman söyler gülerdik. Hocama da bu durumu yazmış Onunda bilmediği bir inceliği beraber öğrenmiştik

-Seksenli yılların ortalarında, bu sefer Hocam Umre ’ye gelmiş ve evime misafirim olmuştu. Tavuk sevdiğini bildiğim için Suudi Arabistan’ın meşhur yerli tavuk çiftliği olan “Fakıh” bayisine uğrayıp tavuk alarak pişirmiş ve Hocam için özel hazırlık yapmıştım. Sofraya oturduk; hocamın önüne koyduğum tavuklardan yemediğini görünce sebebini sordum. Bana İbni Abidin şerhinde okuduğu şu ibareyi okudu:

َِِوَعَلَيْهِِ اُشْتُهرَِِأَنَِِ اللحْمَِِ السميطِِ بمصْرنَجس

“Mısır’da yaygın olan sıcak suya batırıp tüyleri yontulan tavuk etinin mundar olacağı ve yenmeyeceğini“ bildiren bir ifade… Metni beraber okuduk. Aldığım tavukları gözümün karşısında kesip sıcak suya sokarak yonttuklarını da ben gördüğümü teyit edince tavukları çöpe atmıştık… Bir gün sonra Ümmül Kura Üniversitesinde Fıkıh Hocamıza ibareyi gösterip, Mekke gibi bir beldede “Fakıh“ gibi bir müessesede nasıl böyle bir uygulama yapabildiğini sordum. Hocam hayretle yüzüme baktı. Sen bu ibareden ne anlıyorsun diye sordu. Bildiğim Arapça ile anlatmaya çalıştım. Hocamız bilmediğimiz bir inceliği bana anlatmakta bayağı zorlanmıştı. Sonunda anladım ki Arapça sıcak su, kaynamış el yakan su, fokurdayarak kaynayan su için farklı ifadeler kullanılıyor. İbni Abidin ibaresinde kullanılan kelime “fokurdayarak kaynayan su” anlamında imiş. Tavuk çiftliğinde kullandıkları su ise, içine sokulan elin dayanabileceği sıcaklıkta bir su olduğunu tekrar uğrayıp deneyerek öğrendim. Fokurdayan suya sokulan kesilmiş tavuğun içindeki pislik et gözeneklerine sirayet eder ve eti mundar eder. Ancak sıcak suyun gözeneklerin kirlenmesine yol açacak bir etki yapmadığını, ibarede bunun kastedilmediğini, erbabına sorarak, dil inceliklerini öğrenerek ve yaşayarak öğrenmiş olduk. Hocama ibaredeki dil inceliğini, tavuk çiftliğindeki uygulamayı anlatıp ikna etmek pek kolay olmamıştı…

– Bir Whatsap grubunda emekli bir akademisyen hocamız aşağıdaki tercümeyi yollayıp güvenilirliğini sordu:

“Mü’minlerin annesi Hazreti Aişe (Radıyallahu anha) şöyle demiştir:

Resul-i Ekrem’e ﷺ tâunu sordum. Bana şöyle buyurdu:

“Tâun (verem gibi bulaşıcı hastalıklar) Allâh-u Teâlâ’nın dilediği kimselere gönderdiği bir azâbıdır.

Fakat bunu mü’minler için rahmete çevirmiştir. Bu salgına yakalanan hiçbir mü’min yoktur ki bu günlerde ecrini Allah’dan bekleyerek evinde sabırla oturur, ve Allah’ın ona yazdığından başka hiçbir şeyin başına gelmeyeceğine inanırsa mutlaka bir şehit ecri alır.”

Büyük muhaddis İbn Hacer şöyle diyor: Hadîs-i şerif, şartlarına riayet ederek evinde sabreden bir mü’minin bu salgında ölmese bile şehid ecrine nail olacağını buyurmaktadır.”

Bu dört şart:

1. Şikâyet etmeden sabretmek,

2. Evinde oturmak,

3. Ecrini Allah’tan beklemek,

4. Allah’ın yazmadığı hiçbir şeyin ona dokunmayacağına inanmaktır.”

Hadis-i Şerifin metnine baktım:

وعن عائشة رضي الله عنها أنها سألت رسول الله صلى الله عليه وسلم عن الطاعون، فأخبرها أنه كان عذاباً يبعثه الله تعالى على من يشاء، فجعله الله تعالى رحمة للمؤمنين، فليس من عبد يقع في الطاعون فيمكث في بلده صابراً محتسباً يعلم أنه لا يصيبه إلا ما كتب الله له إلا كان له مثل أجر الشهيد‏”‏ ‏(‏‏(‏رواه البخاري‏)‏‏)‏‏.‏

“…فيمكث في بلده” Hadis’in orijinal metninde:

İfadesi “evinde” olarak tercüme edilmesi doğru değildir. Delilsiz tasarruftur. Doğru tercüme edip izah ederken böyle de uygulanabileceğini söylemek mümkün olsa da, Allah’ın Resul’ünün ifadelerini değiştirmek sorumsuzluk, haddi aşmak olup güven zedeler…

“Ülkesinde, oturduğu bölgede” diye tercüme edilmesi gerekirdi. Tercümede başka hatalarda var…

Bu hatalı tercümeye bakarak herkes evinde otursa, ülke için en büyük felaket ortaya çıkar ve 6 ay 1 sene sonra açlık baş gösterebilir…

– Geçen günlerde bir Whatsap grubunda

Ahmet Hakan Çakıcı isimli bir arkadaşın değerlendirmesinde:

“…bize tercüme edildiği şekli ile…”

İfadesini görünce, dikkatini takdir etmiş ve şu notu yazmıştım:

“Tercümelerde yapılan eksiklik ve hatalar üzerinde bir araştırma ve inceleme yapılacak olsa, çarpıcı gerçekleri ancak görüp öğrenme imkanımız olur…

Geçen günlerde, Mehmet Görmez Hoca’nın bir seminerini videodan izledim. İmamı Gazali’nin İhya kitabı mukaddimesinden iki satırlık bir cümle almış, tahtaya yazarak onu şerh ediyordu…

İbareyi hatalı aktardığını, hatalı tercüme ettiğini dolayısıyla şerhin de hatalı olduğunu görünce şaşkınlık yaşadım. DİB yapmış, akademik unvan sahibi olmanın yanında medrese eğitimi de almış olmasını dikkate alarak kendimi test etme ihtiyacı hissettim ve konuyu etraflıca inceledim. İhyanın piyasadaki 3 ayrı tercümesine baktım. Birinde (Bedir Yayınları Tercümesi ) o cümle tamamen atlanmış ve atlandığına dair her hangi bir not veya işaret de konmamış, diğer iki tercüme metinde de atlanan kelimeler, doğru anlamadıkları cümlelerin hatalı tercümelerini gördüm. İbareyi doğru anlayıp doğru tercüme eden bir kaynak bulamadım…

Bu durumda tercüme metinlere güvenerek çok iddialı konuşmak yerine sizin gibi ihtiyatlı ifadeler kullanmak daha uygun ve doğru olur; sizi tebrik ediyorum…”

Dedemizin kullandığı dili doğru okuyup doğru anlayacak araştırmacıların bile çok azaldığı bir ülkede, Arapça gibi çok zengin ve bereketli bir dilin inceliklerini bilen, doğru anlayıp doğru tercüme edenleri aramak hayalcilik mi olur bilmiyorum. Sadece şunu anlayıp biliyorum ki ilim ve araştırma ehli insanlar mütevazi olmalı, boyundan büyük iddialı işler yaptığı havasına girmemeli…

Rabbim bilmediğini bilen, haddini aşmayan, çalışkan, gayretli araştırmacılarımızın sayısını artırsın…

04/04/2020
Hayrat/Hamzalı

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Yukarıdaki yazıyı okuyan İsmail Kara Hocamız Mehmet Görmez Hoca ile yazışmamızın ayrıntılarını
sorunca kendisine şu notu yazdım:

Muhterem İismail Kara Hoca’ya

Sizde Oflu Hocalarin talebesinin oğlu ve Osmanlica kaynaklara aşina olduğunuza göre ibareye yabancı
olmadığınızı zannediyorum.

ولقد خيلوا إلى الخلق أن لا علم إلا فتوى حكومة تستعين به القضاة على فصل الخصام عند تهاوش الطغام أو جدل يتدرع به طالب
المباهاة إلى الغلبة والإفحام أو سجع مزخرف يتوسل به الواعظ إلى استدراج العوام إذ لم يروا ما سوى هذه الثلاثة مصيدة للحرام
وشبكة للحطام

Bu ibareyi imam-ı Gazali’nin ihyası mukaddimesinden alarak ilimlerin neden ihya edilmesi,
yenilenmesi gerektiğini izah ederken:

1-Kêdı’ların da yararlandığı hükumet fetvaları. Yani resmi fetvalar,
2-Ulemanın birbirine karşı تvünmek‎ için yaptıkları Cedel, tartışma,
3-insanları aldatmak için yapılan süslü vaazlar.

‏فتاوي حكومة‎
‏جدل العلماء
الوعظ المزخرف

Şeklinde izah edip imamı Gazali’ye izafe ederek, “Hükümet Fetvalar” şeklinde bir tabir ortaya atmış,
kendine göre şerh etmeye çalışmıştı… Biliyorsunuz “Ahlaksız Dindarlık” tabiri de ona ait.

Oysa imamı Gazali Hükümet Fetvalarından değil, ehliyet eksikligi sebebiyle mahkemelerdeki
hãkimlerin hükümlerinden ve onlara dayanarak hüküm veren kişilerden bahsediyordu…

Aramızdaki müzakerenin bundan sonrası Arapça metinler üzerinden gelişti…

معنى كلمة حكومة من قواميس اللغة

حيث ذكروا أن اول معنى لها هو قضاء في قضية والمعنى الثاني بمعني الدولة

أستاذنا لا تهتم لكلمة حكومة التى يتم استخدامها في عصرنا

لأن كلمة حكومة في المعنى الأساسي لها والأول هي القضاء وهذا ما كان يستخدم قديما وهذا ما ذكره كتب المعجم للغة العربية

حكومة بمعنى المحكمة والقضاء وليس الدولة

فتوى حكومة بمعنى فتوي بشان قضية في محكمة

وهذه ايضا من امور الحكومة والقضاء من وظاءف الحكومة

العبارة تصف فنة من الناس حلوا محل العلماء الصادقين الذين قت أعدادهم حتى كاد الزمان أن يخلو منهم.. فهم أناس مترسمون
(ليسوا علماء ولهم شهرة العلماء ومظهرهم) استحوذ عليهم الشيطان فأصبحوا ملكأ خالصا له يتصرف بهم كيف يشاء،
واستغواهم الطغيان أي أنهم وقعوا تحت غواية الطغاة (ترهيب كانت أو ترغيبا)، فأصبحوا علماء السلاطين الذين لا هم لهم إلا
حظوظ أنفسهم الدنيوية العاجلة، فصاروا لايعرفون معروفا ولا ينكرون منكرآ، حتى أصبحت علوم الدين مندرسة (أي غائبة قد
حيت) ومنار الهدى في الأرض منطمسة أي محجوب ضوؤها ومحجوب.

أولنك (أشباه العلماء) زينوا للناس أن علوم الدين ليست سوى فتوى يصدرها أحدهم ليفصل بها القضاة بين الخصوم من الطغام
وهم أراذل الناس.. أو أن علوم الدين مجرد علم كلام يجادل به طالب المباهاة الذي يريد الظهور والشهرة ويغلب به غيره ممن
يجادله.. أو أنه مجرد سجع مزخرف أي كلام منثور مقفى وله فواصل يتكلفه قانله تكلف بلا روح.. يستخدمه أولنك الذين
يتمظهرون بمظهر العلماء فيلبسوا ثياب الوعاظ من أجل أن يبهروا به عوام الناس وجهالهم.. وأن كل ما سوى ذلك لا علاقة له
بعلوم الدين بل هو بنظرهم مجرد وسائل لاصطياد المال الحرام الراذل.

يقصد بذلك غياب العلم الحقيقي النافع حتى وصل الأمر أنهم أوهموا للناس أن العلم لا يخرج عن ثلاثة :
‎١‏ فتوى متعلقة بقضية يستعين بها القاضي على حل النزاع عند اختلاف
‎٢‏ او من أجل الجدال والتغلب على الخصم والتفاخر بالعلم
‎٣‏ او كلام فيه تزيين وتجميل حتى يعجب الناس العوام بالمتحدث الذي يدعي العلم
حيث سلبهم الإدراك والتمييز بين الخطأ والصواب
بعض الناس يؤولون إفادة “فتوي حكومة” فتوي العلماء الذين يفتون حسب طلب الحكام..

ما رأيكم بذالك..؟

سياق الكلام لا يدل على ذلك

Bu ibarelerin görüşünü doğrulamadığını görünce şu soruyu sordu:

اذا لماذا ينقد الغزالي احكام القضاء؟

Ben de kendisine söyle cevap verdim:

ينتقد القضاة ليس كلهم إنما الذين استحوذ علييهم

الشيطان واستغواهم الطغيان فأصبحوا يرون المنكر معروفا والمعروف منكرا ولا يحكمون بالحق

Bu müzakereden sonra hatasını fark etmiş olsa gerek ki sessiz kaldı.

Mehmet Görmez Hoca’nın ilimleri yenileme iddiası sebebi ile bu hatanın üzerinde durdum; yoksa durmazdım. Ama okuduğu ibareleri doğru anlamaktan aciz olan bizler, İslami ilimleri ihya etme iddiası ile ortaya çıkmamız havada kalmaz mı..?

Acizane, asrımızın münferit içtihat asrı olmadığını, ancak içtimai içtihat yapılabileceğini kabul edenlerdenim…

Selam ve muhabbetlerimle…

5/4/2020
Ahmet Ziya

Y.VEHBİ YAVUZ HOCANIN M.ÖZTÜRK DEĞERLENDİRMESİ ÜZERİNE…

Muhterem Yunus Vehbi Yavuz Hocam,

Mustafa Öztürk Bey’in sosyal medyaya yansıtılıp paylaşılan görüşleri ile ilgili değerlendirmenizi okudum; tenkit sadedinde yazdıklarınız içerisinde bile tavzih edilmesi gereken hususlar var; müsade ve müsamaha ederseniz onlara işaret etmek isterim.

1- Nezaketen yazılmış olmasını dikkate alsak bile, “sayın Öztürk kıymetli bir bilim adamıdır.

Onun iyi bir akademisyen olması yanılmasını engellemez.” cümlesindeki ifadelerinizi“gerçek bilim adamlarına” ve “iyi akademisyenlere” hakaret olabileceğini pek dikkate almamışsınız gibi görünüyor; böyle anlaşılıyor…

2- Adı geçen kişinin, yazınızda zikrettiğiniz “sapık ve saptırıcı” görüşleri dışında, Peygambere bakışı da “Tarihselci” ve “Postacı” diye ifade edilen sakat ve saptırıcı mahiyette olduğu kamuoyuna yansımış, açık kaynaklarda bulunan düşüncelerdir.

3- Yine aynı kişi, görüşlerine mesnet olarak göstermek üzere, Suyuti’nin nakledip değerlendirdiği, tasvip etmediği görüşleri, Suyuti’nin benimsediği görüş olarak zikredip kendi görüşlerine dayanak kılmaya çalıştığı da bilinmektedir.

4- Akademik ünvan taşıyan herkesin alim olmadığı, olamayacağını bizden daha iyi bilecek ortam, aile, çevre kültürü ve tecrübeniz vardır. Bütün akademik ünvanları kazandığı halde, okuduğu klasik metinleri düzgün okuyup doğru anlamaktan aciz olan akademisyenlerin az olmadığını, sizin kadar olmasa da, bizde görüp bilen tecrübe sahibi eğitimcilerdeniz…

5- Fatır suresi 28. Ayette, Alimlerin

‏(العلماء) فهم أهل الخشية والخوف من الله،‎

olduğunun beyan edildiği malumunuzdur. Size tefsirini anlatacak değilim…

6- Bu bilgiler ışığında M.Ö. ve benzerleri için “akademisyen” demenize karışmam ama“kıymetli bir bilim adamı” olduğu tesbitinize katılmadığımız gibi, bilim adamı vasfı taşıyanlara da haksızlık ettiğiniz kanaatinde olduğumu belirtmek zorundayım. Okuyup naklettiğini hatalıanlama sonucu yanlış aktarmış olsa da, kasten hatalı aktarmış olsa da farketmez; ilim adamıvasfını hak etmediğinin göstergesi kabul etmemiz gerekmez mi..?

7- Evet yazınızı tenkit için kaleme aldığınızı biliyor ve takdir ediyorum. Ancak sizin de ifade ettiğiniz gibi Allah’ın hakkı, kul hakkından daha öncelikli ve önemlidir. Peygamberlerin varisleri olan alimlerin hakkını da dikkate almak gerekmez mi muhterem Hocam..?

Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz, İlim adamlarının şeref ve itibarını gözetmez bir insan, kim olursa olsun, iltifat ve ihtiram görmemeli; suçunu hafifletecek şekilde yaklaşılmamalı diye düşünüyorum. Haksız mıyım..?

Tavrımız hakaret ve tahkir ihtiva etmese bile açık ve net olmalı. Öyle değil mi muhterem Hocam..?

07/12/2020
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Vahhabilik ve Bir Hatıra ..

Muhterem Yaşar Kandemir Hocamıza,

Ali Hüsrevoğlu kardeşimiz, YİE de sınıf arkadaşım idi. Samimi ve sevdiğim bir arkadaşımızdır. M. İfsatoğlu proje şahsiyetlerden biri olması sebebi ile cevap vermeye değmez, şahsiyetsiz, zihnini ve kalemini kiraya vermiş seviyesiz bir mahlûktur…

Yazıda vahhabileri de zikretmiş fakat vahhabilerin bugünkü durumunu bilmediğini zannettiğim için, daha önce Ali Sütçü isimli arkadaşa yazdığım bir notu, bu vesile ile sizinle de paylaşmayı faydalı gördüm.

Bir Whatsap gurubundaki bu arkadaşa, vahhabilerle ilgili şöyle bir not yazmıştım:

[Değerli Kardeşim, Bilgi eksikliği, aldatılmanın ve kullanılmanın temel zeminini oluşturuyor…

Vahhabilik, İngilizlerin besleyip üreterek yetiştirdiği, O dönemin İŞİD’i mesabesinde, bir örgütlenmedir. Osmanlı’ya karşı kullanılmış; Osmanlı’nın yıkılmasından sonra, rolü önemli ölçüde azalmış olsa da Suudi devletini oluşturan iki Aileden biri olmaları sebebi ile Diyanet ve Adliye teşkilatı kendilerine tevdi edilmesi yüzünden sorumluluk üstlenmiş, farklı bir evrim geçirerek yeni bir yapılanma ve fikir cereyanı olarak ortaya çıkmışlardır…

Bu yapılanma, bizim İHL ni kuranların kötü niyetli olmasına rağmen hayra doğru evirilip gelişmesi gibi, zamanla samimi, mütedeyyin bir kitle de oluşmasına yol açmıştır…

ABD, İngiltere ve İsrail’in temsil ettiği Siyonist şer güçler, oluşan bu samimi fakat şartlanmış mütedeyyin kitleden bile rahatsız oldular. Bu sebeple Suudi Arabistan’ın öncülüğünde kurmayı planladıkları yeni hilafet örgütlenmesine mani görüp tasfiye etmeye karar verdiler. Çünkü böyle bağnaz bir fikir cereyanını, İslam Dünyasının cazip bulmayacağı, kabul edip tabi olmayacağı açık ve net olarak biliniyordu. Bunun yerine FETÖ benzeri ılımlı İslam anlayışını yerleştirip canlandırmaya hız verdiler. Bu görevi Muhammed b. Selman yürütüyor. Vahhabilerden ilim ehli, samimi ve mütedeyyin olup kullanamayacaklarına inandıkları kişileri hapsettiler. İngiliz ajanlığını sürdürebilecek tıynette olan vahhabileri ise, yeni rollerini, hem de vahhabi düşmanı olarak, sürdürmeye memur kıldılar. Eski vahhabiler, yeni ılımlı İslamcılar, samimi vahhabi anlayışı olarak ortaya çıkan eski yol arkadaşlarını tasfiye etmekte öncülük ediyorlar…

Medrese mollası arkadaşınız gibi, bildiklerini güncelleme imkânı olmayan, iyi niyetli fakat kullanılmaya açık kişileri de, vahhabi düşmanlığı oyunu ile aldatıp, tahrik ederek uyanışı ve dayanışmayı engellemeyi başarıyor ve kötü niyetlerine alet edebiliyorlar…

Biliyorsunuz Türkiye’deki Işıkçılar da İngiliz üretimi bir fikir cereyanı ve vahhabilik düşmanlığı yapmakla görevlendirilmiş bir guruptur…

Medrese mollası arkadaşınızı müjdeleyin, S.Arabistan vahhabiliği kökten kazımaya kararlı Muhammed b. Selman’ın kontrolünde, onlara yardımcı olmak isterse hemen gidip ekibe katılabilir. İngiliz ajanı vahhabiler de vahhabilik düşmanı olarak, Muhammed b. Selman ile el ele, kol kola, yeni ılımlı İslam’ı temsil ediyorlar…

Ben 41 senedir Mekke oturumlu olarak Türkiye’den daha iyi bildiğim bu fikir cereyanları hakkında gerçeklerle bağdaşmayan yanlışları nasıl yayıp ümmetin birleşmesine engel olduklarını çok iyi biliyorum…

Sana yaşadığım ilginç bir hatıramı aktararak konuyu noktalayayım:

İsmail Ağa cemaatinin öncüsü ve şeyhi Hacı Mahmut Efendi, bizim aile dostumuz olup, aynı hocadan okuduğumuz için de özel hukukumuz olan bir hocamızdır. Kendisini sever sayarım. O da beni sever. Üç defa benim misafirim olarak hac yaptık. Beraber umre de yaptık. Bir gün Mekke’de iken onu samimi, ilim ehli bir Vahhabi ile tanıştırdım fakat Vahhabi onun mutasavvıf olduğunu bilmediği gibi, O da muhatabının vahhabi olduğunu bilmiyordu. Bir müddet sohbet ettik; birbirini çok sevdiklerini ifade edip davetleştiler. Vahhabi olan hoca “Hacı Mahmut efendiyi çok sevdiğini, onun gibi yüz kişi daha olsa Türkiye’yi değiştirebileceklerini” söyledi ve hoca efendiyi ısrarla evine davet etti. Hoca efendi de duygulanmış ve ona bilmukabele iltifatta bulunarak İstanbul’a davet etmişti. Ayrılık vakti gelip vedalaşmak için ayağa kalkınca, Hacı Mahmut efendinin tasavvuf şeyhi olduğunu Vahhabi hocaya söyledim. Şaşırmış ve inanamamıştı. Kezalik Hacı Mahmut efendiye de bu hocanın Vahhabi olduğunu söyleyince hayretini gizleyememişti. Çünkü uzaktan duydukları ile birbirlerinin düşüncelerini tanıyor ve biliyorlardı; oturup konuşarak hiç tanışmamışlardı.

Tanışınca da birbirlerini sevdiklerini söyleyebiliyor; itham etmeye bile ihtiyaç duymuyorlardı…

İBRETLİK DEĞİL Mİ..?

25.03.2020

Ahmet Ziya İbrahimoğlu ]

Selam ve hürmetlerimi arzediyorum muhterem Hocam…

08.04.2020

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

H.Karaman Hocamizin Hatiralari Uzerine Bir Degerlendirme ve Yazismalarimiz. 2009

İKİ HAYAT İKİ HATIRAT VE BAZI SORULAR

Okumayı severim, hayat ve hatırat okumayı daha çok severim. Peygamberimizin (s.a.v) ve ashabının (r.a.) hayatı ile ilgili seçkin kitapları hiç kaçırmamaya çalışırım.

Hatırat tarzı eserler, ancak fotoğraf çeker gibi yazılırlarsa kendilerinden beklenen maksadı hâsıl edebilirler. Bir anlamda tarih yazmak demek olan hatırat yazımında olaylar, fikirler, insanlar “olduğu gibi” anlatılmayıp, kurgulanmış bir anlatımın nesnesi haline getirildiğinde gerçeğin üstü örtülmüş olur. Hatırat yazarı kendisine değil, yaşadıklarına ayna tutan insandır. Yaşanılan hayat eğrisiyle-doğrusuyla çarpıtılmadan anlatılmalı ki, gelecek nesiller geçmişten gerekli dersleri çıkarabilsin…
Aşağıda, benim için şayan-ı dikkat olan çağrışımlarla birlikte değineceğim iki hatırat, ülkemizin yakın geçmişinde belirleyici olmuş, iz bırakmış simalarının merkezinde bulunduğu, ve son zamanlarda “hatırat” denince hemen akla geliveren iki eser. Ülkemizin geçtiği kritik aşamalarda yaşanan sevinçler, acılar, hüzünler, kırılmalar, savrulmalar, tanıklıklar, inişler ve çıkışlar elbette gelecek nesillere çok şey anlatacak, çok izler açacaktır.

Yakın geçmişi resmetmeleri sebebiyle hala hayatta olan çok kimse bu hatıraların bir yerlerinde kendisini bulmuştur/bulacaktır. Ben de bu cümleden olarak bu hatıraların bir yerlerinde kendimi buldum, kendimden bir şeyler buldum. Onlardan gönlüme yansıyanları, bazen de içinde olduğum, müşahede etme imkanı bulduğum bazı hususları ibret vesilesi kılmayı, daha sağlıklı değerlendirmeler yapabilme zemini oluşmasına katkı sağlamayı hedefleyen bu yazıyı kaleme aldım.

Ali Ulvi Kurucu
Son okuduğum iki hayat ve hatırat kitabından birincisi merhum Ali Ulvi Kurucu Hocamıza ait… Hâlen üç cildi yayınlanabilmiş durumda. Benim de yakından tanıma imkânı bulduğum, sohbetlerini dinlediğim bu muhterem zat, bir döneme şahitlik edebilecek kadar bilgi, birikim, tecrübe ve görgü sahibi önemli bir şahsiyettir. İlmi, şairliği, şahsiyeti ve duruşu ile öncü ve örnek bir insan olduğunu, onu tanıyan herkes takdir eder.

Hatıralarını okuyunca gönlümün duygulanması, güzelliklere hasret, özlem duygularımın yeşermesi, zaman zaman da gözlerimin yaşlanması, hatıratı okuyanlardan görüşebildiğim arkadaşlarla paylaştığımız ortak noktalar olduğunu gördüm.

Mahrumiyetlere tahammül, yoklukta ve darlıkta gösterilen fedakarlıklar, zor zamanda sergilenen ihlaslı gayretler, tehlikeli risklere rağmen şovsuz bir tevazu ve diklenmeksizin, ehli himmete yaraşır bir dik duruş, ilme ve alime saygı ve bağlılık yanında daha birçok güzelliklerin sergilendiği bir dönemin özlenen canlı tablolarını buluyorsunuz bu hatıratta… Sadece bu kadar mı? Hayır, Mustafa Sabri Efendi’den Mehmet Akif’e… Miralay Sadık Sabri Bey’den Gönenli Mehmet Efendi’ye, Hafız Saadeddin Kaynak’tan Ömer Vehbi Efendi’ye… Serbest Fırka’dan Kahire Bektaşi Tekkesi’ne kadar ne ararsanız var. “Hatıralar”, 80 yıllık bir ömrün tanıklığında İslâmi geleneği yaşamaya ve yaşatmaya gayret eden bir ailenin hayat hikayesini, Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak, Konya, Kahire ve Medine’ye kadar uzanan bir çizgide, o denli sâfiyet ve sühûletle anlatıyor ki, olursa bu kadar olur! Rahmetli üstadımız Ali Ulvi Kurucu’nun “Hatıralar”ını takdire şayan bir emek sonucunda yayına hazırlayan M. Ertuğrul Düzdağ’ın ortaya çıkardığı eser, uğrunda çektiği çileye değmiş.

Okunmaya değer bir hayat ve hatırat…
Kitap için okunmasını tavsiye etmek ve eseri neşre hazırlayan Mehmet Ertuğrul Düzdağ Bey’e teşekkürden başka bir söze ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum.

Fakat bu kitabı okurken iki farklı simayı yan yana koyup mukayese ederek incelemekten ve ibret levhası haline getirip hafızama yerleştirmekten uzak duramadığım gibi sizlerin de dikkatine sunmak istedim. Biri, Ali Ulvi Kurucu Hocamızın amcası Hacı Veyis-Zade Mustafa Efendi, diğeri “Hülâsatu’l Beyan” tefsiri sahibi Konyalı Mehmet Vehbi Efendi. Birinciye Ali Ulvi Kurucu Hocamız 50 sahife ayırmış oradan okumak gerekir, ikinciye ayrılan sayfalar bu kadar geniş olmasa da ibret alınacak bilgiler (1. Cild 181-186 sh.) ihtiva etmektedir. Konya’nın en büyük alimlerinden olan M.Vehbi Efendi “Hâdimli” diye de maruftur. “İlmine, mebusluğuna ve şer’iye vekilliği yapmış olmasına rağmen… halk üzerinde herhangi bir etkinliği olmamıştır.” Bu sonucun eserleri veya görüşlerinden çok “duruşuyla” ilgili olduğu görülüyor.

Bu durum, duruş ve davranışları söz ve ilmiyle bağdaşmayan âlimlerin etkili olamayacağını gösteriyor. Bir başka ifadeyle âmil olmayan âlimler genel kabul göremiyorlar. Bu sebeple alimlerin eserleri, görüş ve düşünceleri yanında duruş ve davranışlarıyla da değerlendirildiklerini unutmamaları gerekiyor.

Şu satırlar ne büyük ibretlerle dolu: “…Vehbi Efendi, başında koskoca şapka evinden çıkar, (CHP İl Başkanı olan) oğlunun dükkanına kadar yolda kimseye bakmaz, selam vermez, verilenleri de alır mı almaz mı belli olmaz… öyle gider gelirdi.

Dini tahsilin yokluğundan, camilere, dindarlara yapılan zulümlerden bir şikayeti yoktu. Sanki bütün dert, sadece Hacı Veyis Efendi’ye kalıyor, Vehbi Efendi’nin dolgun maaşı aksamadan işliyordu.”
Ali Ulvi Kurucu Hocamızın 1922-2002 yılları arasında yaşadığını ifade ederek bu hatıratın mutlaka okunması gerektiğini kaydettikten sonra, çıkmış olan 3 cildini okumayı tamamlayınca, ikinci hayat ve hatırat kitabı olarak daha önce satın aldığım halde okumak için sıraya koyduğum Muhterem Hayreddin Karaman Hocamızın hayat ve hatıralarını anlattığı “Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı 3 ciltlik eserini okumaya başladım.

Hayreddin Karaman Hocamızın 1934 doğumlu olduğu ve tahsilinin önemli bir kısmını Konya’da gördüğü dikkate alınırsa, hatıralarda ortak noktalar olması normal. İki hocamız arasındaki yaş farkı sadece 12 olmasına rağmen anlattıkları dönemlerdeki kuşakların seviyesi mukayese edildiğinde hayrete düşmemek elde değil. Hele Hayreddin Karaman Hocamızın kuşağı ile bizim kuşak arasındaki fark (ki aramızdaki yaş farkı sadece 20 yıl) daha da derin… Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekildiği dönemdeki toplumun yapısı, seviyesi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları ve sonrasının yapısı ve seviyesi hakkında fikir edinmek isteyenler benim gibi bu iki hatıratı peş peşe okumalıdır. Biraz daha önceden başlamak isteyenler merhum Mahir İz Hoca’nın “Yılların İzi”nden de başlayabilir. Bundan sonra bu süreçte neler kaybedip neler kazandığımızın değerlendirmesini yapmak biraz daha kolaylaşıyor.

Hayreddin Karaman
Hayreddin Karaman Hoca İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde okuduğum yıllarda resmen dersimize girmemiş olsa da, hocalık alacağım olan hocalarımızdan fıkıh hocamız Y.K.’ın dersinden çıkıp Onun dersini dinlemeye gittiğim olurdu. Hatıralarında anlattıklarının bir kısmına tanıklık edenlerdenim.

Fikirleri, düşünceleri zaman zaman tenkit edilmiş, bazen de haksızlığa hatta zulme varan sataşmalara muhatap olmuştur. Hatıralarında bu durum genişçe yer almış durumdadır. Hatıratın, yarısına yakın bölümü farklı düşünce ve görüşler arasında yaşanan ve tartışılan olayların, eserlerin, temasların, yazıların değerlendirilmesine ayrılmış dense hata yapılmış olmaz kanaatindeyim. Bu yüzden midir bilmem, fakat hocamızın üç ciltlik hatıratı beni, Ali Ulvi Kurucu Hocamızın hatıratı kadar duygulandırmadı, güzelliklere hasret ve özlem duygularımı aynı oranda yeşertmedi, gözlerimi yaşartmadı.

Talebelik yıllarımdan sonra da değişik vesilelerle irtibatımı sürdürme imkanı bulduğum Hocamızın, Hacı Veyiszade Mustafa Efendi ile ilgili düşünce ve değerlendirmeleri, yeğeni Ali Ulvi Kurucu’nunkiler ile paralellik arz etmektedir. Fakat 1949 yılında vefat etmiş olmasından olsa gerek Hülâsatü’l Beyan tefsiri sahibi Konyalı Mehmet Vehbi Efendi’den veya oğullarından hiç bahsetmemiştir.

Hayreddin Karaman Hocamızın eserlerinin çoğunu okumuş olan ve kendisine saygı duyan bir öğrencisi olarak, geçmişte ona yöneltilen eleştirilerin, eserleri ve düşüncelerinden çok, değişik dönemlerde kendisinden beklenenden farklı olan duruşu ile ilgili olduğunu düşünüyorum.

Cemaleddin Afgani (1838–1897), Muhammed Abduh (1849–1905) ve Reşid Rıza (1865–1935) gibi tartışmalı olan şahsiyetlere eserlerinde yer verip tanıttığı gibi, Ezher ulemasından bile saygı görmüş, ömürlerinin son dönemlerini Mısır’da yaşamak zorunda bırakılmış son Şeyh’ül-İslam Mustafa Sabri Efendi (1869–1954) ile, yardımcısı Ders Vekili Muhammed Zahidü’l-Kevseri (1879–1952) ve benzeri alimlere de aynı ilgi ve iltifatı gösterebilseydi, bu ilmi duruşu, muhaliflerine malzeme olabilir miydi?

Yüksek İslam Enstitülerinin akademik bir kimliğe kavuşturulması, kadroların politik tercihlere göre değil, ilmi liyakat ve kabiliyetlere göre oluşturulması, hiç kimsenin itiraz etmemesi gereken bir çalışma iken, neden tartışma konusu olabildiği izah edilirken, projektörün “Hizmet Nesli”ne yeterince tutulamadığı görülüyor. Politik karşıtlıklar “Hizmet Nesli”nde politik duruşlara yol açmadı mı? Veya tam tersine, politik davranış ve duruşlar karşıtlıklara yol açmadı mı? Bunların yeniden düşünülmesi ve değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Müşahhas bir örnek olabileceği düşüncesiyle birkaç misal vermenin maksadı ifade bakımından faydası olacaktır. Hemen belirteyim ki, zikredeceğim hususların yıpratma veya istismar vesilesi yapılması gibi bir düşüncem de yok, başkalarının böyle yapmasına rızam da..

Doksanlı yıllarda bir Umre seyahati esnasında Hayreddin Karaman Hocamızla Rü’yeti Hilal konusunu müzakere imkanı bulmuştum. Tesbit ve görüşlerimi, o zaman İslam Ansiklopedisinde çalışan, Diyanet İşleri Başkanlığı Vakit Hesaplama Şubesi eski müdürü olan Arif Hikmet Bey’le müzakere etmemi söylemiş, kabul görmesi halinde, muteber kabul edileceğini, o konuda uzman olması sebebiyle kendilerinin ona güvendiğini bildirmişti.

Bir müddet sonra Hocamızın delaletiyle adı geçen uzmanla görüştüm. Görüşme sonunda Arif Hikmet Bey 1986 – 87 yıllarında bir kısım Ortadoğu ülkeleri tarafından yapılan Hilalin görüldüğü duyurusunun doğru, Türkiye’nin birinci yıl bir gün, ikinci yıl iki gün sonra Ramazan bayramı tespitinin yanlış olduğunu kabul ederek, konuyu o yıllarda görevde olan Tayyar Altıkulaç Bey’e bildirdiğini, ancak “sıkıntı olabileceği” gerekçesiyle sessiz kalmanın uygun görüldüğünü söyledi.

Bu konuda Mekke Üniversitesinde Rü’yet-i Hilal konusunda Yüksek Lisans tezi hazırlayan bir arkadaşımıza ise aynı uzman: “Kendilerinin dayanak kabul ettiği bilgi kaynaklarına göre hicri ayların bazen 31 ve 32 gün çektiğini gördüklerini” bile söylemişti. Halbuki bilindiği gibi kameri aylar 29 veya 30 gün olabilir. Daha fazlası kesinlikle söz konusu olamaz. Bu ve benzeri konulardaki ciddiyetsizliklere karşı Hayreddin Karaman Hocamızın sessiz kalmayı tercih etmesi, ilgi çekici ve gözden geçirilmeye değer bir tavır değil midir?

Rü’yet-i Hilâl konusuyla ilgili ayrıntıları ayrı bir makalede değerlendirmiş ve Hayreddin Karaman Hocamızın da mail adresine göndermiştim. Bunun için burada özet olarak ifade edilmesini yeterli gördüm.

Muhterem Hayreddin Karaman Hocamızın Hatırat’ında zikrettiği, gerek hocalarından ve gerekse yaşadığı dönemin hizmet ve himmet ehli insanlarından gördüğü samimi ilgi, destek ve muhabbeti, kendi hocalık ve nüfuzluluk döneminde aynı samimiyetle öğrencilerine yansıtıp yansıtmadığını mukayese etmesi ve değerlendirmesini yapması çok yararlı olmaz mıydı?

Meselâ: İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü mezunlarından, Mekke Ümmü’l-Kura Üniversitesi, hadis dalında doktora yapmış olan arkadaşımız Dr. Halil İbrahim Kutlay’ın; 1996 yılında Marmara İlahiyat Fakültesi’ne Öğretim Görevlisi olarak girip dört yıl başarılı bir şekilde görev yapmış olmasına rağmen M. Saim Yeprem Bey’in dekan olduğu 2000 yılında haksız bir uygulama ile görevine son verilmesine karşı, Hayrettin Karaman hocamızın gerekli ilgi ve desteği gösterip göstermediğini meraka değer buluyorum. Çünkü Hayreddin Karaman hocamızın Yüksek İslam Enstitüsü’ndeki talebelerinden olan bu arkadaşımızın çok iyi yetişmiş, her türlü ilgi ve desteğe layık bir ilim adamı olduğunu, kendisini tanıyanlar bilir ve takdir ederler.

Bizim mezuniyet yıllarımızda ihtisas bölümleri yeni açılmıştı. O dönem mezunlarından özel olarak iyi eğitim almış, alt yapısı kuvvetli, iyi yetişmiş, arkadaşlarımızdan, Enstitüde hoca olarak kalmak isteyenlere yeterli ilgi ve himmetin neden gösterilmediğini hala merak ederim.

Yine doksanlı yıllarda, Mekke Ümmü’l-Kura Üniversitesi’nde uzun yıllar bulunmam ve ana dili Arapça olmayanlara Arapça Öğretme alanında ihtisas yapmış olmam sebebiyle İlahiyat Fakültesi hazırlık sınıflarındaki Arapça eğitim ve öğretiminde usûl ve üslûp değişikliği yapılabilir mi?; Benim bu konuda bir katkım olur mu? diye düşünerek konuyu Hayreddin Karaman Hocamıza açmıştım. Bana açılacak imtihan ve mülakatlara katılmamın uygun olacağını, böyle bir fırsat olduğunda beni haberdar edebileceğini söylemişti.

Uzunca bir zaman sonra bir Cuma namazı için gittiğim Marmara İlahiyat Fakültesi Camiinde namazı müteakip görüşmemizde, herhangi bir hatırlatma veya sorum olmaksızın, bana: “Hatırımdasın, imtihan açıldığında haber vereceğim,” demişti. Ne var ki, biraz sonra karşılaştığım Bekir Topaloğlu hocam beni görür görmez –yine tarafımdan herhangi bir hatırlatma veya soru olmaksızın–: “Eyvah birkaç gün önce imtihan vardı, sana haber vermeyi unuttuk. Kusura bakma” deyince şaşırmış ve hayrete düşmüştüm.

Beni şaşkınlığa ve hayrete sevk eden, imtihanın haber verilmeyişi değil, Hayreddin Karaman hocamızın anlamakta zorlandığım, “politik bir cevap” hissi veren bu tavrı idi. Elbette ki böyle bir imtihan için beni hatırlayıp haberdar etmemesi belki bir hata ve eksiklik olarak zikredilemez. Fakat samimi, ilim ve hikmet sahibi bir hocanın talebesine yaklaşım tarzı böyle olmamalı diye düşünüyorum. Nitekim Bekir Topaloğlu Hocamın tavrı için aynı şeyi söyleyemem.

Ayrıca Tayyar Altıkulaç, M. Saim Yeprem, Ahmet Kahraman gibi değer verdiği ve “Hizmet Nesli”nden kabul ettiği kişilerin duruş, tavır ve davranışlarındaki hataları görmezden gelmek suretiyle gelecek nesillere tecrübe vesilesi kılamaması, “Hizmet Nesli” için grup taassubu sayılmaz mı?

Meselâ, M. Saim Yeprem Bey’in Marmara İlahiyat Fakültesi dekanı iken, başörtüsü yasağı problemine karşı yaklaşım tarzının övünülecek bir tavır olup olmadığı yeniden değerlendirilmelidir. M. Saim Yeprem hoca istenileni başaramayacağını anladığı için mi, yoksa karşı tavır koyduğu için mi dekanlık görevinden istifa etmek zorunda kalmıştır? Başörtüsü konusunda Salih Tuğ hocanın dekanlığı dönemindeki dik duruşu ile M. Saim Yeprem hoca’nın tartışılabilecek duruşunu en iyi değerlendirebilecek olanlar arasında, hiç şüphesiz o dönemi yaşayan kız öğrenciler de olmalıdır.

Bu konuda, aynı dönemde Marmara İlahiyat Fakültesi’nde iki kızı başörtüsü mağduriyeti yaşamış bir baba olarak, ağır baskılar sonucu kız öğrencilerin başı açık resim vermeye nasıl zorlandığını, vermeyenlere nasıl muamele edildiğini görüp müşahede etmiş ve yaşamış bir aileyiz. O günlerde M. Saim Yeprem Bey’e yazdığım üç sahifelik yazım arşivimde hala duruyor. O yazımı müteakip beni çağırmıştı; makamında iki saate yakın görüşmüştük.

Başı açık resim vermemekte kararlı davranan kız öğrencilerin tavrının daha sonra istifa etmesinde etkili olan faktörlerden birisini teşkil edip etmediğini de ancak M. Saim Yeprem Bey hatıratını yazdığında öğrenebileceğiz.

Tayyar Altıkulaç Bey ve ekibinin darbecilerle beraber duruşunun, bugünkü aktüel ifadeyle Ergenekon zihniyeti ile uyumlu görüntüsünün, buna karşılık bizim neslimiz içerisindeki istikamet ve samimiyet sahibi kimselerden uzak durmaya özen göstermelerinin, Hayreddin Karaman Hocamızın penceresinden nasıl göründüğü merakımızın da, hatıratta giderilmiş olmasını çok arzu ederdim.

Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı merkez idare kadrosu, hala “Hizmet Nesli” ekibinin (A) takımı Ankara temsilcisi kabul edilen Tayyar Altıkulaç Bey’in şekillendirip sembolleştirdiği anlayışın etki ve paralelinde yürüyor denilse mübalağa edilmiş olmaz.

Bu ekibin temsil ettiği zihniyetin sahipleri, mevcut şartlarda hizmet edebilmenin böyle bir duruş ve yapılanmayı gerekli kıldığını savunsalar da, bize göre ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilmişler, üstelik kullanılmaktan da kurtulamamışlardır. Bu tutum, samimi ve ihlaslı müslümanların keyfiyet bakımından her geçen gün zayıflayıp azalmasına; dindar çoğunluğun, şirin görünmeye çalıştıkları kitleye benzer hale dönüşmesine; “yaşadıkları gibi inanır konuma gelme”lerine yol açmamış mıdır? Bu çelişkiye ve dönüşüme ışık tutması Hayreddin Karaman gibi tecrübeli bir hocamızdan beklenmeli değil miydi?

Okuduğum iki hatırat üzerine kaleme alma ihtiyacı hissettiğim bu yazı, geçmişte “Hizmet Nesli” içerisinde önemli görevlerde bulunmuş (A) takımı ile omuz omuza çalışmış bazı hocalarımızın geçmişi sorgulamaya, bir takım hatalara işaret etmeye başladıkları bir zamana denk düşmesiyle de ayrı bir anlam kazanmış oldu.

Bu yazının Hayreddin Karaman hocamızla ilgili kısmını diğerine nazaran biraz daha geniş tutmuş olmam iki sebeptendir:
1. Bizzat içinde yaşadığım olayları muhtevi olması.

2. Hayreddin Karaman Hocamız henüz berhayat olduğundan –kendisine hayırlı uzun ömürler diliyoruz– arzettiğim hususlarda gerçeğin ortaya çıkmasını sağlama imkânına sahip bulunması.

Bu konuya ilgi duyup herhangi bir mukabelede bulunması elbette Hocamızın kendi takdiridir…
Hatıra tarzı eserler, sadece geçmişe değil, bugüne dair söyledikleriyle de önemlidirler ve gelecek nesillere de yol gösterici olurlar. Hatıratlar bu noktalar hatırda tutularak okunmalıdır.05/02/2009
Ahmet Ziya İBRAHİMOĞLU


Sevgili İbrahim,

Yazınızı okudum.

Mukayese ve değerlendirmeleriniz sizin kanaat ve içtihatlarınızdır, bunlara bir şey diyemem.Yazıyı kitabın ikinci baskısında kısmen değerlendiririm, inşaallah.

Ama bir konu var ki, burada beni yalan söylemekle itham ediyorsunuz; güya imtihan olmuş, ben sana haber vereyim dediğim halde vermemişim, sonra da seni görünce “Aklımdasın, imtihan açılınca haber vereceğim” demişim
Şimdi olayları hatırlamıyorum, ama imtihan olmuş, seni düşündüğüm dalda imtihan açılmış ve ben sana haber vermemiş isem bunun iki sebebi olabilir:
1.Unutmuş olabilirim, seni görünce hatırlar ve daha sonraki imtihan için o sözü söylemiş olurum.

2. Açılan imtihan senin için düşündüğüm alanlarda olmamış olabilir.,
Ben sana niçin yalan söyleyeceğim: Korkumdan mı, bir menfaat umduğum için mi?

Böyle ihtimaller var mı? Yoksa kırk yıllık olayı “benim yalan söylediğim ve sözümde durmadığım” iması ile dile getirmenizin sebebini anlayamadım.

Diğer konularda söylenecek çok şey var ama, gerekli görmüyorum. Savunmam gereken bir iddia veya özür dileyecek bir kusur görmüyorum.

Herhalde okurken dikkat etmediniz veya unuttunuz, arkadaşlarım hakkında gerektikçe tenkit mahiyetinde değerlendirmeler de yaptım.

Okuduğunuz ve yazdığınız için teşekkür ederim. Selam ve dua ile… 05/02/2009

Hayreddin Karaman


Muhterem Hocam;

Yazımı değerlendirip hemen cevap yazma lütfunda bulunmanız ve kitabınızın ikinci baskısında kısmen değerlendirme vaadini ifade etme nezaketiniz için çok teşekkür ediyorum.

Bu vesileyle müsamahanıza sığınarak bir iki hususu da açıklığa kavuşturmak isterim: Size saygısı olan bir talebenizin, sizinle ilgili asılsız, uydurma bir bilgi yazma ihtimali olabilir mi? Yazdığım aynıyla vaki olup sizin açınızdan hatırlamaya değer olmadığı için hatırlamayabilirsiniz. Ancak benim kastım, kesinlikle sizin “yalan söylediğiniz veya sözünde durmadığınızı” ifade etmek değildir. Sizinde tahmin ettiğiniz gibi, unutmanız sebebiyle haber verme fırsatınız olmadığından da eminim. Fakat bunu bana ifade tarzınızın biraz “politikacı üslûbuyla” olduğunu anlatmak istedim. Buradan çıkışla duruşlarınızın bazen ilmi olmaktan çok politik özellikler taşıyabildiğine işaret etmeye çalıştım. Oysa aynı konumda Bekir Topaloğlu Hocamızın unuttuğunu söylemesini yadırgamadığımı da yazdım. Kaldı ki yazdığım misallerin sembolik değer taşıdığını açıklıkla belirttim. Yoksa çok önemli gördüğüm bir mesele değildir.

Müsait bir anınızda yazımı ikinci kez okuma lütfunda bulunursanız beni daha iyi anlayacağınızı umuyorum.

Ayrıca yazımın altına doğrusu yazılmış olduğu halde, adımı yanlış yazmanıza da şaşırdım. Yine de ilk aklıma gelen, yoğun meşguliyetle geçmiş bir günün yorgunluğuyla yazımı değerlendirme durumunda kalmış olabileceğiniz oldu.

Arkadaşınız olan hocalarımızdan bazılarını tenkit ettiğinizi görüp okudum; atlamış değilim. Fakat bunu, onun size karşı muhalif kaldığı hususları beyanı ve sizi üzmesinden sonra yaptınız. Ben ise sevdiklerinizin hatalarına, birlikte hareket ettiğiniz günlerde sessiz kalmanızdan bahsetmiştim.

Bilgi, birikimine inanıp güvendiğiniz ve fikrinize dayanak kabul ettiğiniz Arif Hikmet Bey halen sağdır. Söylediklerini sizde öğrendiniz. Tayyar Altıkulaç Bey’in de doğrusunu kendi uzmanından öğrenmiş olduğu halde Bayram günü Müslümanlara oruç tutturması, bunu gizlemeye hala devam etmesine siz onay verebilir misiniz?

Eğer maksadı aşan bir ifadem olmuşsa yazmaktaki maharet eksikliğinden kaynaklandığını bildirir hürmetlerimi arzederim.

A.Ziya İbrahimoğlu


Sevgili İbrahimoğlu,

Arkadaşlarımı gerektikçe ikaz ettim, ama bunu siz bilemezsiniz, bu sebeple de “niçin ikaz etmedin” demeniz doğru olmaz.

“İkaza rağmen yanlışlar oldu, niçin onlardan ayrılmadınız” der misiniz bilmem, derseniz benim takdir hakkımı sorgulamış olursunuz.

“Politik davranmayı” kendime hiç yakıştırmam. Ama “müdârât” diye bir davranış vardır ve mesela zulmü önlemek, iki kişinin arasını bulmak, insanları boş yere üzmemek gibi sebeplerle bu davranış meşru görülmüştür. “Selamun aleyküm kör kadı” misali davranışlar da makbul değildir.

Tayyar Bey’e olayı soracağım, alacağım cevaba göre size tekrar yazacağım. Selam.

Hayreddin Karaman


Muhterem Hocam;

Cevabi değerlendirmenizi okudum. Bir talebenizin farklı noktadan bakışına, onun gözüyle nasıl görüldüğünüze, gösterdiğiniz hoşgörü ve tahammül için teşekkür ve saygılarımı arzediyorum.

Bir kısmı bizim de hocamız olan arkadaşlarınızı gerektikçe ikaz etmiş olabileceğinizi tahmin etmekte zorluk çekmem. Bunların bir kısmını da bizim bilmemiz gerekmediği doğrudur; saygı duyarım.

Ancak benim kasdettiğim, gizli kalması daha doğru olan ikazlar değildir. Kamuoyuna intikal etmiş, tartışılan bazı yanlışların ikazı, kamuoyu ile paylaşılması gerekmez mi?

En azından hatıratınızda zikrederek sizden sonraki nesillere ibret vesilesi kılmanız faydalı ve daha doğru olmaz mı?

Yanlışları sebebiyle dava arkadaşlarınızdan ayrılmanızı istemek haddim olmadığı gibi doğru da olmaz. Hele takdir hakkınızı sorgulamak aklımdan bile geçmez; edepsizlik kabul ederim. Bununla beraber ikazlara rağmen, ısrar edilen bazı yanlışların, terk etme sebebi olabileceğini de sizin takdir edeceğinizi düşünüyorum.

Kendime hiç yakıştırmam dediğiniz “politik davranmayı” sevenleriniz de size yakıştırmayı düşünmez. Fakat öyle bir intiba bırakmamaya özen göstermekte, sizin tecrübe ve birikiminize saygı duyanların, sizden bekleyeceği bir davranıştır. Bunun “müdârât” kavramıyla ifade edilemeyecek daha farklı bir davranış olduğunu da sizlerin takdirine bırakıyorum.

Rû’yeti hilal konusundaki rivayeti Tayyar Altıkulaç Bey’e sorabileceğiniz gibi Arif Hikmet Bey’e de sorabilirsiniz. Bu konuyu Arif Hikmet Bey’le konuştuğumuz zaman da size bildirmiştim. Ayrıca bir vesile ile basında da yer almıştı. Bu yüzden hatıratınızda bu ve benzeri konularda görüşünüzü bulabilir, okuyabilirim umudunu taşıyordum?

Son olarak, Tayyar Altıkulaç ve diğer hocalarımız olan arkadaşlarınızla ilgili yazılmasına gerek görmediğim, yaşanmış başka hatıralarım, gözlemlerim de olduğu halde size aktarmayı faydalı bulmadığımı belirtmek isterim. Hatıralarınızla ilgili söyleyecek başka tespitlerimde var fakat yazmayı arzu etmedim. Sohbet fırsatı bulabilirsem anlatmak isterim.

Şahsi hayatımın önemi veya kariyerim sebebiyle olmasa da, yaşadığım olaylar ve mekânlar bana da farklı müşahade ve hatıralar kazandırdı. Faydalı olacağına inancım tekâmül ederse, dua buyurun; yazma imkanı bulabileyim. Sizlere sağlıklı uzun ömürler diliyorum. Sizin sağlığınızda, benim hatıralarımı okuyup değerlendirmenizi şeref kabul eder; bunun hayali bile beni heveslendirir. Bu yazışmalara o gözle bakmanızı dilerim.

Selam ve hürmetlerimle 07.02.2009
A.Ziya İbrahimoğlu


Muhterem Hocam,
Hatırlarınızı okuyup değerlendirme yazışmalarımız esnasında, Bayram Hilal’i 1986-87 yıllarında görüldüğü, kendisine, kendi seçtiği uzmanları tarafından bildirildiği halde, bunu gizleyip duyurmadığı gibi, hatıratında da zikretmeyen Tayyar Altıkulaç Bey’den durumu sorup teyit ederek bana döneceğiniz vadiniz üzerinden iki yıl geçti. Acaba sorma fırsatı mı
bulamadınız? Yoksa unutmanız mı sözkonusu oldu?

Lütfeder bilgilendirirseniz, tarihe şahitlik konusunda, eksk kalan noktalardan birini aydınlatmaya birlikte katkı sağlamış oluruz inş.

Selam ve hürmetlerimi arzeder, hayırlı ramazanlar dilerim. 08/07/2013
A.Ziya İbrahimoğlu


Böyle bir vaadin hayali bile hatrımda kalmamış. Siz dediğinize göre demek ki, böyle bir vaad gerçekleşmiş ve buna göre unuttuğum için sormamışım.

Ben Ramazan’ı İstanbul dışında geçiriyorum. Bu konuyu onunla yüzyüze konuşmak gerekir. İnşaallah (unutmazsam) bir araya gelince sorarım.

Konu ile ilgili birkaç cümle daha yazayım:
Tayyar Bey dindar, güzel ahlak sahibi, aklı başında bir arkadaşımızdır. Eğer böyle bir gizleme olmuş ise bunu mutlaka şer’i bir temele dayandırmıştır. Mesela ihtilaf-ı metali itibar etmiş, halkın kafasını karıştırmamayı tercih etmiş olabilir. Bu konuda Tayyar Bey kadar gayret eden bir başkası olmadı.

Aradan yıllar geçmiş, diyelim ki, gizlemiş ve hata etmiş, bunu şimdi ilan etmenin veya tarihe şahidlik etmenin faydasını da anlamadım.

Razan’ın takvamızı ve ahlakımızı güzelleştirmek için bir fırsat olmasını niyaz ederim.

Selam.09/07/2013
Hayreddin Karaman


Muhterem Hocam,

Yazışmadaki ihtimam ve titizliğinizi her vesile ile gündeme getirir örnek edinmeye çalışırım. İstanbul dışında ve Ramazan’ın ilk gününde olmamıza rağmen, ertelemeden cevap yazma nezaketinde bulunmanıza teşekkür ediyorum.

Sizin Hatıralarınızı okuduğum gibi, Tayyar Altıkulaç Beyin hatıralarını da ilgi ile okudum. Benimde içinde olduğum birçok konuda, farklı değerlendirme ve yaklaşımlarını dikkatle not alıp yeniden gözden geçirerek, düzeltilmesi gerektiğine inandığım hususları yazmaya başladım. Bitirince kendisine ulaştırmaya çalışacağım inş.

Uzmanları, hatıratların ayna gibi olması gerektiğini söylerler. Tayyar Bey Hocamız, Ru’yet-i Hilal konusuna, sayfalar ayıracak kadar önem vermiş hatıralarında ve ayrıntılara girmiş. Bunları okuyup, önemsiz ayrıntılara rağmen, atlanan ve yaşanmış bazı önemli ayrıntılara temas etmemesi dikkat çekmez mi?

Biliyorsunuz, bana randevu alıp Arif Hikmet Beyle görüşmemi, siz sağladınız. Onunla mutabık kalacağım konularda ancak bana kulak verip değerlendirme yapabileceğinizi söylemiştiniz. Bizim fiili müşahede ve görüşlerimizi, Arif Hikmet Bey teyit ettikten sonra, size durumu bildirmiş ve sabırla değerlendirmenizi beklemiştim. Önemsememiş olmanızdan mıdır bilmem, ama ne hatıratınızda, ne de yazılarınızda bu konuya yer verdiğinizi ben görmedim. Aksine Tayyar Altıkulaç Hocamız ise, yine çok önemsediği için midir bilmem, ama bu konuya hatıratında hayli uzun yer ayırdı. Yazılanları okumam, konuyu yeniden gündemime soktu. 2013 Ramazan ayı başında, aynı sıkıntı tekrar nüksedince, sizinle yazışmamızdaki vadinizi hatırladım ve sorup bilgiyi kaynağından teyit etmek istedim.

Bu konuyu ihtilaf konusu olarak sürdürmek isteyen değişik kaynaklar var. Bunlar, iyi niyetli insanları da emellerine alet edebiliyorlar. Bu durumda gerçeklere Işık tutup, ilim adamlarına yardımcı olmak ve tarihe şahitlik ederek gerçeklerin ortaya çıkmasına katkı sağlamak görev olmaz mı?

Arif Hikmet Bey, yanılmıyorsam, hasta olsa da, halen sağdır. Onun bana söyleyip teyit etmesini bile yeterli görmeyip, sizin kanalınızla eksik bilgi, farklı sebep olabilir mi diye teyit etmek istemem, hassasiyetimden kaynaklanıyor. Kimseye haksızlık etme hakkımız olmadığının bilincindeyim. Dindarlık, ahlak veya akıl sorgulaması gibi bir niyet veya şüphe ile konuya yaklaşanlardan olmadım ve olmam inşallah.

Sizinle yaptığımız mail yazışmaları arşivimde mevcuttur. Teyit etmek istediğiniz bir husus olursa arşivimi tarayıp hatırlama ve teyit etmenize yardımcı olabilirim. İyi bir arşivim olması hasebiyle bu benim için zor olmaz.

Selam ve hürmetlerimi arz ile dualarınızı diliyorum. 09/07/2013

A.Ziya İbrahimoğlu


İbrahim Kardeş,

Size inandığımı yazmıştım, arşivden teyide gerek yok.

Bu konuyu doğrudan Tayyar Bey ile görüşmeniz uygun olur. Kendisi İSAM da oluyor.

Arif Bey bildiği kadarıyla merhum oldu. 09/07/2013

Selam.

Hayreddin Karaman


Muhterem Hocam,

Sizi lüzumundan fazla rahatsız etmek beni de üzeceğini bilmenizi isterim. Ancak hoşgörünüze sığınarak bir hususu açıklamadan konuyu kapatırsam içim rahat etmeyeceği için yazıyorum: Konuyu Tayyar Bey’e sizin kanalınızla sormak istemem: ” …hatıratınızda, başkaları için görüp yaşadığınız hata ve eksiklere karşı takındığınız tavrı, kendi arkadaşlarınızın hata ve eksiklerine karşı takınmadığınız ve yeterli uyarı ve nasihatte bulunmadığınız…” mealindeki ifadelerime itirazınız üzerine, Ruyeti Hilal konusunu ve Arif Hikmet Beyin şehadetine rağmen sessiz kalmanızı hatırlatmıştım. Bunun üzerine: ” …konu yu Tayyar Bey’le konuşup bana döneceğiniz…” mealinde bir ifadeniz olmuştu. Bende sık sık rahatsız etmemek için, iki yıl bekledikten sonra, aynı hatanın tekrar yaşandığını görünce sorma ihtiyacı hissettim.

Kısacası, Tayyar Bey’e sormak benim talebim değildi. Böyle bir talebi haddimi aşmak kabül ederim.

Benim talebim, sizin güvendiğiniz kaynağın şehadeti ile, iki yıl üst üste ceryan eden bir hatayı ispat ettiğim için, uyarı ve nasihat vadinizi yerine getirmenizi istemek olmuştur.

Bu ayrıntıları, gerekli görürseniz, hatırlatacak yazışmalarımızı arşivden bulup gönderebileceğimi söylerken, bana güvenmemenizi değil, unutmuş ve hatırlama ihtiyacı duyabileceğinizi düşünerek söylemiştim.

Muhterem Hocam,
İslam dünyasının farklı tarihlerde Ramazan’a başlaması veya Bayram yapması, zannettiğimiz gibi Tayyar Bey’in insiyatifi veya ilmi yaklaşımlarla çözülecek bir konu olmadığını, derin güçlerin yönlendirmesi ve etkisi ile yaşatılan bir sıkıntı olduğunu, bazı iyi niyetli insanlarında bu işe alet edilebileceğini, bu konuyu dikkate alanlar için yeteri kadar malzeme olduğu kanaatini taşıdığımı da bilmenizi isterim. 09/07/2013
Selam ve hürmetlerimle,
A.Ziya İbrahimoğlu


Yazıları aldım ve okudum. Yine de tavsiyem şudur:

1. Diyanet’te ilgili birimle temas kurun ve itirazlarınızı, tenkitlerinizi onlara aktarın ve tartışın.

2. Tayyar Bey ile temas kurun, bu yazıları ona okuyun ve aldığınız cevabı da arşivinize

kaydedin. 09/07/2013

Selam.

Hayreddin Karaman


Muhterem Hocam. …السلام عليكم

Hatırat okumayı sevdiğimi bilen dost ve arkadaşlarımdan biri, Bekir Topaloğlu Hocamızın Hatıratının, kendisi hayatta iken okuyup kontrol etmek için gönderttiği dijital nüshasını, basılmadan hocamızın vefat etmesi üzerine, basılmayacağı zannı ile okumam için dijital olarak bana da yollamıştı. Mekke’de okumaya başladığım halde fırsat bulup tamamlayamadım. 15 gün önce Trabzon/Of’taki köyümüze gitmem ve fırsat bulmam üzerine okumayı sürdürdüm. Kalan 1/4 lik bölümünü de bugünlerde bitirmeye çalışıyorum…

Merhum Hocamızın, İsmail Kara’ya da basım öncesi hatıratını kontrol ettirme vasiyetini biliyorum…

Hanımı Kadriye Hanım teyze ve kızı Nesibe hanıma mesaj çekerek hatıratın basılıp basılmayacağını sordum. Verdikleri cevaptan anladığım kadarı ile hocamız hayatta iken dizdirip baskıya hazırlattığı nüshada, bazı bölümlerin yayınlanması uygun bulunmadığı için, dost ve talebelerinden oluşan bir heyetin kontrol ve nezaretinde bazı yerler hazfedilip çıkartılıyor; 1200 sayfaya yakın olan önceki dizgiyi 700 sayfaya düşürerek basılması planlanıyor…

Hocamızın sağlığında dizdirip kontrol ederek yayına hazırlattırdığı hatıratı, sade, samimi, öz eleştiri de ihtiva eden orijinal bir hatırat olmuş; tenkit üslubu da çok samimi ve içten… Okuyana güven telkin eden bu samimi üslup rahmetle anılmayı hak ettiği gibi, sizlerin ( Sizin ve Tayyar Altıkulaç Bey’in ) eksik bıraktığı, hatıratında yer vermek istemediği konuların bir kısmına da, kendi penceresinden görüldüğü şekilde, yer vermiş olması, asla yaralayıcı ve rahatsız edici görünmüyor…

Siz Onun sıradan bir arkadaşı değil aynı zamanda dünürü ve dostusunuz.

Her ne kadar oğlunuz ile kızınınız ayrılmış olsa da, mevcut torunlarınız aranızda kopmaz bağ oluşturmuştur.

Hatırlatma ve Uyarma görevimi ihmal etmek beni rahatsız ettiğini, sizlerle yazışmalarımızdan anlamış olabileceğinizi zannediyorum…

Bu sebeple sizin kanalınızla torunlarınıza, hatıratı orijinal şekli ile bastırmalarının daha vefalı ve saygılı bir davranış olacağını hatırlatmakta bilmem geç kalmış sayılır mıyım..? Elbette takdir maddi varislerinindir.

Talebelerin de hocalarının manevi varisleri olduğunu dikkate alarak bu teklifi yazma cesaretini buldum… Hatırat İçinde beraber Umre yapmamız sebebi ile adımın da zikredildiğini gördüm. Eğer beni tenkit edip hatalarımı zikretmiş olduğunu görseydim asla rahatsız olmazdım. Çünkü çok samimi, içten ve sade bir üslupla kendi zafiyetlerine bile işaret etmekten çekinmemiş olduğunu gördüm…

Halen sağ olan küçük dayısı Mehmet Yahya Kutluoğlu Hoca’dan çocukluğundaki ihlas, saf ve içten yapısını dinlemiş olduğum için hatıratındaki üslup ve anlatımını da saygı ve takdirle karşıladım. Bu orijinalliğin bozulmadan muhafaza edilerek hatıratın basılmasını arzu ederim. Katkı ve teyidiniz mümkün ise yardımınızı esirgemeyeceğinizi umuyorum…

Selam ve hürmetlerimi arz ediyor; sağlık sıhhat ve afiyet içerisinde bereketli ve uzun ömürler diliyorum. 18/04/2019
Fatih
Ahmet Ziya İbrahimoğlu


Ve Aleykümüsselam
Ve rahmetullah
Bu konuya çok karışan oldu. İşin garibi aile bana değişim konusunu danışmadı. Okusun ve bassın diye verdikleri birileri bazı yerlerin çıkarılması gerektiğini söylediler. Bana gönderin o yerleri göreyim dedim gönderen olmadı. En son Emin Saraç hocanın oğlu Fatih bana aileye ve Tayyar beye yazarak babası ile ilgili olup Erbakan’a dokunan bir tanıklığın ve bir başka yerin çıkarılmasını, iftira olduğunu çıkarmazlarsa mahkemeye vereceklerini söyledi. Aile cevabında o yerlerin sonradan çıkarıldığını ifade etti.

Hâsılı benim müdahale imkânım kalmadı. Hayırlısı olsun. 18/04/2019
Hayrettin Karaman


Ben de Hocamın cevabına şöyle mukabele ettim.

Muhterem Hocam,

Nezaket gösterip cevap yazmanız sebebi ile teşekkürlerimi arz ediyorum…

Bekir Topaloğlu gibi, ehli ilim, yumuşak tavırlı, samimi, içten pazarlıksız, göründüğü gibi olmaya çalışan ve sevdiğimiz bir Hocamızın yazmayı uygun gördüğü hususları, başkaları, onun iradesi olmadan hatıratından çıkartması bizim hoşumuza gitmedi; içimize de sinmedi Muhterem Hocam…

Hemen hemen her sayfada sizin de adınızı zikreden, bazen öven, az da olsa bazen de tenkit eden bir dostun tenkiti arkadaşını üzmemeli, bilakis eğer yazılanlar hatalı değil, doğru ise, nefis muhasebesi yapmaya vesile olmalıdır diye düşünüyorum…

Yıllar önce benim size yazdığım düşüncelerimi merhum hocamızın teyit eden tespitlerini okumakla size olan sevgi, saygı ve hürmetim azalmadı; bilakis dost tenkitini bir arkadaşınızın yaptığını görmek, o yapıdaki bir arkadaşınızla, yaşadığınız ailevi sıkıntılara rağmen, dostluğunuzu vefatına kadar sürdürmeyi başarmanızı görmek bize örnek olacak güzel bir haslet ve hatıra…

Şahsen bunu esas görüp diğer hususları ayrıntı kabül ediyorum.

Hatalar samimiyetle gündeme getirildiğinde bizlere örnek olmakla kalmaz, rahmet ve saygı ile anılmaya da vesile olur kanaatindeyim….

Rabbimden merhum hocamıza rahmet ve mağfiretiyle muamele etmesini, sizlere de kalan ömrünüzü sağlıklı ve bereketli geçirmeyi ihsan etmesini, hocamızın tenkitlerine hoş görü ile yaklaşıp nefis muhasebesi yapmanıza vesile kılmasını niyaz ediyorum… 18/04/2019

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

MUHTEREM M.SAİD YAZICIOĞLU HOCAMIZA BAZI MÜLAHAZALAR

Muhterem M.Said Yazıcıoğlu Hocamıza

السلام عليكم ورحمة الله وبركاته وبعد

Hatırlatmanız vesilesi ile Haber Türk’te M.Akif Bey ile iki saati aşan sohbetinizi dikkat ve ilgi ile izledim…

Görüş ve tespitleriniz içerisinde, istifade edilmesi, değerlendirilmesi gereken yönler olduğu gibi müzakere edilmesi gereken hususlarda vardır. Yılların yaşanmış tecrübeleri üzerine bina edilmiş görüşlerinizi yazmış olmanız ise ayrı bir güzellik ve kazanç. En kısa zamanda “Hatıratınızı” alıp okuyacağım İnş.

Gerek Mavera ve gerekse Haber Türk sohbetinizi dinledikten sonra zihnimde uyanan düşünceleri yazmamı, dost bir kardeşinizin değerlendirmesi kabul eder misiniz muhterem Hocam…?

Sizi, sizin dışınızdakilerden daha âlim olduğunuz yahut daha az hatası ve eksiği olduğu veya aynı meşrepten yahut aynı bölgeden olduğumuz için sevmedik. Biz sizi ve ağabeyinizi, yerli, milli, mütevazı, doğal ve tabii duruşunuz, şartlanmamış samimi yapınızdan dolayı sevdik…

Bu iki konuşmanızı dinledikten sonra yeni keşfettiğim bir şey daha oldu. Merhum Bekir Topaloğlu Hocamız ile fiziki ve fikri benzerliğiniz beni şaşırttı.

Benzer bir aile yapısı içinde yaşayıp yetişmeniz, aynı coğrafi bölgeden olmanız, aynı alanlarda akademik çalışma yapmış olmanız bu benzerliği bariz hale getirmiş olabilir mi bilmiyorum..?

Muhterem Hocam, Merhum Bekir Topaloğlu, YİE den, hem Hocam hem de hukukumuz olan bir ilim adamı idi. Farklı düşündüğümüz konuları rahatlıkla müzakere edebilirdik. Mekke’de olduğum yıllarda beraber ailece Umre yaptık. Aynı bölgenin ilim adamlarından istifade ettik. Onun Hocası olan bazı hocalardan ben de okuduğum için birçok ortak noktamızın bulunması irtibatımızı devamlı kılmıştı…

Duruşu, mütevazılığı, politik olmayan yapısı, şartlanmamış lığı, sadeliği, yerli ve milli olması açılarından aranızda müthiş bir benzerlik var…

Muhterem Hocam, 41 yıl Mekke oturumlu yaşamam, bu sürenin 25 yılı Türkiye ile irtibatımın zayıf kalmış olması, bana bazı mahrumiyetler yaşatmış olsa da, bazı özellikler de kazandırmıştır…

Türkiye’den gelen birçok insanla yakından görüşüp tanışma imkânı bulduğum gibi İslam dünyası ile beraber bütün dünya ülkelerinden Mekke’ye gelen değerli ve seçkin insanlarla, siyasilerle, âlimlerle tanışıp görüşme fırsatı da buldum; Mekke Ümmül Kura Üniversitesinde 80-90 ülkeden talebe ve hocalarla uzun yıllar beraber olduk; görgüm ve tecrübem arttı; ufkum genişledi…

Değerli Hocam, Yaşadığım ve henüz ayrıntılarını yazmadığım yakın tarihli bir hatıramı paylaşıp bir kaç hususu dikkat ve değerlendirmenize arz etmek isterim:

Merhum Bekir Topaloğlu Hocamız “günlük” yazardı. Emri Hak vaki olmadan bir iki yıl önce, Osmanlıca yazdığı bu günlüklerini Ladin harfleri ile yeniden düzenleyip baskıya hazır hale getirmişti. Tayyar Altıkulaç Hoca ile beraber gözden geçirip istişare etmesi sonucu, Onun istek ve tavsiyesine uyarak, yazdığı bazı bölümlerde düzeltmeler ve güzellemeler yapmış; bu son hali ile basılmak üzere Ensar Vakfına teslim etmişti. Gizli bir el devreye girerek basılmasını engellemiş, “maddi imkân ve şartlar müsait olmadığı” gerekçesi ile Hocamızın günlüklerinin basımı sağlığında gerçekleşmemişti. Ölümünden sonra ise dizgisi tamamlanarak basılacak hale gelmiş olan bu 1200 sayfalık hatırat, Ensar Vakfından geri alınmış ve içerisinde geçen ve yayınlanması mahzurlu görülen bazı bölümler çıkartılarak, bazı bölümler de değiştirilerek 700 sayfaya indirilmiş halde, Tayyar Altıkulaç Hoca’nın yönlendirmesi ile bir gurup tarafından, yeniden yayına hazır hale getirilmiş olsa da, basılıp piyasaya sürüldüğü, satışa arz edildiğini henüz duymadım…

Merhum Hocamızın sağlığında, Tayyar Altıkulaç Hoca ile beraber yapılan düzeltmeler ve güzellemelerden sonraki halini, benim hatırat okumaya meraklı olduğumu bilen bir arkadaş, incelemem için, elektronik ortamda mailime göndermişti. Dikkat ve ilgi ile okuyup notlar aldım. İçerisinde birçok insan ile ilgili notlar olduğu gibi sizinle ilgili notlar da olduğunu gördüm…

Bu notlardan, özellikli ve yaşayan bazı akademisyenle ilgili olanları, seçip ilgililerine fotoğraf şeklinde yollayarak, günlüklerin basılmamasına engel görülen hususlara gösterilecek tepkiyi ölçmeye çalıştım. Bunların sayısı 30-35 kişi olup 25 kişiden geri dönüş aldım. Yirmi kişinin tepkisi gayet normal, bazı noktalara itiraz olsa da çoğunlukla olumlu düşünceler yazmışlardı. Sadece 4-5 kişi olumsuz sayılabilecek şeyler yazmış, bir iki kişi ise sert tepki gösterip olumsuz ifadelerle görüşlerini yazmışlardı. Hukuki sıkıntı oluşturabilecek tepki gösteren ise sadece 1 kişi olmuştu…

Olumsuz tepki gösterip rahatsız olanlar, Hocamızın yakın dostları, çalışma arkadaşları arasından çıkması beni şaşırtmıştı. Oysa Hocamızın onlar hakkında yazdıkları, gerçeklerin yumuşatılmış hali idi. Hatıratın basılmasını engelleyenlerin yakın dostları arasından olduğunu öğrenmek de beni hayrete düşürmüştü…

Genellikle tenkite, özellikle dost tenkitine alışkın olmadığımız gibi tahammülümüz de yoktur maalesef…

Merhum Bekir Topaloğlu Hocamız gibi halim selim ve yumuşak tabiatlı bir ilim insanının, gözlemlerinin düzeltilmiş haline bile tahammül edemeyenlerin, ilim adına konuşmaları, ıslahtan bahsetmeleri, topluma yön vermek istemeleri, ilimlerin yeniden ihyasından bahsetmeleri, toplumu yönlendirmek istemeleri ne kadar samimi ve inandırıcı olabilir, nasıl güven telkin edebilir..?

Bu bahsettiğim 30-35 kişi Diyanet İşleri Başkanlığı ve TDV nın son elli yılına damga vuranlar arasındandır. Onlar hakkında Bekir Topaloğlu Hocamızın müşahede ve yaşanmışlığa dayanan yazdıkları ise, kendileri tarafından düzeltilmiş olmasına rağmen bilinmesi ve yazılması uygun görülmemiştir.

Hocamızın Osmanlıca yazdığı orijinal kayıtlara ise hiç bir zaman ulaşamayacağımızı zannediyorum…

Muhterem Hocam, Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi asrımız, nokta ihtisaslar asrı olup, akademik unvanlar âlim olma anlamı ifade etmiyor. Bu sebeple münferit içtihat imkânı kalmamış, içtimai içtihat zarureti ortaya çıkmıştır. Hiç bir hekim, insan vücudunun tamamı ile ilgili, organların etkileşimi sonucu, vücudumuzda oluşan sıkıntıların tamamını çözüme kavuşturacak bilgiye sahip olamadığı, böyle bir ihtiyaç olması halinde değişik branştaki hekimlerin bir araya gelerek kanaat oluşturmaya çalıştığı gibi, İslami ilimlerinin her hangi birinin, cüzi bir kısmına aşina olup akademik unvan kazananlar da çözüm üretilmesi gereken konuları her açıdan değerlendirmeye hâkim olma imkânına sahip değildir. Herkes, filin tuttuğu yerine göre fili tarif edenler gibi, kendi bulunduğu zaviyeden meselelere bakıp değerlendiriyor. Birbirini seven, Farklı görüş ve değerlendirmelere tahammülü olan, birbirini doğru anlamaya çalışan, bir araya gelebilen, samimi bir gayretle İslam’ı doğru anlama, yaşama ve yaşatma gayretinde olan kaç kişi tanıyabildiniz..? Ben, merhum Bekir Topaloğlu Hocamız gibi, düşüncelerini, sansürsüz, kınayanların kınamasına aldırmadan, samimi ve olduğu gibi yazabilenlerin bile çok az olabileceği kanaatindeyim. Bunun da sebebi hayatında siyasi ve idari resmi hiç bir görev almamış, bozulmamış bir fıtrata sahip olması, olsa gerek..?

Diyanet, kuruluşundan beri, halka karşı resmi ve mesafeli duruşu bir yana kendi personeli ile bile gönül bağı oluşturmayı becerememiş olması nasıl izah edilebilir..?

Emekli olan kendi personeli ile bütün bağları kesilen bir teşkilat ve yapılanmanın halk ile kuramadığı “gönül bağı” boşluğunu, doldurmaya çalışan, farklı amaçlı cemaatlerle hiç bağ kurmayı bile deneyip başaramadığını görmeden, “Sahabe tenkitine” takılmak ne kadar inandırıcı olabilir…?

Bugün “fetö” ve benzeri örgütler varsa ve kendilerine halk arasında yer bulabiliyorlarsa, bunun kabahatini Emevi’lere yahut Sahabe dönemine dönüp bakarak aramak yerine,

kendi hata ve eksiklerimizde aramak daha doğru olmaz mı..? Devlet halkla inatlaşıp sürtüşürken Diyaneti yanında yer almaya mecbur kılmış, Diyanet de bu ezikliği Müslümanları tenkit ederek örtmeye çalışmıştır. Halkı, samimi ve ihlaslı Müslümanları temsil etmekten çekinmek zorunda bırakılmıştır…

Ramazanların başlama ve Bayram günlerinin belirlenmesi işinde bile oynanan oyunu hala keşfedip itiraf edemeyen bir anlayışı yaşatıyoruz. Tayyar Altıkulaç Hoca ve Sami Uslu Bey ile bu konuda yaptığımız yazışmalarda ayrıntıları bulabilirsiniz…

Mavera Sohbetinde Tayyar Altıkulaç Hoca’ya sordular:

Başkanlık döneminizde “Süleymancılar” ile uğraştığınız gibi “Fetöcü’ler” ile de uğraştınız mı..? Verdiği cevap ilginçtir:

“Onlar bana ayak bağı olmadıkları için onlarla uğraşma ihtiyacı olmadı.” Bu anlayış, İslami bir anlayış olabilir mi..?

Bu ülkede namaz kılmayan, yalan konuşan, ibadetleri ciddiye almayıp keyfine göre uygulayan, halktan kopuk, kendi dışındaki değerleri, samimi ve gayretli Müslümanları, sırf teşkilatta fiili görevi olmadığı için, istişareye layık görmeyen, verilen selamı bile bazen alamayan, yaşantı ve samimiyeti ile örnek olamayan başkanlar ve ilahiyatçılar varken, onların ıslahı yerine Emevi tenkiti ile uğraşıp teselli bulan, hadis inkarcılığında çözüm arayan akademisyenler ile nereye nasıl varabiliriz..?

Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Akaid, ilmi Kelam alanında, alim ve akademisyenlerinden, müktesebi yeterli görülenlerin bir araya gelip, yeniden müzakere edilmesinde fayda görülen, önemli hususları müzakere edip ittifak edilenleri hayata yansıtıp uygulamaya kim itiraz edebilir..? Kim karşı çıkabilir..?

Hz. Mevlana’nın ifadesi ile “Allah’a şükürler olsun ki, bizleri bütün millet ve kavimlerden sonra yarattı; bakıpta ibret alma imkân ve fırsatımız var.” Sahabe devrinde yaşanan ihtilaf ve nizalar, münakaşa ve harpler, bizim için talihsizlik değil, ibret alabilirsek rahmettir. Affımız için, merhamet gerekçesidir. Öyle değil mi muhterem Hocam..?

Bir kaç ay önce bir arkadaşın paylaşımı vesilesi ile Mehmet Görmez Hoca’nın bir seminer konuşmasını dinledim. İmam Gazali’nin İhya mukaddimesinden iki satır seçip almış, metin olarak tahtaya yazarak onun üzerinden ilimlerin yeniden ihyası gerektiğini anlatmaya gayret ediyor; iddialı cümleler ile konuşmasını ilmi bir zemine dayandırmaya çalışıyordu. Dikkatle dinledim; tekrar başa alıp bir defa daha dinledim. İbareyi hatalı aktardığını tercümeyi de yanlış yaptığını görünce, kendi anlayışımı test etme ihtiyacı hissettim. İhya tercümelerine baktım; üç tercümeden biri (Bedir Yayınları Tercümesi) o bölümü tamamen atlamış, diğer iki tercümede ise o bölümü doğru anlamadığı için yanlış tercüme etmiş olduklarını gördüm. Bir kaç lügata baktım; bir kaç arkadaşla da istişare edip anlayışımı teyit ederek kısa bir makale yazdım. Mehmet Görmez Hoca ile de paylaştım. Aşağıda sizlerle de paylaşıyorum. Bu arada Mehmet Görmez Hoca Giresunlu, Trabzonlu veya Oflu da değil, Diyarbakırlı, Ali Köse Hocamızın kulakları çınlasın…

Selam, dua ve hürmetlerimi arz ederim.

03.06.2020

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

TAKDİRDE CİMRİ TENKİTTE KORKAK OLMAYAN BİR HOCAMIZIN HATIRALARI

Okumayı sevip hoşlananlardanım; hayat ve hatırat okumaya da hususi bir ilgi duyarım.

En çok okuduğum kitaplar arasında, Peygamberimizin (s.a.v) ve Ashabının (r.a.) hayatı ile ilgili seçkin kitaplar olduğunu da söyleyebilirim.

Hatırat tarzı eserler, ancak fotoğraf çeker gibi yazılırlarsa kendilerinden beklenen maksadı hâsıl edebilirler. Bir anlamda tarih yazmak demek olan hatırat yazımında olaylar, fikirler, insanlar “olduğu gibi” anlatılmayıp, kurgulanmış bir anlatımın nesnesi haline getirildiğinde gerçeğin üstü örtülmüş olur. Hatırat yazarı kendisine değil, yaşadıklarına ayna tutan insandır. Yaşanılan hayat eğrisiyle-doğrusuyla çarpıtılmadan anlatılmalı ki, gelecek nesiller geçmişten gerekli dersleri çıkartabilsin…

Hatırat yazanların çoğu hissiyatının etkisinden kurtulmakta zorlanır; hissiyatı ve duyguları aklının önüne geçtiği yerler olur. Bazen de güzellemeler yaparak okuyucuda istediği kanaati oluşturabileceğini zanneder. Oysa akıllı, bilgili ve görgülü bir okuyucu, duyguları, hisleri ve güzellemeleri hissetmekte zorlanmaz; hatırat yazarı kendini aldatmış olur.

Son okuduğum iki hatırattan biri, merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın “Hatırat ve Günlükleri” ni ihtiva eden “Günlerim Böyle Geçti” isimli hatıratının muhtasar hali, diğeri de Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Mustafa Said Yazıcıoğlu Hocamızın “NE Yan Yana NE Karşı Karşıya” isimli hatıratı oldu. Her iki hatıratı peş peşe okudum. Merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın hatırat ve günlüklerini, vefatından önce dizilmiş fakat basılmamış halini, elektronik ortamda okumuştum. Takriben 1200 sayfa olan bu dizgi, vefatından sonra, arkadaşları tarafından 685 sayfa olarak muhtasar hale getirilmiş ve yayınlanmıştır. Her iki şekli ile okuyup karşılaştırdığım bu hatıratla ilgili bir değerlendirme yazmış; dost, arkadaş ve bazı hocalarımla paylaşmıştım. Burada tekrar gündeme getirmem vakit israfı olur.

M.Said Yazıcıoğlu Hocamızı ilk defa 1988 veya 1989 yıllarında Mekke-i Mükerreme’de görmüş ve tanımıştım. Merhum Lütfi Şentürk Hoca’nın Mekke’de Din Hizmetleri Müşaviri olduğu dönemde Mekke’ye gelen Hocamız, Ümmül Kura üniversitesindeki talebeleri Mekke/Mesfele’deki müşavirlik binasına davet ettirip görüşmek istemişti. Ümmül Kura talebelerinin büyük bir çoğunluğu müşavirlik binasına ilk defa davet ediliyor ve gidiyordu. Bu sebeple binayı bulmakta zorluk çekip sormak zorunda kalan arkadaşların bir kısmı toplantıya geç kalmış ve mazeret bayan ederken bu durumu dillendirmek zorunda kalmıştı. Hocamız bu serzenişleri duyunca, şaşkınlık ifadesi ile merhum Lütfi Şentürk Beye dönerek: “Diyanette göreve başladığım günden beri, neden bazı gruplarla olumlu irtibat kurulamadığını, sürtüşmeler yaşandığını dinlemeye ve anlamaya çalışıyorum. Bu durumu izah ederken bir takım sebep ve gerekçeler anlattınız; dinledim. Ama Mekke Üniversitesindeki talebelerle olan bu irtibat kopukluğunu nasıl izah edeceğinizi merak ediyorum’’ deyişi hafızamızda iz bıraktı. İlk defa oluşan bu duygu yakınlığı, ilgi ve samimi yaklaşım bütün arkadaşlarımızı memnun ettiği gibi beni de rahatlatmıştı. Çünkü arkadaşlarımız bana da bir Diyanet mensubu gözü ile bakıyorlardı. Öyle ya, Bilecik Gölpazarı Müftüsü iken, DİB oluru ile Başbakanlık tarafından, Mekke Üniversitesinde ihtisas yapmak üzere, maaşlı mezun olarak gönderilmiş ilk talebe idim. Talebeler ile Diyanet ve Din Hizmetleri Müşavirliği arasında oluşan her olumsuzluk bana da sitem ve serzeniş olarak yansıyordu. Oysa benim içimdeki duygular, arkadaşlarımın duygularından çok farklı değildi, yaşadığım olumsuzluk ve sıkıntıları içime gömüyor; çok az arkadaşımla paylaşabiliyordum. Böyle duygusal bir ortamda M.Said Yazıcıoğlu Hocamızı tanımak umut yeşertici olmuş; yakınlık hissetmemize vesile oluşturmuştu. İşte hatıratını okumaya ilgimi artıran sebeplerden biri de bu olmuştur.

Bu mukaddimeden sonra Hocamızın hatıratı ile ilgili değerlendirmeye geçebilirim.

1

İmla hataları üzerinde durmayacağım, sadece 28.Sayfada, benim de köyüm sayılan değerli hocam, merhum Mehmet Rüştü Aşıkkutlu hocanın, eski adı Çufaruksa olan köyünün yeni adı “Aydınlar” olarak yazılmış; doğrusunun “Uğurlu” olacağını belirtmekle iktifa edeyim. M.R.Aşıkkutlu Hocamız, evinde iki sene kalıp Kur’an talim ve tecvidi ile Arapça sarf okuduğum hocamdır.

Yine 62.Sayfada, ağabeyi Recep Yazıcıoğlu için, “Ruhu şâd, mekânı cennet, takipçileri bol olsun.” denmiş, “takipçileri” kelimesi yerine “dua edenleri” yazılması bizim üslubumuza daha uygun ve daha güzel olurdu kanaatimi izhar etmeliyim.

65.Sayfada, yabancı dilin nasıl öğretileceği konusundaki başarılı olamayışımızı tespiti (Muhterem hocamızın, bizim dil öğretmekle ilgili projemizi www.hamzali.org sitesinden okuyup incelemesini arzu ederim.), 69.Sayfada Medrese İlahiyat eğitimi mukayesesi, 80.Sayfada yurtdışında doktora yapmak için 4-5 yıl kalmak yerine, 2 yıl kaldıktan sonra çalışmaların yurt içinde tamamlanması tavsiyesi, 85.Sayfada, devletin bireyi hiç görme anlayışının insan merkezli bir sistemle aşılabileceği görüşü,

86/87.Sayfalarda elçiliklerimizde karşılaştığı Ermenilerle ile ilgili duyguları, 96.Sayfada, akademik tez konularının hayatımızdaki ihtiyaçlarımıza ışık tutacak şekilde seçilmesi ile ilgili görüşü, 98.Sayfada, Kenan Evren’e Talat Koçyiğit Hoca’nın içkinin haram olduğunu söyleyişini aktarması, 119.Sayfada, yurtdışında İlahiyat eğitimi ile ilgili denklik konusunda anlattıkları, 121/122.Sayfada siyasette olduğu dönemde YÖK ten istediği belgeyi alamayışını, (Bu satırların yazarı olarak, prosedüre uygun şekilde yaptırıp tamamladığım mastır denklik belgesindeki maddi hatayı düzelttirmek için geri gönderdiğim denklik belgemin aslını, 12 yıl uğraşmama, öğrencim olan YÖK başkanına rağmen hala geri alabilmiş değilim.) Bu haliyle YÖK dipsiz bir kuyu görüntüsü arz ediyor.

147/148.Sayfalarda Diyanet teşkilatının, asker veya polis teşkilatını andıran soğuk yüzünü, gönül bağı oluşturma ihtiyacını anlatmasını dikkat çekici buldum…

Âcizane kanaatim, DİB nın en önemli eksiklerinden birinin de, “gönül bağı oluşturamama” zafiyetidir. Halk ile gönül bağı oluşturamamak bir yana, kendi teşkilatında çalışan personel ile bile gönül bağı olmayan bir Diyanet teşkilatının başarılı olması çok zor; hatta imkânsızdır. Bu zafiyetin oluşturduğu boşluğu başka oluşum ve kuruluşlar doldurmaya çalışmaktadır. F.Gülen örgütü böyle bir zafiyetin oluşturduğu zemini en iyi değerlendiren örgütlerden sadece biridir.

Kurucu iradenin DİB na çizdiği statü, belirlediği konumun bunda önemli rolü olduğu gibi, teşkilatın, uzun yıllar, yeterli ehliyet, liyakat, samimiyet ve ihlas sahibi cesur insanların yönetiminden mahrum kalması, gönül bağı oluşturma zemininin oluşmasına imkân vermediği de söylenebilir.

Elbette sebepler arasında başka hususlar da zikredilebilir ancak böyle bir zafiyet ve açığın varlığını kimse inkâr edemez.

149/150/151.Sayfalarda tipik bir Diyanet müfettişi hikayesi okuyunca ben şaşırmadım. Ama Hocamız gibi diyanet yönetimine dışardan getirilmiş, objektif bir insanında hoş bakması, onay vermesi mümkün olmadığını görüp teyit etmiş olduk.

Hocamızın görev yaptığı yıllarda diyanet personelinin eğitim seviyesini merak edenler 152.Sayfaya bakabilirler. 153.Sayfada MİT-Diyanet ilişkisi ile ilgili Hocamızın yazdıklarını okuyunca hasbilik böyle bir şey olsa gerek diye düşündüm. Seksenli yılların başında Riyad’da görevli bir istihbarat görevlisinden duymuştum. O dönemlerde görev yapan DİB yardımcılarından biri MİT görevlisi olarak orada bulunuyordu. O dönemlerdeki MİT’in CIA şubesi olarak görev yürüttüğünü dikkate alırsanız bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlarsınız. İngiliz istihbarat servisi MI6 ise, kurulduğu günden beri, direk ve dolaylı yollardan Diyaneti etkileme ve yönlendirme konusundaki gayretlerini hiç eksik etmemiştir. Şaşırır mısınız bilmem ama Ramazan’a başlama ve bayram yapma, Hilali gözetleyip görme bilgi ve

2

çalışmalarının perde arkasını karıştırıp inceleyenler MI6 etkisini açık ve net bir şekilde görebilirler. Bunu hem Suudi Arabistan hem Türkiye hem de Mısır için söyleyebilecek bilgi birikim ve tecrübe sahibiyim. İstihbarat güçlerinin hangi konuları nasıl değerlendirdiğini bilmeyenler, Hilal gözetlemek, Ramazan’a başlamak ve bayram yapmak gibi konularla istihbarat servislerinin ne işi olabilir dediğini duyar gibiyim. Uzun bir konu, burada aktarırsam konuyu uzatmış; okuma tembellerini bunaltmış olabilirim.

Türkiye’de politika, Sanat gibi İlahiyat ve Diyanet alanları da güdümlüdür; görüşünü hafife almayın derim…

153.Sayfada Tayyar Altıkulaç ve Kocatepe Camii açılışı ile ilgili yazılanlar da dikkatimi çekti.

224.Sayfada DİB larının hep Sünnilerden olduğu ifadesi Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal’a İzafe edilmesi bir durum tespiti olarak yorumlanıyor.

Bu ifadenin, DİB ları bugüne kadar sadece Hanefiler ’den olmuştur; demekten bir farkı var mı..? Şafiiler yahut Malikilerin böyle bir ifadesi ne kadar anlamlı ise bu ifade de o kadar anlamlı olabilir. Türkiye’de Şiilik veya Alevilik değerlendirilirken bir mezhep veya meşrep olarak değil de ayrı bir din gibi değerlendirme hatası yapılıyor. Hiçbir mezhep veya tarikat mensubu ayrı bir ibadethane talebinde bulunamayacağı gibi, DİB nın da kendi tarikat ve mezhebinden olmasını istemeyi dillendirmesi normal değildir. Alevilerin böyle bir talebini dillendirmesi normal kabul edilebilir mi..?

Nakşiler biz ayrı bir ibadethane hakkı istiyoruz diyebilir mi..? Diyebilecekleri tek şey ayrı bir tekke açma hakkı istiyoruz olabilir. Ayrı bir ibadethane, farklı bir din için söz konusu olabilir. Alevilik İslam’dan farklı bir din midir..?

Hayır diyenler, farklı bir ibadethaneden söz edemez, olsa olsa zikir evi, tekke açma hakkı isteyebilir. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili kanuna takılmamak için ayrı ibadethane hakkı talebinde bulunmak Aleviliğin esası ve ruhu ile bağdaşmaz. Evet Alevilik ayrı bir dindir diyenlerin ancak ayrı bir ibadethane ve ayrı bir DİB dan söz etmeleri makul olabilir. Türkiye dâhilinde, samimi hiç bir Alevinin, Aleviliğin ayrı bir din olduğunu söyleyip iddia ettiğini ben hiç duymadım.

Hocamız hatıratının 235.Sayfasında Bulgaristan ve Batı Trakya’daki soydaşlarımızdan bahsediyor. Bulgaristan’ı bilmem fakat Batı Trakya’daki Türkler ve müftülük konusunda hatasız, doğru ve objektif bilgi aktarana hiç rastlamadım. İslam ve Osmanlı’ya karşı tavrımızın Batı Trakya’ya yansıması karşısında Yunanistan’ın tilkice tavrı bizim başarısız olmamızın temel faktörlerinden biri olduğunu ya gören olmuyor veya anlatma cesareti gösteremiyor. Ben Batı Trakya’ya defalarca gidip kaldım; inceleme yapma fırsatı buldum. Hem seçilen müftü (Bu arkadaş YİE’den dönem arkadaşımızdı) hem de atanan müftü ile görüştüm. Yunanistan’ın ve Türklerin uygulamasını yerinde görüp inceledim. Yakın tarihe kadar Türk azınlık okullarında Osmanlıca öğretildiği gibi müftülüklerde yazışma ve arşiv dili de Osmanlıcaydı. Türkiye, Türkçü bir politikayı, Yunanistan ise İslami bir anlayışı teşvik ediyordu. Bunun fiiliyata yansıması ise, Türkiye İslami harfleri terk ettirip ladin harflerini, İslam anlayış yerine Laik anlayışı, öne çıkartıyor; seçtirdiği müftüleri de bu anlayışa göre, sakalsız, bıyıksız, laik kafalı, halktan kopuk, bilgi ve yaşantısı eksik kişilerden seçtiriyor.

Yunanistan ise Osmanlı İslam harflerini, Laiklik yerine İslami anlayışı, bilgi ve yaşantısı yetersiz olan müftü yerine, Mekke, Medine veya Ezher mezunlarını, sakalı ve bıyığı olan, halk ile gönül bağı kurmaya yatkın, yaşantısı daha düzgün olan kişileri tayin edip teşvik ediyor; imkân veriyor. Zahire bakan Yunanistan’ı doğruyu teşvik eden, Türkiye’yi ise yanlışı besleyen konumda göreceği açık. Türkiye’nin baskı ve teşvikleri sayesinde Batı Trakya’daki Müslüman Türkler her geçen gün Yunanlılara

3

daha çok benzer hale geliyor. Yeni nesilden Osmanlıca bilen kalmadı; artık yazışmalar ladince yapıldığı gibi arşivler de ladince tutuluyor.

Oysa azınlığın varlığını devam ettirip sürdürmesi için İslam’a sarılması, Osmanlıca yazışması çok önemli bir faktördü. Türkiye Batı Trakya’da Yunanistan lehine çalıştığını bakalım ne zaman göreceğiz..? Görünce iş işten geçmiş olmaz inş.

260.Sayfada muhterem Hocamız Devletin, Diyanet ve Din Görevlilerine bakışındaki sakatlığa işaret ediyor. Diyanetin dini bir teşkilat olmadığını, idari bir teşkilat olarak görüldüğünü değerlendiriyor. Bu hata nasıl bir boşluk ve verimsizlik oluşturdu ise Batı Trakya’da aynı hata ve boşluğu oluşturmuştur.

Muhterem Hocam, Eğri ağacın gölgesi de eğri olur. Diyaneti kurup oluşturan irade, dine hizmet etmek için değil, kurulan yeni ve laik devletin yerleşmesi ve sürdürülmesine hizmet etmek için idari bir teşkilat olarak kurmuştur. Bunun için ilk diyanet işleri başkanına hem CHP Ankara il başkanlığı hem de DİB görevi birlikte verilmiştir. Bu zihniyete hizmet etmeyen bir teşkilat ve görevli nasıl makbul kabul edilebilir ve anlayış görebilir..?

İşte sizi ve ağabeyiniz gibileri yeterli görmeyip beğenmeyenler, sizin bu gerçeği görüp içine sindiremeyen, düzeltme gayreti sergileyen, saf ve sade bir Anadolu evladı olmanız, duruma göre şekillenemeyen, herkesi idare edemeyen, kullanılmaya müsait olmayan, umut vadetmeyen yapınızdan dolayı yeterli görmeyip beğenmemişlerdir.

268. ve 275.Sayfalarda bahsettiğiniz Hutbe konusu ve İl müftülüklerinin atama yetkisi de bu anlayış sahipleri için riskli ve tehlikelidir. Bu arzu ve görüşünüze karşı çıkanlar arasında Dr. Lütfi Doğan ve Tayyar Altıkulaç Bey’lerin olması sizi şaşırtmasın, onların bu zeka kıvraklığı ve anlayışları, sizden daha fazla itibar görmelerini sağlayan faktörlerden biri olamaz mı..?

279.Sayfada bahsettiğiniz “Belgeli Din Görevlisi” fikrini ben de “Hac Organizesi” için savunup anlatmaya çalıştım. Yürüyen sistemin saltanatına çomak sokmak olarak görüldü. Diyanetin farklı düşünceleri dinlemeye bile tahammülü olmadığını bilir misiniz bilmem ama bugün bile bu durum değişmiş değildir.

Hac Organizesi inceliklerine vakıf olacak kadar uzun görev süreniz olmadığı gibi, 1990 yılında yaşanan sıkıntılar sizi farklı konularla meşgul olmak zorunda bıraktığını zannediyorum. “Tünel Faciası” olarak ifade edilen olayı da doğru değerlendirecek kadar bilgi sahibi olamadığınız kanaatindeyim…

Muhterem Hocam,

Ömrümün 41 yılı Mekke’de geçti. 1990 yılında on yıllık fiili bir tecrübe sahibi iken, 2500 kişilik bir Hacı gurubunun organize koordinatörlüğünü yürütme sorumluluğunu taşıyordum. “Tünel faciası” olarak isimlendirilen olayın tam göbeğinde olup olayı fiilen görüp yaşama tecrübem olmuştur. Bizim kafilemizden de 18 hacımızın öldüğü bu olay, zannedildiği gibi ne tünel yetersizliği ne de görevli ihmalinden kaynaklanmış bir olay değildir. Size verilen bilgiler, masa başı, tahmin ve zanna dayanan bilgiler olup sizi yanlış düşünceye sevk etmiş olduğunu düşünüyorum. Sadece sizin değil Suudili yetkililerin dahi olay yeri ve anını göremediği için eksik ve hatalı bilgileri olduğunu görüp şahit oldum.

İlk hareket, elindeki çantayı düşürüp eğilerek almaya kalkan hacının yanlış hareketi üzerine yere düşmesi, kalkmak için eteğine yapıştığı hacının ihramını sıyırıp çıplak kalmasına yol açması, onunda eğilip avret yerini örtme gayreti ile yere düşmesi ile başka hacının ihramına asılıp sıyırmasının ortaya çıkardığı panik ve talaşın bir kaç saniyede durdurduğu hareketin akış halindeki insan yoğunluğunun önünü göremeyip yığılma ve ezilmeye yol açması şeklinde özetleyebileceğim bir hadisedir.

4

Bu olaydan önceki dönemlerde, gidiş dönüşlerin tek tünelden yapıldığı yıllarda bile böyle bir sıkıntı yaşanmadı.

1990 yılında gidiş ve dönüş tünelleri ayrı ayrı idi. Olayın olduğu tünel sadece taşlamaya gidenlere tahsis edilmişti.

Bu olaydan sonra hem gidiş hem de dönüş tünellerinin sayısı çoğaltıldı. Bu sebeple 302.Sayfada yazdığınız görüşleri yeterli ve isabetli bulmamamı anlayışla karşılayacağınızı umuyorum.

407.Sayfada demokratik yapının kolay oluşmadığını yazıp demokrasiyi takdir eden ifade ve imalarınızı da sempatik bulmadım. Sizi sevenlerin tenkitine alışık mısınız bilmem ama ben sevdiklerimin eksik, hata ve yanlışlarını da düzeltmek niyetiyle söylemekten yanayım.

İlahiyatta Kelam Hocası olan, 4,5 yıl DİB yapmış, yerli milli, bozulmamış bir fıtrat sahibi, meşrep saplantısı ve rejim tiryakiliği olmayan, kınayanların kınamasına aldırmadan, komplekssiz, samimi, mütevazi, mert inandığı ve düşündüğünü yazacak kadar medeni cesareti olan bir hocamız olarak, güç ve kuvveti esas alıp dayanak kabul eden, her türlü algı, entrika, yalan ve göz boyamaya açık bir beşeri sistemi övüp, hakkı ve hakikati esas alarak üstün tutan, maneviyata öncelik veren, doğruyu teşvik edip önünü açan, yanlışı engellemeyi gaye edinen fıtrata uygun İslami sistemi anlatıp heveslendirerek öğretmeyi, teşvik etmeyi ihmal etmeniz makul kabul edilebilir mi? Bu görevi sizden beklemeyeceksek kimden bekleyeceğiz..? Bu ihmal sebebi ile bugün demokrasi müminleri olup çıktığımızı, İslami sistem ve değerlerimizi unuttuğumuzu alternatif bile görmediğimizi dikkate almamız gerekmez mi..?

424.Sayfada aktardığınız İsmet İnönü’nün görüşlerinden ve savunduklarından ne farkımız kalır muhterem Hocam..?

426.Sayfada Hucurat süresi 13. ayet tercümesinde “millet” kelimesi yerine “kavim” kelimesi olması daha doğru bir ifade olmaz mı..? Meallerde de kavim olarak tercüme edildiğini bakıp teyit edebilirsiniz.

433.Sayfada bahsettiğiniz mükemmeliyetçi yapı bende de var maalesef.

442.Sayfada ifade ettiğiniz gibi dışardan bakmak daha gerçekçi gözlemler yapma imkânı verebiliyor.

Hatırlarınızda yazdıklarınız yanında yazmayı uygun görmedikleriniz de olabileceğini tahmin ediyorum. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak olayı anlatıp yanlışını zikrettiğiniz ve görevini de açıkladığınız bir kişinin sadece ismini yazmamanızı zihin yorucu bir eksiklik olarak görüyorum.

Avrupa ülkelerinde Din Hizmetleri Müşaviri olup İstihbarat görevi yaptırılan kişiyi meraklısının araştırıp bulması çok zor olmadığı halde, ismini mahfuz tutmanızı gerekli görmedim. Bu arkadaşın adını yazmanız hem ibret almaya vesile hem de çoğalıp yayılmasını caydırıcı olmaz mıydı…? Yanlış yapanı korumak yerine caydırıcı şekilde duyurmayı gerekli görenlerdenim. Ayna tutmak ancak böyle gerçekleşebilir…

Nice yanlış yapanlar, yanlışını yazıp kabul etmekle hem tövbe ettiğini hem de müsamahayı hak ettiğini açıklığa kavuşturma fırsatı buluyor.

Sonuç olarak, hatıratınızı okumaya değer ve ibret almaya vesile olabilecek, olabildiğince objektif buldum. Arkadaş ve dostlarıma da okumayı tavsiye ettim. Hatıratların ikinci baskısının yapılması çok az vaki olabiliyor. Umarım hatıratınızın ikinci baskısı yapılır ve hatırlatmalarımı dikkate alırsınız.

Selam, dua ve hürmetlerimi arz ediyor sizlere sağlıklı, huzurlu ve bereketli uzun ömürler diliyorum muhterem Hocam. 05.07.2021Üsküdar

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

5

YAZILAN HATIRAT ve GÜNLÜKLER İBRET AYNASI OLMALIDIR

Hatırat okumaya gösterdiğim ilgi ve ihtimamı bilen arkadaş ve dostlarım, okudukları, bildikleri ve duydukları yayınları bana haber verir; bazen gönderir bazen de okuyup özetleyenlerin özetini ulaştırırlar. Hatırat ve günlüklerden böyle haberim olur. Bazı hatıratları okumakla kalmaz, not alır; görüş, düşünce ve mülahazalarımı da yazmaya gayret ederim.

Okuyup not alarak görüş ve düşüncelerimi yazdığım hatıratlardan biri de muhterem Hayrettin Karaman Hocamızın yazıp yayınladığı hatıralarıdır. Tayyar Altıkulaç Hoca’nın hatıralarını da dikkatle okuyup incelemiştim. Mustafa Öz Hocamızın hatıratından bir nüshayı, hattat Yusuf İzzeddin Sav hocanın, içinde benimle ilgili önemli gördüğü bir hatıranın varlığı sebebiyle, satın alıp hediye etmesi ile öğrenmiştim. Merhum Ali Özek Hocamızın hatıratını, imzalayıp gönderme lütfunda bulunması sebebi ile okuma imkânı bulmuştum. “Kutuz Hoca” nın hatıralarını İsmail Kara Hoca’nın sayesinde okudum. Son olarak Ali Rıza Demircan Hoca’nın hatıralarını, lütfedip haber vermesi sayesinde, okuma fırsatı bulduğum hatıratlardan oldu.

Merhum Bekir Topaloğlu Hocamızın da hatırat ve günlük yazdığını biliyordum. Uzakta, Mekke’de olmam sebebi ile hayatta iken Osmanlıca yazdığı günlüklerini, Latin harfleri ile yazdırıp dizdirdiği ve Tayyar Bey ile müzakere edip bazı düzeltmeler yaptıktan sonra, basılması için yayınevine verdiğini, ortak dostlarımızdan duymuştum…

Merhum Hocamızla olan hukukumuzu bilen ortak bir dostumuz elektronik ortamda bu hatıratı okuyup ilgilenmem ve görüş bildirmem için bana da yollamıştı. O günlerde müsait olmamam, elektronik ortamda okumaya ilgi duymamam sebebiyle okuyamamış; basılmasını beklemeyi tercih etmiştim. Hocamızın Mart 2016 da vefat ettiğini duyunca, üzülmüş, sarsılmış, hatıratını okuyup görüş bildiremediğim için vicdanen rahatsız olmuştum.

İsmail Kara kardeşimize hatırat ve günlüklerini kontrol ettirmek ve görüşünden istifade etmek istediğini de duymuştum. Ona yazıp sorarak bilgi almak istedim; benim duyduklarım dışında, son durumdan kendisinin de haberdar olmadığını öğrendim…

Bendeki elektronik nüshayı kâğıda döküp basarak okudum. Okuyunca ilgi ve merakım arttı ve Hocamızın merhum dayısı Yahya Kutluoğlu Hoca ile irtibat kurup bilgi almak istedim; haberdar olmadığını gördüm. Kardeşi Ahmet Topaloğlu Hoca ve eniştesi Hamza Okur Bey ile irtibat kurup görüştüm. Onların da farklı bilgisi olmadığını öğrendim. Bendeki elektronik nüshanın kâğıda dökülmüş şeklini istediler; kendilerine verdim…

Hocamızın refikası ve kerimesi ile irtibat kurup bilgi sordum. Kerimesi bana: “Babamızın sağlığında dizilmiş şekli ile hatıratının basılmasının mahzurlu görüldüğünü, kendilerinin de ikna olması sebebi ile oluşturulan bir ekip tarafından elden geçirildikten sonra basılacağını” yazdı…

Bu arada, elektronik nüshanın kâğıda dökülmüş halinden okuduğum hatırat ve günlükler içerisinde, dikkatimi çeken bazı tespitleri, ilgili bölümün resmini çekip muhatabı olan tanıdıklarımla paylaştım. İki kişi hariç, yazılan günlüklerde kendileri ile ilgili olumsuz ifadelere rağmen, yadırgayan ve tepki gösteren olmadı. Nedenini merak edip sorduklarım, merhum Hocamızın samimi, sade ve art niyet olmaksızın yazdıkları, kendi penceresinden gördüklerini yansıttığı için, eksiğine fazlasına bakmadan, anlayışla ve müsamaha ile yaklaştıklarını söylediler/yazdılar…

Merhum Hocamız politik duruştan uzak, ilmi duruşu ile tebarüz etmiş, samimi, ihlaslı, dürüst, sevilen ve sayılan bir şahsiyetti. Tenkiti ve muhalefeti, rahatsız edici ve yaralayıcı olmadığını test ederek gördüm.

1999 yılında Emir Turizm ile Umre yapmıştı; Emir Turizm sahibi Ali Rıza Demircan Hocamız ile ilgili yazdıklarını kendisine ilettiğimde, tespitlerine katılmasa da rahmet ve minnetle yâd etmemize vesile oldu. İhlas ve samimiyet böyle bir şey, yaşamayana anlatmak çok kolay olmuyor…

Sözü uzatmak niyetinde değilim. Hocamızın sağlığında dizgisini yaptırıp, arkadaşları ile istişare ve bazı düzeltmeler yaptıktan sonra, bastırmak istediği hatırat ve günlükleri, takriben 1200 sayfa olmasına rağmen, basılan kitap sadece 686 sayfa, bu hatırat ve günlükleri kaleme alıp yayına hazırlayanın bir ilim adamı olması, yumuşak tabiatlı, politik hırsı veya tiryakiliği olmayan, her hangi bir hizip veya cemaate mensubiyeti bulunmayan, müstakil, samimi ihlaslı ve dürüst bir şahsiyet olduğunu da dikkate alarak, günlüklerdeki tekrarları dahi hazfedip çıkartmayı yadırgadım. Eşi ve kızlarının rıza göstermesine bir şey diyemem. Kendilerine kim veya kimlerin, neyi nasıl anlattığının ayrıntılarını bilmediğim için, endişe etmelerini de anormal bulmam. Ama mesai arkadaşlarının buna ihtiyaç duymalarına, üstelik bu seçme ve ayıklama işini, ilkeli ve ustaca yapamayışlarına üzüldüm. Evet, Hocamızın maddi varislerinin onayı alınmış fakat manevi varisleri olan talebelerinin duygu ve düşünceleri hiç dikkate alınmamış…

Siyasi vesayetten şikâyet eder dururuz. Bu da vesayetin bir başka versiyonu değil midir..?

Hocamız, yazdıklarının sorumluluğunu taşıyamayacak bir insan olmadığı gibi sivri dilli olan veya muhalefet tiryakiliği bulunan bir şahsiyet de değildi; müstakil, yerli milli, sıcak, samimi ve ihlaslı bir insandı. Makam ve şöhret hırsı da yoktu. Bu sebeple müşahedeleri, tenkitleri ve yazdıkları yaralayıcı değildi. Ben bunu tahmin olarak değil, test etmiş bir eğitimci olarak yazıyorum. “Yazdıkları, bazı kişiler için kırıcı, rencide edici olabilir; hukuki sonuçlar doğurabilirmiş.” tespitini kabul etmek mümkün değil; böyle bir iddiayı Hocamızı tanıyıp bilen, sevenlerin dillendirebileceğini zannetmiyorum…

Bazen ismini zikredip yazdığı bir cümlelik tespiti, Onun rahmet ve minnetle hatırlanmasına vesile olabileceği gibi, muhatabını da teşvik edici olmayacağını kim söyleyebilir..? Zemmettiği, hata ve eksiğini zikrettiği kişilerin hatasını fark edip tövbe etmesine vesile olması, farklı bir güzellik olmadığını kim iddia edebilir..?

1992 yılında, en yakın mesai arkadaşları ile Umre yaparken, Hıra dağında yaşadığı duygulu, güzel bir hatırası bile hazfedilmiş…

Kendisinin hazırlayıp dizdirdiği nüshada 18 sayfa olan 1992 yılına ait günlükler, basılan kitapta sadece 2 sayfa olarak yer almış. Bunu kim nasıl izah edebilir..?

Hocamızın her tespitinin doğru, hatasız, eksiksiz olduğunu söylüyor; iddia ediyor değilim. Elbette her beşer gibi Hocamızın da yanıldığı, yanıltıldığı hususlar, görüşler, tespitler olabilir; vardır da…

Benim de tespit ettiğim hatalı, eksik ve yanlış yorumları da var ama bunlardan bile istifade etmediğimi söyleyemem…

Recep Özkan kardeşimizin eşi ile ilgili, 20 Aralık 1992 tarihli günlüğünde, bir iki cümlesi Emine hanımı nasıl heyecanlandırdığı, memnun ve mutlu ettiğini görüp şahit oldum. Bu bölümün basılan kitapta hazfedilmesinin sebebini ben anlayamadım; anlayan varsa öğrenmek isterim…

Tenkit edip zikrettiği akademik unvan ve makam sahibi insanlardan, “görüşünü isabetli bulmasak da, Bekir Topaloğlu Hocamıza öyle görünmüş isek bizim eksikliğimizdendir.” deyip rahmet, minnet ve dua ile yâd edenler yanında, “evet yazdıkları doğrudur; bu vesile ile Rabbimden tekrar af ve mağfiret diliyorum” diyenleri de görüp dinledim…

Hatırat ve Günlükler ayna gibi olmalıdır; aynalar yansımaları gösterir. Kimse aynaya kızmaz; aksine, görüldüğü şekli beğenmeyenler, kendilerine çeki düzen verip görünmek istediği şekle bürünmesine, dönmesine vesile olur…

Ne dersiniz, siz aynalara kızıyor musunuz yoksa..?

Nice hatıratlar vardır; içinde hiç bir hata ve eksiklik gündeme getirilmemiş; savunma ve güzellemeler ile doldurulmuştur. İnandırıcı olmadıkları gibi İbret alınacak bir tabloya da rastlayamazsınız…

Merhum İmamı Gazali, kendi nefsine hitap ederek: “Ey nefsim, sakın olduğundan farklı görünmeye kalkma, kalkarsan, iki ihtimalden farklı bir durum söz konusu olamaz; muhatabın, akıllı ise olduğundan farklı görünmek istemene itibar etmez; onun gözünde daha da küçülürsün; eğer muhatabın ahmak ise, ahmağın gözünde büyümen ne işe yarar..?” der.

Evet, Bekir Topaloğlu hatırat ve günlüklerinin muhtasar hali bile olsa, Ensar Yayınları arasında yayınlanmasına sevindim. Seçme, kısaltma ve hazif yapanların başarısızlığını, ilkesizliğini görünce de üzüldüm. Bu duygular benim içimdeki duyguların satırlara yansımış halidir. Vesayetin hiç bir türlüsü hoş durmuyor. Hatırat yazmak nasip olursa, duygularımı daha gerçekçi yazmaya gayret edeceğimi söyleyebilirim. Kimseyi kırmak, itham etmek gibi bir kastım yoktur. Hocasına vefası olan, bir talebesinin bu duygularına tahammül edilmesini beklemeye hakkım var mı bilmem ama beni de böyle, yanlışa susmayı beceremeyen, patavatsız(!) biri olarak kabul ediniz lütfen…

05.05.2021 OF / Hamzalı

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Ahmet Davutoğlu Hocaya Mektup

Muhterem Ahmet Davutoğlu Hoca’mıza,

Size, insani ve İslami bir görev telakki ederek, yazıp hatırlatmayı arzu ettiğim bir kaç hususu arz etmeden önce kendimi tanıtmakla başlamak isterim ki yanlış bir anlamaya yol açmış olmayayım…

Benim adım Ahmet Ziya İbrahimoğlu, Malezya’da öğretim üyesi iken, yanılmıyorsam 1993 yılında, eşiniz ve M.Maksudoğlu Hocamız ile beraber hacca geldiğiniz yıl beraber hac yapmıştık. Daha sonraki yıllarda da zaman zaman yazışma ve görüşmelerimiz olsa da kalıcı olup hatırlayabileceğinizi tahmin ettiğim için hac beraberliğimizi öne alarak zikrettim. Kendimle ilgili diğer bilgileri bu yazının sonuna not olarak eklerim; gerek görürseniz bakma imkânınız olur.

Muhterem Hocam,

Sizi Allah için seven, hayatının hiç bir döneminde dini ve siyasi bir bağımlılığı olmayan, her hangi bir meşrep veya parti ile organik bağı olmamış, müstakil yapılı bir eğitimciyim. Partinizin kurucuları arasında iyi ilişkilerimiz olan ortak dostlarımız da var…

Şimdiki Cumhurbaşkanımız RTE Bey ile İst. İHL yıllarında beş yıl aynı çatı altında okumuş, sosyal faaliyetlerde beraberliğimiz olmasına rağmen, politik hayatı boyunca çevresine yaklaşıp bir talepte bulunmadım. ihtiyaç duyup aramadığı sürece idarecilerden uzak durmaya çalışan, şahsi hiç bir talepte bulunmayı sevmeyen bir anlayışın sahibiyim. Politikacılara yaklaşanlar “genellikle bir iş veya çıkar için yaklaşır” anlayışı yaygın olduğu, politikacıların da ziyaretçilerine bu gözle baktığı bilindiği için, öyle görünenler arasında olmayı sevmedim; istemedim. Bu sebeple, sizlerin de idari ve politik görevleriniz esnasında, eşiniz muhtereme Sare hanımla, bir kaç defa yazışmak dışında, çevrenize yaklaşıp şahsi hiç bir talepte bulunmayanlardanım…

Size olan saygı takdir, güven ve sevgim sebebi ile küçük kızımı Şehir Üniversitesinde okutup mezun ettim…

Muhterem Hocam,

MÜSİAD kanalı ile Ak Parti yönetimindeki dost ve kardeşlerimize tavsiye edip hatırlattığım bir hususu size de hatırlatmamı umarım haddi aşmak olarak değerlendirmez, hoş karşılarsınız…

Aktif politika içinde olup idari görevler yürüten insanlar, aktif politika içinde olmayıp tarafgirlik illeti ile de malul olmayan, her sektörde kendilerine sadece gönül bağı ile bağlı olan, en azından muhalif olmayanlarla “özel bir istişare teşkilatı” da oluşturmalı ve o sektörle ilgili kararlara son şeklini vermeden, bu özel teşkilat ile de istişare etmesi gerektiğine inanmış olanlardanım.

Bu ifade ile sektörlerin resmi temsilcilerini kastetmediğimi de belirteyim ki yanlış anlaşılma olmasın.

Çünkü bunu kısmen bütün partiler yapmaya çalışıyor. Ak Parti Hac ve Umre organizesi içinde olan TÜRSAB ve Diyanet’in yönlendirmesiyle nasıl yanlışlar yaptığını, THY idaresini kullanarak TÜRSAB’ın işini samimiyetle yapmaya çalışan dürüst insanlara nasıl zulmettiğini, bu işin hala fırıldakçıların kontrol ve denetiminde olduğunu, DİB nın bu zulme neden ve nasıl seyirci kaldığını, belki siz bile hala bilmiyorsunuzdur..?

Sizin hata ve ihmallerinizin bize nasıl yansıtıldığını çoğu zaman size ulaştırma imkanı bile bulamadık. Herkes elle tutabildiği yere göre fili tarif ediyor. Ülkemizde gerçek manda STK kabul edilebilecek örgütlenmelerin sayısı, parmakla gösterilebilecek kadar az olduğunu akli selim sahibi herkes bilir ve kabul eder…

Parti teşkilatları, böyle bir müstakil gönül bağı ve istişare teşkilatının boşluğunu neden dolduramayacağını siz benden daha iyi bilebilirsiniz. O sebeple bu ayrıntıya da girmek istemiyorum…

Milletvekillerin ve parti teşkilatlarının hepsi oyunun içinde olan oyuncular gibidir. Oyunun fiilen içinde olanların nasıl oynadıklarının farkında olmaları oldukça zor, hatta imkânsız gibidir…

Parti teşkilatlarında görev alan, milletvekilliğine aday olan veya seçilenlerin çoğu hatalı icraatları, ya tenkit edebilecek seviyede değil veya bazı endişeleri sebebi ile çekinme durumundadırlar. Politik teşkilatları küçümsemiyorum. Sadece boş bırakılan bir alana işaret etmek istiyorum. Politik teşkilatınızda görev almak istemeyen fakat size muhalif de olmayan insanlardan, çalıştığı sektörde hatırı sayılır etkinliği olan, dürüst müstakil ve ilkeli insanlara fikir sormanın, onlarla istişare etmenin, onları size ulaşabilir kılmanın, size ne kadar faydası olur bilemem ama zararı olmayacağından eminim…

Size gönül bağı ile bağlı olan fakat politik teşkilatınızda yer almayan dostlarınızdan sistemli şekilde istifade edemeyince, eksiklerinizi, hatalarınızı söylemek sadece politik rakiplerinize kalıyor. Dost tenkitine alışkın olmayan, kulak asmayanlar, muhaliflerinin tenkitinden ne kadar istifade edebilir onun takdirini de size bırakıyorum…

Sizin baş danışman olarak görev aldığınızı duyunca çok sevinmiştim. Danışmanlığınız politik görevlere dönüşünce de endişe duyduğumu yakın çevremdeki dostlarıma söylediğimi de ifade etmek isterim…

Türkiye’de dava adamlığı iddiasında bulunanların çoğu, şu gerçekleri yeterince inceleyip öğrenerek, hayatına yansıtmakta zorlanıyor:

1- İslami anlayışımızı, İslami olmayan idari bir sistemde görev alınca, işlem ve icraatlerimize nasıl yansıtabiliriz veya yansıtmalıyız..?

2- İslami muhalefet anlayışı nasıl olmalı, nasıl uygulanmalı..?

3- Sultan 2. Abdülhamid’e muhalefet edenlerin haklı gerekçeleri var mıydı, bu haklı gerekçeler nelerdi..? O haklı gerekçeleri bilip kabul edenler bile bugün o dönemin muhaliflerine hak verebiliyor mu..? Neden..?

4- Daha yakın bir döneme gelerek merhum Necmeddin Erbakan Hoca’ya muhalefet edenlere bugün kimler hak verebiliyor..?

Elbette bu muhalefet edenlerin hepsini hatalı gördüğüm için bu soruları gündeme getiriyor değilim. Her dönemde muhalefet edenlerin haklı ve makul gerekçeleri vardır olabilir ve olmuştur. İncelendiği zaman aksini söylemek çok zor. Peki muhalefet edenlerin haklı gerekçeleri var idiyse aradan geçen zaman içinde pişmanlık duymaların sebebi nedir..?

Merak edip araştıranlar görecektir ki, o dönemlerdeki muhalifler muhalefetlerinde, İslami ve insani ölçülere, esaslara uymamaları sebebi ile pişman olmuş veya tenkit edilmişlerdir.

İslami ölçü ve esaslar içinde muhalif görüşte olan kişilerce yapılan tenkit ve uyarılar, isabetli olmasa bile, pişmanlık konusu olmaz.

Tam aksine zamanında yaptıkları bir görevin huzurunu duymaları gerekir…

Dava adamlığını nazari olarak bilip savunmak kolay olsa da davranışlarımıza yansıtıp yaşamak aynı derecede kolay olamıyor maalesef…

Bütün bunları hatırlatma ihtiyacını duymamın sebebini de yazmam gerekirse, Akit TV de yaptığınız programı, bugün banttan dinlemiş olmam bu hatırlatmalara vesile olmuştur. Bir dostum linkini gönderip hatırlatmış ve dinlememi tavsiye etmiş olmasaydı belki böyle bir yazı yazmayı düşünmezdim…

Biz sizden daha bilgili ve tecrübeli değiliz. Ama oyunun içinde olmayan müstakil bir seyirci gibiyiz. Futboldan hiç anlamadığım halde, milli takım maçlarında oynayan futbolcuları değerlendirirken, futbol fanatiklerini bile, futbolla ilgim olmadığına, inandıramıyorum…

Umarım size karşı da aynı duruma düşmüş olmam muhterem Hocam.

Bu vesile ile Ramazan Bayramınızı tebrik ile, selam, dua ve hürmetlerimi arz ediyor; Allah’a emanet olmanızı diliyorum…26/07/2021
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Ben 1954 Trabzon/Of doğumlu,
1962 yılında Hafızlığımı tamamlayıp, M.Rüştü Aşıkkutlu Hoca Efendiden talim ve Arapça eğitimim akabinde ilkokulu üç yılda bitirdim. 1975 Fatih İHL, 1979 İst.YİE mezunu, kısa dönem öğretmenlik ve müftülük görevlerinden sonra, Mekke Üniversitesi’nde Yüksek Lisans yaptım…

MÜSİAD Y.K. Üyeliği, Tahkim Komisyonu Başkanlığı görevlerini yürütmüş Üsküdar Çengelköy’de oturup Fatih’te iş yeri olan emekli bir eğitimciyim…

Yaptığımız İş ve Faaliyetlerle İlgili:
www.haremeyn.com
www.hamzali.org
Sitelerinden bilgi edinmek mümkündür.

Ahmet Ziya İbrahimoğlu
05327337766
[email protected]

ORTADOĞU’DAKİ DEVLETCİK CEMAAT VE GURUPLARI DİZAYN EDEN GÜÇ

Bu Yazıyı, ÖNDER’in Mevsimlik Yayınladığı Tohum Dergisinin Talebi Üzerine 2014 Yılında Yazdım.

Üstün ve önder olması gereken ümmet bilinci nasıl sağlanır? Sünnilik, Şiilik, Selefilik, Vehhabilik gibi fikir cereyanlarının ümmet bilincine etkisi, cemaat ve tarikatların vasat ümmet anlayışına katkıları veya zararları konusunda çok şey söylenebilir; yazılabilir. Ansiklopedik bilgi derinliklerine inilerek ilginç bilgiler de aktarılabilir. Bunu yapabilecek bol miktarda araştırmacı ve akademisyen arkadaşlarımız vardır. Ben bu yazıda ansiklopedik, ilmi kaynaklara dayanarak bilgi aktarmak yerine, vakıaya dayanan, yaşadığım, gördüğüm, şahitlik ettiğim, mensupları ile fikirlerimi müzakere ettiğim, tecrübe ve tespitlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Hayatımın en değerli otuz yılını Mekke merkezli yaşadım. Ortadoğu ülkelerini defalarca gezip yakından tanıdım. Bilinen fikir ve eylem guruplarının birçoğu ile beraber aynı ortamda yaşadım; mensupları ile görüştüm; müzakere imkânı buldum; arkalarındaki gücü hissedip tanıdım. Birbirine tamamen zıt, zehir-panzehir konumunda olan gurup ve görüşlerin aynı merkezden yönlendirilip desteklendiklerini müşahede ettim. Suudi Arabistan devletinin nasıl ve hangi şartlarda kurulduğunu en yetkili kişilerden dinledim. Siyasi bilinç olmadan, kullanılmak ve sömürülmekten, hatta fıkhi ve fikri konulardaki ufuk karartan ihtilaflardan bile uzak kalınamayacağını gördüm ve anladım. İfade etmeye çalıştığım bu çerçeveyi daha iyi anlatmak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak için, sembolik değeri olan birkaç müşahhas olayı-bilgiyi burada sizlerle paylaşmak istiyorum.

1980-83 yılları arasında, Mekke Üniversitesi Arap Dili Enstitüsünde okurken, takriben 20-25 farklı ülkeden gelmiş öğrencilerle aynı ortamı paylaşıyorduk. Bir gün Afrika ülkelerinden bir arkadaş bana, Hüseyin Hilmi Işık Bey’i tanıyıp tanımadığımı sordu. Bende emekli bir subay olması, İst İ.H.L. de kimya öğretmenliği yapması ve basılmış kitapları olan bir cemaat önderi olması gibi bilgilerimi kendisiyle paylaştım. Bu arkadaş bana “H. Hilmi Işık Bey’in kitaplarının İngilizce tercümesinin ülkelerinde ücretsiz dağıtıldığını, Vehhabilerin de yine ücretsiz dağıttığı kitaplarla, bu kitapların muhtevasında bulunan tenakuzların misyonerlik teşkilatlarınca nasıl kullanıldığını” anlatması, hele bu faaliyetlerin aynı merkez tarafından sevk ve idare edildiğini söylemesine şaşırmıştım. Merak edip H.Hilmi Işık Bey’in Vehabilerle ilgili görüşlerinin yer aldığı kitapları okudum. Kitaplarda Vahhabilere izafe edilen görüşlerin bir kısmı gerçek olsa da, bir çoğu, vakıa ile uyumlu, mübalağadan uzak, hatasız ve insaflı tespitler olmadığı için, isabetli de olsa nasihatleri havada kalıp etkili olmadığını gördüm. Hatta Vehhabileri besleyici etki yaptığını müşahede ettim. O kitaplardaki, gerçeklerden uzak, mübalağalı tespitleri okuyup bilen, Vehhabilik gerçeğini de görüp tanıyan kişiler “Işık Cemaatine” müfteri, “Vehhabilere” de mazlum gözü ile bakabilir. Başkalarının görüş ve tespiti ile yargılama yapmanın, bilerek veya bilmeyerek şer güçlere hizmet etmeye yol açabileceğini bilmeliyiz.

Yine Mekke’de yaşadığım yıllarda, Çarşamba Cemaatinin Mürşidi Muhterem H.Mahmut Efendi ile, Harem-i Şerifte müezzinliğin altında otururken, Vehhabiliği müseccel bir Suud’lu tanıdık yanımıza oturdu. Kendisine H.Mahmut Efendi’yi tanıttım. Oda kendisini tanıtarak kısa bir sohbetten sonra H.Mahmut Efendi’yi çok sevdiğini, Türkiye’de böyle insanlar çoğaldıkça Türkiye’nin geleceğine daha umutla bakılması gerektiği mealinde ifadeler kullandı. Sözlerini Hoca efendiye aktardım. Hoca Efendi de Ona bilmukabele iltifatlarda bulundu ve kendisini İstanbul’da misafir etmekten mutlu olacağını söyledi. Vehhabi olan Suud’lu tanıdık, muhatabının “tasavvuf şeyhi” olduğunu, Hoca Efendi de Suud’lunun “Vehhabi” olduğunu bilmiyordu. Bu durumu kendilerine bildirdiğim zaman her ikisi de şaşkınlığını gizleyemedi. Her iki tarafta, birbirlerini olduğu gibi değil, Ortadoğu’yu dizayn etmeye çalışan gücün tanıttığı gibi tanıyordu. Duydukları ve bildikleri ile gördükleri farklılık arzedince şaşırmaları normaldi. Biri diğerini sünnet düşmanı, keçi sakallı, diğeride onu hurafeler ve şirkle iç içe yaşayan dalalet ehli bir anlayış mensubu olarak tanımış ve bilmişti. Doğru olmayan tespit ve teşhislerle başkalarını damgalamak, onların varlıklarını daha kolay sürdürmelerine zemin hazırlar.

Osmanlı’nın Hicaz hâkimiyetini yıkmayı başaran güç, son Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’e neler vadedip nasıl kandırdığı, sonunda Suud ailesi ile çatıştırıp, Ürdün krallığına nasıl razı ettiği, Suud ailesine hangi şartlar karşılığında yardım edip krallığı nasıl oluşturduğu, aynı gücün Filistin topraklarında tesis ettiği hakimiyeti Yahudilere devredip devlet kurmalarına nasıl katkı sağladığını bilenler, eğer iyi iz sürmesini de biliyorlarsa, günümüz olaylarını doğru yorumlayıp, ümmet olma bilincini de doğru kavrayabilirler.

1985 yılında merhum Başbakanlardan Muhterem Necmeddin Erbakan Hoca bir gurup arkadaşı ile birlikte umreye gelmiş ve Suud yetkilileri ile de görüşmeler yapmıştı. O zaman Suud Kabinesindeki bir Bakanın, Erbakan Hoca’nın sitemvari sözleri üzerine, söylediklerini hiç unutamıyorum. Kendisi Erbakan Hoca’ya: “Suud devleti kurulurken İngilizlerle yapılan gizli bir anlaşma, bizim elimizi kolumuzu bağladığını dikkate almanızı isterim.” dedikten sonra bu gizli anlaşmanın zikrettiği maddelerinden şu anda hatırladıklarım mealen:

1- Suudi Arabistan Devleti, dini görünümlü bir devlet olabilir fakat Hilafeti canlandırmaya yönelik hiçbir faaliyetin içinde yer alamaz.

2- İngiliz ve müttefikleri, ihtiyaç duymaları halinde, üçüncü taraflara karşı, önceden izin almaksızın Suudi Arabistan topraklarını kullanabilirler.

Hatırlayabildiğim bu iki madde bile çok şey ifade ediyor. Eğer İngilizlerin Şerif Hüseyin’e, Hicaz Bölgesinde Halifeliğini ilan ederek, Osmanlıların korumaktan aciz kaldığı Hilafet makamını korumayı telkin edip saflarında yer almaya ikna etmesini, sonra da Suud Ailesi ile çatıştırarak, Şerif Hüseyin ve ailesi yerine Suud Ailesini destek verip Hicaz’a Hakim kılmak için, Hilafeti canlandırmaya yönelik bir faaliyet içine girmeme şartı koşmasındaki şeytani hile ve desiseyi iyi görüp bilirsek, Ortadoğu ülkelerinde kaynayan fitne kazanını hangi ateşle kimlerin kaynattığını anlamanın ilk adımını atmış oluruz.

Bugün bile umre ödemelerinin S.Arabistan bankalarından sadece Suud-İngiliz Bankası’na yatırılabildiğini kaç kişi biliyor? Yine sembolik bir değeri olan “Ru’yeti Hilal” konusunda, Ramazan’a farklı günlerde başlama, bayramı farklı günlerde yapma ihtilafı’nın arkasında aynı gücün olduğunu kaç kişi idrak edebilmiştir? Hilafeti ilga ederken Meclisteki âlim vasfı taşıyan vekillere “mekruh mu değil mi” tartışması yaptırmaları gibi, “Ru’yeti Hilal” konusunda kalem oynatanların benzer bir mantık yanılgısı içinde olduklarını görebilene ben henüz rastlamadım. Emekli Diyanet İşleri Başkanlarından Tayyar Altıkulaç Bey’in , üç ciltlik hatıratında, Ru’yeti Hilal konusunda yazdıklarına bakıp, yine onun döneminde D.İ.B Vakit Hesaplama Şubesi Müdürü olan E.Albay Arif Hikmet Köklü Bey’in söyledikleri ile karşılaştırın. Ufkunuzun genişleyeceğini göreceksiniz. Bayram günlerinde Müslümanlara bilerek, önemsiz görerek nasıl oruç tutturulduğunu öğreneceksiniz. (1)

Ortadoğu ülkelerindeki fikir ve eylem gruplarının sayısını bile tespit etmek çok zor. Vehhabi, Selefi, Şii gibi fikir gurupları yanında bir sürü eylem gurupları da var. Al Kaide, IŞİD gibi, eylemleri ile gündemde olan gurupların yanında, henüz isimlerini bile duymadığımız bir sürü fikir ve eylem gurupları var. Bu guruplar ihtiyaç duyuldukça, kısa zamanda devreye sokulur ve devleştirilir; canavarlaştırılır. İşi bitince de unutturulur. Belli kaynaklar tarafından oluşturulan bu gurupların piyasaya sürülenleri yanında yedekte bekletilenleri de vardır. Hatta bununla da yetinmeyip farklı niyetlerle oluşmuş veya oluşturulmuş İslami cemaat, cemiyet ve tarikatların içine sızmak için, destek görünümlü halka genişletme çalışması yapıldığını da bilmeliyiz. Genişleyen, büyüyen halkaları kendi kontrollerinde tutarak, zamanla merkezi yapılanmayı kontrol veya etki altına almaya çalışırlar. Samimi bir hareket ve etkinliğin, önüne geçip engellenmesi yerine, kendilerine bağlı, besledikleri kişileri, o hareketin ve etkinliğin, taraftarıymış, hayranıymış, etkisindeymiş gibi içinde yer almaya teşvik edip büyütmeyi tercih ederler. Bu büyümeyi izah ederken önderlerinin “Ateşe girer yanmaz; suya girer ıslanmaz” hikayeleri dışında yaptıkları bir şey olmadığını görürsünüz.

Hilâfeti yeniden ihyâ etme ihtiyacını, Müslümanlardan daha çok şer güçler dikkate alıp hazırlık yapıyor. Halife adaylarını yetiştirme ve kontrol etme plânları, uzun zamandan beri var; sürdürülüyor. Yakında böyle bir plân ortaya çıkarsa kimse şaşırmasın. Bu konu ile ilgili Ortadoğu ve Türkiye’de oluşturulmuş, test çalışılması yaptırılan guruplar var. Kaç kişi bunun farkındadır?

Halis niyetlerle kurulmuş olsa bile, büyüme, genişleme, yayılma esnasında kontrolü sağlamakta ortaya çıkan acziyet, kullanılmak ve alet olmak durumuna düşmeye yol açabiliyor. Son otuz yılda cemaat ve tarikatlara sızma gayretleri hız kazandı ve gözle görülür hale geldi. Bakıyorsunuz bir cemaat birkaç yıl içinde etkinliğini katlayarak artırabiliyor. Süratle genişleyip yayılabiliyor. Yılların cemaati bir anda etkinlik kazanması ve süratle yayılıp büyümesinin inandırıcı bir yanı görünmüyorsa, düşünüp birikim ve aklımızı kullanmamız gerekmez mi? İsmi bile duyulmamış bir örgüt bir anda ortaya çıkıp şehirleri yakıp yıkabiliyorsa, Ortadoğu’yu dizayn eden gücün taşeronları, yedek güçleri sahneye sürülüyor demektir. Elbette ki bu gücün ortakları ve müttefikleri, yardımcıları da vardır. Bu güçlerin oluşturduğu şeytan üçgenini tanımadan figüranları ile uğraşmak bizi sonuca götürmez. Çağdaş Şerif Hüseyin’ler, Hilâfet makamını kurtarmak gibi, hizmet yaptıklarını sansalar da, hıyanetlerini devam ettirmelerine, samimi taraftarları mani olmalıdırlar. Uyarılara kulak asmalıdırlar. Zalim kardeşinin zulmüne mani olmak, Ona yapılacak en önemli ve en güzel yardım olacağını unutmamalıyız.

Örnek nesil, Peygamber arkadaşları, Peygamberimize ”Ya Resulallah bu sizin görüşünüz mü, yoksa vahiy ile bildirilen bir görüş mü” diyebilmesindeki inceliği kavrayıp, Kur’an, Sünnet ve bu iki kaynağa bağlı müctehid alimlerin görüşlerine itibar ve bağlılığımızı sürdürmek “vasat ümmet” bilincini muhafaza edebilmenin sigortasıdır.

Son Şeyhülislamımız Mustafa Sabri Efendi’nin yardımcısı olan Zahid Al Kevseri, Mısırda yaşadığı yıllarda, Ehli Sünnet Cemaati ile Ehli Şia’yı yaklaştırma, uzlaştırma hedef ve iddiasıyla yayın yapan bir dergide yazı yazmasını isteyenlere mazeret beyan eder; birkaç defa ısrarlı bir şekilde talebin tekrarlanması karşısında onlara şu nasihatte bulunur: ”Ehli Sünnet Cemaati ile Ehli Şia’yı yaklaştırmak istiyorsanız, Ehli Şia, Ehli Sünnete yönelik telkin ve nasihatlerden vaz geçmeli, kendi cemaatinin aşırılıklarını düzeltmek için onlara nasihatle meşgul olmalı, Ehli sünnet alimleri de Ehli Şia’ya karşı olan yaklaşımlarını gözden geçirmek ve kendi cemaatlerine nasihati tercih etmelidir. Böylece her iki cemaat mensupları kendilerini aşırılıklardan koruyunca, uzlaşma ve yaklaşma kendiliğinden oluşmuş olur.”

Evet, herkes projektörü kendine çevirmeli, kendi eksik ve hatalarımızı görüp kendimize çeki düzen vererek yenilenmeliyiz. Uluslararası şer odaklarının ürettiği, besleyip yaşattığı fikir ve eylem guruplarının tuzaklarına düşmemek için, sapasağlam bütün canlılığı ile elimizde olan değer ve ölçülerimize bağlılığımızı artırmalıyız. İlme ve ilmi faaliyetlere önem vermeyen, mensuplarının tutum ve davranışları, ihlas ve samimiyetle bağdaşmayan, hiçbir fikir ve harekete, kör bir teslimiyetle bağlanmamalıyız. Karşıtlığa dayanan bir anlayışa itibar etmemeliyiz. İnancını davranışlarına yansıtabilen aksiyon adamı olmaya gayret etmeliyiz.

26.07.2014

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

(1) Ayrıntı merak edenler, yine bu sitede yayınladığım, Ru’yet-i Hilal konusu ile ilgili yazımı ve bu konuda Tayyar Altıkulaç Bey ile yaptığımız mail yazışmalarını okuyabilirler.

K.KILIÇTAROĞLUNDAN GÜNDEME GETİRMESİNİ BEKLEDİGİMİZ ÖNEMLİ KONULAR

Bu konuyu gündeme getirmek ancak Kemal Kılıçdaroğlu’dan Beklenir

CUMHUR REİSİ R.T.E NIN TEHLİKELİ PLANLARI(!) GÜNDEME GETİRİLMELİ…

1- RTE, “Osmanlı Fesi” giymeyi mecbur kılan kanun çıkaracak, giymeyenler için, fesli Alilerin yöneteceği hukuk mahkemeleri kurup en az yirmi bin kişiyi idam sehpasında sallandıracak ve halkı tam olarak özgürleştirdiğini iddia edecek…

2- Partisinin otorite ve hâkimiyetini güçlendirmek için DİB nı Ankara il başkanı olarak görevlendirecek; militan vali ve belediye başkanlarını aynı zamanda partisinin il başkanları olarak görev yaptıracak…

3- Kendisi hem devlet hem de parti başkanı olmakla kalmayacak; muhaliflerini, kendine bağlı çetelerle, yer üstünden yer altına göndermek üzere Çankaya Köşk bahçesine defnedecek. Bunun için orayı boşaltıp gerekli hazırlığı yapıyor…

4- Demokrat görünerek Şeriatı getirecek; Halifeliğini ilan edip Türkiye’yi “Çağdaş uygarlık” seviyesine çıkaracağını iddia edecek…

5- İçki, kumar, zina, faiz gibi eylemleri yasaklayıp, “şerbet sofraları” kuracak; şerbet sofralarından Türkiye’yi yönetecek…

6- Şeriatı öğrenip yaşamayan gericileri cahil kabul edecek; onlara hiç bir konuda hiç bir şey sormayacak; kendini onların vasisi kabul edip onlar adına kendisi karar verecek; ihtiyaç duyarsa sadece “şerbet sofrasındaki” arkadaşları ile müzakere etmekle yetinecek…

7- Seçim sistemini “açık oy-gizli tasnif” esasına göre yeniden düzenleyecek; açıklık ve şeffaflığa yeni bir boyut kazandıracağını iddia edecek…

8- TBMM ni kendisinin tayin ettiği vekillerle oluşturacak; imalat hatası olarak muhalif vekiller çıkarsa, “şerbet masası” militanları kanalı ile hizaya getirecek…

9- Latin harflerini bir gece aniden değiştirip yasaklayacak; İslam ve Kur’an harflerini dayatıp zorunlu hale getirecek…

10- Kendisini “Reis Baba” olarak dokunulmaz kılacak; dil uzatanların ağızına acı biber sürecek…

11- Meyhaneleri, genelevleri, kumarhaneleri kapatacak; dört hanımla evlenmeye ruhsat verecek; insanları nefis ve şehvetlerine esir olmaktan kurtardığını söyleyecek; Allah’a kul olma özgürlüğüne alan açtığını iddia ederek kendine kul haline getirecek…

12- “Ne mutlu Müslümanım diyene” sloganını yaygınlaştırmak üzere marşlar hazırlatıp ilkokul öğrencilerine ezberlettirecek…

13- Tarihi şerbet sofrası müdavimi “fesli tarihçilere” yeniden yazdırıp resmî tarih haline getirecek ve aksini yazıp söylemeyi yasaklayacak…

14- Okullarda “Reis Baba Çok Yaşa” levhaları asılacak; o levhalarda yazılacak ilkeleri herkes ezberletip uygulayacak; karşı çıkanlar düşman ilan ederek “fesli Ali’leri” yargılatıp darağaçlarında sallandıracak…

15-Yeni getirilecek bu ilkeleri içine sindiremeyip benimsemeyerek yaşamayanlar, bir sabah aniden gemilere doldurulup İsrail, Yunanistan, Çin ve Rusya’ya gönderilecek…

16-“Reis Baba” koruma kanunu çıkarılacak. Onun fikir ve uygulamalarını benimseyenlere tam özgürlük verilecek. Muhaliflerine söz hakkı tanınmayacak; hiç bir resmî görev de verilmeyecek…

17- Türkiye’de mevcut heykeller toplattırılıp dolgu malzemesi olarak kullanılacak; heykel bütçesi, tekke ve zaviyelerin onarımı, Bektaşi tekkelerinin yapımı için tahsis edilecek…

18-“Halk Hâkimiyeti” yerine “Hak Hâkimiyeti” tesis edilecek. Namaz kılmayanların şahitliği bile kabul edilmeyecek; oy dahi kullanamayacaklar…

19- Bu sistem değişikliği “Cumhuriyet-i İslamiye ve Özgürlük Bayramı” olarak her yıl kutlanacak…

Sizi bilmem ama böyle bir “Reis Baba” düzeninden CHP ve HDP nin endişe etmesini kesinlikle haklı buluyorum. Haklı bulmakla da kalmıyor; gerçek demokratlık olarak görüyorum…

“Reis Baba ”ya bunun için diktatör demelerine de itiraz edemiyor; hak veriyorum…

Hukuk herkese lazım; sadece İslamcıların hukuk isteme hakları yoktur…

Öyle değil mi..?

28.01.2021

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Müslümanlar Kalite Sıkıntısı Yaşıyor…

Kaliteli Müslümanlığın Göstergesi Nedir Bilir misiniz? Bu soru, Örneğimiz Önderimiz Peygamber Efendimize (sav) sorulan bir sorudur.

‘’Müslümanların en faziletlileri, en kalitelileri hangisidir ya Resulallah’’ diye sordular Peygamber Efendimize (sav). Soran, Altın neslin, kaliteli Müslümanların öncülerinden bir Sahabe. Allah onların hepsinden razı olsun…

Bu soruya Peygamberimiz (sav):

“Kaliteli ve Faziletli Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların zarar görmediği, emniyet ve selamette olduğu Müslümandır.” (Buhari Hadisi) cevabını verdi.

قال عبد الله بن عمرو أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال:

«الضسنلم فن سنلة الضنلمون من لسنانه ؤيده، ؤالفهاجز من هجر ما نهى الله عنذ»،
وسنل أي المسلمين أفضل

قال: «من سلة المسلمون من لسانه ويده». وفي لفظ «المسلم»، الألف واللام للكمال

Arapça metinde Müslüman kelimesinin başında bulunan elif ve lam “kemal ve kalite” ifadesini beyan etmektedir…

El ve dil, insan davranışlarını sembolize eden iki organdır.

İnsanlara ve hayvanlara şiddet, hırsızlık ve benzer davranışları elimizi kullanarak sergilediğimiz gibi, gıybet, dedikodu ve hakaret gibi yasakları da dilimizle işleriz.

Dilini hançer gibi, ok gibi kullanıp yaralayıcı, ürkütücü ve itici davranan Müslümanları kaliteli Müslüman sayamayacağımız gibi, elini yasaklara uzatan, şiddette kullanan Müslümanlar da kaliteli Müslüman sayılamazlar…

Trafikte gereksiz korna çalmaktan, insan veya hayvanlara karşı kullanılan şiddet ve kabalığa kadar her hareketimizde sergilediğimiz bütün davranışlarımız kalitemizin göstergesidir… Sözünde durmayan, çekini vaktinde ödemeyen, eşine ve çocuklarına kaba davranıp şiddet uygulayan, yalan söyleyen, dedikodu yapan, adaletle hükmetmeyen, rüşvet alan, rüşvet veren, haksızlık ve ayrımcılık yapan, vazifeyi ehline vermeyen, vazifesinin hakkını gözetmeyen, dilini hançer gibi kullanıp hakaret eden, itici kırıcı, rencide edici, aşağılayıcı ve ürkütücü kullanan Müslümanlar, kaliteli Müslüman olamazlar. Saydığım davranışlar temsil için olup tahdit için değildir. Yani örneklemek içindir; sınırlandırmak için değildir. Kısacası davranışlarımız kalitemizin göstergesidir… Namaz, Oruç, Zekât, Hac ve Umre gibi kulluk görevlerimiz kalitemizin göstergesi sayılamaz. Komşumuza, onurunu zedelemeden ikramda bulunup eziklik hissettirmeden ihtiyacını gidermek kalitemize delalet etse de, borcumuzu ödemek kalitemize delil olmaz fakat vaktinde ödemeye ihtimam göstermek kalitemizin göstergesi olabilir…

KALİTE, YAŞAMAKLA OLUŞUR SÖZLE OLUŞMAZ. BUNUN İÇİN “HAL” “KAL” dan DAHA ETKİLİDİR. SÖZÜN YALAMA OLDUĞU BİR ZAMAN DİLİMİNDE YAŞIYORUZ. AZ KONUŞUP ÇOK TEFEKKÜR EDEREK ÖRNEK OLMAYA ÇALIŞMALIYIZ.

07/04/2020

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

AFGANİSTAN MAYINLI BİR ALAN

Prof.Dr. Abdüssettar Siret Hocamızın kendi ifadesiyle Hayat Hikâyesi
(Kendisinin Arapça olarak yazdığı hayat hikâyesi tarafımdan tercüme edilmiştir.) 15 Ekim 1937 de, Kuzey Afganistan’ın Samangan şehrinde doğdum.

– İslami İlimlerde doktoramı yaparak profesör oldum.

– Afganistan Kabil Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dekanlığı ve Hocalığı yaptım.

– Afganistan Kraliyet Dönemi Sonlarına doğru, 1969-1973 yılları arasında Adalet ve Evkaf Bakanlığı ile Genel Sekreterliği, Devlet Bakanlığı ve Bakanlar Kurulu Genel Sekreterliği görevlerinde bulundum. – 1973-2002 yılları arasında Afganistan’ın merhum Kralı, Muhammed Zahir Şah’ın özel müsteşarlığı ve temsilciliğini yaptım.

– Dört dönem boyunca, Afganistan Cihadına hizmet, Barış ve İttifak için kurulan Şura Meclisi üyeliğinde bulundum.

– 2001 de Bon’da yapılan Konferansta geçici Afgan hükümeti başkanlığına seçildiğim halde, özel siyasi sebeplerle bu görevden feragat ettim.

– 2004 de Afganistan Devlet Başkanlığı adayları arasında seçilenlerden biri oldum.

– 1975-2002 yılları arasında, çeyrek asırdan fazla Mekke Ümmü’l Kura Üniversitesinde hocalık yaptım. – 1976-2010 yılları arasında Merkezi Mekke’de olan Dünya İslam Birliği Kurucu Meclis üyeliği görevini yürüttüm.

– 2002-2021 yılları arasında Amerika Kaliforniya’da ikamet ettim.

– İki aydan beri de, Tarihin Başkenti, Mescitler ülkesi Türkiye’de ikamet ettiğim için Allah’a hamd ediyorum.

Prof.Dr.Abdüssettar Siret

21.06.2021 Karamürsel

Bugün Afgan’lı Abdüssettar Siret Hocamızı ziyaret esnasında gündeme gelen bazı konular şöyle: – ABD Kabil Elçiliği ve Afganistan Devlet Başkanlığı Sarayı, Kabil havaalanına 2-3 km mesafede. – ABD Türk askerinin Kabil Havaalanında kalmasını istemekle, bir taşla birçok kuş birden vurmak istiyor. – Peştun ve Tacikliler Afganistan Nüfusunun % 70 ini oluşturuyor.

– Taliban gurubu Peştun olup tek başına Afganistan idaresinde başarılı olma imkânı yok. Asgari olarak Peştun ve Tacikli’lerin ittifakı gerekli,
– Afganistan’ın % 10 Şii ve İran ile bağlantılı. İran’dan destek alabiliyorlar…
– Taliban’ı Pakistan destekleyip eğitiyor. Türkiye’nin ABD isteği yahut NATO şemsiyesi altında Kabil de kalması, Türkiye’nin lehine olmadığı gibi Afganistan’ın da lehine değil. Çok yönlü sıkıntılar yaşanabilir; Türkiye ile Pakistan ilişkileri de bozulabilir..?

– Afganistan’ın Askeri eğitim geleneği ile Tıp eğitimi geleneği Osmanlı’ya dayanıyor; Türklere bütün Afgan gruplarının sempati ve yakınlık duyması, korunması gereken önemli bir değerdir.

– Kabil havaalanı ile ABD elçiliği arasında gizli bir tünel olup olmadığını sordum; bu duyum yaygın ama kesin bir dayanağı yok dedi.

– Şu anda mevcut olan hükümet ABD ve Rus taraftarların koalisyonu olan bir hükümet olması da ilginç geldi bana…
– 8-10 gün evvel Türkiye’ye gelen Afgan Dışişleri Bakanı solcu olup, Rus yandaşı bir insan…
Türkiye’nin bu bilgileri dikkate alacağını tahmin ediyorum…
(Abdüssettar Hoca Mekke Üniversitesinden Hocam olup çok tecrübeli ve kültürlü bir insandır.) Ahmet Ziya İbrahimoğlu 18.07.2021 Karamürsel

DOĞU AFRİKA GEZİM ve (عيدى أمين) İDİ AMİN İLE İLGİLİ YAŞANMIŞ İBRETLİK BİR HATIRA

2020 Yılının ilk aylarında Doğu Afrika ülkelerinden olan dört ülkeye, bir proje ve hayır gezisi yapma fırsatı bulmuştum…

Bu ülkeleri yakından tanıyınca duygu ve düşüncelerim allak bullak oldu; şaşırdım; sarsıldım…

Dünyanın en güzel, en verimli, en zengin topraklarında, insanların nasıl bir fakirlik ve yoksulluk yaşamaya mahkûm kılındığını, sömürgecilerin bu sömürü sistemini nasıl kurup yürüttüklerini öğrenmek, beni hayrete sevk edip derinden yaraladı…

Görüp öğrendiklerimi yazmak istedim; bir türlü elim varıp başlayamadım…

Ben Trabzon/Of’un çay üretilen bir köyündenim. Çay bitkisi yılda 3 defa ürün veriyor. Nadirattan da olsa 4. defa ürün verdiği yıllar da olur. Kesip toplayarak satıyoruz…

Yılda üç hasatlı bu ürün, arazisi çok az ve kıt olan bu bölgede, fakirlik sıkıntısı yaşayan insan bırakmadı…

Etiyopya, Uganda ve Kenya’nın çay olan bölgelerinde, çay bitkisinden yılda 8-10 defa, Tanzanya’da ise 22 defa ürün alınabildiğini görüp öğrendim. İlk duyduğumda tercüman yanlış aktarıyor zannetmiştim. 2 mi 22 mi diye üç defa tekrarlayıp sordum. İngilizce ’den tercüme eden arkadaşa güvenmeyip Arapça bilene de sordum.

Evet, çay yılda 22 defa ürün veriyormuş Tanzanya’da…

Çayın 22 defa kesilip toplandığı bir bölgede fakirlik nasıl olur..? Sorup öğrenince hayretten küçük dilimi yutacak gibi oldum…

Aman Allah’ım bu çağda böyle bir sömürü, böyle bir zulüm nasıl olabilir..?

Afrika ülkelerinin bir kısmını Fransızlar, diğer büyük bir kısmını da İngilizler sömürmüş; sömürüyor. İki sömürgeci ülkenin sömürü sistemleri benzerlik arz etse de İngilizler daha usta, daha kurnaz ve daha profesyonel olduğunu söylemek mümkün…

Ayrıntılara girmeden bir misal zikretmem gerekirse, Uganda’yı İngilizlerin sömürme planı şöyle işledi; işliyor…

Uganda, Hıristiyanlarla Müslümanların beraber yaşadığı bir ülke, insanların ten rengi siyah, İngilizlere benzer tarafları yok. Direk İngilizlerin yürüteceği bir sömürü planı uzun vadeli olmaz; olsa da zahmetli ve riskli olabilir. Öyle bir aracı vekil bulmak gerekir ki, ne ten renkleri ne de dinleri İngilizlerin çıkarlarını uzun vadede riske sokmalı..? Bulunacak aracı ne beyaz tenli ne de siyah tenli olmalı, Müslüman veya

Hıristiyan da olmamalı, bu vasıflardan biri bile uzun vadede risk oluşturabilir; sömürü çarkının tıkır tıkır işleyip dönmesini engelleyebilir..?

İşgal edilip el konulmuş verimli araziler, oluşturulan şirketler üzerine tescil edilmiş ve bu şirketlerin yönetim görevi de Hindistan’dan özel seçilip özel eğitimden geçirilmiş olan, esmer tenli, Budist Hindulara verilmiş…

Budist Hindular Ne beyaz ne siyah, ne Müslüman ne Hıristiyan, herkes için ideal…

Beyaz olsa kabul görmez; siyah olsa uzlaşma riski oluşur; Müslüman olsa denge bozulur; Hıristiyan olsa işbirliği İngilizler aleyhine gelişebilir..?

Ülkedeki toplam sayıları on bini geçmeyen, İngilizlerin desteği olmadan varlıklarını sürdüremeyecek olan bu Hinduların ihanet etme şansı da olamayacağına göre muhteşem sömürü sisteminin devamını riske atacak ihtimaller minimize edilmiş oldu. Bu verimli arazilerde çalışıp üretme işçiliği için yerli halkın seçilmesi de İngilizlerin Ugandalılara jesti ve ikramı olmuş..! Yevmiye için de cömert(!) davranmışlar; günlüğü 1 dolar. Evet, yanlış duymadınız; günlük bir dolar ücret. Nasıl bir düzen ama..? Sevdiniz değil mi..?

Bizim bunu öğrenip bilemeyişimiz, dünya zalimlerinin utanmaz yüzüne çarpamayışımız, bütün insanlığa duyuramayışımız anlaşılabilir, kabul edilebilir değil…

Ayrıntıları anlatmaya kalksam bu yazı kapsamına sığmaz; eksik ve yetersiz olur; fırsat bulsam da avazım çıktığı kadar bağırarak, yüksek sesle dünyaya haykırabilsem, duyurabilsem keşke…

Yazdıklarımı mübalağa zannedip inandırıcılığımı kaybedebilir miyim diye endişe etmiyor da değilim…? Neden mi? Bu sömürü ve zulmü yapanların, zulmedip sömürdükleri insanların zihinlerini de işgal edip kendilerine hayran bırakmaları gözümü yıldırdı…

Kuzunun kurda, kişinin celladına âşık olması diye bir kavram bilirdim fakat yaşandığını yaşatıldığını görmemiştim…

Uganda’nın merhum devlet başkanı ile ilgili, bir arkadaşımızın fiilen yaşadığı bir hatırayı aktarmakla yetineyim şimdilik…

Sizden ricam, aktaracağım bu ibretlik hatırayı, yazdığım bu kısa bilgilendirme notu ışığında dinleyip değerlendirmeniz…

[ Dünyayı kana bulayan Siyonist ve emperyalistlerin, her işine gelmeyen Ülke liderlerini Diktatör yaftasıyla alaşağı etme alışkanlıklarına bir yenisini ekleyip, yamyam yaftasıyla iktidardan ettikleri Uganda eski devlet başkanı merhum İdi Âmin ile ilgili hatırayı şöyle özetleyebilirim:
Mekke-i Mükerreme Ummul-Kura Üniversitesi mezunu, halen Avustralya’da yaşayan eğitimci arkadaşımız Ahmet Bozlar Hoca’nın anlatımı ile 1980’li yılların başları… Cidde’de büyük bir otelde yapılan Türkiye’yi tanıtma haftası toplantılarından birine katıldık. Aynı şirkette çalıştığımız, inancı zayıf olan, hatta olmayan bir Türk mühendis de bizimle beraberdi.

Bana:
“- Hoca efendi, şu adam İdi Amin değil mi?” diye sordu.

O tarafa baktığımda: “Ona benziyor, amma bilmem” dedim.

Mühendisin ısrarı üzerine masasına gittik.

Ve arkadaşım: “Siz İdi Amin misiniz?” diye sordu.

O da: “Bir Türk kahvesi ısmarlamazsanız konuşmam” deyince sıcak bir hava oluştu.

Oturduk yanına. Tam o esnada bizim mühendis bey bombayı patlattı: “Siz ülkenizdeyken neden insan kanı içiyordunuz?” deyiverdi.

İdi Amin gayet sakin bir şekilde:
“Orada Türk kahvesi yoktu da onun için” dedi.

Bizim mühendis bey ukalalığına devam eder mahiyette güldü. İdi Amin, mühendisi omuzundan eliyle bastırarak sandalyeye oturttu.

Ve:
“Siz Türkler 1974’de Kıbrıs’ta çocukları, ihtiyar kadınları, neden dozerlerle çukurlar açarak canlı canlı gömdünüz?” diye sordu.

Mühendis bey celallenerek:
“Hayır, biz öyle bir şey yapmadık. Onu Rumlar yapmıştı..“ deyince o aslan yapılı İdi Amin kükrercesine: “Sen bana insan kanı içiyordun dedin. Bir insana yapılabilecek en ağır hakareti yaptın, ben kızmadım.

Sana ne oluyor şimdi?” diye çok sert bir üslup ve bakışla dakikalarca sayın mühendis beye baktı.

Ve ekledi:
“Baby (çocuk), benim ülkem kuş cennetidir. Ben halkımla hep iç içe yaşadım.

Beni ziyarete gelenler bana kuş eti veya kuşu canlı getirirlerdi. Kabul ettiğim tek hediye buydu.” Aynı o sert bakış ve sesle:
“Ben o kuşların bile kanını içmedim” dedi.

Aniden yumuşak bir üslupla:
“Ben gelmeden önce Uganda’da Müslümanlar köle ve hizmetçi idi. Resmi iş alamazlardı. Ben bunların resmi işlerdeki oranını yüzde 80’e çıkarttım. İngiliz ve batı bunu asla kabullenemedi. Daima aleyhte haberler üretti masa başından.

Bilin ki benim ülkemden çıkan her haber; önce Londra’ya gider, orada şekillenir ve oradan size gelirdi. Sizinle ilgili haberler de önce İsrail’e, oradan İsviçre’ye gider; orada istenen şekle konur, sonra bize gelirdi… Ve bu, halen de böyledir” dedi.

Ve: “Hadi bir Türk kahvesi daha..” diyerek sustu…

Kendisinden özür dileyerek, boynumuz bükük şekilde, yanından ayrıldık…]
İdi Amin’den dinlediklerimiz arasında bir cümlenin altını çizip tekrarlayarak yazımı bitireyim… “Bilin ki benim ülkemden çıkan her haber; önce Londra’ya gider, orada şekillenir ve oradan size gelirdi. Sizinle ilgili haberler de önce İsrail’e, oradan da İsviçre’ye gider; burada istenen şekle konur, sonra bize gelirdi… Ve bu, halen de böyledir”
Ruhun şad olsun İdi Amin, Allah’ın rahmet ve mağfireti üzerine olsun…

Verdiğin mesajı duyan bir nesil var; sömürü sistemine senin çomak soktuğun gibi çomak sokma gayretini sürdürüyorlar. Afrika’ya Fransız kalmayan bu nesil, senin bıraktığın yerden devam ediyor. Emeklerin hiç de boşa gitmedi…

Halen Fransızların uykusunun kaçması, İngilizlerin keyfinin bozulması da buna mani olamayacak inşallah…

09.05.2020
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

İDARENİN YETERSİZLİĞİ YARGININ İLGİSİZLİĞİ DOLANDIRICININ TİLKİLİĞİ HAYATIN ÇEKİLMEZLİĞİ…

Başlıktaki sekiz kelime anlatacağım hikâyenin şifre kelimeleri, küçük hacimli yaygın dolandırıcılığın dayanılmaz acı bir hikâyesini yaşamayanımız çok azdır. Buna rağmen çileli takibe talip olmak yerine, lanet olsun; Allah’ından bulsun; deyip unutmaya terk ettiğimiz, çoğu zaman kayıt dışı kalan cinsten bir hikâye…
Yıl 2014 Kasım ayının yirmisi, Trabzon/Of’taki aracımın ruhsat yenilemesi için muayene günü geldi; oğluma telefon edip TÜV TÜRK sitesine girerek Rize araç muayene istasyonundan randevu almasını istedim. TÜV TÜRK yazıp karşısına çıkan siteye bilgi girmeye başladı. Kısa bir süre sonra bilgi girdiği sitenin TÜV TÜRK resmî sitesi olmadığını fark edip devam etmedi; vazgeçerek işlemi iptal etti ve TÜV TÜRK resmî sitesini bularak gereken bilgileri işledi ve randevu alıp bana bildirdi. Randevu aldıktan yarım saat sonra bir bayan arayarak, “muayene istasyonundan aradığını, randevu günü işlemlerinizi daha süratli ve sistemli yürütmek için hesap numarası vereyim ödemenizi yaparak makbuzla beraber gelin ki işleminiz daha kolay ve süratli yürüsün” dedi. Tamam deyip hesap numarasını yazdım. Oğluma bildirip ödemeyi yaptırdım…
Muayene günü istasyona gidince ödemeyi yapmış olmanın rahatlığı ile sıramızı bekledim ve sıram geldi; biz ödemeyi yapmışız makbuzumuz var dedik. İlgili bayan memurenin şaşkınlığını bakışından hissettim; “bizim böyle bir uygulamamız yok beyefendi” deyince şaşkınlık sırası bana geldi; dolandırıldığımızı o zaman ancak anlayabildim…
Meğer TÜV TÜRK komisyoncusu konumunda olan siteye bilgileri girme denemesi esnasında telefonumu kaydetmiş, araç muayenesi yaptıracağımı öğrenmişler…
Bu bilgileri değerlendirerek istasyon adına arayıp kolaylık için ödeme yapmamı ve makbuzla beraber gelmemi istemeleri şüphe uyandırmamıştı. Arayan istasyon adına aradığını söylüyordu; aracımızın muayene olacağını zaten başkası da bilemezdi. Yazdırdığı hesap numarasının Ziraat Bankasında olması da güveni pekiştiriyordu…
Canım iyice sıkılmış, durumu oğluma bildirerek tezgâhın ayrıntılarını öğrenmiştim. Yanılgı sonucu bilgi girdiği, sonuçlandırmadan işlemi iptal ettiği site ile sadece mail irtibatı kurulabiliyordu. Mail ile yazılı olarak müracaat edip bilgi ve düzeltme talep ettik; ses seda çıkmadı…
Tanıdık bir emniyet müdürü ile banka şube müdürü bir arkadaşın yardımı sayesinde komisyoncu site sahibinin isim ve hesap numarasının kayıtlı olduğu banka şubesini öğrendim. Telefon numarası sahibini de tespit ederek Savcılığa dilekçe verip gereğini talep ettim. Soruşturmaya gerek olmadığı kararı verildi. İtiraz ederek mahkemeye müracaat ettim; reddedildi. Savcılık kararını onayladılar. HSYK ve Adalet Bakanlığına yazıp durumu bildirerek yaygınlaşan bu dolandırıcılığı önlemek için tedbir teklifi sundum. HSYK kayıtsız kaldı. Adalet Bakanlığından da hala cevap bekliyorum…
Benzer bir olayı AEG tamir servisi ve BALDERESİ şirketi ile ilgili de yaşamış ve yıllarca süren bir hukuk mücadelesini sürdürmüştüm. Bilgi ve tecrübem vardı…
DOLANDIRICILAR kör bir alan keşfetmiş, küçük çaplı dolandırmaların peşine takılıp koşturan ve takip eden olmadığını, İdare, Emniyet ve Yargı gibi kurumların da böyle basit olaylarla ilgilenmediğini bilmenin rahatlığı ile, hacmi küçük sürümü yüksek, zeka ürünü bir dolandırıcılık sayesinde, rahat, bol gelirli, riski yok denilecek kadar az, imrendirici ve keyifli bir imkanı değerlendiriyorlar…
Her alanda birçok dolandırıcının cirit attığı son yılların bu yeni dolandırıcılık sistemi her geçen gün artıyor; yaygınlık kazanıyordu…

Bürokrasinin duyarsız ve yetersizliği, yargının ilgisizliği vatandaşın umutsuzluğu, dolandırıcının tilkiliği, bol, rahat, çilesiz ve risksiz bir kazanç alanı oluşturdu. İstediğin gibi dolandırabiliyorsun; hacmi küçük olduğu için vatandaş, lanet olsun, Allah’ından bulsun deyip takip etmeyi çileli, astarı yüzden pahalı olması sebebi ile değmez buluyor; İdare basit görüyor; ilgilenmiyor. Yargı da yeterli ilgi ve ihtimam göstermeye değer bulmuyor; böylece dolandırıcıların zekâsına da gün doğmuş oluyor…
Benim gibi patavatsız bir vatandaş çıkar da yüz elli lira için bin beş yüz lira harcar ve hukuki mücadele çilesini göze alabilirse onu da dolandırıcı ile uzlaştırıp, sadece dolandırıcıya kaptırdığı meblağı geri verdirtmekle, dolandırıcıyı rahatlatıp kaldığı yerden devam etmesine fırsat veriyorlar. Sonunda bu dolandırıcı, çilekeş, azimli, kararlı bu vatandaşa dönüp: “Sen ne uyuz vatandaşsın; yüz elli lira için altı yıl uğraşmak, bin beş yüz lira harcayıp yüz elli lirayı geri almakla ne elde etmiş oldun..? Senin gibi on tane uyuz vatandaş çıksa bizim tezgahımız yıkılır; siz bunun faturasına katlanabilir misiniz..?” dediğinde yıkılmamak, umudunu kaybetmemek, bozulmamak çok zor…
Siyasi otorite ve idare, Emniyet ve Yargı dikkatsiz ve şuursuz bir şekilde dolandırıcılara alan açtığını fark edip itibar ve güven kaybını durdurmak zorunda. Yoksa herkes kendi işini kendi yöntemi ile halletmeye kalkarsa ülkemize yazık olur. Çeteler yerden mantar biter gibi çoğalır ve yayılır…
Ben altı yıllık idari ve hukuki bir mücadele verdikten sonra dolandırıcıdan 400 TL mi bugün geri alabildim. O tarihteki bu meblağ bugünün 1000 TL na denk, yaptığım masrafların toplamı da bu meblağın tam üç katı…
Dolandırıcının zekâmla alay etmesi ise yanıma kalan manevi kârım (1)
Ne dersiniz böyle bir sistem yürür mü..? Böyle bir adalet itibar kazanıp güven vererek umudu canlı tutabilir mi..? Bu çarpıklığa kimin el atması gerekiyor..?
Biraz empati, biraz ilgi ve duyarlılık, biraz fedakarlık bu işi kökten çözmeye yetmez mi..? Düşünmeye
vaktiniz yoksa, duyarlı vatandaşlara kulak verin, itibar edip ciddiye alın yeter…
Bizzat yaşadığım üç olay ile ilgili iki dosyayı aşağıda ilgi ve incelemenize sunuyorum. Birini sonuçlandırdım; diğerinde mücadelem devam ediyor. Umudum canlı değil moralim bozuk…
Baldan tatlı bal dosyamı ise ne siz sorun ne de ben anlatayım..? “Ünlü balcının” evi soyulmuş; hırsızlar bir buçuk milyon dolarını almışlar. Bütün TV kanalları “ünlü balcımızı” daha da ünlü etti. 2013 yılından beri sahte balcı ile sürdürdüğüm hukuk mücadelesine ise kulak veren bile yok. Bu basın mı kamu hizmeti yapıyor..? Ölmüşüm ağlayanım yok…

04.07.2019 Üsküdar
Ahmet Ziya İbrahimoğlu

ŞEHADET FEDAİLERİ, CİHAD VE FİLİSTİN

Emeviler devrinde Abdurrahman b. Velid kumandasında bir İslâm ordusu, Kostantiniye’ye yani İstanbul’a bir sefer düzenlemişti. Ebu Eyyüb el-Ensarî Hazretleri de yaşı seksenin üzerinde olmasına rağmen, bu ordunun askerleri arasındaydı. Harb esnasında Rumlar şehrin surlarına arkalarını dayamışlardı. O sırada Müslümanlardan bir zat, kaledeki düşman üzerine açıktan hücum etmiş, bunu gören Müslümanlar, “Allah yolunda mal varlığınızdan harcayın da kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…” ayet-i celilesini dikkate alarak: “…kendi kendini tehlikeye atıyor” demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Eyyüb el-Ensarî: Ey Müslümanlar! Bu âyet biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. Allah Peygamberine yardım edipte din-i İslâmı galibiyete mazhar kıldığı zaman biz, artık mallarımızın başında durup onları arttırmak ve ıslahı ile meşgul olalım mı? demiştik. Allah Teâla: “Allah yolunda sarfediniz. Kendi kendinizi tehlikeye bırakmayınız1 ayetini indirdi. Bundan dolayı kendini tehlikeye atmak, mallarımızın başında durup, onları arttırmak, ıslah ile uğraşıp cihadı terk etmemizdir” demiştir. 2 Söylemekle kalmamış, akabinde bütün gücünü ortaya koyarak Allah yolunda cihada girişmiş ve nihayet şehid düşerek İstanbul’da defnolunmuştur.

Ebu Eyyub el-Ensarî böylece kendini tehlikeye atmanın, Allah yolunda cihadı terk etmek demek olduğunu ve âyetin bu hususta nazil olduğunu haber vermiştir. Nitekim âyet-i celilenin nüzul sebebi, Allah yolunda harb ve çarpışmadan, o uğurda mal harcamaktan kaçınmanın bir tehlike olduğunu hatırlatmak içindir.3

Elleriyle kendini tehlikeye atmak, günah işlemekle mağfiretten ümidi kesmek” olduğu da rivayet edilmiştir.4 Bunun, infak karinesiyle: “Harcamada israf edip, yiyecek, içecek bulamayacak dereceye vararak telef olmak” manâsına geldiği de söylenmiş, “Düşmana tesir etmeyecek bir şekilde harbe atılmak” demek olduğu da belirtilmiştir ki Ebu Eyyüb’un itiraz ettiği ve nüzul sebebini anlattığı cemaatin görüşü de bu idi.

Sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna engel olmayacağı” ayet-i celilede bu manaların toplanmasında da çelişki ve terslik bulunmaması, zikredilen manaların hepsine dayanak kılınmasına imkan vermektedir. Bunun için İmam Muhammed, Siyer-i Kebir’inde der ki: “Tek başına bir adam, bin kişiye hücum edecek olsa, eğer kurtulma veya düşmanı kırma ve tesir etme ümidi varsa, sakınca yoktur. Kurtulma veya düşmanı kırma ümidi yoksa mekruhtur. Çünkü Müslümanlara bir faydası olmaksızın kendini ölüme atmış olur. Bunu yapacak olan kimse ya kurtulmak veya Müslümanlara bir faydası bulunmak ümidi olursa yapmalıdır. Kurtulma ve düşmanı kırma ümidi olmadığı halde diğer Müslümanlara cesaret versin ve böylece düşmanı tepelesinler diye misal gösterilecek bir örnek olmak üzere yaparsa sakınca yoktur…5

Kendini öldürmede dine ait bir menfaat varsa; o zaman da bunu yapmak, pek şerefli bir makam olur ki Cenab-ı Allah, Rasulullah’ın ashabını bununla övmüştür: “Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında kendilerine Cennet vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar da öldürürler ve öldürülürler.”6Kendini öldürmede dine ait bir menfaat varsa; o zaman da bunu yapmak, pek şerefli bir makam olur ki Cenab-ı Allah, Rasulullah’ın ashabını bununla övmüştür: “Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında kendilerine Cennet vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar da öldürürler ve öldürülürler.”

Allah (c.c) yarattıklarını en iyi bilen ve onlara en merhametli olandır. Mal kazanma, biriktirme hırsı ve rahat yaşama arzusuna dalıp cihadı terk etmenin tehlikesini hatırlatıp bizi uyarmıştır.

Cihad ruhunun yaşatılmadığı toplumlar zilleti tatmaktan kurtulma güvencesi bulamazlar.

Filistin’de yok edilmek, öldürülmek istenen bu ruhtur. Bu ruhun canlı tutulması, beslenmesi ve desteklenmesi bütün dünyadaki Müslümanların boynunun borcudur. Bizim için direniş ve dirilişin gerçekleşmesi, maddi ve manevi terakkinin tahakkuku, Kur’an ve Sünnet’in aydınlattığı yolda kararlı bir yürüyüşle mümkün olabilir.

O yolda olmak, hem bu dünyada huzura kavuşmamıza imkan veriyor hem de Cenneti garanti etme fırsatı sağlıyor. 

Filistin’deki cihadı değerlendirirken aşağıdaki hususları mutlaka bilmek ve dikkate almak gerekiyor:

  1. Filistin’de, Müslümanlarla Siyonist Yahudiler arasında sürekli bir savaş hali olup, sözüne ve sözleşmesine güvenilmeyen bir düşmanla karşı karşıya bulunulduğu,
  2. İsrail’de yaşayan Yahudilerin tamamı, kadın olsun erkek olsun, hangi işi yaparsa yapsın, ev hanımı dahi olsa askeri eğitim almak zorundadır. Yenilenen teknolojiyi öğrenip tatbik edebilmek için herkes yılda iki ay bu eğitime katılmaktadır.
  3. Müslümanların can ve mal güvenliği, teşebbüs hürriyeti yoktur. Sadece ölümlerden ölüm beğenmek hakkı vardır. Çünkü Siyonist Yahudiler kendileri dışındaki insanların, kendilerine hizmet ettikleri sürece yaşama hakları olduğuna inanırlar.
  4. Yahudilerin tamamı Siyonist düşünceyi onaylamazlar. Ancak İsrail’de yaşayan Yahudilerin çoğunluğu Siyonist zihniyetli Yahudilerdir. 
  5. İsrail’de yaşayan Hıristiyanlar ise, Yahudilerden hoşlanmazlar. Hatta Müslümanlardan daha fazla onlardan nefret ederler. Müslüman – Siyonist Yahudi çatışmasında Müslümanlardan yana tavır koymayı tercih ederler.
  6. İsrail Devleti, ihtiyaç hissettiği zaman muhalifleri ile ilgili devreye sokmayı düşüneceği etkinlikte bir İslam ülkesi ve lideri kalmadığını çok iyi biliyor. Bundan dolayı Türkiye ile ilişkilere çok önem veriyor. Son günlerde Sayın Başbakan’ın onurlu çıkışı ve tavrından rahatsız olsa da, O’nu karşısına almayı göze alamıyor. Sadece onun artan etkinliğinden istifade etmeyi sağlayacak tedbir ve çareleri planlıyor.
    Çünkü Türkiye’nin konumu, Başbakan’ın artan itibar ve etkinliğinin şu anda alternatifi olmadığı gibi, Suriye, Lübnan, İran ve Filistin gibi ülkelerle yaşanan sıkıntılarda, Türkiye’nin aracılığına en çok ihtiyaç duyan ülke Amerika ve İsrail olduğunu herkes biliyor. Ayrıca Türkiye’yi şu anda kendileri için tehlike de görmüyorlar. 
  7. Hamas’ın hakim olduğu Gazze bölgesinde, farklı fikirlerde, küçükte olsa değişik gruplar da bulunmaktadır. Hatta İsrail güdümünde olup Siyonistlere haber uçuran, ajanların bile aynı bölgede varlığını inkâr etmek mümkün değildir.
  8. Hamas, İslâmi kültür, birikim ve hassasiyeti olan insanların denetiminde olan bir halk hareketidir. Filistin halkının güvenebileceği en güçlü ve samimi bir yapılanma konumunda olduğu söylenebilir. Çaresizlik ve mahrumiyetler içerisinde mücadelelerini sürdürmek gayretindedirler. Onların sahadan çekilmesini sağlayabilseler İsrail’in Filistin’e mutlak hakimiyeti önünde ciddi bir engel kalmamış olacak. İşte bundan dolayı Siyonist Yahudilerin en çok korktuğu şey cihad ruhunun yaşatılmasıdır.

Haziran 2004

Ebu Enes Trabzoni

(Ahmet Ziya İbrahimoğlu)

  1.  Bakara Suresi 195.Ayet ↩︎
  2.  Tirmizi ve Ebu Davud’da tahric edildiği beyanı ile Hak Dini Kur’an Dili 2/701 ↩︎
  3.  İbni Abbas, Huzeyfe, Hasan, Kafade, Mücahid, Dehhak’tan böyle rivayet edilmiştir. Hak Dini Kur’an Dili 2/701 ↩︎
  4.  Bera’b, Azib ve Ubeyde es-Selmanî Hazretlerinden böyle rivayet edilmiştir. Hak Dini Kur’an Dili 2/701 ↩︎
  5.  Hak Dini Kur’an Dili Elmalı Cild 2/702 ↩︎
  6.  Tövbe Süresi 111. Ayet ↩︎