Yas Tutmak
Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu
Yirmi askerimizin içinde bulunduğu kargo uçağının Gürcistan sınırında düşmesiyle şehîd olmaları olayı, içinde bulunduğumuz durumu çok çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir.
İktidar adayı olduğu iddiasındaki bir partinin genel başkanı da içlerinde olmak üzere, kimi gazeteciler, televizyonlarda Türk milletini, kamuoyunu “görüşleriyle”, “yorumlarıyla”, yönlendirenler, 20 şehîdimiz için YAS İLÂN EDİLMEMİŞ OLMASINI eleştirdiler.
Kimsenin inancını, dünyâ görüşünü tartışma, değerlendirme konusu yapmıyorum; o, kendini ilgilendirir. Durumun fotoğrafını sunuyorum:
İslâm inancına göre, insan, ergen olduğu (bulûğa erdiği) dakîkadan başlayarak sınav hâlindedir. Hayât; yakındaki (el Hayâtud Dünyâ=Yakın Hayât) ve ötedeki (Âhiret Hayatı, sonu olmayan, Sonsuz Hayât) olmak üzere, iki merhaleden meydana gelir, yâni, ölümle sona ermez. İnsanın Dünyâ Hayâtındasınavda olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilmektedir:
“O, ölümü ve hayâtı, davranış bakımından hanginizin daha güzel olacağını imtihân etmek için yarattı” (Mulk Sûresi 67-2).
Sonsuz Hayât’ın iyice anlaşılması için de, âlimler şu misâli vermişler:
“Yeryüzünün HER YERİ, ovalar, denizlerin, okyanusların bulunduğu alanlar, buğday yığını ile dolu olsa; bir kuş gelip 1 tane alıp gitse, aradan 1000 yıl geçtikten sonra, yine bir kuş gelip 1 tane alıp gitse… bütün o yığınların tükenmesi, bitmesi için çoooook uzun bir zamânın geçmesi gerekir. Ama, ne kadar uzun zaman geçmesi gerekse de, o tâneler belli sayıda, mahdûd (sayıyla sınırlı) olduğu için, bir ân gelir, tükenir. Ebedî, Sonsuz Hayât, öyle değildir, sona ermez.”
Şehîdlik, çok yüce bir mertebedir. İnsanların En Doğru Sözlüsü, Hazret-i I Muhammed Aleyhis Selâm buyuruyor ki:
“Cennet’e giren hiç kimse, oradan çıkmak istemez, şehîd müstesnâ: şehîd, Cennet’te kendisine yapılan ikrâmı, ağırlamayı görünce, 10 defa daha dünyaya gelip şehîd olmak ister.”
“Şehîd, Kıyâmet Günü diriltildiğinde, yarasının kanı gül rengindedir, kokusu, misk kokusudur.”
Bin yıldır İslâm mayasıyla yoğrulmuş, İslâmın sancaktarlığını yapmış olan Türk Milleti’nin Piyâde Marşı’nda, bu inanç, bu gerçek şöyle ifâde edilir:
“Yurduma bahar yaparım, göğsüme taktığım gülleri”.
Allah C.C. şefâat izni verdiğinde mahşerde, şehîd, pek çok kişiye şefâat edecek, onların kurtuluşuna vesîle olacaktır. (Bakmayın siz, modern {mi diyelim?} Tefsîr profesörünün “Cehennem’e giren, bir daha oradan çıkmaz” demesine; oradan çıkmayış, kâfirler (apaçık İslâm gerçeğini örten, inkâr edenler) içindir, îmân sâhibi, mutlaka Cennet’e gider, mesele günaha dalıp Cehennem’e uğramadan gitmektir.)
İslâm inancına, Müslümanlığa göre, böyledir.(Kalbinde hardal tânesi kadar îmân olanın Cennet’e gireceğini, İnsanların En Doğru Sözlüsü bildiriyor.)
Böyle olduğuna göre, “şehidler için yas tutulsun” diyenler, bu konudaki bilgisizliklerini ortaya koymuyorlar mı?
Peki, bu vatandaşlar, NASIL böyle bilgisiz, bu kadar câhil (üniversite mezunu olsalar da) kalmışlar?
***
Devâmı olduğumuz Osmanlı Devleti’de donukluk, gerileme alâmetleri belirince, eskiden adam yerine koymadığı, “insanın hayvana baktığı gibi baktığı” Avrupa’lıdan geri kalmış olduğu görülünce, 1789 yılında tahta çıkmış olan Üçüncü Selîm, çârearamağa girişti, 19u yerli, 2si yabancıdan olmak üzere 21 lâyiha (rapor) hazırlattı. Görüşler 3 noktada toplanıyordu:
1. Biz iyiyiz, çalışırsak Avrupa’lıya yetişiriz.
Sosyal yapı, doku sağlamdı, hemen her konuda vakıf vardı, bu görüş sâhipleri böyle düşünüyorlardı.
2. Biz iyiyiz, yapımız sağlamdır, teknikte Avrupa bizi geçmiş; Avrupa’nın teknolojisini almalıyız.
3.Mâdem ki, yenileneceğiz, “Avrupalı’nın her şeyini” almalıyız, “Avrupa’lı gibi” olmalıyız.
Allah rahmet eylesin, Üçüncü Selîm, bu üçüncü görüşü benimsedi ve uygun gördüğü yola koyuldu. Bu yolun devâmı olarak Abdülmecîd tarafından 1839 yılında Tanzîmât, 1856 yılında İslâhât köklü değiştirmeleri yapıldı. Zâten döşenmiş olan bu yolda, 1839 yılında (sömürge topraklarında güneş batmayan) İngiltere hayranı, mason Mustafa ReşîdPaşa’nın, 16 yaşındaki çocuk Abdülmecîd’i gizli oturumlarla yönlendirişi, 1856 yılındaki değiştirmede ise emperyalist Avrupa’nın tesiri, ayrıca incelenmesi gereken çok mühim konulardır. Bu “Avrupalılar gibi olmak”, “muâsırlaşma” (çağdaşlaşma) akımı, 1876 Birinci Meşrûtiyet, 1908 İkinci Meşrûtiyet, 1925 şapka kanunu, (aslında kıyâfetimiz, daha İkinci Mahmûd (1808-1839) devrinde “Avrupalı’nınkigibi” olmuştu, sâdece başta fes vardı) 1928 alfabe değişikliği, 1960 darbesi, 1980 müdâhalesi, 1997 yılındaki 28 Şubat Balans Ayârı ile devâm etti, günümüze kadar resmî tutum olarak geldi.Entelektüel statüko böyle biçimlendi. Bu statükonun ürünü diploma hâmilleri, İslâmla ilgili birçok konuda olduğu gibi, şehîdliğin mânâsı öğretilmeden yetiştirildi.
***
Üçüncü Selîm devrinde, o zamânın şartlarında, panik havası içinde, sükûnetle düşünüp isâbetli, doğru karar vermek, hiç kolay değildi. Aradan 234 yıl geçtikten sonra, günümüzde, Üçüncü Selîm’in tercîhi, karârıisâbetli mi idi? diye baktığımızda, görülen şudur:
234 yıl önce, Japonlar da bizim durumumuzda idiler; yenilenmeğe ihtiyâçları vardı, İngiltere’ye öğrenciler gönderdiler. Öğrencilerin başındaki sorumlu, akşamları onları topladı, Japon usulü oturup yapılanları konuştular. Anlatıldığına göre, İngiltere’ye ısmarlanan bir gemi yapılırken, japonlar, değişik heyetler hâlinde yapım safhalarını tâkipettiler, her grup, gördüğünü Japonya’ya gidip, orada yapılmakta olan gemilerin sorumlularına aktardı. Böylece, İngiltere’deki sipariş gemi bitirilirken, aynı gemiden Japonya’da 7 gemi yapılmış olduğu anlatılır.
Bu, bir abartılı nakil olabilir.
Olaya, olmuş olana, vâkıa’ya bakarsak, meydanda olan şudur:
Japonlar, Avrupa’dan sâdece teknoloji aldılar. Günümüzde, Japonya sanâyide, mâlî bakımdan birçok Batılı ülkeyle boy ölçüşecek durumdadır. Japon arabaları Amerika’yı işgal etmesin diye, orada gümrük duvarları yükseltilmektedir.
Demek ki; 21 lâyihadaki İkinci Görüş, yâni, “sâdece teknolojiyi almak” görüşü isâbetli imiş.
Rahmetli Hüseyin Nihâl Atsız Beğ de, bu akımın ürünü, körükörüne Avrupa taklitçisi çağdaşları uyarmak için: “İspanya Avrupa’da, Japonya ise Asya’da” diyordu.
Şimdi, günümüzde, geriye, yanlış tutulan yola bakıp Üçüncü Selîm’i suçlamanın gereği de, faydası da yok. Mühim olan; bu, tutulan yolun isâbetliolmadığının anlaşılması.
Bu konuda bir anlayışta birleşirsek, pek çok konunun kolayca çözülmüş olacağı görülecektir.
*** *** ***
16 Kasım 2025
ترجمة من التركية إلى العربية: 👇
الحداد
البروفيسور الدكتور محمد مقصود أوغلو
إن استشهاد عشرين من جنودنا بسقوط طائرة الشحن التي كانوا على متنها عند الحدود الجورجية، يكشف بصورة صارخة الحال التي نمرّ بها.
لقد انتقد بعض الكتّاب، ومن بينهم رئيسُ حزبٍ يزعم أنه مرشّح للحكم، وكذلك بعض الإعلاميين الذين يوجّهون الرأي العام التركي عبر “آرائهم” و“تحليلاتهم” في القنوات التلفزيونية، عدمَ إعلان الحداد على عشرين شهيدنا.
أنا لا أجعل عقيدة أحد أو نظرته إلى الحياة موضوع نقاش أو تقييم؛ فذلك شأنه هو. إنما أعرض صورة الحال:
بحسب الإيمان الإسلامي، يكون الإنسانُ في حالة امتحان منذ اللحظة التي يبلغ فيها سنّ التكليف الشرعي. فالحياةُ مرحلةٌ ذات شقّين: حياةٌ قريبة (الحياة الدنيا)، وحياةٌ أخرى (حياة الآخرة، وهي حياة لا نهاية لها). ليست الحياة إذن منتهيةً بالموت. وقد جاء في القرآن الكريم بيانُ كون الإنسان في الامتحان في الدنيا، وذلك في قوله تعالى:
﴿الذي خلق الموت والحياة ليبلوكم أيكم أحسن عملاً﴾ (الملك: 2).
ولأجل أن يُفهم معنى الحياة الأبدية فهماً جيداً، ضرب العلماء هذا المثال:
“لو أن وجه الأرض كلَّه، بما فيه من السهول، ومناطق البحار والمحيطات، كان مملوءاً بحبوب القمح، ثم جاء طائر فأخذ حبّة واحدة وذهب، وبعد ألف سنة جاء طائر آخر فأخذ حبّة، وهكذا… فإن فناء هذا الكم الهائل يحتاج زمناً طويلاً جداً، ولكنه -مهما طال- ينتهي، لأن تلك الحبوب محدودة العدد. أمّا الحياة الأبدية، فليست كذلك؛ لا تنفد ولا تنتهي”.
الشهادة منزلة عظيمة جداً. يقول أصدقُ الناس قولاً، سيدُنا محمد ﷺ:
«ما من أحدٍ يدخل الجنة يُحبّ أن يرجع إلى الدنيا وله ما على الأرض من شيء، إلا الشهيد؛ فإنه يتمنى أن يرجع إلى الدنيا فيُقتل عشر مرات، لما يرى من الكرامة».
وقال ﷺ:
«الشهيد يُبعث يوم القيامة، وجرحه ينزف دماً، اللون لونُ الدم، والريح ريحُ المسك».
وقد عبّر الشعب التركي -الذي عُجن ألف سنة بعقيدة الإسلام، وحمل رايته- عن هذا الإيمان في “نشيد المشاة” بقوله:
«أجعل وطني ربيعاً بالورود التي أعلّقها على صدري».
وعندما يأذن الله تعالى بالشفاعة يوم المحشر، فإن الشهيد يشفع لكثير من الناس ويكون سبباً لنجاتهم.
(ولا تعبأ بقول ذلك الأستاذ “الحديث” في التفسير: إن من يدخل النار لا يخرج منها؛ فهذا خاص بالكافرين الذين يغطّون ويُنكرون الحقّ الواضح. أمّا صاحب الإيمان، فإنه يدخل الجنة لا محالة، والمهمّ أن يصل إليها دون المرور بالنار).
هذا هو الإيمان الإسلامي، وهو حكمُ الدين. (وقد أخبر أصدقُ الناس ﷺ أن من في قلبه قدر حبّة خردل من إيمان يدخل الجنة).
فإذا كان الأمر كذلك، أفلا يكشف الذين يقولون: “يجب أن نعلن الحداد على الشهداء” عن جهلهم بحقيقة هذا الموضوع؟ ولكن كيف بقي هؤلاء المواطنون -مع أنهم خرّيجو جامعات- على هذا القدر من الجهل؟
عندما بدت دلائل الجمود والتراجع في دولتنا العثمانية -التي نحن امتداد لها- وتبيّن أنها أصبحت متخلّفة عن الأوروبي الذي كانت تنظر إليه سابقاً نظرة استهانة، بدأ السلطان سليم الثالث —الذي تولّى العرش سنة 1789— يبحث عن الحلول. فأمر بإعداد 21 لائحة (تقريراً): منها 19 بأقلام أهل البلاد، واثنتان بأقلام أجانب. وقد تركزت الآراء في ثلاث نقاط:
1. نحن بخير، وإذا عملنا لحقنا بالأوروبيين.
وكانت البنية الاجتماعية قوية، والمؤسسات منتشرة، ولهذا رأى أصحاب هذا الرأي ما رأوه.
2. نحن بخير، وبنيتنا قوية، لكن الأوروبي سبقنا في التقنية؛ فيجب أن نأخذ تقنيته.
3. ما دمنا سنُجدّد أنفسنا، فليكن ذلك بأخذ “كل شيء” من الأوروبي، وأن نصبح “مثل الأوروبيين”.
وقدّر الله أن السلطان سليم الثالث —رحمه الله— اختار الرأي الثالث، وسلك الطريق الذي رآه مناسباً. وتواصل هذا الطريق في عهد السلطان عبد المجيد بإصلاحات سنة 1839 (التنظيمات) و1856 (الإصلاحات). وكان هذا الطريق قد مُهّد من قبل.
ثم جاء مصطفى رشيد باشا —المولَع بإنجلترا، والماسوني المعروف— يوجّه السلطانَ عبد المجيد (وكان فتى في السادسة عشرة) في جلسات سرية سنة 1839.
وفي إصلاح 1856 كانت للغرب الاستعماري يدٌ واضحة، وهذا كلّه باب كبير مهمّ يستحق الدراسة.
إن تيار “أن نصبح مثل الأوروبيين” و“العصرنة” استمرّ عبر:
1876 المشروطية الأولى، ثم 1908 المشروطية الثانية، ثم قانون القبعة 1925 (مع العلم أن لباسنا كان قد أصبح “أوروبياً” منذ عهد محمود الثاني 1808–1839، ولم يبقَ إلا الطربوش)، ثم تغيير الأبجدية سنة 1928، ثم انقلاب 1960، ثم تدخل 1980، ثم “ضبط التوازن” في 28 فبراير 1997… إلى يومنا هذا بوصفه توجهاً رسميّاً.
وهكذا تكوّنت “البنية الذهنية” للنخب. وقد تربّى حملة الشهادات -وهم نتاج هذا المسار- دون أن تُعلَّم لهم حقيقة الشهادة، شأنُ كثير من مسائل الدين.
في عهد سليم الثالث، وفي ظلّ ظروف ذلك العصر، لم يكن اتخاذ قرار هادئ وسديد في جوّ مشحون بالخوف أمراً يسيراً.
لكن بعد مرور 234 سنة، عندما ننظر اليوم: هل كان اختيار سليم الثالث صائباً؟ نجد الآتي:
إن اليابانيين قبل 234 سنة كانوا مثل حالنا؛ بحاجة إلى تجديد. فأرسلوا طلاباً إلى إنجلترا. وكان المشرف يجمعهم مساءً، يجلسون جلسة يابانية، ويتباحثون فيما فعلوه. ووفقاً لما يُروى، حين كانت إنجلترا تبني لهم سفينة بطلبهم، كان اليابانيون يتابعون مراحل البناء ببعثات مختلفة، وكانت كل بعثة تنقل ما رأت إلى المسؤولين عن بناء السفن في اليابان. وهكذا، عندما اكتملت السفينة المطلوبة في إنجلترا، كانت هناك سبع سفن مماثلة قد بُنيت في اليابان.
وهذا -حتى لو كان هناك مبالغة في النقل- يظهر أن اليابانيين اكتفوا بأخذ التقنية فقط من أوروبا. واليوم، اليابان في الصناعة والمالية تستطيع المنافسة مع العديد من الدول الغربية. وهناك جدران جمركية في أمريكا لمنع السيارات اليابانية من غزو السوق الأمريكية.
إذاً، يبدو أن الرأي الثاني في 21 تقريراً، أي “أخذ التقنية فقط”، كان صائباً.
وقد كان المرحوم حسين نهال أتسز يحذّر من التقليد الأعمى لأوروبا، قائلاً:
“إسبانيا في أوروبا، واليابان في آسيا.”
اليوم، بعد النظر إلى الطريق الخطأ الذي سلكه أسلافنا، لا جدوى من لوم سليم الثالث؛ المهم أن نفهم أن الطريق الذي اتبعوه لم يكن صائباً. وإذا اتفقنا على هذا الفهم، ستُحلّ كثير من القضايا بسهولة.
19 نوفمبر 2025
المترجم: أحمد ضياء إبراهيم أوغلو