Türkiye’nin İsrail’e Karşı Sabrının Tükenmesinin Anlamı?
Yazar Samir al-Araki
Türkiye’nin İsrail’e Karşı Sabrının Tükenmesi Ne Anlama Geliyor?
16 Temmuz’da gerçekleşen İsrail saldırısı Suriye’ye yönelik ilk saldırı değildi; ancak şekil ve muhteva bakımından en şiddetlisiydi. İsrail hava saldırıları Süveyda ve Dera’dan başlayarak Şam’a kadar uzanmış, doğrudan savunma ve içişleri bakanlıklarına bağlı askerî birlikleri hedef almış, başkent Şam’daki Genelkurmay binasını ise neredeyse tamamen tahrip etmiştir.
İsrail’in bu saldırısıyla ortaya çıkan kayıplar yalnızca maddî zararlarla sınırlı kalmamış; güvenlik güçlerinden hem komuta kademesi hem de askerî personel düzeyinde can kayıpları da yaşanmıştır.
Ne var ki 17 Temmuz sabahının erken saatlerinde yayınlanan Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şer’a’nın konuşması, Suriye-İsrail çatışmasının bu safhasına bir nokta koyma niyeti taşımaktaydı. Ancak anlaşılan o ki, bu yalnızca başlangıç; zira gelecek, ihtiva ettiği her türlü senaryoya kapı aralamış görünmektedir.
Şer‘a, konuşmasında iki seçenekle karşı karşıya kaldıklarını ifade etti: Ya “İsrail ile topyekûn savaşa girilerek Dürzîlerin güvenliği ve Suriye’nin, dolayısıyla tüm bölgenin istikrarı tehlikeye atılacak” ya da “Dürzî ileri gelenleri ve din adamlarının sağduyuya davet edilmesi ve millî menfaatin öncelenmesi sağlanacak.”
Cumhurbaşkanı Şer‘a, kendisinin ve hükümetinin “Suriyelilerin selâmetini kaosa ve yıkıma tercih ettiklerini” belirterek, “bu aşamada en isabetli tercihin, yüce millî menfaatler esas alınarak ülkenin birliğini ve evlatlarının güvenliğini temin edecek dikkatli bir karar alınması” olduğunu vurguladı.
Bu doğrultuda, Süveyda’da güvenliği sağlama sorumluluğunun bazı yerel gruplara ve Dürzî dinî önderlere devredilmesi kararlaştırıldı.
Cumhurbaşkanı Şer‘a, bu kararın gerekçesini açıklarken “ülkenin yıkıcı savaştan toparlanma sürecini sekteye uğratacak ve eski rejimin ardında bıraktığı siyasî ve iktisadî sıkıntıları derinleştirecek yeni bir geniş çaplı savaşa sürüklenilmemesini” esas aldıklarını vurguladı.
Fakat kazanç-kayıp hesaplarının ötesinde, zira yukarıda da belirtildiği gibi biz hâlen daha yeni başlamış bir savaşın ilk raundundayız; son iki günde gerçekleşen İsrail saldırıları yalnızca Suriye’yi değil, bütün bölgeyi ve bilhassa Türkiye’yi derinden etkileyecek mahiyettedir.
Zira Suriye’de on dört yıl süren savaş, Türkiye’yi ağır jeopolitik ve güvenlik tehditleriyle karşı karşıya bırakmış; bu da 2016’dan itibaren Türk ordusunun Suriye’nin kuzeyine girmesine ve hem Suriye’nin parçalanmasını hem de PKK’nın Kamışlı’dan Akdeniz kıyısına uzanan bir ayrılıkçı koridor kurmasını engelleme kararına yol açmıştır.
8 Aralık 2024 tarihinde Beşşar Esed rejiminin devrilmesi ise, yalnızca Suriye devrim güçleri için değil; stratejik ve güvenlik bağlamında Türkiye için de büyük bir zafer anlamı taşımaktadır. Türkiye, bu zaferin meyvelerini toplamaya hazırlanıyordu.
Ancak İsrail’in gerçekleştirdiği saldırılar, Suriye devletini yeni bir tehdit dalgasıyla karşı karşıya bırakmakta ve bu tehditlerin etkisi Suriye ile sınırlı kalmayıp kaçınılmaz olarak Türkiye’yi de içine alacak şekilde genişlemektedir.
Bu bağlamda, mesele doğal olarak şu soruları beraberinde getirmektedir: Ankara bu yeni ve ciddî tehditlerle nasıl yüzleşecektir? Yalnızca medyatik kınamalar ve diplomatik girişimlerle mi yetinecektir? Türkiye’nin, İsrail’in Suriye ve bölgedeki saldırgan yayılmacılığına karşı nasıl adımlar atabileceği de tartışılmaya değerdir.
Bu tartışmalar, muhafazakâr ve milliyetçi Türk yazarların ve gazetecilerin makalelerine kadar uzanmış, aynı zamanda sosyal medya mecralarında Türk aktivist ve kanaat önderlerinin ürettiği muhtevalar üzerinden de takip edilebilir hâle gelmiştir.
Gelinen noktada, Türkiye içinde İsrail’le bir savaş ihtimalinin her an gerçekleşebileceğine dair genel bir kanaat oluşmuştur. Bununla birlikte, Ankara bu ihtimali ya tamamen önlemeye ya da mümkün mertebe ertelemeye çalışmaktadır.
Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, basına yaptığı açıklamalarda İsrail’in politikalarını sert bir dille eleştirerek, bu politikaların “herkesi, İsrail dahil, ateşe atacağını” belirtmiş ve uluslararası topluma -özellikle de ABD, Avrupa Birliği ve bölge ülkelerine- çağrıda bulunarak, İsrail’in bu sorumsuz davranışlarının durdurulması gerektiğini, aksi takdirde “bölgenin ağır sonuçlarla yüzleşeceğini” ifade etmiştir.
Bu beyanların muhtevası dikkatle analiz edildiğinde, kullanılan ifadelerin seçilmişliği hemen göze çarpar: “Sabrın tükenmesi”, “herkesin ateşe düşmesi”, “ağır sonuçlar”… Bunlar, Ankara’nın başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere uluslararası topluma gönderdiği açık ve güçlü bir uyarı mesajıdır. Bu mesajda, bölgenin tamamını kaosa sürükleyebilecek İsrail’in sınırsız saldırganlığının, Washington ve Avrupa başkentlerinden gelen sınırsız destek olmasa bu denli genişlemesinin mümkün olmayacağına işaret edilmektedir.
Türkiye’nin Alternatifleri
Abartıya kaçmaksızın söylenebilir ki, Türkiye şu anda son derece hassas ve zorlu bir stratejik süreçten geçmektedir. Bu süreçte, Türkiye’nin en büyük ihtiyacı, Suriye cephesini birkaç yıl boyunca soğutmak ve ABD ile doğrudan çatışmaya girmemekti. Bunun amacı ise, başta Amerikan yaptırımlarının kaldırılması, Türkiye’nin F-35 programına yeniden dâhil edilmesi, PKK dosyasının tamamen kapatılması ve iktisadî ilişkilerin geliştirilerek ticaret hacminin artırılması gibi temel ihtilaflı meselelerin çözümüdür.
Fakat şartlar beklenildiği gibi gelişmemiş; İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun yayılmacı ve saldırgan politikaları, Ankara’daki karar vericilerin önüne büyük meydan okumalar koymuştur.
Zira Suriye devletinin olası bir çöküşü, Anadolu’da millî güvenliği doğrudan tehdit eder nitelikte olup; bunun yankıları, geçmişte olduğu gibi Avrupa başkentlerine kadar uzanacaktır.
Bu sebeple Türkiye’nin -kanaatimce- aşağıdaki stratejik mahiyetteki tedbirleri hızla hayata geçirmesi elzemdir:
Birinci olarak:
Türkiye, bölge ülkeleriyle müşterek bir tutum geliştirmelidir. Zira bu ülkeler, küresel ölçekte baskı kurabilecek etkilere sahiptir. Ellerindeki enerji kaynakları, mali sermaye gücü ve dünya ticaret yollarına hâkimiyetleri, başta ABD ve Avrupa üzerinde ciddi bir etki oluşturabilir.
Dışişleri Bakanı Fidan’ın açıklamaları da Ankara’nın bu ortak hareketin ehemmiyetini kavradığını ortaya koymaktadır. Fidan, “Ürdün, Suudi Arabistan ve Amerikalılarla görüşüyoruz. Bir araya geliyor ve ciddi değerlendirmeler yapıyoruz. Tarafların, Netanyahu’nun bölgeye sebep olacağı sıkıntıları fark etmeleri gerekir.” sözleriyle bu ihtiyaca dikkat çekmiştir.
İsrail’in İran’a yönelik saldırısından hemen sonra, Türkiye İslam İşbirliği Teşkilatı Dışişleri Bakanları toplantısını İstanbul’da toplamıştı. Bugün de Suriye için aynı düzeyde bir dayanışmanın sergilenmesi gerekmektedir ki, bu hem bir ilke duruşu hem de Türk millî güvenliğine verilmiş dolaylı bir destektir.
İkinci olarak:
Türkiye, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) dosyasını süratle kapatmalıdır. Zira bu ayrılıkçı yapının Suriye sınır hattında varlık göstermesi, Türk millî güvenliğinin böğrüne saplanmış bir hançerdir. Üstelik bu yapının Tel Aviv ile olan sıkı ilişkisi, İsrail’in Güney Suriye’den Kuzeydoğu’ya kadar uzanacak bir “güvenli koridor” kurma teşebbüsüne aracılık etmektedir.
Bu milislerin tehlikesi, Suriye içindeki ayrılıkçı hareketleri desteklemelerinde yatmaktadır. Nitekim son Süveyda hadiselerinde ve Mart 2025’teki Suriye sahil bölgesinde yaşanan gelişmelerde bu net olarak gözlemlenmiştir. Öte yandan bu gruplar, zaman kazanmakta ve muhtemel bir Demokrat yönetimin iş başına gelmesini beklemektedir. Zira Demokrat iktidarlar ile bu gruplar arasında çok daha güçlü ve güvenilir ilişkiler söz konusudur. Ne var ki Demokrat yönetimlerin Türkiye ile olan ilişkilerinde çoğu zaman gerilim ve uyumsuzluk hâkim olmuştur.
Tüm bu tabloyu Türkiye net biçimde görmektedir. Bu sebeple Bakan Fidan’ın uyarıları son derece sert ve açıktır. Şöyle demektedir:
“YPG unsurlarının birtakım faaliyetlere karıştığına dair söylentiler var. Onlara mesajımız açıktır: Temkinli olun, karmaşık ve hassas Suriye sürecini daha da çıkmaza sokacak fırsatçılıklardan uzak durun; yapıcı ve tutarlı bir duruş sergileyin. Aksi takdirde, bu tür fırsatçılıklar büyük riskler taşır.”
Türkiye her ne kadar bu sözde “Suriye kökenli” grupların, PKK ile çözüm sürecinin bir parçası olmasını ve silah bırakıp kendini feshetmesini umsa da; işlerin arzu edildiği gibi gitmemesi hâlinde, bu dosyayı bizzat ya da Suriye devlet güçleriyle iş birliği içerisinde kapatmaya hazır olduğunu da bilmektedir.
Üçüncü olarak:
Türkiye ile Suriye devleti arasında müşterek bir savunma anlaşmasının yapılması gerekmektedir. Bu anlaşma, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye’de meşru biçimde bulunmasına ve aynı zamanda Suriye ordusunun yeniden yapılandırılması ve eğitilmesine zemin hazırlayacaktır.
Her ne kadar Esed rejiminin devrilmesinden sonra bu yönde birçok teklif ve görüşme gündeme gelmiş olsa da; gerek bölgevî hassasiyetler gerekse çeşitli diplomatik hesaplar, bu anlaşmanın hayata geçirilmesini bugüne dek engellemiştir.
Ancak İsrail’in Suriye’ye yönelik son saldırısı, bu anlaşmanın gerekliliğini açık biçimde gözler önüne sermiştir. Zira bu yalnızca Suriye’nin varlığı ve imkânlarını korumaya değil; aynı zamanda Türkiye’nin millî güvenliğini teminat altına almaya matuftur.
Sonuç olarak:
İsrail’in Suriye’ye yönelik son saldırıları, Türkiye açısından açık bir erken uyarı niteliği taşımaktadır. Ankara, bu saldırıların yarın beklenmedik bir anda kendisine yönelmesi ihtimalini göz önünde bulundurarak, gerekli önlem ve tedbirleri bir an evvel almalıdır.
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
19.07.2025 OF

كاتب وباحث في الشؤون التركية
ماذا يعني نفاد صبر تركيا تجاه إسرائيل؟
لم يكن العدوان الإسرائيلي على سوريا يوم السادس عشر من يوليو/تموز الجاري، الأولَ من نوعه، لكنه كان الأعنف شكلًا ومضمونًا، إذ امتدت الغارات الإسرائيلية من السويداء ودرعا إلى دمشق، واستهدفت بشكل مباشر قوات وزارتَي الدفاع والداخلية، إضافة إلى تدمير مبنى هيئة الأركان في العاصمة السورية بشكل كامل تقريبًا.
خسائر الاستهداف الإسرائيلي لم تتوقف عند الأضرار المادية، بل امتدت إلى خسائر بشرية طالت القوات الأمنية على مستوى القادة والأفراد.
لكن كلمة الرئيس السوري، أحمد الشرع، التي بُثّت في وقت مبكر من فجر السابع عشر من يوليو/ تموز، كانت إيذانًا بوضع نقطة النهاية لهذه الجولة من الصراع السوري الإسرائيلي، الذي يبدو أنه بدأ للتو مع انفتاح المستقبل على جميع السيناريوهات.
فالشرع أشار في كلمته أنهم كانوا أمام خيارين، إما “الحرب المفتوحة مع الكيان الإسرائيلي على حساب الدروز وأمنهم وزعزعة استقرار سوريا والمنطقة بأسرها”، وإما “فسح المجال لوجهاء ومشايخ الدروز للعودة إلى رشدهم وتغليب المصلحة الوطنية”.
مؤكدًا أنه وحكومته قدموا “مصلحة السوريين على الفوضى والدمار”، فكان “الخيار الأمثل في هذه المرحلة هو اتخاذ قرار دقيق لحماية وحدة الوطن وسلامة أبنائه بناءً على المصلحة الوطنية العليا”.
حيث تم اتخاذ القرار بتكليف بعض الفصائل المحلية ومشايخ العقل بمسؤولية حفظ الأمن في السويداء.
الشرع في تعليله للقرار شدّد على أنه “تجنب انزلاق البلاد إلى حرب واسعة جديدة قد تجرّها بعيدًا عن أهدافها الكبرى في التعافي من الحرب المدمرة، وإبعادها عن المصاعب السياسية والاقتصادية التي خلّفها النظام البائد”.
لكن وبعيدًا عن حسابات الربح والخسارة، لأنه كما أسلفنا القول فنحن إزاء جولة من حرب بدأت للتو، فإن ما حدث خلال اليومين الماضيين من العدوان الإسرائيلي، سيلقي بظلاله الكثيفة ليس على سوريا وحدها، بل على عموم المنطقة وخاصة تركيا.
فأربعة عشر عامًا من الحرب في سوريا، عرضت تركيا لمخاطر جيوسياسية وأمنية هائلة، اضطرت معها إلى إرسال قواتها إلى الشمال السوري، بدءًا من 2016، لمنع تقسيم سوريا والحيلولة دون منح تنظيم حزب العمال الكردستاني “PKK” ممرًا انفصاليًا يبدأ من القامشلي شرقًا إلى ساحل البحر المتوسط غربًا.
وكان سقوط نظام بشار الأسد يوم الثامن من ديسمبر/ كانون الأول 2024 انتصارًا إستراتيجيًا عظيمًا ليس لقوات الثورة وحدها، بل لتركيا أيضًا، التي بدأت تستعد لجني ثمار هذا الانتصار على المستويين: الإستراتيجي، والأمني.
لكن ما تفعله إسرائيل بعدوانها، يؤشّر إلى مخاطر جديدة قد تتعرض لها الدولة السورية، لن تتوقف آثارها عليها فقط، بل ستمتد بطبيعة الحال إلى تركيا.
من هنا، فإن الأمر يثير بطبيعته تساؤلات مهمة عن كيفية تعامل أنقرة مع تلك التهديدات الجديدة والجدية، وهل ستقف مكتوفة الأيدي مكتفية بالتنديد الإعلامي والتحركات الدبلوماسية؟ كما تمتد التساؤلات إلى جوهر الإجراءات التي يمكن لتركيا اتخاذها لمواجهة تداعيات التغول الإسرائيلي على سوريا والمنطقة بأسرها.
نفاد الصبر التركي
جاءت تصريحات وزير الخارجية، هاكان فيدان، محمّلة بغضب تركي واضح، إذ قال معلقًا على الاعتداء الإسرائيلي على سوريا:
“لقد نفد صبرنا، هذا كل ما سنتحدث عنه مع إسرائيل، فهي لا تريد السلام”.
لكن ما معنى نفاد الصبر التركي؟
من المعلوم أنه ومنذ اندلاع طوفان الأقصى، وما نشهده من اعتداءات وحشية إسرائيلية على غزة، وبدرجة أقل على لبنان وسوريا (في زمن نظام بشار الأسد إلى الآن)، وعلى إيران مؤخرًا، فإن التقديرات التركية أن نار هذه الحرب قد تمتد إليها يومًا ما.
فالتصريحات الرسمية والحزبية، خاصة الصادرة من الرئيس، رجب طيب أردوغان، ورئيس حزب الحركة القومية، دولت بهتشلي، تشير بوضوح إلى إمكانية اندلاع مواجهات تركية إسرائيلية في أي وقت.
بل إن هذا التخوف كان أحد أهم الأسباب التي دفعت بهتشلي، أواخر العام الماضي، إلى إطلاق مبادرته لجعل تركيا خالية من الإرهاب، والتي تُوجت بإعلان حزب العمال حلّ نفسه، والبدء في تسليم أسلحته، وذلك من أجل توحيد الجبهة الداخلية.
هذه المناقشات امتدت إلى أطروحات كتّاب وصحفيين أتراك محافظين وقوميين، كما يمكن تتبعها على مواقع التواصل الاجتماعي من خلال المحتوى الذي ينشره ناشطون ومؤثرون أتراك.
والحاصل أن هناك قناعة داخل تركيا بأن خيار الحرب مع إسرائيل قد يحدث في أي لحظة، لكنها في الوقت ذاته تعمل على تفاديه أو تأخيره قدر المستطاع.
فوزير الخارجية التركي، حذر في تصريحات صحفية من السياسات الإسرائيلية، مؤكدًا أنها ستؤدي إلى إلقاء “الجميع في النار”، بما فيهم إسرائيل.
مطالبًا المجتمع الدولي، وخاصة الولايات المتحدة والاتحاد الأوروبي ودول المنطقة، بإظهار حساسية بالغة ووضع حد للتصرفات الإسرائيلية، وإلا “فمن المؤكد أن عواقب وخيمة ستظهر في المنطقة”، وذلك حسب تعبير فيدان.
وإذا ما لجأنا إلى تحليل مضمون هذا الخطاب، فنحن إزاء عبارات تم اختيارها بعناية (“نفاد الصبر“- “وقوع الجميع في النار“- “العواقب الوخيمة“)، وهي بمثابة رسالة تحذير قوية من قبل أنقرة للمجتمع الدولي، وخاصة الولايات المتحدة، للتحرك قبل فوات الأوان ووقوع المنطقة كلها في الفوضى، وذلك بإيقاف التصعيد الإسرائيلي الجامح، الذي كان من المستحيل حدوثه واتساع نطاقه لولا الدعم اللامحدود من واشنطن والعواصم الأوروبية.
البدائل التركية
لا أبالغ إذا قلت إن تركيا تعيش وضعًا إستراتيجيًا صعبًا وحساسًا، في وقت كانت تحتاج فيه إلى تبريد الجبهة السورية لعدة سنوات، وعدم الصدام مع الولايات المتحدة ريثما تنتهي فترة ولاية الرئيس، دونالد ترامب، وذلك لتفكيك عدد من الملفات الخلافية، أهمها إنهاء العقوبات الأميركية ضد تركيا، وإعادة أنقرة مجددًا إلى برنامج طائرة “إف-35″، وغلق ملف حزب العمال تمامًا، إضافة إلى تطوير ملف العلاقات الاقتصادية وزيادة حجم التبادل التجاري.
لكن أتت الرياح بما لا تشتهي السفن، وفرضت سياسات نتنياهو التوسعية والعدوانية تحديات كبيرة أمام صانع القرار في أنقرة.
إذ يمثل أي انفراط محتمل لعقد الدولة السورية، تهديدًا مباشرًا للأمن القومي في الأناضول، بل وسيسمع صداه في العواصم الأوروبية، كما حدث في سنوات الحرب الأربع عشرة الماضية.
من هنا، فإن تركيا تحتاج -في تقديري- إلى عدد من الإجراءات ذات الطابع الإستراتيجي، وأهمها:
أولًا: بناء موقف موحد مع دول المنطقة، خاصة أن دول المنطقة تمتلك من أدوات التأثير العالمية ما يمكنها من إحداث ضغوط حقيقية على الولايات المتحدة وأوروبا، وأهمها سلاح الطاقة والتمويل المالي، إضافة إلى تحكم هذه الدول في العديد من الممرات الملاحية وطرق التجارة العالمية.
وتصريحات فيدان في هذا الصدد تشير إلى إدراك أنقرة أهمية هذا التحرك المشترك، إذ قال: “نجتمع مع الأردن والسعودية والأميركيين. نجتمع ونُجري تقييمات جدية، يجب على الأطراف إدراك الصعوبات التي سيسببها هذا (نتنياهو) للمنطقة”.
فعقب العدوان الإسرائيلي على إيران، سارعت تركيا إلى عقد اجتماع لوزراء خارجية منظمة التعاون الإسلامي في إسطنبول، واليوم تحتاج سوريا إلى إظهار مثل هذا التضامن، الذي هو في حقيقته رسالة دعم غير مباشرة للأمن القومي التركي.
ثانيًا: مسارعة تركيا لإنهاء ملف قوات سوريا الديمقراطية “قسَد”، فوجود هذه القوات الانفصالية على الحدود السورية التركية، يمثل شوكة في خاصرة الأمن القومي التركي، خاصة في ظل تواصلها الوثيق مع تل أبيب، التي تحاول تدشين ممر آمن يمتد من جنوب سوريا إلى شمال شرقها، لتمويل ودعم “قسد”.
خطورة هذه المليشيات تكمن في دعمها التحركات الانفصالية داخل سوريا، كما حدث في أحداث السويداء الأخيرة، وكما تابعناها في أحداث الساحل السوري في مارس/ آذار الماضي، ومن ناحية أخرى تحاول كسب الوقت ريثما تنتهي ولاية ترامب، ودخول إدارة جديدة البيت الأبيض، ربما تكون من الديمقراطيين، الذين يرتبطون معها بعلاقات أشد موثوقية، خاصة أن علاقة الإدارات الديمقراطية بتركيا كثيرًا ما يشوبها التوتر وعدم الانسجام.
كل هذا تدركه تركيا بوضوح، لذا كانت تحذيرات فيدان لهم قوية وواضحة، إذ قال: “هناك شائعاتٌ أيضًا عن انخراط وحدات حماية الشعب (الكردية)، في أنشطةٍ ما. رسالتنا لهم هي توخي الحذر، وعدم استغلال الاضطرابات وتعقيد العملية الحرجة والحساسة في سوريا أكثر، والاضطلاع بدورٍ متسقٍ وبنّاء، وإلا فإن الانتهازية تحمل معها مخاطرةً كبيرة”.
وإذا كانت تركيا تأمل أن تكون تلك المجموعات “السورية” جزءًا من عملية الحل مع حزب العمال، وذلك بإعلان حل نفسها وإلقاء السلاح، فإنها تدرك في الوقت ذاته أنها قد تضطر إلى إنهاء الملف بنفسها، أو بتعاون مشترك مع القوات الحكومية السورية.
ثالثًا: الارتباط مع الدولة السورية باتفاقية دفاع مشترك، تسمح لتركيا بالوجود الشرعي لقواتها، كما تمنحها حقوق إعادة تأهيل وتدريب الجيش السوري.
فرغم كثرة الحديث عن مثل هذه الاتفاقية منذ سقوط نظام بشار الأسد، لكن يبدو أن ثمة “حساسيات” و”حسابات” إقليمية حالت دون إنفاذها حتى اللحظة.
لكن العدوان الإسرائيلي على سوريا، أبان بوضوح الحاجة إلى هذه الاتفاقية، ليس لحماية سوريا ومقدراتها فقط، بل لضمان استتباب الأمن القومي التركي أيضًا.
والخلاصة
أن العدوان الإسرائيلي مؤخرًا على سوريا، هو بمثابة إنذار مبكر لتركيا لاتخاذ التدابير والإجراءات اللازمة؛ تحسبًا لأي مواجهة مع إسرائيل قد تندلع فجأة.