Bedelini Ödemeden Zafere Ulaşılır mı?

Aşağıdaki Tercüme Şeyh Hazim Salah Ebu İsmail Hocanın Gazze İle İlgili Bir Tahlilinin Tercümesidir.

Hayal edebiliyor musunuz, herhangi bir akıl sahibi insanın şöyle düşünebildiğini: Yarın sabah kalktığımızda insanlar -maşallah- ayakta, savaş halinde, zafer kazanıyorlar ve Filistin’i geri alıyorlar? İnsanların bu gece teslim olmuş vaziyette yatıp, sabaha zaferle uyanmaları düşünülebilir mi? Böyle bir şeyi düşünebilecek biri var mı? Bu mümkün değil. İşte bu yüzden, bir dönüşümün bedeli vardır; ezilmeden ayağa kalkmaya geçişin bir bedeli… Peki, bu dönüşümün bedeli nedir? Önce birinin uyanması gerekir, sonra etrafındakileri uyandırması; biri diğerini, o da bir başkasını… Ve onlar da hâlâ uykuda olanları uyandırırlar. Bir şey yapsın, bir tepki göstersin, hatta öldürülsün… İşte bu bedel, insanlık tarihindeki tüm dönüşümlerde ödenmiştir.

Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-, gözlerinin önünde öldürülenleri görmedi mi? Bilakis! Kardeşlerim, şimdi anlattığım bu kıssa hâlâ gözlerimizin önünde duruyor. Hudeybiye’deki Rıdvan Biatı’nda, Peygamberimiz öyle bir karar aldı ki kimse “Bu intihar olur” diyemesin. Bu, bizim dinimizin sünnetidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- umre yapmak üzere Mekke’ye gidiyordu: Kâbe’yi tavaf edecek, sa’y edecek, saçını tıraş edecek, kurbanını kesecek ve umresini tamamlayıp dönecekti. Hâlâ niyetindeydi, Kâbe’nin yanında ağlayacak, dua edecek, Safa ile Merve arasında sa’y yapacak, hatta koşacaktı. Yani umre neredeyse icra edilecekti.

Ancak müşrikler onları umreden alıkoyunca ve söylentiler yayılınca, alınan karar duygusal bir coşkudan kaynaklanmadı. Hayır! Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Kureyş’le savaşma kararı aldı. Belki birileri diyebilir: “Ey Allah’ın Resulü, onlarla nasıl savaşacağız? Evlerimize dönüp silahlarımızı alalım, insanları harekete geçirelim mi?” Fakat karar kesindi: Ellerindekiyle savaşacaklardı. Çünkü Peygamber, kendi hevâsından konuşmazdı. O’nun söyledikleri ancak vahiydir.

Kararını ilan ettiğinde, gözü olan herkes dedi ki: “Bu demek oluyor ki hepimiz öldürüleceğiz. Yok edileceğiz. Çünkü ne sayı olarak, ne donanım olarak, ne de gerçekten bir çatışmaya girişecek gücümüz var.” İşte o anda Peygamberimizin dehâsı devreye girdi: Müslümanlardan yalnızca savaşmaya değil, ölmeye biat etmelerini istedi. Kimse “Öleceğiz!” diyemesin diye… Biat, son nefese kadar sebat üzereydi. Hiçbir erkek geri durmadı. Onlar, Allah’a verdikleri sözde sadık kalan adamlardı. Hiçbiri geride kalmadı. Peygamberimiz, Osman’ı müşriklerle müzakere etmesi için göndermişti. Herkes biat ettikten sonra, Peygamberimiz sağ eliyle kendi eline vurdu ve “Bu da Osman için” dedi. Yani gıyabında onun adına da biat aldı.

Bu biat, ölüm biatıydı. Sizin bugün “intihar” diye adlandırabileceğiniz şey, o gün mücahit öncülerin kararlılığıydı. Allah bu biati ebedileştirdi. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyruldu:

“Andolsun ki, o ağacın altında sana biat eden müminlerden Allah razı olmuştur.” (Fetih 18)

Çünkü o an, ölüm üzerine biat edilmişti. Allah da onların kalplerindeki sadakati bildi. İşte bu, değişimin bedelidir.

Bizden önce bu yola girenleri gördük. Sümeyye’nin, iffeti üzerine saplanan bir mızrakla nasıl vahşice öldürüldüğünü, oğlunun ve kocasının gözleri önünde şehit edildiğini gördük. Habbâb bin Eret’in ateş üzerinde kavrulduğunu, Bilâl’in Mekke sıcağında göğsüne taş konularak işkence gördüğünü, dövüldüğünü, kırbaçlandığını ve ona “Sus! Konuşma!” denildiğini ama onun yine de susmayıp “Ehad! Ehad!” dediğini gördük. Bütün bu işkencelere rağmen… Bunlar intihar mıydı? Hayır! Bunlar, söylenen sözün bedeliydi. Yolun bedeliydi. Korkunun egemen olduğu bir dönemde hakkı haykırmanın bedeliydi.

O söz ki, bir duvarı delip geçmez, bir perdeyi yakmaz; ama kalpleri uyandırır, bâtılı sarsar. O sözler, tevhid ehlinin dudaklarından çıkan manevî füzelerdi. Bugün ise bütün ümmetin umuduna dönüşmüş durumda. Küçücük kuşatma altındaki Gazze, Müslümanların en büyük ümidi oldu. Zalimlerin ve işgalcilerin her yerde peşini bırakmayan bir lanete dönüştü. Allah’tan niyaz ediyoruz ki bu işi tamamlasın ve sonunu bu ümmet için izzet ve zafer kılsın.

Peygamberimiz’in tecrübelerine bakın: Bilâl bin Rebâh, işkenceden dili tutulduğunda bile, parmağıyla tevhid işareti yaptı. Abdullah bin Mesud, “Kureyş Kur’an’ı hiç işitmedi. Vallahi onlara Kur’an’ı işittireceğim” dedi. Sonra yüksek sesle Rahman Sûresi’ni okumaya başladı:

“Er-Rahmân. Öğretti Kur’ân’ı. Yarattı insanı. Öğretti ona beyanı…” (Rahman 1-4)

Onu öyle dövdüler ki neredeyse öldüreceklerdi. Sahabeler onu zor kurtardı. İyileşince de şöyle dedi: “Vallahi isterseniz yarın yine giderim!” Yani bir daha yaparım. İşte bu, toprağı kazanmanın bedelidir; hakkı açıkça haykırmanın, eğilip bükülmeden secdeye varmanın bedelidir.

Irak’ta Baas rejimi, Amerikan ordusunun karşısında tutunamadı ve düştü. Ondan sonra yalnızca İslamî hareketler direndi. Bu rejimlerin askerlerinin, Amerikan askerleri karşısında nasıl diz çöküp ayaklarını öptüklerini gördük. Kendilerini nasıl küçük düşürdüklerine şahit olduk. Fakat İslâmî proje geldiğinde, askeri başı dik tutan, silahsızken bile tankı geri püskürten bir şuur kazandırdı. Bu sebeple hedef alındı, savaş açıldı. Çünkü bu, izzetin projesiydi.

Bu acılar ve yaralar, ezilmeden ayağa kalkışın bedelidir. Bu bir kevnî (evrensel) sünnettir; bizzat Peygamber Efendimiz’in öğrettiği bir hakikattir. Mesele yalnızca işkence de değildir; aynı zamanda sürgündür. Peygamberimiz doğup büyüdüğü Mekke’den çıkarıldı, hicret etmek zorunda kaldı. Sonra Allah ona Mekke’yi fethetmeyi nasip etti, hac ibadetini yerine getirdi. Fakat Ebtaḥ denilen yerde birkaç gün kaldı. Oradan ayrılmak üzereyken bir ensârî ona hayretle sordu:

“Ey Allah’ın Resulü, burası sizin yurdunuz değil mi?”

Peygamberimiz buruk bir tebessümle şöyle buyurdu:

“Kureyş bize ev mi bıraktı ki?”

Zira evine el koymuşlar, yıkmışlardı. Artık onun Mekke’de bir evi kalmamıştı.

Diğer İslamî tecrübelere de bakın: Libya’nın mücahidi Ömer Muhtar… İtalya’ya karşı savaştı. Yakalandı ve idam edildi. Adamlarının nasıl öldürüldüğünü, ayaklarının bağlanıp geri çekilmelerine imkân verilmediğini gördük. Bunlar intihar mıydı? Hayır, vallahi! Bunlar, öncü mücahitlerin ödediği bedeldi. Zilletten izzete geçişin bedeliydi.

İşte bu yüzden, onlardan sonra gelenler aynı olmadılar. Allah Teâlâ buyurdu:

“İçinizden fetihten önce infakta bulunan ve savaşanlar, (diğerleriyle) bir olamaz.” (Hadid 10)

Fetihten önce savaşanlar başkadır. Bedir’de savaşanlar azınlıktaydı. Ne donanımları vardı, ne atları… Müslümanların sadece iki atı vardı. Ama buna rağmen zafer geldi. O zaman münafıklar şöyle dediler:

“Bunları dinleri aldattı. Bu heves onları helak edecek.”

Ama Kur’ân onlara şu ayetle cevap verdi:

Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar diyorlardı ki: ‘Bu adamları dinleri aldattı!’ Oysa kim Allah’a tevekkül ederse, bilsin ki Allah mutlak izzet sahibidir, hikmet sahibidir.” (Enfal 49)

Onlar aldanmış değillerdi. Onlar Allah’a dayanmış, O’nun yardımına güvenmiş, sabrın ve sebatın bedelini ödemeye hazır olanlardı.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
09.06.2025 OF

Arapça Bilenler İçin Ufuk Açıcı Bir Tahlil👇
أروع تحليل لما يحدث في غزة العزة

https://youtube.com/watch?v=9hdO9vpypbg&si=RBwoN_dssQ4DJqeV

هل تتصورون أن هناك عقلًا يمكن أن يتصور أن يحصل غدًا صباحًا أن الناس -ما شاء الله- واقفون على أقدامهم، يحاربون، وينتصرون، ويستردّون فلسطين؟ هل يُتصوّر أن يبيت الناس الليلة مستسلمين، ثم يصبحوا منتصرين؟ هل هناك أحد يتصور هذا؟ غير ممكن. لذلك، لا بد من ضريبة التحول، ضريبة الانتقال من فعل الانسحاق إلى فعل الوقوف على الأقدام. ما هي ضريبة التحول هذه؟ أن يفيق الواحد أولًا، ثم يوقظ من حوله؛ هذا يوقظ هذا، وهذا يوقظ هذا، ويظلون يوقظون من لا يزال نائمًا، فليعمل شيئًا، فليضرب، فليُقتل، فهذه الضريبة قد تحملتها كل التجارب البشرية على الإطلاق.

النبي عليه الصلاة والسلام، ألم يَرَ من يُقتل عنده؟ بل على العكس، اسمعوا يا إخوان، القصة التي حكيتُها لكم الآن، ما زالت حاضرة. إن النبي عليه الصلاة والسلام، في بيعة الرضوان، ذهب برأيه حتى لا يقول أحد: هذا فعل انتحار. هذه هي سنة ديننا. الرسول عليه الصلاة والسلام كان ذاهبًا إلى مكة ليعتمر، ليطوف ويسعى ويحلق شعره، ويذبح الهدي، ثم يعود معتمرًا. وكان لا يزال في نيّته أن يبكي عند الكعبة، ويدعو، ويسعى بين الصفا والمروة، و”يُهرولون” فيها، يعني أن المناسك على وشك أن تُؤدّى.

فلما منعهم المشركون من العمرة، وشاعت الإشاعات، لم يكن القرار بدافع الحماسة العاطفية، بل قرر النبي ﷺ أن يقاتل قريشًا. قد يُقال: يا رسول الله، كيف نقاتلهم؟ هل نرجع لبيوتنا لنأتي بالسلاح ونستنفر الناس؟ لكن القرار كان قاطعًا، أن يقاتلهم كما هم، فالنبي عليه الصلاة والسلام لا ينطق عن الهوى، إن هو إلا وحي يوحى. فلما أعلن قراره، بدأ كل صاحب عينين يقول: هذا الكلام يعني أننا سنُقتل، سنُباد، سننتهي، لأننا لا نملك لا عددًا ولا عُدّة، ولا قدرة حقيقية على المواجهة.

فجاءت عبقرية النبي ﷺ في أنه لم يطلب من المسلمين أن يبايعوه على القتال فقط، بل بايعوه على الموت، حتى لا يقول قائل: سنموت! بل كانت البيعة على الثبات حتى آخر رمق. فلم يتخلّف منهم رجل، رجال صدقوا ما عاهدوا الله عليه، لم يتخلف أحد. وكان النبي ﷺ قد أرسل عثمان ليفاوض المشركين، فبعد أن بايع كل الناس، ضرب النبي بيده اليمنى على يده الشريفة وقال: “وهذه عن عثمان“، فبايع عن الغائب. وكانت هذه البيعة، بيعة الموت، ما تسمونه اليوم انتحارًا، لكنها كانت عزيمة الطليعة المجاهدة.

وكانت هذه البيعة سببًا في أن يُخلّد الله ذكرهم إلى يوم القيامة، فقال: ﴿لَقَدْ رَضِيَ اللَّهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ﴾، في لحظة كانت البيعة على الموت، وكانت هذه هي سبب الرضا عنهم، ﴿فَعَلِمَ مَا فِي قُلُوبِهِمْ﴾، ولذلك هذه هي ضريبة التغيير.

لقد رأينا من سبقنا في هذا الطريق، رأينا سُمَيَّة تُقتل قتلة شنيعة، طُعنت في موضع عفتها، قُتلت أمام ابنها وزوجها. ورأينا خبّاب بن الأرت يُشوَى على النار، وبلالًا يُعذَّب، يوضع الحجر على صدره في حر مكة، ويُضرب ويُجلد، ويُقال له: “اسكت، لا تتكلم“، لكنه لم يسكت، بل قال: “أحدٌ أحد“، رغم كل العذاب. هل كان هؤلاء ينتحرون؟ أبدًا، بل كانوا يؤدون ضريبة الكلمة، ضريبة الطريق، ضريبة أن تقول الحق في زمن الخوف.

تلك الكلمة التي لا تخرق جدارًا، ولا تحرق ستارًا، لكنها توقظ القلوب، وتزلزل الباطل. تلك الصواريخ المعنوية، التي أطلقتها أفواه الموحدين، تحولت اليوم إلى أمل كل الأمة، في غزة الصغيرة، المحاصَرة، صارت الأمل الأكبر للمسلمين في العالم، واللعنة التي تطارد الطغاة والمحتلين في كل مكان. نسأل الله عز وجل أن يتم هذا الأمر، ويجعل نهايته عزًا ونصرًا لهذه الأمة.

انظروا إلى تجارب النبي ﷺ. بلال بن رباح، حين عجز عن النطق من شدة العذاب، أشار بإصبعه توحيدًا. وعبد الله بن مسعود، وقف وقال: “إن قريشًا لم تسمع القرآن من قبل، والله لأُسمعنهم إياه“، فوقف يتلو من سورة الرحمن بأعلى صوته: ﴿الرَّحْمَنُ، عَلَّمَ الْقُرْآنَ، خَلَقَ الْإِنسَانَ، عَلَّمَهُ الْبَيَانَ…﴾، فضربوه حتى كادوا أن يقتلوه. وأنقذه بعض الصحابة، فلما تعافى قال: “والله لئن شئتم لأعودنّ غدًا“، أي لأعود ثانيةً. هذه هي ضريبة كسب الأرض، ضريبة الجهر بكلمة الحق، ضريبة الانتقال من الركوع والانكسار إلى السجود والثبات.

نظام البعث في العراق لم يصمد أمام جحافل القوات الأمريكية، وسقط. لم يصمد إلا الإسلاميون بعد ذلك. رأينا جنود هذه الأنظمة يركعون أمام الجنود الأمريكيين، يقبّلون أقدامهم، يُذِلّون أنفسهم. لكن حين أتى المشروع الإسلامي، جعل الجندي يقف شامخًا، يُجبر الدبابة على الفرار، وهو أعزل من السلاح. فكان لا بد من أن يُحارب، وأن يُستهدف، لأنه مشروع عزة.

هذه الجراح والآلام هي ضريبة الانتقال من الانسحاق والذل إلى الوقوف على القدمين. سنة كونية قررها النبي ﷺ. لم يكن الأمر تعذيبًا فقط، بل تهجيرًا أيضًا. أُخرج النبي ﷺ من مكة، بلد طفولته وشبابه، فاضطر للهجرة. ولما فتح الله عليه مكة، وأدى حجته، نزل في الأبطح أيامًا، فلما أراد أن يرحل، سأله أحد الأنصار متعجبًا: “يا رسول الله، أهذا منزلك؟!“، فتبسم النبي ﷺ وقال بمرارة: “وهل تركت لنا قريش بيتًا؟“. فقد استولوا على بيته، وهدموه، ولم يعد له بيت في مكة.

انظروا إلى بقية التجارب الإسلامية. عمر المختار، المجاهد الليبي، حارب إيطاليا في ليبيا. أُلقي القبض عليه وأُعدم، ورأينا كيف كانت رجاله يُقتلون وتُربط أقدامهم حتى لا يتراجعوا. هل كانوا ينتحرون؟ كلا، والله. بل كانوا يدفعون ضريبة الطليعة المجاهدة، ضريبة التحول من الذل إلى العزة.

ولهذا، فإن الذين جاؤوا بعدهم، لم يكونوا سواء. قال الله تعالى: ﴿لَا يَسْتَوِي مِنكُم مَّنْ أَنفَقَ مِن قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَ﴾. الذين قاتلوا قبل الفتح، غير الذين جاؤوا بعده. أولئك قاتلوا في بدر، وقليلٌ عددهم، بلا عدّة ولا فرسان، حتى إن جيش المسلمين كان يملك فرسين فقط، ومع ذلك انتصر. حينها قال المنافقون: هؤلاء مغرورون بدينهم، حماستهم ستُهلكهم.

لكن القرآن ردّ على هؤلاء بقوله تعالى: ﴿إِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ غَرَّ هَـٰؤُلَاءِ دِينُهُمْ ۗ وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَإِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ﴾. لم يكونوا مغرورين، بل كانوا متوكلين على الله، واثقين بنصره، مدركين ضريبة الصبر والثبات.

الشيخ / حازم صلاح أبو إسماعيل