Liyâkat ve Laiklik Üzerine ..

Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu

Herhangi bir işi görecek olanda, o işe ehliyet, yatkınlık olması gerektiği ortadadır. Bu gerçek,  Kur’ân-ı Kerîm’de: “Muhakkak ki Allah, emânetleri (işleri, görevleri) ehline vermenizi buyurmaktadır” (Nisâ (4) Sûre-i Celîlesi, 58. Âyet-i kerîme) diye ifâde edilmektedir. Hazret-i Muhammed AleyhisSelâm da: “Bir iş onun ehli olmayana verildiğinde, (o işin) kıyameti(ni) bekle!” buyurmaktadır. 

Köprülü Mehemmed Paşa, 1656 yılında kendisine sadrazamlık verildiği zaman, görevi kabûletmek için, o zamana kadar görülmemiş bir şey yaptı: 4 şart koştu, şartlardan birisi: en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün tâyin, rütbe ve görevden uzaklaştırmalarda, kesin olarak, hiçbir taraftan istek, iltimas gelmeyecekti. Diğer şartlarla da kendi durumunu sağlama aldıktan sonra, işe girişti ve kısa zamanda, onun ve oğlu Fâzıl Ahmed Paşa’nın yönetiminde işler DÜZELDİ.

Bir işletmenin sâhibi, görevlendireceği kişileri, tabiî, çok dikkatle seçer, beceriksizliği bağışlamaz, gereğini yapar. Yönetimde ise, çoğu zaman, beceriksizlikler, gereksiz müsâmaha ile karşılanır. Yönetici, pek tabiî olarak, bildiği, güvendiği kimseleri iş başına getirecektir, görevlendirecektir; ancak, o bilinen, güvenilen kimseler, LİYÂKAT sâhibi olmalıdır, yoksa, işler aksar, millete gereği gibi hizmet edilemez. İnsan tanımak kolay değildir (kurucu Dekan olduğum fakülteye aldığım 4 elemandan, tavsiye ile aldığım ikisi çürük çıktı) iyi yetişmiş zannederek görev verdiğiniz kişi, ehliyetsiz, iyi yetişmemiş, kabiliyetsiz çıkabilir. O zaman, gereksiz, faturası millete çıkacak olan dostluk, vefâ duygularına kapılmak yerine, gereği neyse, o yapılmalıdır. 

Yakından bildiğim bir durumu aktarayım (bazıları “paylaşayım” der ki, yanlıştır; kaç kişi uyanırsa, kârdır -paylaşılan şey, eksilir, dağılır-):

İstanbul’da kurulan yeni bir üniversitenin inşaat safhasında kabiliyetli bir eleman, o üniversitenin öğretim ve yurt binalarının yapımı sırasında, çok iyi işi gördü, gayet başarılı idi, yalakalık yapmazdı.  Ukalâlık da yapmaz, işini görürdü, sonra o işten uzaklaştırıldı. O üniversitede çalışan birinden öğrendiğine göre, yurt ile ilgili olarak ve öğretim binası ile ilgili olarak birçok değil, pek çok kişi alınmış. Yâni, bir kişinin yalnız başına yaptığı işler için birçok kişi görevlendirilmiş. İnanılır gibi değil; değil mi?  Üniversitenin finansmanı, millet tarafından karşılanınca, mesele kalmıyor, nasıl olsa, milletten toplanan paralar, masrafları karşılıyor. 

O eleman şimdi, Eskişehir’de bir üniversitede Dr. öğretim üyesi olarak çalışıyor ve onun öğrencisi olanlar, kendilerini şanslı hissediyorlar. 

Rahmetli Alev Alatlı Hanım, internette dolaşan bir konuşmasında, işlerin liyâkat sâhiplerine verilmiş olmasıyla, nasıl DÜZGÜN OLDUĞUNU, OLACAĞINI anlatıyordu, bir maddesi hatırımda kalmış: mahkemeler bu kadar uzun sürmezdi, diyor. Gerçekten de, mahkeme sayıları arttırıldı, uzlaşma usulü getirildi, göreceli bir gelişme sağlandı ama, işler, olması gibi çabuklaştı mı acaba? Bilmiyoruz. 

Benzer durumu, şimdi özel sektöre satılarak artık kalmamış olan Kamu İktisâdî Devlet Kurumlarında da gördük. Teknik bir konuyu danışmak için böyle bir işletmeye giden mühendisi, akşama kadar bırakmamışlardı: ortalık, hiçbir iş görmeyen elemanların oturduğu masalarla doluydu, birbirlerine anlatacakları -askerlik hâtıraları da dâhil- hiçbir şey kalmadığı için, can sıkıntısı çekiyorlardı; dışarıdan gelmiş olan bir kişiyi, onun için bırakmamışlardı. Ha!, teknik konu mu? o, mühim değildi; sosyalizm gelince, nasıl olsa, işler kendiliğinden düzelecekti! 

Günümüzde bu kurumlar artık yok; parlamenter demokrasi söylemleri, ister istemez, “hiçbir parti yalnız başına iktidar olamayacağına göre”, koalisyon partileri bakanlıkları paylaştıklarında, bu defa her partinin kendisine düşen bakanlık kadrolarında ne kadar şişkinlikler olacağı ister istemez akla geliyor. Süt neyse, yoğurt da öyle oluyor. Demek ki; İYİ, dürüst, sorumlu, ahlâklı İNSAN yetiştirmemiz gerekiyor. Kim, nerede yetiştirecek? Önce bu konuda milletçe karar vermemiz gerekiyor.

LAİKliğe gelince: sevgili ülkemizde, diploma hâmillerine bol keseden “aydın” deniliyor. Bu diploma hâmillerinin pek çoğu da sâdece okulda, üniversitede kendisine verilenle yetindiği için, okumağa tenezzül etmediği veya vakit bulamadığı, yahut sosyal medya veya tv lerden öğrendikleriyle yetindiği için, belli sloganları, harâretle tekrarlar, ne dediğini düşünmez bile. Kolayca yönlendirilir, çünkü düşünme özürlüdür. Okul, üniversite, çoğu zaman, düşünme yerine, slogan tekrarını öne çıkarır. 

Günümüzde, yeni bir Anayasa yapılması gündeme geldiğinde, papağan gibi, düşünmeksizin, “ilk dört madde” diye tutturur. Evet, Ülkenin bütünlüğü, resmî dilin Türkçe oluşu gibi, gerçekten değişmeyecek, asla değişmeyecek olan esaslar yanında, laiklik prensibini de -çağdaşlık, uygarlık gereği sandıkları için- savunurlar. Örnek alınan Batı ülkelerinde Hristiyan/din kültürü hâkim imiş, seçilen yöneticiler Kitab-ı Mukaddes’e el koyarak yemin ederlermiş, Hristiyan Demokrat Partiler varmış, İsrâil, TAMÂMEN dîne dayalı bir kuruluş imiş, bizim düşünce özürlü okumuş câhillerimizi HİÇ ilgilendirmez. 

Sultan Üçüncü Selîm’in; iyi niyetle, fakat yanlış tercihiyle “her şeyimizle Avrupa’lı olmak” yolunda 1792 yılında döşediği yanlış yörüngede ilerleyerek 1829 Tanzimat, 1856 İslâhât hareketleriyle kendi değerlerimizden uzaklaştık ve 9-10 kuşaktır bu yolda giderek günümüze geldik. Üçüncü Selîm’in tercihinin isâbetsiz olduğu, günümüzde, Japonlara baktığımızda görülüyor: o yıllarda, onlar da bizim gibi idiler, değişiklik gereği hissettiler, ama sâdece teknolojiyi aldılar, geleneklerini, törelerini, kültürlerini değiştirmediler. (Üçüncü Selîm’e sunulan 21 lâyiha (rapor) daki ikinci şık isabetli idi, Rahmetli Üçüncü Selîm, üçüncü şıkkı seçmişti; zor bir durumda idik, âcilen bir şeyler yapmak ihtiyâcında idik, tenkid etmiyorum, durumun fotoğrafını sunuyorum.) 

Bu yörüngede ilerleyiş devam etti, yenileşmenin son halkasında benimsenen laiklik öyle uygulandı ki, milleti İslâm konusunda bilgisiz bırakmak, laikliğin garantisi olarak anlaşıldı,  dahası, İslâm’a karşı soğukluk, küçümseme havası hâkim kılındı. Diğerleri için hiçbir güçlük olmadı: yahûdi veya Hristiyan, KENDİ okuluna gidebildi, okulunda, istiyorsa ibadetlerini yerine getirdi. Müslüman çocuğuna bu hak tanınmadı; zihinler, öyle ayarlanmış, ‘aydın’ denilen diplomalılar ‘öyle’ imâl edilmişti/yetiştirilmişti. Bir yıl kadar önce, zannederim Adana’da öğle vakti, öğrenciler, okulda namaz kılacak oda ayrılmadığı için, yer bulamadıklarından, okulun çatı katında öğle namazı kılmışlardı da, duayen gazeteci, bu öğrencilerin, ders saati sırasında, derse girmeyip namaz kılmalarını CEZALANDIRMAYAN Müdüre ceza işlemi YAPMAYAN Millî Eğitim Müdürünü eleştirmişti. Bu zihniyet, bu kafa yapısı, tabiî, o duayen gazeteciye özel, onunla sınırlı değildir: okumuşumuz o yolda yetiştirilmekte, öyle imal edilmektedir. Namaz saatinde ders konulmasının yanlışlığı, pek az bilinçli kimsenin dikkatini çeker. 

“Aydın” kabul edilen, okul, üniversite bitirmiş insanımız, düşünme özürlü olarak yetiştirilmese/imal edilmese, kendisi namaz kılmıyor olsa bile, “madem ki bu gençler, namaz kılıyor, inançlarının bir gereğini yerine getiriyor, gayrımüslimlere tanınan kolaylık, Müslümanlara da tanınmalı, öğle namazı vaktine DERS KONULMAMALI, okulda, namaz kılacak öğrenciler için bir mekân ayrılmalı” diye DÜŞÜNÜR idi. 

Bu durumu, bir Avrupa’lı aydına anlatın, bakalım ne diyecek: “Türkiye’de, Hristiyan, Yahudi çocuklar, KENDİ okullarında okuyabilirler, isterlerse, rahatça ibadetlerini yerine getirirler, ama Müslüman gençler, öğle namazlarını kılmakta güçlük çekerler, yadırganırlar” diye anlatın, bakalım ne diyecek? 

Bu vesîle ile, hiç olmazsa, okumuşlarımızdan, okul, üniversite bitirmiş yurttaşlarımızdan bâzılarının “düşünme özürlü” olduğu gerçeğini görebilirsek, o da bir kazançtır.

19 Nisan 2025