Kendimizi Tanımakla Yabancılaşmaktan Kurtulabiliriz ..
Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu
Bütün meselelerimizin zemîninde, temelinde; çeşitli olaylar sırasında kendini gösteren, hissedilen, zaman zaman değişik isimlerle ifâde edilen iki zihniyet/anlayış/hayata bakış/dünyâgörüşü/ tutum/davranış -hangi ismi kabul ederseniz- yatmaktadır.
Bu iki zihniyetten biri, köklerini Sultân Birinci Mahmûd (1730-1754) devrindeki askerî iyileştirmelerle (Humbaracı Ahmed Paşa) başlayıp Üçüncü Mustafa (1757-1774) ile devâm eden (Baron dö Tott, Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn)ve Üçüncü Selîm’in (1789-1807) çâre aramak için hazırlattığı 21 raporu okuyup “her şeyimizle Avrupa’lı olmak” kararıyla ivme kazanan, “devlet politikası” olarak benimsenen tutumdur. Bu tutum, Sultân İkinci Mahmûd (1808-1839) devrinde hızla devam etti ve oğlu Abdülmecîd (1839-1861) zamânında Mustafa Reşîd Paşa’nın yönlendirmesiyle, Tanzîmât (1839) ve İslâhât (1856) hareketleriyle tam mânâsıyla yörüngeye oturdu. İslâhât Fermânı ile, bütün Osmanlı tebeası “aynı” (kimyadaki renksiz, kokusuz, tatsız element târrifi gibi) oldu, gayrımüslim’e ’gâvur’ demek YASAK edildi, CİZYE kaldırıldı.
Gayrı müslimlerin ödediği sembolik vergi cizye, başka vergilere benzemez, Kur’ân-ı Kerîmde emredilmiştir:
“Kendilerine Kitap (Tevrat, İncîl) verilenlerden, Allah’a, Âhiret Günü’ne inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığı şeyleri haram saymayan, hak (olan İslâm) dînini kendine dîn edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın” (Tevbe Sûresi, 29).
Cizye, “karşılık” demektir, fi‘le kalıbındadır, “nevi, tarz” anlatır: kâfir, İslâm ordusunda askerlik yapamayacağı için, “bir nevi karşılık” olmak üzere “avucunu yukarıya doğru, açmış olarak” cizyeyi sunar, Müslüman hükümdarın memuru, elini, üstten getirerek cizyeyi alırdı; gâvur, Müslüman olmamanın küçüklüğünü yaşardı: Kur’ân-ı Kerîm hükmü böyledir. İslâmla ilgili birçok konuda yanlışa düşen oryantalistlerin, cizye’yi “kelle vergisi” demek olan, Avrupa’da uygulanan, “her ferdden” alınan ”poll tax” diye yazmaları, yaymaları yanlıştır; cizye, sâdece, askerlik çağındaki kâfir erkeklerden alınırdı, kadınlardan, çocuklardan, yaşlılardan, dîn adamlarından alınmazdı. Gâvur’a “gâvur” demeyi yasaklayan 1856 Fermânı’nın hükmü, günümüzde kalkmıştır, ama, zihinlerde tortusu, etkisi devâm etmektedir.
Osmanlı Devleti, cizye almayıp da Avrupalı’ların, zapt ettikleri yerlerde (Amerika, Avustralya kıtaları gibi) yaptıkları gibi yapsaydı, günümüzde, Sırp, Yunanlı, Bulgar, Katolik ve Ortodoks Arnavut, Ulah (Romanyalı) sayısı, Amerika ve Avustralya kıtalarının aslî halkları kızılderililer, ve yerliler kadar olurdu, bu kavimlerin dilleri unutulurdu.
Sultân Abdülazîz (1861-1876), yerli değerlere bağlı idi ama, onun 1867 yılındaki Avrupa seyâhati, Osmanlı Tanzîmât münevverinin tamâmen Fransız hayranı olmasında etkili oldu. Avrupalılaşma, çağdaşlaşma akımı, Birinci (1876) ve İkinci Meşrûtiyet (1908) devirlerinde devâm etti, son devirde daha da güçlü olarak yerleşti, günümüze kadar böyle gelindi, entelektüel statüko böyle teşekkül etti.
***
Sevâd-ı Âzam denilen büyük çoğunluk, ahâli, kendi bildiği gibi, geleneğe bağlı olarak hayât sürmeğe devâm etti, “kendimiz” olarak kaldı. Aslında, Türk kavmi, tutucu yapıda, karakterde değildir; değişikliğe açık ve düşkündür. Bir deyim şöyledir: Göçebe Türkün iti, kente indiğinde fârisî ürer (farsça havlar). Anadolu’ya İran üzerinden geldiğimiz için, o çağdan kalma bir deyim olmalı. Her yıl Eylül ayında yapılan Ertuğrul Gazi şenliklerinde, güneydoğu Anadolu’ya yerleştirilmiş Kayı boyundan Türkmenlerin, oranın mahallî kıyâfetiyle gelmiş olduklarını hatırlıyorum. Irak’taki Sûriye’deki Türkmenlerin de o coğrafyadaki insanlar gibi giyindiklerini, çevreye uyum sağlamış olduklarını görüyoruz.
***
Birkaç örnek görelim:
Bülent Ecevit, Batı kültürüyle yetişmiş, kolej mezunu bir politikacı idi, 1974 yılındaki Kıbrıs harekâtı sırasındaki tutumu mâlümdur. Avrupa’lılar “dur” deyince, harekâtı derhâl durdurdu. Alparslan Türkeş ise, yıllar sonra, bu tutumla ilgili şöyle diyecektir: Batılı’lar, “durun” dediler; tamam, “duruyoruz” dersin, ama, duruncaya kadar … konuşmasına, böyle diyerek ara verince, salonda bir alkış kopmuştu.
Ersin Tatar, “kendiliğimiz” akımını, seçimi kazanan zat ise, “Batıcı” (herhâlde?) akımı temsil ediyordu. Kuzey Kıbrıs’ın tekrar Rum hâkimiyetine girmesine yol açacak federasyon meselesine karşı, Devlet Bahçeli, “Kuzey Kıbrıs Millet Meclisi derhâl toplanmalı, Milletvekilleri, Türkiye ile birleşme karârı vermeliler” dedi Bu, “kendiliğimiz” duruşudur.
Karadenizli kadın, su getirmektedir. Çağdaşlığın şampiyonu bir partiden milletvekili, kadının elinden kovaları alır, evine kadar götürür, iyilik olsun diye. Konuşurlarken, kadın, o milletvekilinin o çağdaş partiden olduğunu öğrenince, kovalardaki suyu döker. Şaka değil, “abdest alacaktım o suyla” der.
Diyarbakır’da bir kadın, bir askerî birliğin yanında bekler, atılacak olan artık yemekleri almaktadır. O sırada gelen komutan, görevlilere, “kadıncağız zahmet etmesin, evine siz götürün” der. Kadın, ihtiyâcı olduğu için artıkları topladığının sanılması üzerine der ki: “oğlum, filân şehirde çalışıyor, bize para yolluyor, torunum hasta, “şifa osun” diye “Peygamber Ocağı Ordu’nun yemek artıklarını götürüyorum.”
Emekli bir ordu komutanımız (mahkûm oldu, rütbesi er yapıldı, yaşlılıktan dolayı Cumhurbaşkanı’nın affıyla hapisten çıkarıldı) “Ordu Peygamber Ocağı değildir” demişti, o kanâattedir. (İsteyene adını verebilirim, zâten, kendisi de inkâr etmez.) Anadolu’da ise, bazı analar, askere giden oğullarına hâlâ kına yakarlar.
Oğlu şehîd olan baba veya anne, “vatan sağolsun” der. Şehîd haberini veren (okumuş, öğretim görmüş) gazeteci; haberi, “falanca ocağa ateş düştü” diye verir. Çünkü, “kendi değerlerimize göre” değil, “Batılı değerlere göre” öğretimden geçmiştir, şehidliğin ne demek olduğu, kendisine öğretilmemiştir, ne yapsın? Kabahatin hepsi onun değil, hepimizin.
Birkaç ay önce, Adana’da öğrenciler, namaz kılmak için -okulda yer ayrılmamış olduğundan- okulun çatısında öğle namazı kıldılar. Duayen gazeteci, “ders saatinde derse girmeyip okul çatısında namaz kılan öğrencilerle ilgili işlem yapmayan okul müdürüne cezâ vermeyen Millî Eğitim Müdürünü eleştirdi. Bir Müslüman ise, “mâdem ki laiklik, inanç hürriyetini de koruyor, namaz vaktine ders saati konulması doğru değil” diye düşünür. Hristiyan ve Yahudi öğrencinin böyle bir problemi yoktur, kendi okuluna gidebilir, ibâdetini yapabilir.
Bulunduğumuz topraklar Rumlardan (Romalılardan) feth edildiğinde, her beldede, ilk iş olarak ezan okundu. Günümüzde, sabah ezanı uykusundan uyandırdığı için rahatsız olanlar var. Dahası, “Ezan okunmasa da olur, çalar saat var” diyen Tasavvuf Profesörü de gördü bu ülke.
Milletin seçtikleri, milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Kur’ân-ı Kerîm’de Müslüman hanıma buyurulan başörtü örtmesi ile ilgili yasağı kaldıran kanun kabul ediyorlar, günümüzde yurt dışında yaşayan gazeteci, “şu kadar el kaosa kalktı” diye manşet atmıştı.
Uzantımız olan Kuzey Kıbrıs’ta, başörtü yasağının kalkmasını protesto eden sendika vardı.
Bazı etiketlilerimiz hâlâ “Orta çağ karanlığı”, “Orta çağ zihniyeti” diyorlar, belli, gelişmemiş bir zihniyeti tenkîd için. Kendilerini Avrupa’lı biliyorlar. Orta çağ, Avrupa için zifirî karanlıktı, medeniyet Orta çağ’da (395-1453) İslâm dünyâsında idi.
***
Misâller alabildiğine çoğaltılabilir. Bu, geldiğimiz durumdur. Her iki zihniyetteki insanlar da bizim insanımızdır. Birbirimizle uğraşmak, yekdiğerimizi suçlamak gereksiz, yanlış, faydasız işlerdir.
Yapılması gereken:
Nîçin bu duruma geldiğimizi anlamak içi; sağırlar diyaloğunu bırakıp, son 250 yıllık tarihimizi okumağa zaman ayırmak ve bizim gibi düşünmeyenlere karşı saygı, sevgi ve anlayış göstermek.
Ne dersiniz?
*** *** ***
20 Ekim 2025
