Darbelerin Anası Olan Darbeyi Doğru Anlamak ..

31 Mart Vakası, bütün “post-modern” darbelerin anası!

14 Nisan 2025 Pazartesi

İttihatçıları iyi tanımadan, hâlâ örnek alınan “31 Mart Entrikası”nı anlamak mümkün değildir. Bu yüzden önce ilk bölümü okumanızı ısrarla tavsiye ediyoruz:👇

https://www.star.com.tr/yazar/chpnin-atalarimiz-dedigi-jon-turkleri-ne-kadar-taniyoruz-yazi-1937771

Ayrıntılarını yukarıdaki linkte anlattığımız Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte, Sultan Abdülhamid Han Yıldız Sarayı’na adeta hapsedilmiş, “dünün komitacıları” olan İttihatçılar, devlet yönetimine fiilen el koymuştu. “Saray”ı bile gölgede bırakan bir “başvuru makamı” olmuşlardı![1]

Cezaevlerindeki bütün katil, hırsız ve namussuzları, “yemin” karşılığında salıvermişlerdi. Sarhoşlar; serseriler sabahlara kadar nara atıyor ama zaptiye bile karışamıyordu. Çünkü hürriyet gelmişti!

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) seçtiği ilk mebuslardan 140‘ı İttihatçı, 60‘ı Arap, 25‘i Arnavut ve 48‘i de Yahudi; Ermeni; Rum; Bulgar; Derezî; Marunî ve Süryanîlerden oluşuyordu. Kimler mebus olmamıştı ki… Vitaliler; Hallaçyanlar; Kirkorlar; Kostantinler…

Rothschild ailesinden Sassoon Efendi Bağdat Mebusu, Osmanlı Bankası’nı basan Ermeni çete lideri Pastırmacıyan da Erzurum Mebusu olmuştu. Bu mebusumuz, I. Dünya Savaşı’nda Rus Ordusu’na katılacak ve Müslüman katliamı yapacaktı!

17 Aralık 1908 günü toplanan Meclis-i Mebusan, Paris’te yetişen ve İslâm düşmanlığıyla övünen; yüksek dereceli Mason Ahmet Rıza Bey’i “başkan” seçmişti. Tebrik için gelen Hayim Nahum’a “Musevîler, Filistin’e; hiçbir kısıtlama olmadan yerleşebilir” teminatı vermişti.[2]

Bütün azınlıkların Meşrutiyet sayesinde Türklerle “vatan kardeşi” olacağına inanan İttihatçı lideri Talat Paşa, Meclis kürsüsünde “Osmanlı kardeşliği”nden bahsedince, mebus Yorgo Boşo, “Paşa, Paşa… Sen hangi kardeşlikten bahsediyorsun. Biz ancak Osmanlı Bankası kadar ‘Osmanlı’yız”demişti. Nitekim bütün azınlık mebusları; “bağımsızlık” mücadelesine başlamıştı.[3]

Enver Paşa ise, “Orduyu gençleştiriyoruz”bahanesiyle bütün tecrübeli zabitleri kovmuş; acemi komitacıları almıştı. Üstelik de cephelerde ömür çürütmüş bu gazileri, aynen 28 Şubat 1997‘deki gibi hiçbir hak tanımadan sefilliğin kucağına atmışlardı. Bu sorumsuzluk sonucu ordu daha da zayıflamış ve “millî felâket” haberleri gelmeye başlamıştı. Bir günde (5 Ekim 1908) Bulgaristan; Girit ve Bosna-Hersek elden gitmişti.

İttihatçıların ise, derdi başkaydı! Devletin sevk ve idaresine karışmasına asla izin vermedikleri Sultan Abdülhamid Han’ın, bu vahametler sebebiyle yönetimi yine ele alabileceğinden endişe ediyorlardı!

Bir şeyler yapmaları gerekiyordu!

İttihatçılar, Abdülhamid Han’ı devirerek kendilerini garantiye alma peşindeydi. İngiltere ve Fransa’nın hedefi ise, II. Meşrutiyet’i kullanarak Abdülhamid Han’ı ve Hilafeti yok etmekti! Hatta Meşrutiyet’in ilanından sonra, “son adım”ın gecikmesine bile kızmışlardı! Talat Paşa, Mason arkadaşı Rıza Tevfik (Bölükbaşı) ile birlikte, Meşrutiyet’e verdikleri desteğe teşekkür için gittikleri İngiliz Sefaretine kabul edilmemişti! Büyükelçi Lord Nicholson, içeride olduğu halde “Yok” dedirtmişti!

Rıza Tevfik, hiçbir anlam veremedikleri bu hayal kırıklığının perde arkasını, yıllar sonra oğlu Said’i görmek için gittiği Londra’da Lord Nicholson’a sormuş ve şu ibretlik cevabı almıştı:

“Desteklediğimiz Jön Türklerden büyük bir netice bekliyorduk. ‘Meşrû ihtilâl (Meşrutiyet) olacak, Sultan da; Hilafet de alaşağı edilecek’ diye düşünüyorduk. Fakat Meşrutiyet’i ilan ettiniz ama Sultan da; Hilafet de yerinde duruyor. İşte bu sebeple bir soğuk adem-i kabul (lakaytlık) gördünüz.”

Tevfik Bey’in safça sorduğu, “Hilafet, Büyük İngiliz Devleti’ni neden bu kadar şiddetli ilgilendiriyor” sorusuna verilen cevap daha da sarsıcıydı:

“Dostum! Biz Mısır’da ve Hindistan’da Müslümanları etkimiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık ama muvaffak olamadık. Hâlbuki Halife? Yılda bir selam-ı şahane ve Kur’an gönderiyor ve bütün Müslümanları, hudutsuz bir hürmetle emrinde tutuyor.”[4]

HÂLÂ KULLANILAN “İRTİCA” O DÖNEMDE KEŞFEDİLDİ!

İttihatçıların İngiliz önderlerinden Tapınakçı Aubrey Herbert de zaten bu aşamayı bekliyordu. Hemen (Kasım 1908) İstanbul’a gelerek, “tedirgin” İTC liderleriyle görüşmüş ve “süreci” başlatmıştı. “Hal’ Operasyonu”nu, Masonlar adına Selanik Mebusu Carasso koordine edecekti![5]

Orduyu, “Jön Türk”leştirmişlerdi ama Abdülhamid Han’ı askerî bir darbeyle indirmeleri hâlâ imkânsızdı. Sadece “Hassa Ordusu” her şeyi alt üst edebilirdi. O zaman, ne Meşrutiyet; ne de İttihat Terakki kalırdı!

O halde, “post-modern bir darbe” olmalıydı. Yani, “Meşrutiyet nimeti” değerlendirilmeli; Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’ın kararıyla hal’ edilmeliydi.

İttihat Terakki Meclisi’nden bu kararı almak çok kolaydı ama bir problem vardı! “Efkâr-ı umumiye”yi de ikna edecek “güçlü” bir gerekçe üretilmeliydi!

Entrikacı İngiliz entelijansı için bundan kolay ne vardı! Öyle bir “maymuncuk” keşfetmişlerdi ki, Cumhuriyet döneminde de defalarca kullanmış ve hâlâ miadı dolmamıştı!

Meşrutiyet’in ecnebîliği ve İttihatçıların Masonluğu “avantaj”a dönüştürülecekti! Yani herkesin; “Meşrutiyet düşmanı Müslümanlar yaptı” diye düşüneceği bir “kalkışma” düzenlenecek ve bu “İRTİCA”ayaklanması(!) Abdülhamid Han’a maledilecekti! Gerisi kendiliğinden gelecekti!

HAİN TİYATRO, “İRTİCA” SAHNESİYLE BAŞLADI

İngiliz hafızalı Masonik zeka, uzun metrajlı bir “Entrikalar Kumpanyası” hazırlamıştı.

Bir önceki yazımızda ilginç ayrıntılarını paylaştığımız “şer cephesi” İTC, hiç acele etmeyecek, Carosso’nun yönetmenliğinde her sahnenin hakkını vererek; Saray’a doğru ilerleyecekti!

Önce, samimi Müslümanlardan oluşan “saf” bir “irtica ordusu” hazırlamaları gerekiyordu. Selanik’teki Avcı Taburları bu iş için biçilmiş kaftandı. Zira 3. Ordu’nun kumandanları Yahudi hizmetçisi dönmelerdi ama taburlar; dinine ve geleneğine sımsıkı bağlı askerlerden oluşuyordu.

Bu sebeple, Selanik’teki 3. Ordu’ya mensup 2, 3 ve 4. Avcı Taburlarını, “Meşrutiyet’in Bekçileri” gerekçesiyle 19 Ekim 1908 günü İstanbul’a getirip Taşkışla Kışlası’na yerleştirmişlerdi!

“Sivil” kanatta da garip şeyler oluyordu. Kıbrıs’ta İngiliz İstihbaratına çalışan bir “salon adamı” olan Derviş Vahdeti, İstanbul’a gelmiş ve “Şeriatçı” oluvermişti! İngiliz Sefaretinin desteğiyle, 10 Kasım 1908’de “Volkan” gazetesini çıkarmaya başlayan Vahdeti, “İslâmî” bilinen bazı isimlerle de “İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti” kurmuştu. 6 Şubat günü yapılan açılış töreninde, “Bu Cemiyet, devletin; Şeriata göre yönetilmesini temin için kuruldu” gibi garip laflar edilmişti!

Yeni şubelerin açıldığı 3 Nisan günü düzenlenen büyük mitingde konuşan Said-i Kürdî de, Şeriata aykırı hareketlerin ifşa edilmesini istemişti! Mitingi izleyen gazeteci Ali Kemal, meslektaşı Süleyman Tevfik Bey’e “Zat-ı âlinizin medrese tecrübesi var, lütfen bana izah eder misiniz; payitahtta Şeriata münafi (aykırı) ne var” diye sormuştu![6]

“Volkan”dan 6 gün sonra ise yeni bir Meşrutiyet muhalifi gazete olan “Serbestî”yayına başlamıştı. Bu Meşrutiyet karşıtı mürteciler(!) neyine güveniyordu da, muhaliflerin silahla susturulduğu günlerde bangır bangır muhalefet yapıyordu!

Paris’in meşhur “Jön Türk”lerinden “Mizancı Murad” da İstanbul’da yayınlamaya başladığı “Mizan” gazetesinde, can dostu olan İttihatçılara acımasızca saldırıyordu! “Şeriat elden gidiyor. Meclis kapatılsın” gibi yayınlarla, “Abdülhamid, Meclis’i kapatmak için matbuatla zemin hazırlıyor” algısı oluşturuluyordu.

Sinsi plânın “Batı Cephesi” olan Avrupa basını ve İngiliz Sefareti ise, Müslümanları galeyana getirmek için “İttihatçıların ateist, Yahudi ve Masonlardan oluştuğu”gerçeğini yayıyordu!

ÖNCE KIŞLADAKİ ASKERLERİ “BARUT”A ÇEVİRDİLER!

Bu tahriklerden sonra, Rumi 27 Mart 1325 (9 Nisan 1909) Cuma günü yeni bir aşamaya geçmişlerdi! Taşkışla’daki koğuşlarda ortaya çıkan “sarıklı hoca”lar, askerlere “iman”ı anlatıyor, “Şapka giyen dinden çıkar”diyordu!

Ne yaptıklarını soran komutanlara ise “Hassa Ordusu Kumandanlığı’nın talimatıyla emr-i maruf yapıyoruz”demişlerdi. Oysa askerlik; hiyerarşi demekti. Böyle bir karar mutlaka; “yazılı” bildirilirdi. Ayrıca, görev belgesi olmayan bu garip adamlar, izinsiz kuş uçurtulmayan “nizamiye”den nasıl girmişti?[7]

Aslında İttihatçılar, Avcı Taburu askerlerini “mürteci” rolüne hazırlıyordu!

İngiliz Sefareti’nin, sözde “Şeriatçı” gazeteler üzerinden yürüttüğü tahrikler, sonraki günlerde de artarak devam etmişti!

Selanik’te de anlamsız(!) bir hazırlık vardı! 3. Ordu Kumandanı tayin edilen Mahmud Şevket Paşa, hiçbir gerekçe yokken Bulgar; Yunan; Yahudi ve Ermeni militanlardan oluşan ayrı bir “ordu” kurmuştu.

“FES ÇIKARILACAK, ŞAPKA GİYİLECEK!”

Ve meşhur Rumî 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) Salı…

Taşkışla’daki Bando Mızıka Birliği, kimin verdiği bilinmeyen bir emirle; “Askerler! Avluda toplanın!” marşı çalmıştı. Toplananlara da, “Dikkat… Paşa avdet etti”komutu verilmişti!

“Şevketlu Padişahımızın Ferman-ı Hümayunlarını okuyacağım, can kulağıyla dinleyiniz” şeklinde söze başlayan “meçhul Paşa” itinayla açtığı Ferman’ı(!) okumuştu:

“Ben irade ediyorum. Yeni bir başlık giyeceksiniz. Hiçbir dinî mahzur olmadığına dair Şeyhülislâm’dan fetva da aldım. Ulülemre itaat vaciptir.”

Yeni başlığın ne olduğunu iyi anlatmak için başındaki fesi çıkararak yanında getirdiği “Gavur Şapkası”nı giyen bu “sahte paşa” aslında, Carasso’nun yönettiği ihanet tiyatrosunun oyuncularından biriydi. O gün Bando Mızıka Takımı’nda görevli olan İttihatçı Mustafa Turan Bey’in aktardığı gerçek çok çarpıcıydı:

“Meğer Paşa ve maiyetindeki zabitler, isyanı organize etmek için sahte üniforma giydirilmiş mühim İttihatçı şahsiyetlermiş. Erat, bir ‘Paşa’nın okuduğu ‘Ferman’ın, isyan çıkartmak için tertiplendiğini düşünemezdi. Bu zamanda Müslümana ‘Şapka giy’ demek, barut fıçısına ateş atmak gibi bir şeydi. Bu talimatın, reaksiyona sebep olacağı muhakkaktı.”[8]

Tam da “sahte dindar” gazetelerin, “Şerî yönetim istiyoruz” manşetlerinden sonra gelen bu “şapka” talimatı çok dikkat çekiciydi!

Bu fermanın(!) okunmasından sonra devreye giren “çavuş” kılıklı İttihatçı Ömer Naci Bey, “Asker kardeşlerim, siz Müslüman değil misiniz? Şapka giymek ne demek? Din-i Mübin-i İslâm’ın evlatlarını düpedüz gâvur yapacaklar” diyerek, dindar eratı; pimi çekilmiş bombaya çevirmişti.

Hemen devreye giren bir başka fitneci, “Ne duruyorsunuz? Haydi hep beraber Mebusan’a gidelim” demişti. Askerlerden biri kılığındaki İttihatçı da “Evet, ne duruyoruz” diye bağırmıştı! Bunlar ise, Bahaeddin Şakir Bey ve İTC Genel Sekreteri Midhat Şükrü Bey idi![9]

Borazanlar da “Silah Başı” borusu çalmıştı. Kışla tamamen karışmıştı. Ortalığı yatıştırmak isteyen komutanlar ise koğuşa kapatılmıştı. Askerî hapishanedeki mahkûmlar da sokağa salınmıştı. İttihatçıların, “Meşrutiyet’i korumak için getirdik” dediği Avcı Taburları, Meclis-i Mebusan’a giderek (olmayan) “Şapka Kararı”nın düzeltilmesini isteyecekti!

Dolmabahçe’ye akın eden askerlerin arasına karışan “tahrikçiler” havaya ateş açmış ve askerlerin de, Abdülhamid Han’ın Almanya’dan getirttiği mavzerleri ateşlemesiyle korkunç bir çatırtı kopmuştu. Yeni katılımlarla oluşan “insan seli” Karaköy Köprüsü’ne doğru akmıştı.

Aynı yöntemle Beyoğlu Topçu Kışlası da ayaklandırılmıştı. Günlerdir yapılan tahrikler hedefine ulaşmıştı. Bütün bunların bir “entrika” olduğunu kimse düşünememişti!

“CÜBBELİ İTTİHATÇILAR” DA KATILDI

Çok aşamalı bir organizasyon, adım adım uygulanıyordu. Yeni Cami’ye gelince, Mason Derviş’in o gün için kurduğu İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’ne mensup İttihatçılardan oluşan “beyaz sarıklı aczimendiler” de, “Askerlerimize şapka giydirip gâvur yapacaklarmış! Şeriat elden gidiyor” diye bağırarak kalabalığa karışmıştı. Oysa Şeriat’ı yok etmeye çalışan bizatihi bu Masonlardı!

Kandırılmış askerlerle; aralarına karışan “sivil” ve “hoca” kılıklı İttihatçılardan oluşan kalabalık, tekbirler eşliğinde Ayasofya Meydanı’na ulaştığında buranın da tıklım tıklım dolu olduğu görülmüştü! Atlı Tramvaylar, tek çıkış olan Divanyolu Caddesi’ni kapatmıştı.

İsyancı askerler Meclis-i Mebusan’ı kuşatmıştı. “Şeriat isteriz” sloganları, meydandan yükselen tekbir seslerine karışıyordu. Bunun, Müslümanlar tarafından düzenlenen bir “irtica” ayaklanması olduğu algısını güçlendirmek için Hayret Efendi ve Padişah’ın Ders Nâzırı Halis Efendi gibi isimleri; asker zoruyla getirmişlerdi.

Hangi “şeriat” isteniyordu? Padişah aynı zamanda “Halife” olarak yerinde duruyordu. Nitekim “Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiyye” adı altında birleşen ulema, bu fitneyi desteklemediğini açıklamıştı.

O günkü konjonktürde darbe için “Şeriat elden gidiyor” sloganını kullanan İngiliz şeytanî zekası, laik Cumhuriyet döneminde ise tam aksi ortam olduğu için “Şeriat geliyor” yaygarası kopararak darbe yapacaktı!

KALABALIĞI İNGİLİZ MAŞASI “DERVİŞ” YÖNETİYORDU!

On binlerce kişi, meydanın her yerine yayılmış olan cübbeli İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti mensupları ile onların talimatlarını uygulayan çavuş ve onbaşılar tarafından yönetiliyordu. “Cübbeliler” ise talimatı, meydanın en hâkim noktasındaki Üç Kahve’de kurulan karargâhta oturan Derviş Vahdeti’den alıyordu.

Abdülhamid muhalifi bir gazeteci olan Süleyman Tevfik, Ayasofya Meydanı’nda olup bitenleri; yerinde izledikten sonra şu değerlendirmeyi yapmıştı:

“Büyük bir panik oluşturmak isteniyordu. Şehir ateşe verilecekti! Sonra da Garbî devletler müdahale edecekti. Şayiaların kaynağı olan ekalliyetleri, kilise ve patrikhane yönlendiriyordu. Tecrübemle anladım ki, hâdisenin plânlayıcıları sadece içimizdekiler değildi.”[10]

Yıldız Sarayı’nda yapılan değerlendirmede ise, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, “Askeri tahrik hadisesi, üç beş hocanın işi değil. Belli bir kaynaktan idare edildiği anlaşılıyor” demişti.[11]

Albay İsmail Erdoğan’ın, “Çiçeği burnunda birer mülazımdık. İttihatçılar bize de ‘nefer’ elbisesi giydirdi. 31 Mart hadisesine karıştık. Buna mükâfat olarak da, terfi zamanını beklemeden terfi ettik” itirafı her şeyi açıklıyordu![12]

VE “KANLI OYUN”DA SON PERDE!

Sonraki günlerde durum sakinleşmişti ama İstanbul’da “Şeriat elden gidiyor” yaygarası yapanlar, Selanik’te de “Meşrutiyet yıkılıyor” temposunu sürdürüyordu!

O halde Meşrutiyet’i kurtarmak gerekiyordu!

İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticileri, hazır bekletilen “darbe ordusunu” hemen İstanbul’a göndermeye karar vermişti!

Şevket Paşa’nın bu ordusunda, Osmanlı askeri azınlıktaydı. “Hareket Ordusu”denilen “bozguncular” arasında, Balkanlar’da devlete kök söktüren Makedonya İhtilalci Teşkilatı’nın eşkıyaları, Ermeni Hınçak ve Taşnak mensupları; Sandanski, Paniça, Çirçis, Kapitan Keta, Krayko gibi çete reisleri vardı.

Ayrıca Selanikli 700 Yahudi’den oluşan “Gönüllü Musevî Taburu” da yerini almıştı. Yaklaşık 40 bin kişiden oluşan “ordu”, Başkumandan Şevket Paşa ve Kolağası Mustafa Kemal Bey yönetiminde, 16 Nisan Cuma akşamı (31 Mart kışkırtmasından 3 gün sonra) trenle yola çıkmıştı.[13]

İttihatçı liderleri Enver ve Cemal Beylerin de bulunduğu “Hürriyet Ordusu”nun İstanbul’a gelmesi hakkında ne Padişah’ın iradesi; ne de Meclis’in kararı vardı. Yani bu hareket kanunsuzdu!

Bozguncular, 19 Nisan 1909‘da Yeşilköy’e ulaşmıştı.

Yeni Sadrazam Ahmed Tevfik Paşa, 22 Nisan Perşembe günü Yeşilköy’e bir heyet göndererek, şehirde asayiş sağlandığını ve Meşrutiyet’in korunduğunu iletmiş; “Hareket Ordusu İstanbul’a girmesin, aksi takdirde ortalık tekrar karışır” şeklinde uyarmıştı. Ancak şehre girmek üzere emir aldığını söyleyen Ordu Kumandanı, Sadrazam’ın talimatını reddetmişti.

Bakmayın, “Şehre girmeyin” ricalarına… Hükümet’ten Meclis ve Ayan üyelerine kadar herkes Yeşilköy’e koşmuş ve aynı gün (22 Nisan) Hareket Ordusu elebaşlarıyla, Yat Kulübü’nde yaptıkları gizli toplantıda “Sultan’ı hal” kararı almışlardı.

Tabii ki “31 Mart Kalkışması”, iddia edildiği gibi aniden gelişen irticaî tehdidi bertaraf etmek için başlayan bir “tedbir” hareketi değil, aylar öncesinden planlanmış bir “post-modern darbe” idi. “İrtica” bahanesi de, bu darbeye gerekçe oluşturması için üretilmişti. Ermenilerin yoğun olduğu Adana vb. bölgelerde de benzer kalkışmalar çorap söküğü gibi peş peşe gelmişti. Bu bir tesadüf değildi.[14]

Yağmacılardan oluşan Hareket Ordusu’nun tavrından endişelenen 1. Ordu kumandanları müdahale için izin istemiş, “Bu çapulcuları kısa zamanda dağıtabiliriz” demişti. Abdülhamid Han da bundan emindi. Ancak, Halifelik sorumluluğunu hatırlatarak, “Müslümanı; Müslümana kırdıramam”demiş, Ordu Kumandanı Nazım Paşa’ya, harekete geçmemeleri için yemin ettirmişti.

“BENİM FERMANIM DEĞİL” DEDİ AMA OYUN BİTMEDİ

23 Nisan 1909 Cuma günü Selamlık Töreni için Yıldız Camii’ne giden Sultan, bütün zabitleri huzuruna çağırarak şöyle demişti:

“31 Mart günü okunan şey, benim fermanım değildir. Bu hadiseyi tahkik ettirdim. Bazı düşmanlar (yani İttihatçılar) tarafından tertip edilmiş maksatlı bir siyaset olayıdır. Sizleri aldatmışlar, kötü emelleri için tahrik etmişler.”[15]

Birinci ağızdan yapılan “Benim öyle bir fermanım yok” açıklaması, 31 Mart’ta tezgâhlanan isyanın gerekçesini ortadan kaldırmıştı. Bu durumda, Hareket Ordusu’nun da, Selanik’e dönmesi gerekiyordu. Oysa İttihatçılar, bırakın İstanbul’u terk etmeyi; Yıldız Sarayı’nı ablukaya almıştı (27 Nisan 1909). Manidardır, senatör ve mebuslar da, Yeşilköy’e giderek, Yat Kulübü’nde toplanmıştı.

Tebaanın tepkisini bertaraf etmek için hazırlanan “çakma” fetva, tehdit edilen Fetva Emini Hacı Nuri Efendi’ye zorla imzalatılmış, Şeyhülislâm Ziyaeddîn Efendi de aynı çaresizlikle onaylamıştı![16]

Yılmaz Öztuna, meşhur Türkiye Tarihi’nde, “Hacı Nuri Efendi’ye zorla imzalatılan fetva meşrû değildi” diyor. Zaten yazılanlar da doğru değildi. “Dinî kitapları yaktı” iftirası attıkları Abdülhamid Han, zevcesi Müşfika Kadın Efendi’nin beyanına göre abdestsiz yere basmazdı. Hatta, abdest almaya teyemmümle giderdi.

SADECE RUM MEBUS SAVUNDU

Bu uydurma fetvayı alan oturum başkanı Küçük Said Paşa, Meclis’e “Sultan Hamid’in Hilafet ve Saltanat’tan hal’ine karar veriyor musunuz” şeklinde bir emrivaki yapmıştı!

Bütün mebuslar “Evet” anlamında el kaldırmıştı. Sadece Ayan Azası Sahib Molla Bey elini kaldırmamış, Rum Yorgiyadis ise “Yazıktır! Günahtır… Hepiniz Padişahın ekmeği ile yetiştiniz. Bari feragat etsin”demişti. İttihatçılar, bu Rum üyeye hücum ederek “Alçak, hain, mürteci!” hakaretleri eşliğinde tartaklamışlardı. Yaşlı Rum, başını elleriyle korumaya çalışırken ağlıyordu!

7 defa sadrazam tayin edilmiş olan Said Paşa, Sahib Molla’yı da tehdit ederek yeni oylamanın sonucu ilân etmişti:

“Sultan Hamid ittifakla hal’ edildi!”[17]

DARBEYİ, TÜRK BİLE OLMAYAN “4 MASON” TEBLİĞ ETTİ!

Abdülhamid Han, Yıldız Sarayı’nda mahsur bırakılmıştı. İki gündür içeri kimseyi sokmuyor, hanedanın çıkışına da izin vermiyorlardı. Mutfaktaki malzemeler de bitmişti. Köşklerinde nimetler içinde yüzen nankör paşalar, her şeyi borçlu oldukları Abdülhamid Han ve haremine bir kâse çorbayı çok görmüştü![18]

İttihatçıları yöneten İngiltere ve Fransa’nın Sefirleri, kuşatma altındaki Abdülhamid Han’a giderek “Devletimiz emrinize amadedir” demişti! 33 yıllık dik duruşunu aynen muhafaza eden Ulu Hakan, “Teslim ol” çağrısı yapan İttihatçı patronlarına, “Etlerimi cımbızla koparacaklarını bilsem, bir ecnebi devlete ilticayı düşünmem!”cevabı vermişti.[19]

İngiliz uşaklarının “zorla” dikte ettirdiği darbe kararı, vesayet Meclis’inde “millet kararı”oluvermişti! Demek ki İngilizler, Osmanlı’ya Meşrutiyet getirmek için bu yüzden yırtınmıştı! Nitekim Ahmet Kabaklı da “İngilizler ’31 Mart’ diye bilinen mürettep (tertiplenmiş) ‘irtica’ olayını, Halife Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmek kastıyla, el altından ‘İttihat ve Terakki’ erkânına yaptırmıştı” diyor.[20]

28 Nisan sabahı Saray kapısında duran askerî otomobilden inen “Meclis-i Mebusan üyeleri” hemen içeri alınmıştı. Saray ananesine göre; gelenlere kahve ikram edilirdi ama Saray’da kahve bulunmadığı için özür dilenmişti!

Darbe kararını tebliğ için gelen heyet, Abdülhamid Han’ın “Ayan Azası” yaptığı Gürcü Arif Hikmet Paşa, Ermeni İhtilâl Örgütleri Temsilcisi Aram Efendi, Jandarma neferliğinden terfi ettirilen Arnavut Esad Toptanî Paşa ve darbe koordinatörü Emmanuel Carasso’dan oluşuyordu![21]

Farklı meşrepten darbecilerin tek ortak paydası, dördünün de “Mason” olmasıydı! Mebusan’da çok sayıda Türk Mason da vardı ama amaç Abdülhamid Han’dan intikam almaktı! Mazlum Sultan, tahtı tacı bırakmasına değil; bu haysiyetsizliğe hayret etmiş, İttihatçıların bu onursuzluğunu, “Müslümanların Halifesine, tahttan indirildiğini tebliğ edecek başka kimse bulamamışlar mı?” şeklinde dile getirmişti!

Yine de olup biteni metanetle karşılayan Sultan Abdülhamid Han “Allah biliyor ki benim bu isyanda hiç dahlim yoktur. Ben millet ve devletim için çalıştım. Ne çare ki düşmanlarım, bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istedi ve muvaffak oldu”demişti.

ÇAMAŞIRLARINI BİLE ALAMADILAR!

Tahliye için gelen Hüsnü Paşa ve Albay Galip Bey, Abdülhamid Han’ın “Çırağan’da oturmama müsaade olunursa, milletime duaya devam ederim” şeklindeki son ricasını kabul etmemiş; “Selanik’e gideceksiniz” demişlerdi. Uzun yolculuğa yaşım müsait değildir. Allah’a kasem ederim ki, saltanatta gözüm yoktur, ailemle Çırağan Sarayı’nda ikametimi rica ediyorum” şeklindeki ısrarı da sonucu değiştirmemişti!

Çünkü ondan hâlâ korkuyorlardı! İstanbul’dan uzaklaştırmak istiyorlardı! Hatta Cizvit Blunt’a göre “Onu, hapiste bile olsa hayatta bırakmak tehlikelidir” diye düşünen Avrupalılar; “Göstermelik bir yargılamadan sonra idam edin” diyordu![22]

Sultanın kızı Ayşe Osmanoğlu’nun anlattıkları, Başmabeynci (özel kalem müdürü) Ali Cevad Bey’in bile hıyanetin zirvesine çıktığını gösteriyordu:

“Saray’dan ayrılırken yağmur yağıyordu. Annem, ‘Efendiciğim! Biraz çamaşır falan alalım’ deyince Cevad Bey, ‘Hayır, olamaz! Gideceğiniz yerde her şey vardır. Bir an evvel çıkın’ diye bağırarak mani olmuştu. Annem çok şaşırmıştı!”[23]

Nitekim hemen o akşam (28 Nisan 1909) bu acımasızlıklarla Saray’dan çıkarılan Sultan Abdülhamid Han ve ailesi, Sirkeci Tren İstasyonu’na götürülmüştü.

Bir rivayete göre, gittiğini bizzat görmek için Sirkeci Garı’na gelen Enver, Cemal ve Talat Paşalara, “Efendiler! Bu devleti zarara uğratmadan on sene idare edin; ‘Yüz sene yönettik’ diye iftihar edin” demişti. Gerçekten 31 Ekim 1918’de; yani sadece 9,5 yıl sonra Osmanlı yok edilmişti![24]

Sultan’ın ayrılmasından hemen sonra Saray’daki kadın hizmetkârlar sokağa atılmıştı ve İttihatçıların belâsından kimse sahip çıkamamıştı. Çok azı, Abdülhamid Han’ın eseri olan Darülaceze’ye alınmıştı! Açlıktan ölenler, “himaye” vaadiyle Beyoğlu batakhanelerine satılanlardan daha şanslıydı!

33 yıl önce, Abdülhamid Han’ın amcası Sultan Abdülaziz’in ailesine de benzer muamele reva görülmüştü. Nitekim o dönemde olup bitenleri iyi bilenler, “Bu millet Sultan Aziz’e yapılanların cezasını çekiyor. Sultan Hamid’e daha sıra gelmedi” demişti.

Nice zulümlerle devam eden yolculuktan sonra fitne merkezi Selanik’e ulaşan Sultan’ı, Yahudi devleti kurulması için her şeyini feda eden meşhur “Allatini Ailesi”ne ait köşke hapsetmişlerdi. Yahudilere toprak vermeyen Sultan, Yahudi mekânında hesap veriyordu!

YAHUDİLER NE İSTEMİŞSE VERDİLER!

Büyük bir İttihatçı heyeti 19 Temmuz 1909’da Londra’ya gitmişti. Başrollerde Türkiye Maşrık-ı Âzâmı Talat Bey ve Selanik Macedonia Risorta Locası Reisi Carasso vardı. İngiliz Siyonistleri Başkanı Sir Francis Montefiore’un, 25 Temmuz akşamı bu heyete verdiği yemekte, Yahudilerin Filistin’e göç etmesi gündeme getirilmişti. İttihatçıların cevabını, Londra’da yayınlanan “Standard” gazetesinin, “Jön Türkler, Abdülhamid’in Yahudilerden esirgediği izni veriyor” manşetinden öğreniyoruz.[25]

İttihatçı Refet (Bele) Paşa’yı anlatan kitapta bile “Hürriyet, eşitlik ve adalet parolasıyla yola çıkan İttihat ve Terakki Fırkası, uyguladığı yanlış politikalarla 10 yılda koca devletin dağılmasına ve yıkılmasına sebep oldu” denilmektedir.[26]

Bir tane idam kararı bile imzalamayan Abdülhamid Han’a “İstibdatçı, Kızıl Sultan” diyenlerin 31 Mart Darbesi’nden sonra kaç kişiyi astıkları hâlâ tam olarak bilinmemektedir. Sadece İstanbul’da Beyazıt ve Divanyolu’na sığmayan idam sehpaları Sirkeci’ye kadar uzanmıştı. Yargı-zabıt söz konusu olmadığından, İttihatçıların toplam kaç kişiyi astığı asla anlaşılamayacaktı![27]

Ba’de harâb-ül Basra…

Kısa zamanda içeride ve dışarıda her şeyi berbat eden İttihatçılar, itiraf yarışına girmişti! Talat, Enver ve Cemâl üçlüsü başta olmak üzere bütün darbeciler, onun büyüklüğünü anlayamadıklarını söylemişti. Kaçma hazırlığı yapan Enver Paşa, Mersinli Cemal Paşa’ya, “Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük hatamız, Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlerin oyununa âlet olduk ve onların hıyanetine uğradık” demişti.[28]

Ama artık İngilizler hedefine çoktan ulaşmıştı!

TÜRKİYE, YENİ İTTİHATÇILARDAN ÇEKMEKTEDİR!

“İttihat ve Terakki Projesi” kısaca, Haçlı Siyonist ittifakın Osmanlı Devleti’ni içeriden çökertmek için tezgâhladığı bir “Haçlı Ordusu”dur. Uzaktan kumandayla yöneterek 1908 kalkışmasını yaptırmış ve 1909 darbesi ile de Sultan II. Abdülhamid Han’ı tahttan indirtmişlerdir. Yani “İttihat ve Terakki”, İstanbul’da kurdurulan, Selanik’te büyütülen, Paris ve Londra’da akortlanan ve sonra da Osmanlı’yı yıkmak için kullanılan bir “maşa”dır.

İttihat ve Terakki, öyle büyük bir operasyondur ki, Osmanlı’yı bitirmekle kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti’nin de “vesayetçi” kodlarla kurulmasını sağlamıştır. Bu yüzden Türk milleti, vatanını “yedi düvel” işgalinden kurtarmış ama “Yeni Versiyon İttihatçılar”la devam eden vesayet işgali yüzünden bir asır dizüstü sürünmüştür!

Ne yazık ki, İngiliz Büyükelçisinin arabasındaki atları çözüp kendilerini at olarak koşacak kadar savrulan “İttihatçı zihniyet” hâlâ çok kullanışlıdır. Nitekim günümüzün İttihatçıları olduklarını ilan eden CHP Genel Başkanı’nın, “Bizi yalnız bırakan İngiltere’ye çok kırgınız. Kendimizi terk edilmiş hissediyoruz” sızlanmaları, bu “müstemleke aidiyeti”nin tezahürüdür!

SONUÇ: İTTİHATÇILAR ARAMIZDA VE PUSUDA!

İttihat Terakki’yi hatırlatmamız kuru bir tarih yazısı değildir. Bizzat CHP Genel Başkanı’nın da itiraf etme cüretinde bulunduğu gibi “İttihatçı Zihniyet” günümüzde de aynen devam etmektedir. Bu zihniyetin en önemli özelliği, Türkiye düşmanlarının menfaati doğrultusunda, benzemezleri bir araya getirerek “şer cephesi” oluşturmaktır. İslâm dünyasının lideri potansiyeli taşıyan Türkiye, ne zaman ayağa kalkarsa, bu “şer cephesi”yle çelme takılmaktadır.

CHP’nin yaşattığı bu “vesayet”i, Türkiye’nin tekrar şahlandığı son yıllarda, tıpkı Abdülhamid Han dönemindeki gibi çeşitlendirmeye çalıştılar. Günümüzün “Cemaleddin Efganî”si olan Fetullah Gülen’in verdiği Yahudi taktiğiyle MHP’yi de bu “İttihatçı Kulübü”ne dâhil etmek istediler. Bun sağlamak için Kaset operasyonları ve Meral Akşener öncülüğündeki fitnelerle partiyi ele geçirmeye çalıştılar. Ancak, en kritik dönemlerde “devlet” duruşu sergileyen Sayın Bahçeli’yi deviremeyince, “Daha iyi bir milliyetçi parti kurma” iddiasıyla MHP‘den ayrılarak İYİ Parti’yi kurdular.

Aynı İngiliz taktikli İttihatçı zihniyet, Saadet, Gelecek, DEVA gibi muhafazakâr partileri, hatta CHP mağduru Demokrat Parti’yi; farklı argümanlar kullanarak “Stockhom Sendromu”na duçar eyleyip “şer cephesi”ne dahil etti.

“Daha iyi milliyetçi parti”nin lideri Meral Akşener’in, bulduğu her mikrofona haykırdığı, “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” parolasını, yeni İttihatçılar dışında kimse anlamadı. Çünkü milletimiz, İttihatçıların kim olduğunu; maalesef bilmiyordu!

Şimdilik başarısız olmaları kimseyi yanıltmamalı. Millete sadece “eski Türkiye”yi vadeden bu masanın; yüzde 48 oyu nasıl aldığı iyi sorgulanmalı. İttihatçı zihniyetin, Yahudi taktiğiyle çalıştığı unutulmamalı. Bunlar asla pes etmez, konjonktüre göre kılık değiştirerek ilerler. Bu meyanda, İttihatçı Akşener’den sonra İYİ Parti’den ayrılarak “karşı cephe”ye geçenlere çok dikkat etmelidir. Bu “Jön Türk neferleri”nin, kritik noktalara getirilmesi çok tehlikelidir.

SON SÖZ:

Sadece Türk milleti için değil, bütün İslâm âlemi için asırların fırsatı olan “Türkiye Yüzyılı”nın önündeki en büyük engel, yedi düvel değil; düşmanın içimizdeki kepçesi olan “Jön Türkler”dir.

Nuh Albayrak / Star Gazetesi

Yazının Aslı İçin Tıklayınız:👇https://m.star.com.tr/yazar/31-mart-vakasi-butun-post-modern-darbelerin-anasi-yazi-1937955/

Dip Notlar:

[1] Orhan Koloğlu, İttihatçılar ve Masonlar, Pozitif Yayınları, İstanbul 2012, s. 94.

[2] Mustafa Turan Bey, Taşkışla’da 31 Mart,Aykurt Neşriyat, İstanbul 1964, s. 53.

[3] H. Cahit Yalçın, Talat Paşa’nın Hatıraları, Cumhuriyet Gazetesi Eki, İstanbul 1946, s. 15.

[4] Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması,TEV Yayınları, İstanbul 2007, s. 136.

[5] Ahmet Şimşirgil, Kayı-X, II. Abdülhamid Han, Timaş Yayınları, İstanbul 2021, s. 203.

[6] Cemal Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-1,Dizerkonca Matbaası, İstanbul 1974, s. 92; 96.

[7] Taşkışla’da 31 Mart, s. 61.

[8] Taşkışla’da 31 Mart, s. 63.

[9] Taşkışla’da 31 Mart, s. 63-64.

[10] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-2, s. 73.

[11] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-1, s. 106, 119.

[12] Kabaklı, Temellerin Duruşması, s. 137.

[13] Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Yayıncılık, İstanbul 2018, s. 195.

[14] Talat Paşa, Hatıralarım, Cumhuriyet Gazetesi Yayınları, İstanbul 1998, s. 17.

[15] Taşkışla’da 31 Mart, s. 70.

[16] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-3, s. 44-53.

[17] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-3, s. 57-59.

[18] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-3, s. 65.

[19] Şadiye Osmanoğlu, Babam Abdülhamid,Timaş Yayınları, İstnbul 2022, s. 47.

[20] Kabaklı, Temellerin Duruşması, s. 138.

[21] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-3, s. 70.

[22] Bulut, Siyah Papa’nın Casusu, s. 267.

[23] Şimşirgil, Kayı-X, II. Abdülhamid Han, s. 233.

[24] Said Alpsoy, Tarih Kaderi İspat Ederse,Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 87.

[25] Koloğlu, İttihatçılar ve Masonlar, s. 153.

[26] Rıza Süreyya, Milli Mücadele Kahramanı Refet Bele, Halk Kitabevi, İstanbul 2017, s. 19.

[27] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-2, s. 114.

[28] Cevat Rifat Atilhan, Kahramanlar ve Hainler, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2013, s. 54.

Mütercimin Notu:👇

İhtilal kelimesi, mevcut düzeni kökten yıkan bir hareketi ifade eder ama bu yıkımın yerine neyin ikame edileceği belli değildir; hatta çoğu zaman kaotik, plansız veya daha kötü bir sistemin gelişine yol açabilir. Bu nedenle olumsuz çağrışımları beraberinde getirir.

İnkılap ise kelime kökü ve tarihî kullanımı itibarıyla daha çok ilerleme, iyileşme, olumlu dönüşüm anlamında kullanılagelmiştir. Özellikle Osmanlı Türkçesinde ve erken Cumhuriyet döneminde “inkılap”, modernleşme ve toplumsal terakki ile ilişkilendirilmiştir.

Darbe ise, askeri ya da gizli güç odaklarının aniden iktidarı ele geçirmesini ifade eder. Niteliği gereği meşruiyeti sorgulanır ve genellikle antidemokratik bir bağlam taşır. Bu nedenle, “ihtilal” ile “darbe” kimi zaman eş anlamlı kullanılsa da, “inkılap” kelimesiyle aynı düzleme konması isabetli olmaz.

Sonuç olarak, bu kavramları birbirine karıştırmak, özellikle siyasi ve içtimai yorumlarda ciddi anlam kaymalarına yol açabilir.

Hz. Muhammed (sav) bir devrimci ya da ihtilalci değildir; zira onun getirdiği değişim bir yıkım değil, bir ıslah, bir tecdid ve köklü bir değişikliktir. Toplumu inançtan ahlâka, hukuktan sosyal yapıya kadar yeniden inşa etmiş; bunu da bir kan dökme hareketiyle değil, ilahi vahyin rehberliğinde, merhale merhale, köklü ama yapıcı bir dönüşümle gerçekleştirmiştir. Bu yüzden “inkılapçı” kelimesi onun için en isabetli ifadedir.

Öte yandan İttihatçılar ve sonrasında onların mirasını devralan Kemalistler, değişimi daha çok zorla, tepeden inme, askeri güce ve bürokratik aygıta dayalı bir biçimde gerçekleştirmiştir. Bu da onları tarihi olarak darbeye, ihtilale ve otoriter dönüşümlere dayanan bir çizgiye yerleştirir.

Bu sebeple 1909 Darbesi -yani II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi-, Türkiye siyasi tarihinde askeri müdahalelerin ve vesayetçi anlayışın ilk büyük örneğidir. “Darbelerin anası” demek bu yüzden yerindedir. Çünkü bu olayla birlikte sivil-asker dengesi bozulmuş, ordu siyasetin doğrudan bir aktörü hâline gelmiştir.

Bu farkı şöyle özetleyebiliriz:
• İnkılap: Yapıcı, meşru, değer merkezli dönüşüm. (Hz. Muhammed örneği)
• İhtilal/Darbe: Yıkıcı, zorlayıcı, otoriter değişim. (İttihatçılar ve Kemalistler örneği)

Bu farkı kavramak, tarihe daha adil ve isabetli bakmak açısından son derece kıymetlidir.

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

ترجمة من التركية إلى العربية:👇

فهم الثورة التي كان “أمّ الثورات” فهماً صحيحاً..

حادثة 31 مارس: أمّ جميع الثورات“ ما بعد الحداثية”!

الاثنين، 14 نيسان / أبريل 2025

من المستحيل فهم “مؤامرة 31 مارس” التي لا تزال تُتخذ نموذجاً حتى اليوم، دون معرفة جيدة بالاتحاديين. ولهذا، ننصحكم بشدة بقراءة الجزء الأول أولاً:👇

https://www.aynamayansiyanlar.com/misafir-yazarlar/chpnin-atasi-jon-turkler/

مع إعلان المشروطية كما شرحنا بتفصيل في الرابط أعلاه، كاد السلطان عبد الحميد خان أن يُسجن في قصر يلدز، وقد استولى الاتحاديون، الذين كانوا بالأمس أعضاءً في لجان سرية، على إدارة الدولة فعلياً. بل أصبحوا “مرجعاً أعلى” يفوق حتى “القصر” نفسه سلطةً ونفوذاً!

أطلقوا سراح جميع القتلة واللصوص والفاسقين في السجون مقابل قسمٍ يؤدّونه. السكارى والرعاع كانوا يصرخون حتى الصباح، ولا تتدخل الشرطة إطلاقاً، لأن “الحرية قد أتت”!

أما النواب الأوائل الذين اختارهم حزب الاتحاد والترقي، فكان منهم 140 اتحادياً، و60 عربياً، و25 ألبانياً، و48 من اليهود والأرمن واليونانيين والبلغار والدروز والموارنة والسريان. ومَن لم يكن نائباً في تلك الفترة؟! من فيتال إلى هلاجيان، ومن كريكور إلى قسطنطين…

فقد أصبح ساسون أفندي، المنتمي إلى عائلة روتشيلد، نائب بغداد، كما أصبح باستيرماجيان، زعيم العصابة الأرمنية الذي هاجم البنك العثماني، نائباً عن أرضروم. هذا النائب نفسه سيقاتل لاحقاً إلى جانب الجيش الروسي في الحرب العالمية الأولى ويرتكب مجازر بحق المسلمين!

وفي يوم 17 كانون الأول / ديسمبر 1908، اجتمع مجلس المبعوثان وانتخب أحمد رضا بك، الذي تربّى في باريس ويفتخر بعدائه للإسلام وكونه ماسونيّاً بدرجة عالية، رئيساً له. وقد وعد حاييم ناحوم، الذي جاء ليهنّئه، قائلاً: “بإمكان اليهود الاستيطان في فلسطين بلا أي قيد أو شرط.”[2]

وعندما تحدّث طلعت باشا، زعيم الاتحاديين، عن “الأخوّة العثمانية” من على منصة البرلمان، معتقداً أن المشروطية ستجعل جميع الأقليات “إخوة في الوطن” مع الأتراك، ردّ عليه النائب يورغو بوشو قائلاً: “باشا، باشا… عن أيّ أخوّة تتحدث؟ نحن لسنا عثمانيين إلا بقدر ما نحن شركاء في البنك العثماني!” وبالفعل، بدأ جميع النواب من الأقليات نضالاً من أجل “الاستقلال”.[3]

أما أنور باشا، فقد طرد جميع الضباط المجربين بحجة “تجديد الجيش”، وعيّن مكانهم رفاقه من أعضاء اللجان. بل وترك أولئك الذين أفنوا أعمارهم على الجبهات في ذُلٍّ، دون أيّ حقوق، تماماً كما حصل في 28 شباط / فبراير 1997. ونتيجةً لهذا التهور، ازداد ضعف الجيش، وبدأت أنباء “الكارثة الوطنية” بالظهور. وفي يوم واحد (5 تشرين الأول / أكتوبر 1908) ضاعت بلغاريا، وكريت، والبوسنة والهرسك!

لكن الاتحاديين كانت لهم هواجس أخرى! فقد كانوا يخشون أن يعود السلطان عبد الحميد خان إلى إدارة الدولة مجدداً بسبب هذه المآسي، وهم الذين لم يسمحوا له بالتدخل في شؤون الحكم أبداً!

كان لا بدّ لهم من فعل شيء!

كان هدف الاتحاديين الإطاحة بالسلطان عبد الحميد خان لضمان بقائهم في السلطة. أما هدف بريطانيا وفرنسا، فكان القضاء على السلطان والخلافة باستخدام المشروطية الثانية! بل لقد غضبوا حتى من تأخّر “الخطوة الأخيرة” بعد إعلان المشروطية! فلمّا ذهب طلعت باشا مع زميله الماسوني رضا توفيق (بولوكباشي) إلى السفارة البريطانية لشكرهم على دعمهم للمشروطية، لم يُستقبلا! فقد كان السفير اللورد نيكولسون في الداخل، لكنه أوعز أن يُقال لهما: “غير موجود!”

وقد كشف اللورد نيكولسون، بعد سنوات، هذه الخيبة المفاجئة لرضا توفيق عندما زاره في لندن لرؤية ابنه سعيد، قائلاً له:

“كنا ننتظر نتائج عظيمة من جمعية تركيا الفتاة التي دعمناها. كنا نظن أن المشروطية ستكون ثورة شرعية تُطيح بالسلطان والخلافة. لكنكم أعلنتم المشروطية، بينما لا يزال السلطان والخليفة في مكانهما! لهذا السبب، قوبلتم بهذا الجفاء!”

وكان الجواب الذي تلقّاه رضا توفيق على سؤاله البريء: “ولماذا تهتم الدولة البريطانية العظمى بالخلافة إلى هذا الحد؟” أشدّ وقعاً:

“يا صديقي! لقد أنفقنا ملايين الذهب في مصر والهند لنؤثر في المسلمين هناك، لكننا لم ننجح. أما الخليفة؟ يكفي أن يرسل مرة واحدة في السنة سلاماً سلطانياً ومصحفاً، فيظل جميع المسلمين في طاعته وباحترام لا حدود له!”[4]

اكتُشفَت تهمة “الرجعية” في ذلك الزمان ولا تزال تُستخدم حتى اليوم!

كان “الهيكلاني” أوبري هربرت، أحد قادة الاتحاديين من الإنجليز، ينتظر هذه المرحلة بفارغ الصبر. فجاء فوراً إلى إسطنبول (تشرين الثاني/نوفمبر 1908)، واجتمع بقادة حزب الاتحاد والترقي القلقين، وبدأ بـ”تفعيل العملية”. أما من سيتولى تنسيق عملية “العزل” باسم الماسونيين، فكان نائب سالانيك قاراصو![5]

لقد جعلوا الجيش “جون تركياً”، لكنهم ما زالوا عاجزين عن خلع السلطان عبد الحميد خان بواسطة انقلاب عسكري مباشر. وحده “الجيش الخاص” (الحرس السلطاني) كان بإمكانه أن يقلب الطاولة كلها. فلو تحرك هذا الجيش، لما بقيت لا مشروطية ولا اتحاد وترقي!

إذاً، كان لا بد من انقلاب “ما بعد حداثي”! أي أن يتم استغلال “نعمة المشروطية”، ويُعزل السلطان عبد الحميد بقرار من مجلس المبعوثان!

كان من السهل جداً تمرير هذا القرار في مجلس الاتحاد والترقي، لكن المشكلة كانت في أمر آخر! كان لا بد من اختلاق “مبرر قوي” يُقنع الرأي العام أيضاً!

أما الاستخبارات البريطانية الماكرة، فكان هذا أيسر ما يكون عليها! إذ عثرت على “المفتاح السحري” الذي استخدمته مراراً في عهد الجمهورية، ولا يزال صلاحيته قائمة حتى اليوم!

كان لا بدّ من تحويل “غربية المشروطية” وماسونية الاتحاديين إلى “ميزة”. فكان المخطط أن تُفتعل “انتفاضة” تُنسب إلى “المسلمين المعادين للمشروطية”، وأن يُلصق هذا “التمرد الرجعي(!)” بالسلطان عبد الحميد خان! وما تبقّى فسيجري تلقائياً.

المسرحية الخائنة بدأت بمشهد “الرجعية”

فالعقلية الماسونية ذات الذاكرة البريطانية كانت قد أعدّت “فرقة مؤامرات” بفيلم طويل!

أما جبهة الشر التي تحدثنا عنها في المقال السابق -أي حزب الاتحاد والترقي- فلم تكن على عجلة من أمرها. فبإخراج من قاراصو، كانت تُتقن تنفيذ كل مشهد، وتتقدم شيئاً فشيئاً نحو القصر!

وكان أول ما يجب فعله هو إعداد “جيش رجعي” يتكوّن من مسلمين مخلصين أبرياء. وكانت كتائب “الصيادين” في سالانيك الأنسب لهذا الدور. فمع أن قادة الجيش الثالث هناك كانوا من اليهود المتخفين، إلا أن الكتائب كانت تضم جنوداً متمسكين بدينهم وتقاليدهم.

ولذلك، فقد تم استقدام كتائب الصيادين الثانية والثالثة والرابعة التابعة للجيش الثالث في سالانيك إلى إسطنبول يوم 19 تشرين الأول / أكتوبر 1908، تحت ذريعة أنهم “حرّاس المشروطية”، وتم إسكانهم في ثكنة طاشقشله!

أما في الجبهة المدنية، فكانت هناك أمور غريبة تحدث أيضاً. فقد جاء درويش وحدتي، رجل الصالونات الذي كان يعمل لصالح الاستخبارات البريطانية في قبرص، إلى إسطنبول، وتحول فجأة إلى “مدافع عن الشريعة”! وبدعم من السفارة البريطانية، بدأ بإصدار جريدة “بركان” في 10 تشرين الثاني / نوفمبر 1908، كما أسّس “جمعية اتحاد محمدي” مع بعض الشخصيات المعروفة بتوجهاتها “الإسلامية”.

وفي حفل الافتتاح الذي عُقد يوم 6 شباط / فبراير، قيلت عبارات غريبة من قبيل: “تأسست هذه الجمعية لضمان حكم الدولة بالشريعة”!

وفي يوم 3 نيسان / أبريل، الذي افتُتحت فيه فروع جديدة للجمعية، ألقى سعيد الكردي (سعيد النورسي) كلمة في التجمع الجماهيري، وطالب بكشف الانحرافات عن الشريعة! أما الصحفي علي كمال الذي تابع المظاهرة، فقد سأل زميله سليمان توفيق بك: “يا سيدي، لك خبرة في المدارس الدينية، أرجوك فسّر لي؛ ما هو الموجود في العاصمة ويخالف الشريعة؟!”[6]

وبعد “بركان” بستة أيام، بدأت صحيفة جديدة تُعارض المشروطية تُدعى “حرية” بالصدور. فمن أين لهؤلاء الرجعيين(!) بهذه الجرأة، حتى يجاهروا بالمعارضة في زمن تُخرس فيه الأفواه بالسلاح؟!

حتى “مراد الميزانجي”، أحد أشهر “جون ترك” باريس، بدأ يصدر جريدة “ميزان” في إسطنبول، وهاجم فيها رفاقه الاتحاديين بغلظة شديدة رغم صداقته القديمة معهم! فقد كانت الجريدة تنشر عبارات من قبيل “الشريعة تضيع. يجب إغلاق البرلمان،” في محاولة لتشكيل انطباع بأن “عبد الحميد يُمهّد عبر الصحافة لإغلاق المجلس”!

أما “الجبهة الغربية” من الخطة الخبيثة، أي الصحافة الأوروبية والسفارة البريطانية، فكانت تنشر في المقابل حقيقة أن “الاتحاديين مكوّنون من ملاحدة ويهود وماسونيين”، لتأجيج مشاعر المسلمين!

بدأوا أولاً بتحويل الجنود في الثكنات إلى “بارود”!

بعد هذه التحريضات، دخلت الخطة مرحلة جديدة يوم الجمعة 27 مارس 1325 رومي (9 نيسان / أبريل 1909)! فقد ظهر في عنابر طاشقشله “مشايخ معمّمون” يحدّثون الجنود عن “الإيمان”، ويقولون لهم: “من يلبس القبعة يخرج من الدين”!

وعندما سألهم القادة العسكريون عن هويتهم، قالوا: “نقوم بالأمر بالمعروف بناء على تعليمات من قيادة الجيش الخاص!” لكن المؤسسة العسكرية تقوم على التسلسل الهرمي، ولا تُتخذ قرارات كهذه إلا بإخطار خطي. فكيف دخل هؤلاء الغرباء، الذين لا يحملون أي تفويض رسمي، إلى هذه الثكنة المحروسة حيث لا يُسمح حتى لطير أن يطير دون إذن؟![7]

في الحقيقة، كان الاتحاديون يهيّئون جنود كتائب الصيادين للعب دور “الرجعيين”!

أما التحريضات التي كانت تُبثّ عبر الصحف “الشرعية” المزعومة التي تديرها السفارة البريطانية، فقد استمرت في التصاعد خلال الأيام التالية!

بل وحتى في سالانيك كانت هناك “تحضيرات غريبة”! فقد قام محمود شوكت باشا، الذي تم تعيينه قائداً للجيش الثالث، بإنشاء “جيش مستقل” يتكوّن من مليشيات بلغارية، ويونانية، ويهودية، وأرمنية، دون أي مبرر واضح!

سَتُنْزَعُ الطَّرَابِيش وَسَيُوضَعُ القُبَّعَات!”

وفي يوم الثلاثاء الشهير، الحادي والثلاثين من شهر مارس سنة 1325 رومي (الموافق 13 نيسان/أبريل 1909)…
عزفت فرقة الموسيقى العسكرية في طاشقشلا نشيدًا غريبًا، لم يُعلم من أصدر أمره، يدعو الجنود إلى التجمّع في الساحة: “أيها الجنود، إلى الساحة!”
وبينما الجنود يتجمّعون، رُفعت الأوامر قائلة: “انتباه… لقد عاد الباشا!”

ثم خرج “الباشا المجهول”، وابتدأ خطبته بقوله:
“سأتلو عليكم الفرمان السلطاني لمولانا الشاه المُعظم، فاستمعوا بآذان قلوبكم.”
وبعناية فتح الفرمان (المزعوم) وتلا ما فيه:
“إني أُريد وأُقرّر: ستضعون على رؤوسكم قبعة جديدة. وقد استصدرنا فتوى من شيخ الإسلام تفيد بعدم وجود مانع شرعي. وطاعة أولي الأمر واجبة.”

ولكي يُبيِّن نوع هذه “القبعة الجديدة”، نزع الطربوش عن رأسه، وارتدى قبعة أجنبية كان قد أحضرها معه. وكان في الحقيقة ممثّلًا في مسرحية الخيانة التي يديرها “قاراصو”، وليس باشا حقيقيًا.
أما الحقيقة الصادمة، فقد رواها الضابط الاتحادي “مصطفى توران بك”، الذي كان آنذاك في الفرقة الموسيقية نفسها:
“تبيّن أن هذا الباشا ومن معه من الضباط، ما هم إلا شخصيات اتحادية بارزة، ارتدوا زيًّا عسكريًا مزيفًا لتنظيم التمرّد. لم يكن الجندي البسيط ليخطر بباله أن الفرمان الذي يُتلى من فم (باشا) ما هو إلا حيلة لإشعال الفتنة. وفي مثل هذا الزمن، أن يُؤمر المسلم بارتداء قبعة، فذلك أشبه ما يكون بإلقاء شرارة في برميل بارود. ومن المحقّق أن هذا الأمر سيؤدي إلى رد فعل عنيف.”

ولم يكن صدفة أن يصدر هذا “الأمر بالقبعة” بعد حملات الصحف “الدينية المزيفة” التي كانت تملأ عناوينها بـ “نُريد حكم الشريعة”!

وبعد تلاوة ذلك الفرمان، تقدّم “عمر ناجي بك”، أحد رجالات الاتحاد والترقي متنكّرًا بزيّ عريف، وقال للجنود:
“يا إخوتي في الدين، ألستم مسلمِين؟! كيف يُقال لكم: ارتدوا القبعة؟! إنهم يريدون أن يجعلوا أبناء دين الإسلام الحنيف نصارى بلباسهم!”
فحُوِّل الجنود المتديّنون بكلماته تلك إلى قنابل على وشك الانفجار.

وسرعان ما تقدّم فتّان آخر من الجمع قائلاً:
“ماذا تنتظرون؟! هلمّوا بنا إلى مجلس النواب!”
فصرخ أحد “الجنود” -وما هو إلا اتحادي متنكر- قائلًا:
“نعم، ماذا ننتظر؟!”
وهذان الشخصان لم يكونا سوى “بهاء الدين شاكر بك”، و”مدحت شكري بك” السكرتير العام لحزب الاتحاد والترقي!

ثم دوّت الأبواق بنداء “إلى السلاح!”، فعمّت الفوضى أرجاء الثكنة. وأُغلق على القادة الذين حاولوا تهدئة الجنود داخل المهاجع، وأُطلق سراح السجناء العسكريين إلى الشوارع.
أما كتائب “الصيّادين” التي قيل إنها جُلبت لحماية “المشروطة”، فقد توجّهت إلى مجلس النواب، لتطالب بإلغاء “قرار القبعة” الذي لم يكن له وجود أصلاً!

وفي خضمّ تدفّق الجنود نحو قصر “دولمه باغجه”، اندسّ المحرّضون بينهم، وأطلقوا النار في الهواء، ليردّ الجنود بإطلاق نيران بنادقهم “الماوزر” الألمانية التي أحضرها السلطان عبد الحميد. فانفجرت أصوات الرصاص في الأرجاء، وتحوّلت الجموع المتزايدة إلى سيل بشري يتّجه نحو جسر “قره كوي”.

وبذات الطريقة، أُثيرت الفتنة في ثكنة المدفعية بمنطقة “باي أوغلو”. لقد آتت التحريضات التي كانت تُدار منذ أيام أُكلها، ولم يتصوّر أحد أن كل هذا ما هو إلا “مؤامرة”.

حتى “الاتحاديين أصحاب الجُبب” انضمّوا!

كانت الخطة مُحكمة، تُنفّذ على مراحل.
وحين وصلوا إلى جامع “يني جامع”، انضمّ إليهم أعضاء “جمعية الاتحاد المحمدي” التي أسّسها الماسوني “درويش” في ذلك اليوم.
كان هؤلاء من “الدراويش المزيفين” ذوي العمائم البيضاء والجبب، وهم يصرخون وسط الجموع:
“سيجعلون جنودنا نصارى بإلباسهم القبعة! إن الشريعة في خطر!”
مع أن من يسعى لهدم الشريعة لم يكن إلا هؤلاء الماسونيين أنفسهم!

وحين وصلت الجموع التي اختلط فيها الجنود المخدوعون بـ “مدنيين” و”شيوخ” متنكرين إلى ساحة “آياصوفيا”، كانت الساحة قد غصّت بالحشود، فيما سُدّ طريق “ديوان يولو” بعربات الترام القديمة.

وحاصر الجنود المتمرّدون مجلس النواب، وتعالت أصواتهم بهتاف “نريد الشريعة!”، ممتزجةً بأصوات التكبير.
ولتعزيز فكرة أن هذه حركة “رجعية” دينية، جُلب بعض العلماء المعروفين كـ”حضرة حيرت أفندي” و”حالس أفندي” ناظر دروس السلطان، قسرًا بأيدي الجنود.

لكن أي “شريعة” كانوا يطلبون؟! فالحقيقة أن السلطان، بوصفه خليفة المسلمين، لا يزال في مكانه.
وقد أعلن العلماء المنضوون تحت جمعية “العلماء المسلمين” أنهم لا يدعمون هذه الفتنة.

وفي ذلك الزمن، استخدمت الخباثة الإنجليزية شعار “الشريعة في خطر!” لتمرير انقلاب ضد السلطان الشرعي،
أما في زمن الجمهورية العلمانية، فاستخدمت ذات العقلية شعارًا معاكسًا تمامًا: “الشريعة قادمة!”، لتمرير انقلاباتها مجددًا!

الجموع كانت تُدار من قِبَل الماسوني العميل: “درويش”!

كان عشرات الآلاف من المتظاهرين يُدارون من قِبَل أعضاء جمعية “الاتحاد المحمدي” ذوي الجُبب، ومن معهم من العُرفاء والرُّقباء.
أما “أصحاب الجُبب”، فكانوا يتلقّون أوامرهم من المقرّ الذي أُقيم في “أوج قهفه”، أعلى نقطة في الساحة، حيث جلس “درويش وحدتي” يوجّههم!

وقد كتب الصحفي “سليمان توفيق”، المعروف بعدائه للسلطان عبد الحميد، والذي تابع ما جرى في ساحة آياصوفيا، فقال:

“كان المطلوب زرع ذُعر عظيم. المدينة كانت على وشك أن تُحرق! ثم يأتي تدخّل الدول الغربية بحجة حفظ الأمن. وقد أدركت من خبرتي أن الإشاعات مصدرها الأقليات، التي كانت الكنائس والبطريركيات تُحرّكها. وتيقّنت أن من خطّط لهذه الأحداث لم يكونوا من بيننا فقط.”

أما في تقييم الأحداث داخل قصر “يلدز”، فقد قال وزير الحربية “علي رضا باشا”:
“حادثة تحريض العسكر لم تكن بفعل بعض الشيوخ. بل يبدو أنها كانت تُدار من مصدر معلوم ومدروس.”

ولعلّ اعتراف العقيد “إسماعيل أردوغان” هو أبلغ دليل، إذ قال:
“كنّا ضباطًا مبتدئين حينها. وألبسنا الاتحاديون لباس الجنود. فأشركونا في أحداث 31 مارس. ولما انتهت، كوفئنا بترقية استثنائية، دون انتظار دورنا في الترفيع!”

وَالفَصْلُ الأَخِيرُ مِن “اللُّعْبَةِ الدَّمَوِيَّة”!

رغم أن الأوضاع هدأت في الأيام التالية، إلا أن الذين أحدثوا الضجّة في إسطنبول بصيحة “الشريعة في خطر!”،
كانوا يُواصلون صراخهم في سالانيك: “المشروطة تُهدَّم!”
فوجب إذًا إنقاذ “المشروطة”!

وهكذا قرر قادة “جمعية الاتحاد والترقي” إرسال “جيش الانقلاب” الذي كان قد أُعِدَّ سلفًا، على الفور إلى إسطنبول!

وكانت نسبة الجنود العثمانيين قليلة في هذا الجيش الذي يتزعّمه “شوكت باشا”، والمُسمّى بـ”جيش الحركة”.
بل إنّ بين صفوفه كان هناك قطاع طرق من منظمة “الثوار المقدونيين” التي أذاقت الدولة الويلات في البلقان،
وكذلك عناصر من منظمتي “الهنشاق” و”الطاشناق” الأرمنيتين، بالإضافة إلى زعماء العصابات من أمثال “ساندانسكي”، و”بانيتشا”، و”تشيرتشيز”، و”كابتن كيتا”، و”كرايكو”.

كما كان هناك أيضًا “الكتيبة اليهودية التطوعية”، المؤلفة من سبعمئة يهودي من سالونيك!
وقد انطلق هذا “الجيش”، الذي بلغ عدده نحو أربعين ألفًا، مساء الجمعة، السادس عشر من نيسان/أبريل، تحت قيادة القائد العام “شوكت باشا” والمقدم “مصطفى كمال بك”، بعد مرور ثلاثة أيام فقط من فتنة 31 مارس.

وجدير بالذكر أن “جيش الحرية” هذا، الذي كان على رأسه أيضًا زعيما الاتحاديين “أنور بك” و”جمال بك”،
لم يكن قد نال لا إرادة السلطان، ولا قرارًا من مجلس الأمة!
فكانت هذه الحركة باطلة من أساسها، لا تستند إلى شرع أو قانون!

وقد بلغ الانقلابيون بلدة “يشيلكوي” في 19 نيسان/أبريل 1909.
وفي يوم الخميس 22 نيسان، أرسل الصدر الأعظم الجديد “أحمد توفيق باشا” وفدًا إلى يشيلكوي يُعلمهم بأن النظام قد استُتبَّ في المدينة، وأن “المشروطة” في مأمن،
ونبّههم: “لا يدخلنّ جيش الحركة إلى إسطنبول، وإلا عادت الفتنة أشدَّ مما كانت!”
لكن قائد الجيش، وقد كان قد تلقى أمر الدخول، رفض أوامر الصدر الأعظم.

فلا تُخدعوا بـ”رجاء عدم الدخول”!
فقد هرع الجميع، من الحكومة إلى أعضاء مجلس الأمة ومجلس الأعيان، إلى يشيلكوي،
وفي ذات اليوم (22 نيسان)، عقدوا اجتماعًا سرّيًا في “نادي اليخوت”، مع قادة جيش الحركة، وقرّروا فيه “عزل السلطان”!

لم تكن حادثة 31 مارس، كما زُعم، حركة مفاجئة لمواجهة تهديد رجعي،
بل كانت انقلابًا ماكرًا مُخططًا له منذ أشهر، بأسلوب ما بعد الحداثة، وقد صُنع شعار “الرجعية” ليُبرّر هذا الانقلاب.
وفي ذات الوقت، كانت الأحداث الدموية تتفجّر في أماكن كـ”أضنة” حيث الكثافة الأرمنية، فما كانت إلا حلقات في سلسلة واحدة، وليست من قبيل المصادفة!

وقد طلب قادة “الجيش الأول” إذنًا للتدخّل عندما لاحظوا سلوك “جيش الحركة” النهبوي التخريبي، قائلين:
“نستطيع أن نشتّت هؤلاء الفوضويين في زمن وجيز!”
وكان السلطان عبد الحميد على يقين من ذلك، لكنه قال، تذكيرًا بمسؤوليته كخليفة:
لا يمكنني أن أُريق دم مسلمٍ بيد مسلم!”
وأخذ على قائد الجيش “ناظم باشا” عهدًا مغلّظًا ألا يتحرّك.

قال: “لَيْسَ فَرْمَانِي!”… وَلَكِنَّ المَسْرَحِيَّةَ لَمْ تَنْتَهِ!

وفي يوم الجمعة، 23 نيسان/أبريل 1909، توجّه السلطان إلى جامع “يلدز” لأداء صلاة الجمعة،
فاستدعى إليه جميع الضباط، وقال لهم:

“ما قُرئ في يوم 31 مارس، ليس فرماني. لقد فتحت تحقيقًا في الأمر، وتبيّن لي أنه مؤامرة سياسية دُبّرت من قبل أعداء (أي الاتحادين)، بغرض خبيث. لقد خُدِعْتم، واستُدرِجْتم لخدمة نواياهم السيئة.”

وهذا التصريح من فم السلطان مباشرة، بأنه “لم يصدر فرمانًا قط”، أسقط الذريعة التي قامت عليها فتنة 31 مارس.
فوجب في هذه الحال أن يعود “جيش الحركة” إلى سالونيك.
لكن الاتحادين لم يكتفوا بعدم مغادرة إسطنبول، بل فرضوا الحصار على قصر يلدز يوم 27 نيسان/أبريل 1909!

والأعجب أن أعضاء مجلس الأمة والشيوخ أيضًا، قصدوا يشيلكوي، وعقدوا اجتماعهم في “نادي اليخوت”!

ولتهدئة ردة فعل العامة، دُبّرت “فتوى مزوّرة”،
وأُجبر “حاجي نوري أفندي”، أمين الفتوى، على توقيعها تحت التهديد،
ثم اضطر “شيخ الإسلام ضياء الدين أفندي” أن يُصادق عليها مكرهًا!

وقد قال المؤرخ الشهير “يلماز أوزتونا” في تاريخه المعروف:
“الفتوى التي أُجبر حاجي نوري أفندي على توقيعها، لم تكن مشروعة.”
بل إن ما كُتب فيها من اتهامات باطل محض.
فعبد الحميد خان، الذي اتُّهم كذبًا بأنه “أحرق الكتب الدينية”،
كان -بحسب رواية زوجته “مشفيقة قادن أفندي”- لا يطأ الأرض إلا على طهارة،
بل كان إن اضطر، يتيمم لأجل الوضوء!

وَلَمْ يُدَافِعْ عَنْهُ إِلَّا نَائِبٌ رُومِيّ!

بعد أن قرأ الرئيس “الصغير سعيد باشا” الفتوى الملفّقة، فاجأ المجلس بسؤال مفاجئ:
“هل تقررون خلع السلطان عبد الحميد من الخلافة والسلطنة؟”

فرفع جميع النواب أيديهم بالموافقة،
إلا عضو الأعيان “صاحب مولا بك”، فلم يرفع يده.
أما الرومي “يورغياديس”، فقال بحرقة:
“حرام! ظلم! كلكم نشأتم في نعمة هذا السلطان، فليتنحَّ على الأقل بإرادته!”

فانقضّ عليه الاتحاديون، يسبّونه بعبارات:
خائن! رجعي! خسيس!”
وضربوه حتى شرع الشيخ الرومي العجوز يحاول حماية رأسه بيديه، وهو يبكي!

أما “سعيد باشا”، الذي عُيّن صدر أعظم سبع مرات،
فأرغم “صاحب مولا” على القبول، وأعلن نتيجة التصويت الجديدة:
قُرّر خلع السلطان عبد الحميد بالإجماع!”

وَبَلَّغَ القَرَارَ أَرْبَعَةُ مَاسُونِيِّينَ… لا يُعْرَفُ فِيهِمْ تُرْكِيٌّ!

كان السلطان عبد الحميد محصورًا في قصر يلدز،
وقد مُنع الناس من الدخول عليه، كما مُنعت الأسرة من الخروج،
ونفد ما في المطبخ من مؤونة!

أما الباشوات الجاحدون، الذين يرفلون في القصور والنعيم،
فقد بَخِلوا عليه وعلى حريمه حتى بطبقٍ من الحساء!
وكانت كل تلك النِّعَم بفضل هذا السلطان العظيم!

وقد زار السفيران البريطاني والفرنسي، عبد الحميد المحاصر، قائلين له:
دولتنا رهن إشارتكم!”
فأجابهم السلطان، ثابتًا كما عرفه التاريخ طوال ثلاثٍ وثلاثين سنة:
“لو عَلِمتُ أنهم سينتفون لحمي بمِلقاط، لما احتميتُ بدولة أجنبية!”

وهكذا صار القرار المفروض من خدم الإنجليز،
قرارًا يُنسب زورًا إلى “الشعب”، عبر “مجلس الوصاية”!
وهكذا تبين أن الإنجليز كانوا يسعون إلى “المشروطة” ليُطيحوا بالخليفة عبد الحميد!
وقد قال الكاتب أحمد قباقلي:
“إن حادثة 31 مارس، التي سُمّيت زورًا بالرجعية، كانت من تدبير الإنجليز، نفذتها جمعية الاتحاد والترقي سرًّا، بهدف خلع الخليفة السلطان عبد الحميد!”

وفي صباح 28 نيسان، وصلت سيارة عسكرية إلى باب القصر،
ونُقل منها “أعضاء مجلس الأمة”، وأُدخلوا القصر فورًا.
وبحسب تقاليد القصر، كان يُقدَّم القهوة للزائرين،
لكن لما لم يبقَ قهوة في القصر، اعتذروا منهم!

وأما وفد التبليغ بالانقلاب، فكان يتكوّن من:
• “عارف حكمت باشا”، الجورجي الذي ولاه السلطان عضوًا في مجلس الأعيان،
• “أرام أفندي”، ممثل المنظمات الثورية الأرمنية،
• “أسعد طوبطاني باشا”، الألباني، الذي كان جنديًا في الجندرمة ثم رُقِّي،
• و”إمانويل قراصو”، منسق الانقلاب!

وقد اختلفت مشاربهم، لكنهم اجتمعوا في شيءٍ واحد:
أنهم جميعًا ماسونيون!

رغم كثرة الماسونيين الأتراك في المجلس،
إلا أن الهدف لم يكن إلا الانتقام من عبد الحميد!

فلم يُدهش السلطان من عزله،
بل تعجّب من هذه الوضاعة المهينة، وقال:

أعجزوا أن يبعثوا من يبلّغ خليفة المسلمين عزله إلا هؤلاء؟!”

ورغم ما أصابه، تمالك نفسه، وقال بكلمات مغموسة في الصبر:

“والله يعلم أنني لا دخل لي في هذا العصيان. لقد عملتُ من أجل شعبي ودولتي.
لكن أعدائي أرادوا أن يُلبسوا خدمتي السواد، وقد نجحوا!”

لَمْ يُسْمَحْ لَهُمْ بِأَخْذِ حَتَّى المَلابِس!

ولما جاء “حسني باشا” والعقيد “غالب بك” لإخلاء القصر،
توسّل السلطان عبد الحميد قائلًا:

“إن أُذِن لي بالإقامة في قصر “جراغان”، فسأواصل دعائي لشعبي!”
لكنهم رفضوا، وقالوا:
ستذهب إلى سالا نيك!”

فأصرّ السلطان، قائلًا:

“سني لا يحتمل الرحلة الطويلة،
وأقسم بالله، ليس لي في المُلك رغبة،
فدعوني أقيم مع أسرتي في قصر جراغان!”

لكنهم رفضوا، إذ كانوا لا يزالون يخشونه!
أرادوا إبعاده عن إسطنبول!
بل إن الأوروبيين، كما قال اليسوعي “بلَنت”، كانوا يقولون:
“الإبقاء عليه حيًّا خطر، حتى وإن كان سجينًا!
فليُعدم بعد محاكمة شكلية!”

وتُظهر رواية ابنته “عايشة عثمان أوغلو”،
أن حتى “علي جواد بك”، كبير كُتّاب القصر،
بلغ قمة الخيانة! قالت:

“كان المطر يهطل ونحن نغادر القصر.
فقالت أمي: (سيدي، لِنأخذ بعض الملابس)!
فصاح جواد بك: (لا يجوز! كل ما تحتاجونه هناك! أخرجوا فورًا!)
فاندهشت أمي من عنفه!”

وفي مساء ذلك اليوم (28 نيسان 1909
أُخرج السلطان عبد الحميد خان وأسرته من القصر بهذه القسوة،
وسِيقوا إلى محطة قطار “سِركَجي”.

وقيل إن الباشوات “أنور” و”جمال” و”طلعت”
جاؤوا بأنفسهم ليروا رحيله،
فقال لهم السلطان:

“أيها السادة، إن استطعتم إدارة الدولة عشر سنوات دون ضرر، فافتخروا كأنكم حكمتم مئة عام!”

وفعلًا، في 31 تشرين الأول 1918، أي بعد تسع سنوات ونصف فقط، سقطت الدولة العثمانية!

حتى الخادمات أُلْقِينَ فِي الشَّوَارِعِ!

فما إن غادر السلطان القصر،
حتى أُلقيت خادماته في الشوارع،
ولم يجرؤ أحد على ضمّهنّ بسبب سطوة الاتحاديين!

ولم تُؤوِ “دار العجزة”، التي هي من إنجازات عبد الحميد، إلا القليلات منهنّ!
وكان من ماتت جوعًا، أسعد حالًا ممن بِيعَت إلى مواخير “بيوغلو” بحجة الحماية!

وما هذا الغدر بغريب،
فقد أُنزِل بذات الإذلال بأسرة السلطان عبد العزيز، عم عبد الحميد، قبل ثلاث وثلاثين سنة!

ولذا قال من شهدوا تلك الأيام:
“ما نزل بالمملكة اليوم، هو عقوبة لما فُعل بسُلطان عزيز!
أما سلطان حميد، فلم يأتِ دوره بعد!”

وبعد رحلة مليئة بالظلم والإذلال،
وصل السلطان عبد الحميد إلى “سالانيك”، معقل الفتنة،
وتم حبسه في قصر تملكه عائلة “ألّاتيني” اليهودية،
التي ضحّت بكل شيء لأجل قيام دولة يهودية!

فمن منع اليهود من الأرض،
صار يُحاسب في ديارهم!

أعطوا اليهود كل ما أرادوه!

ذهب وفد كبير من جمعية الاتحاد والترقي إلى لندن في 19 يوليو/تموز 1909، وكان في طليعة الوفد “طلعت بك” المشرق الأعظم في تركيا، و”قراصو” رئيس محف lodge Macedonia Risorta في سلانيك. وفي مأدبة عشاء أقامها رئيس الصهاينة البريطانيين السير فرانسيس مونتيفيوري مساء 25 يوليو، طُرِح موضوع هجرة اليهود إلى فلسطين. وقد نقلت صحيفة “ستاندارد” اللندنية آنذاك جواب وفد الاتحاديين بالعنوان العريض: “الأتراك الشبان يمنحون الإذن الذي حرمه عبد الحميد على اليهود”.[25]

حتى في الكتاب الذي يتحدث عن “رفعت (بيلي) باشا”، يُقال: “حزب الاتحاد والترقي الذي انطلق بشعار الحرية والمساواة والعدالة، تسببت سياساته الخاطئة في انهيار الدولة العثمانية وتفككها خلال عشر سنوات فقط”.[26]

عبد الحميد خان، الذي لم يوقع على حكم إعدام واحد، وُصف بـ”المستبد” و”السلطان الأحمر”، ولكن لا يزال عدد الذين أُعدموا بعد انقلاب 31 مارس مجهولاً حتى اليوم. فقد امتلأت الميادين في إسطنبول من بايزيد إلى ديوان يولو، وحتى سراي سركجي بحبال المشانق، ومن دون وجود محاضر قضائية أو سجلات واضحة، لم يكن بالإمكان أبداً معرفة العدد الحقيقي لمن أعدمهم الاتحاديون![27]

بعد خراب البصرة…

الاتحاديون الذين دمروا كل شيء في الداخل والخارج في وقت قصير، بدأوا في سباق الاعتراف والندم! فقد أقرّ جميع قادة الانقلاب، وعلى رأسهم الثلاثي طلعت، أنور وجمال، بأنهم لم يفهموا عظمة السلطان عبد الحميد. وقد قال أنور باشا، أثناء استعداده للفرار، لصديقه جمال باشا المرسيني:
“كنا سنقيم طوران، فصرنا خرابًا! أكبر خطايانا أننا لم نفهم السلطان عبد الحميد. يا للأسف يا باشا، يا للأسف! كنا أداة في يد الصهاينة، وخُدعنا بخيانتهم!”[28]

ولكن الإنجليز كانوا قد بلغوا غايتهم منذ زمن بعيد!

تركيا لا تزال تعاني من “الاتحاديين الجدد”!

إن ما يُسمى بـ”مشروع الاتحاد والترقي” لم يكن إلا جيشاً صليبياً نظمته تحالفات صهيونية-صليبية لإسقاط الدولة العثمانية من الداخل. فقد أجبروا السلطان عبد الحميد على التنازل عن العرش عبر انقلاب 1909 بعد تمرد 1908 الذي أداروه بالتحكم عن بُعد. فجمعية الاتحاد والترقي لم تكن سوى أداة تأسست في إسطنبول، ونمت في سلانيك، وتشكّلت عقيدتها في باريس ولندن، ثم استُخدمت لهدم الدولة العثمانية.

لقد كانت جمعية الاتحاد والترقي عملية عميقة لم تقتصر على القضاء على الدولة العثمانية فقط، بل أسست لاحقاً للجمهورية التركية على رموز التبعية والوصاية. ولهذا السبب، ناضل الشعب التركي لتحرير وطنه من احتلال “السبع دول”، لكنه ظل أسير وصاية “الاتحاديين الجدد” لقرنٍ من الزمان!

ومما يدعو للأسف، أن العقلية الاتحادية التي وصلت إلى حد نزع الخيول من عربة السفير البريطاني لتجرّها بنفسها، لا تزال عقلية ذات فاعلية كبيرة! وقد تجلى ذلك في شكوى رئيس حزب الشعب الجمهوري الحالي، الذي أعلن أنه من تلاميذ الاتحاديين، عندما قال:
“نحن غاضبون جداً من بريطانيا لأنها تركتنا وحدنا، نشعر بأننا تُركنا مهملين!”
وهذا بحد ذاته تعبير واضح عن هوية استعمارية داخلية!

النتيجة: الاتحاديون لا يزالون بيننا ويتربصون!

التذكير بجمعية الاتحاد والترقي ليس مجرد سرد تاريخي جاف. فكما أقرّ رئيس حزب الشعب الجمهوري الحالي، فإن “العقلية الاتحادية” لا تزال حيّة تُرزق!
وأخطر ما في هذه العقلية، هو تشكيل جبهة شرٍ تضم المتناقضات، بهدف خدمة أعداء تركيا.

ومتى ما نهضت تركيا لتتولى مكانتها الطبيعية كقائدة للعالم الإسلامي، هرع هذا “التحالف الشيطاني” لإعاقتها.

وقد حاولوا في السنوات الأخيرة، عندما بدأت تركيا تستعيد مكانتها، أن يُعيدوا تكرار وصاية عبد الحميد من خلال تنويع أدوات التدخل. فقادهم “جمال الدين الأفغاني” الجديد – فتح الله كولن- إلى إدخال حزب الحركة القومية ضمن “نادي الاتحاديين” عبر عمليات الفتنة والابتزاز وأشرطة الفساد بقيادة ميرال أكشنر. ولكن عندما فشلوا في إسقاط السيد “دولت بهجلي” الذي أظهر موقفًا وطنيًا في أحلك الظروف، لجؤوا إلى تأسيس “حزب الجيد” تحت ذريعة بناء حزب قومي أفضل!

ولم يكتفِ الاتحاديون الجدد بذلك، بل سعوا أيضًا لضم أحزاب محافظة مثل “السعادة”، و”المستقبل”، و”ديوا”، وحتى “الحزب الديمقراطي” الذي كان سابقاً ضحية لحزب الشعب الجمهوري؛ مستغلين ما يُشبه متلازمة ستوكهولم، ليكونوا جزءًا من “جبهة الشر”.

أما زعيمة “الحزب القومي الجديد”، ميرال أكشنر، فكانت تصرخ في كل منبر بشعار:
فليسقط الاستبداد! ولتحيا الحرية!”
وهو شعار لم يفهمه سوى الاتحاديون الجدد، لأن الشعب للأسف لم يكن يعرف من هم الاتحاديون!

ويجب ألا يخدع أحد نفسه بفشلهم المؤقت. فهذه الطاولة، التي لم تقدم للشعب إلا “تركيا القديمة”، حصلت على 48% من الأصوات، وهو أمر يستحق التأمل بعمق!
ولا بد من أن نعي أن هذه العقلية الاتحادية، التي تتبع أساليب الصهاينة، لا تستسلم أبداً، بل تغير جلدها حسب الظرف. لذا، يجب الحذر الشديد من الذين انشقوا عن حزب الجيد بقيادة أكشنر، واصطفوا في “الجبهة المضادة”، لأن توظيف “جنود الأتراك الشبان” في المناصب الحساسة أمر في غاية الخطورة.

الكلمة الأخيرة:

إن أكبر عائق أمام “قرن تركيا”، الذي يُعد فرصة تاريخية ليس فقط للأمة التركية بل للعالم الإسلامي كله، ليس الأعداء السبعة، بل “جمعية الاتحاد والترقي” التي هي في حقيقتها “مجرفة” بيد العدو في الداخل!

نُوح ألبيْرَاق – صحيفة ستار

ترجمة من التركية إلى العربية:👇

المترجم: أحمد ضياء إبراهيم أوغلو

١٤ / ٠٤ / ٢٠٢٥ م أوسكودار

الهوامش:

[1] أورخان كولو أوغلو، الاتحاديون والماسونيون، منشورات بوزيتيف، إسطنبول 2012، ص. 94.
[2] مصطفى توران بك، 31 مارس في طاشكيشلا، منشورات أيكورت، إسطنبول 1964، ص. 53.
[3] هـ. جاهت يالتشين، مذكرات طلعت باشا، ملحق صحيفة جمهوريت، إسطنبول 1946، ص. 15.
[4] أحمد كباكلي، محاكمة الأسس، منشورات وقف التعليم التركي (TEV)، إسطنبول 2007، ص. 136.
[5] أحمد شيمشيرغيل، كاي-10، السلطان عبد الحميد الثاني، منشورات تيماش، إسطنبول 2021، ص. 203.
[6] جمال كوتاي، تاريخنا المجهول – 1، مطبعة ديزركونجا، إسطنبول 1974، ص. 92؛ 96.
[7] 31 مارس في طاشكيشلا، ص. 61.
[8] 31 مارس في طاشكيشلا، ص. 63.
[9] 31 مارس في طاشكيشلا، ص. 63-64.
[10] كوتاي، تاريخنا المجهول – 2، ص. 73.
[11] كوتاي، تاريخنا المجهول – 1، ص. 106، 119.
[12] كباكلي، محاكمة الأسس، ص. 137.
[13] محمد حسن بولوت، الدرويش الإنجليزي، منشورات آي كيو، إسطنبول 2018، ص. 195.
[14] طلعت باشا، مذكراتي، منشورات صحيفة جمهوريت، إسطنبول 1998، ص. 17.
[15] 31 مارس في طاشكيشلا، ص. 70.
[16] كوتاي، تاريخنا المجهول – 3، ص. 44-53.
[17] كوتاي، تاريخنا المجهول – 3، ص. 57-59.
[18] كوتاي، تاريخنا المجهول – 3، ص. 65.
[19] شادية عثمان أوغلو، أبي عبد الحميد، منشورات تيماش، إسطنبول 2022، ص. 47.
[20] كباكلي، محاكمة الأسس، ص. 138.
[21] كوتاي، تاريخنا المجهول – 3، ص. 70.
[22] بولوت، جاسوس البابا الأسود، ص. 267.
شيمشيرغيل، كاي-10، السلطان عبد الحميد الثاني, ص [23] 233.
[24] سعيد ألبصوي، إذا أثبت التاريخ القضاء، منشورات جيلنك، إسطنبول 2007، ص. 87.
[25] كولو أوغلو، الاتحاديون والماسونيون، ص. 153.
[26] رضا سوريا، بطل النضال الوطني رفعت بيلي، دار الشعب للنشر، إسطنبول 2017، ص. 19.
[27] كوتاي، تاريخنا المجهول – 2، ص. 114.
[28] جودت رفعت أطيلهان، الأبطال والخونة، منشورات التاريخ العميق، إسطنبول 2013، ص. 54.

ملاحظة المترجم:👇

إنّ كلمة “الثورة” تعبّر عن حركة تطيح بالنظام القائم من جذوره، غير أنّه ليس من المعلوم ما الذي سيُقام مقام هذا النظام بعد هدمه؛ بل كثيرًا ما تفضي إلى الفوضى، وانعدام التخطيط، بل وإلى نشوء نظام أسوأ من سابقه. ولهذا فإنها تحمل في طيّاتها دلالات سلبية.

أما “الانقلاب الجذري” (التحوّل)، فإنّه – من حيث الأصل اللغوي وسياقات الاستعمال التاريخية – قد ارتبط بمعاني التقدّم، والإصلاح، والتحوّل الإيجابي. لا سيما في اللغة العثمانية التركية وفي مطالع عهد الجمهورية، حيث اقترن مفهوم “الانقلاب” بمسار التحديث والرقيّ الاجتماعي.

وأما “الانقلاب العسكري”، فهو يدل على استيلاء مفاجئ للسلطة من قِبل قوى عسكرية أو مراكز نفوذ خفية. وبحكم طبيعته، فإنّ مشروعيته تكون موضع شكّ، وغالبًا ما يقع ضمن سياق مناهض للديمقراطية. ولهذا، وإن كانت كلمتا “الثورة” و”الانقلاب” تُستخدمان أحيانًا بمعنًى متقارب، فإنّ مساواتهما بـ”التحوّل الإيجابي” أو “الانقلاب الجذري” ليست موفّقة في نظرنا.

ومن ثمّ، فإنّ الخلط بين هذه المفاهيم قد يؤدّي إلى انحرافات كبيرة في التفسير السياسي والاجتماعي.

إنّ النبيّ محمّدًا صلى الله عليه وسلم ليس ثوريًا ولا انقلابيًا؛ إذ إنّ التغيير الذي جاء به لم يكن هدمًا، بل كان إصلاحًا وتجديدًا وانقلابًا جذريًا شاملاً. فلقد أعاد بناء المجتمع في العقيدة والأخلاق، وفي القانون والبنية الاجتماعية؛ ولم يكن ذلك عبر سفك الدماء، بل من خلال وحيٍ إلهيّ، وبمسار متدرّج، وبأسلوب عميق وبنّاء. ولهذا، فإنّ أنسب وصف له هو “رائد الانقلاب الجذري” بالمعنى الإيجابي والبنّاء للكلمة.

وأما “الاتحاديون” ومن تبعهم من “الكماليين”، فقد أجروا التغييرات من خلال القوّة، وبأسلوب فوقيّ، معتمدين على القوة العسكرية والجهاز البيروقراطي. وهذا ما يضعهم، تاريخيًا، ضمن مسار الانقلابات والثورات والتحوّلات السلطوية.

ومن هنا، فإنّ انقلاب عام 1909 – أي خلع السلطان عبد الحميد الثاني – يُعدّ المثال الأول البارز للتدخّل العسكري والفهم الوصائي في التاريخ السياسي لتركيا. ولهذا فإنّ تسميته بـ”أمّ الانقلابات” وصف في محلّه؛ إذ إنّ هذا الحدث أخلّ بالتوازن بين المدني والعسكري، وجعل الجيش فاعلًا مباشرًا في الحياة السياسية.

ويمكن تلخيص هذا الفرق على النحو الآتي:
• الانقلاب الجذري (التحوّل البنّاء): تحوّل مشروع، قائم على القيم، وبنّاء. (نموذج النبي محمد صلى الله عليه وسلم)
• الثورة/الانقلاب: تحوّل هدّام، قسريّ، وسلطويّ. (نموذج الاتحاديين والكماليين)

إنّ إدراك هذا الفرق بالغ الأهمية لفهم التاريخ بنظرة أكثر عدلًا وإنصافًا ودقّة.

أحمد ضياء إبراهيم أوغلو