Usûlsüz, Ölçüsüz Tartışmalar: Dînî Tahrifat ve Proje Akademisyenliği Üzerine İlmî Bir Tahlil

Mukaddime

Din, beşerî varoluşun en derin anlamını tayin eden, hakikatle irtibatı sağlayan ve ferdin hem dünya hem ahiret istikbalini tanzim eden ilâhî bir nizamdır. Bu nizamın kaynağı vahiydir; yöntemi ise usûldür. Zira vahyi anlamanın, yorumlamanın ve tatbik etmenin bir istikameti yoksa, hakikatin üzerine bâtıl perdesi örtülür, dinin hükmü heveslerin oyuncağı haline gelir. Kur’ân-ı Kerîm, “… Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun” (Nahl, 16/43) buyurarak, dinî ilimlerin bir ehliyet ve istikamet meselesi olduğunu açıkça beyân etmiştir.

Ne var ki modern çağ, yalnızca teknoloji ve üretim kalıplarında değil; hakikat algısında ve değer yorumlarında da ciddi bir kırılmayı beraberinde getirmiştir. Bu kırılma, dinî alanı da sarsmış; özellikle usûlden koparılmış, nassı akla tâbi kılan yorum biçimleri, ilmîlik kisvesi altında dinî tahrifat sürecini hızlandırmıştır. Vahyin mutlaklığına karşı izâfî akıl, sünnetin rehberliğine karşı ferdi kanaat, selef alimlerinin birikimine karşı tarihsel küçümseme, dinî ilimlerdeki buhranı daha da derinleştirmiştir.

Bu zemin üzerinde, özellikle bazı proje merkezlerinin -ki bunlar çoğunlukla seküler kültür mahfilleri yahut oryantalist etki alanlarıdır- İslam coğrafyasına yönelik kurguladığı yorum biçimleri, ilk olarak Mısır gibi tarihî ilim merkezlerinde denenmiş; daha sonra Türkiye gibi fikrî dinamizmi olan ülkelerde, bir takım akademisyen, yazar ve kanaat önderleri vasıtasıyla sistemli biçimde yaygınlaştırılmıştır. Bu şahıslar, kendilerine tevdi edilen bu “misyonu” icrâ ederken, çoğunlukla şuursuz özgürlük, usûlsüz yorum, ölçüsüz tenkit ve dayanaksız kanaatlerle hareket etmektedirler.

Üzerinde ittifak edilmiş itikadî ve amelî birçok esas, bu “proje din vaizleri”nin elinde ya reddedilmekte ya da modern aklın hoşuna gidecek şekilde tahrif edilmektedir. Kimi zaman “Kur’ân merkezliyiz” diyerek sünnet devre dışı bırakılmakta, kimi zaman “akılcılık” diyerek nassın üstüne akıl çıkarılmakta, kimi zaman da “tarihî bağlam” gerekçesiyle bütün zamanlara hitap eden ilâhî hükümler geçersiz kılınmaktadır. Bunun adı, ilmî içtihad değil, ilmî kaideleri hiçe sayan bir keyfîliktir.

Bu makalede, hem bu projelerin üretildiği arka plan, hem de bu projeleri pazarlayan şahısların ortak yönleri analiz edilecek; ayrıca, bunların Kur’ân ve Sünnet’i yorumlarken hangi metod hatalarına düştükleri, hususî örnekler üzerinden gösterilecektir. Bununla birlikte, bu anlayışların nasıl bir zihnî tahribata yol açtığı da göz önüne serilecek ve çare olarak, usûle dönüş, selefî istikamet ve ilmî ehliyetin yeniden inşâsı teklif edilecektir.

Zira ilimsiz fetva hezimeti, usûlsüz tartışma fitneyi, nasssız hüküm ise hezimeti doğurur. O hâlde kurtuluş, ilme ve usûle tâbiyetle mümkündür; heva ve hevese teslimiyetle değil.

I. Proje Merkezleri ve Deneme Alanları

İslâmî ilimler tarih boyunca, belli bir usûl dâhilinde inşa edilmiş, sahih kaynaklara dayanan, Arapça dil ve belâgat kurallarına vâkıf, muhakkik âlimlerin titizliğiyle yoğrulmuş bir mirasa istinat etmiştir. Ancak son asırda bu ilim geleneğine paralel biçimde, dış kaynaklı, plânlı ve maksatlı bir yorum mühendisliği geliştirilmeye başlanmıştır. Bu mühendislik, yalnızca ilmî çevrelerin içinde değil; aynı zamanda politik, sosyolojik ve stratejik merkezlerin gözetiminde teşekkül etmiştir.

Bugün artık birçok müşahede ve delil göstermektedir ki, İslâmî kaynaklara dair tahrif projeleri, sadece şahsî içtihat ve fikir mahsulü değil; planlı ve sistemli bir yönlendirme tertibatının ürünüdür. Bu projeler genellikle oryantalist merkezlerde ya da seküler Batı akademisinde şekillenir; arkasından İslâm coğrafyasındaki bazı ülkelerde denenerek işlenir ve nihayetinde halkı Müslüman olan ama zihnî savrulmalara açık ülkelerde kamuoyuna pazarlanır.

Bu süreçte Mısır, tarihî konumu, El-Ezher gibi köklü bir ilim havzasına ev sahipliği yapması ve Arapça’nın iç dil olması hasebiyle sıklıkla “ön test” alanı olarak tercih edilmiştir. Nitekim birçok modernist yorumun ve tarihselcilik iddialarının ilk olarak Mısır merkezli düşünce mahfillerinde tedavüle girdiği, zamanla da bölgesel yaygınlık kazandığı görülmektedir. Bu yorumların büyük kısmı, sahih hadislerin reddi, sünnetin bağlayıcılığının inkârı, Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça dil kalıplarına aykırı biçimde yorumlanması, ahkâm ayetlerinin zamana ve sosyolojiye göre geçersiz sayılması gibi tehlikeli savrulmaları içinde barındırmaktadır.

Bu projeler daha sonra, Türkiye, Endonezya, Tunus, Lübnan gibi ülkelerde –kimi akademisyenler, medya figürleri veya yayın organları vasıtasıyla– yaygınlaştırılmaktadır. Bu kişiler, halka “İslâm’ı yeniden anlama”, “Kur’ân’a doğrudan dönüş”, “aklıselimle yorum” gibi cazip sloganlarla hitap etmekte; fakat arka planda, İslâm’ın temel kaynaklarını sabit ölçülerden ve usûlî temellerden koparıp keyfî yorumlara açık hâle getirmektedirler.

Öyle ki bu projeler, ilk bakışta ilmî bir faaliyet veya içtihadî bir yorum gibi görünse de, gerçekte dinî hükümlerin aşındırılması, tarihsellik kisvesiyle etkisizleştirilmesi ve nihayetinde dinin özüyle bağının koparılması amacını taşımaktadır. Modern insanın hoşuna gidecek bir din anlayışı üretmek, Allah’ın dinini çağın taleplerine yamamak, Rabbânî ölçüleri beşerî nazarlara tâbi kılmak – bu projelerin ortak yönüdür.

Bu bağlamda şunu açıkça ifade etmek gerekir: Bugün İslâm’ın karşı karşıya kaldığı en büyük tehdit, açıktan saldıran düşmanlardan değil; ilim, özgürlük, yorum ve yenilik kisvesiyle hakikati tahrif eden iç unsurlardan gelmektedir. Zira dışarıdan gelen bir saldırı, direniş ve müdafaa duygusunu doğurur; fakat içeriden, ilmî görünen ama usûlsüzlükle malul yorumlar, fark edilmeksizin zihinleri işgal eder. İşte bu sebeple, bu tür girişimler yalnızca bir yorum farklılığı değil; zihnî bir sömürge teşebbüsü, dinî bir tahrif projesi olarak değerlendirilmelidir.

II. Pazarlamacı Akademisyen ve Yazarların Ortak Özellikleri

Dînî alanda üretilmiş olan tahrifat projelerinin, sadece teori aşamasında kalmadığı, bu projelerin gerek yazılı gerek görsel medya vasıtasıyla halka ulaştırıldığı müşahede edilmektedir. Bu noktada, söz konusu fikirleri pazarlayan şahsiyetlerin -ki bunlar genellikle akademik unvana veya entelektüel itibara sahip kimselerdir- ortak bazı zihnî ve metodolojik özellikler taşıdığı açıkça görülmektedir.

Bu şahısların en belirgin vasfı, aklı merkeze koyarak nassı ona tâbi kılmalarıdır. Onlara göre, nassın -yani Kur’ân ve Sünnet’in- değeri, ancak akıl süzgecinden geçtikten sonra sabitlik kazanabilir. Hüküm, eğer akla uygun düşüyorsa geçerli, aklın kavrayışına ağır geliyorsa ya tarihî bağlama havale edilir ya da çeşitli yorum oyunlarıyla geçersiz kılınır. Böylece, ilâhî vahiy, kul aklının onay mercii haline getirilmiş olur. Bu yaklaşım, aslında “ben Allah’tan daha iyi bilirim” anlamına gelecek kadar tehlikeli bir sapmadır.

İkinci olarak, bu şahısların büyük kısmı, Sünnet-i Seniyye’nin bağlayıcılığına itibar etmez. Onlara göre Kur’ân merkezli olmak, Sünneti devre dışı bırakmayı meşrulaştıran bir yoldur. Oysa Kur’ân, Sünneti açıklayan, tafsil eden ve tatbik eden bir kaynak olarak bizzat Allah Resûlü’nün (s.a.v.) rehberliğini gerekli görmüştür:

Size iki şey bıraktım; onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün Sünneti.” (Muvatta’, Kader, 3)
Bu hadis-i şerif ve benzeri nasslar, dinin ancak Kur’ân ve Sünnet birliğiyle anlaşılabileceğini açıkça ortaya koymaktadır.

Üçüncü olarak, bu kişiler usûl ilminden habersiz, hatta usûlü küçümseyen bir tutum içindedir. Usûl-i fıkıh, tefsir, hadis usûlü, kelâm, nahiv ve belâgat gibi İslâmî ilimlerin temel disiplinlerinden mahrum oldukları hâlde, din adına konuşma cesaretini kendilerinde görebilmektedirler. Oysa ilimsiz yorum, kuralsız muhakeme yalnızca kaosa yol açar.

Dördüncü bir özellikleri de, selef-i sâlihînin ilmî birikimini küçümsemeleri, hatta itham etmeleridir. Bu kişiler, asırlık ilim birikimini bir çırpıda “zamanının ürünü”, “tarihte kalmış yorumlar” şeklinde geçersiz sayabilmekte; hatta selef âlimlerini dar görüşlülükle, hatta “akıl dışılıkla” suçlayabilmektedir. Böylece hem geleneği itibarsızlaştırmakta hem de kendi yorumlarını meşrulaştıracak boş bir zemin oluşturmaktadırlar.

Beşinci ve tehlikeli bir yönleri de, Arapça’nın dil ve nahiv kurallarını ya bilmemeleri ya da bilmezden gelerek ayetleri keyfî biçimde yorumlamalarıdır. Siyak ve sibak dikkate alınmadan yapılan yorumlar, lafzın ruhunu zedelediği gibi; çoğu zaman anlamı tamamen tersine çevirmektedir.

Altıncı olarak, bu şahıslar ilmî eleştiriye kapalı, fakat başkalarını ölçüsüzce itham etmeye açık bir tavır içindedir. Kendilerine yöneltilen en küçük bir tenkide bile ya alaycılıkla ya da öfkeyle mukabele ederler. Halbuki ilim, sorguya, muhasebeye ve murakabeye açık bir yoldur. Kendi görüşünü tartışmaya kapatmak, zaten ilmîliğin en temel ilkesiyle çelişir.

Son olarak, bu kişiler ilmi, fikir üretmekten çok, fikir pazarlamak için bir araç haline getirmiştir. Kalem tutmaları, söz söyleme kabiliyetleri ve medya desteği ile, halk nezdinde “dinî otorite” gibi algılanmakta; fakat ilmî meclislerde tartışmaya girmekten çoğu zaman çekinmektedirler. Çünkü bilgi sathîdir, düşünce köksüzdür, kavrayış kifayetsizdir.

Bu ortak özelliklerin tamamı, sahih din anlayışını tahrif eden bir zihnî yapının tezahürüdür. Bu sebeple, mesele yalnızca bazı yanlış görüşlerin ifadesi değil; din adına bir yönlendirme tertibatının varlığı ve bu tertibatın kimler eliyle yürütüldüğüdür.

III. Ele Alınan Konular, İfadelerindeki Tezat ve Tenakuzlar

Usûlden, nasslardan ve selefî salihinin anlayış ve kavrayışından kopuk yorumlar yalnızca ilmî yetersizlikle malûl değil; aynı zamanda kendi içinde tezatlı ve tutarsızdır. Proje mahiyetindeki bu din anlayışlarının temelinde, sabiteleri yıkmak, ölçüleri muğlaklaştırmak ve zihinleri şüpheye sürüklemek yatar. Ne var ki bu anlayışlar, üzerinde konuştukları meselelerde hem iç tutarlılık sergileyemez hem de kendi söylemleriyle çelişkiye düşmekten kurtulamazlar.

Örneğin, bu çevreler kısas, recm, celde, hırsızlık cezası gibi had cezalarını, modern dünyaya “uygun” bulmayıp Kur’ân’ın bu hükümleri belli bir tarihsel bağlamda vazettiğini iddia ederler. Ancak aynı çevreler, modern pozitif hukukta uygulanan ağırlaştırılmış müebbet, elektrikli sandalye, gaz odası, kimyasal hadım gibi sert cezalar karşısında sessiz kalır yahut bunları “hukukî norm” sayar. O hâlde sorun cezanın mahiyeti değil, cezanın kaynağıdır. Kaynak vahiy olunca bu çevreler rahatsız olmakta; kaynak seküler sistem olunca kabullenmektedirler. Bu apaçık bir ideolojik tutarsızlıktır.

Bir başka örnek de, çok eşlilik meselesidir. Bu konu, her vesileyle “kadın hakkı” bağlamında gündeme getirilir, İslâm’ın bu ruhsatı kadını değersizleştirmekle itham edilir. Hâlbuki aynı çevreler, modern toplumlarda resmiyet dışı sürdürülen çoklu ilişkileri veya “açık evlilik” türü sapmaları “kişisel tercih” olarak savunabilmektedirler. Böylece nikâh altındaki meşru birliktelikler eleştirilirken, ahlâk dışı beraberlikler meşrulaştırılmakta; bu da başka bir ahlâkî tenakuz doğurmaktadır.

Yine aynı şekilde, kadının mirastaki payı ya da şahitliği gibi konular, “eşitlik” perdesi altında tenkit edilmektedir. Bu çevreler, Kur’ân’ın belirlediği bu hükümleri “erkek egemen kültürün yansıması” olarak değerlendirmekte; oysa hüküm açıkça vahye dayanmaktadır (Nisâ, 4/11-12, 4/34). Bu durumda ya Kur’ân’ı ilahî kitap olarak kabul etmemek ya da hükmü beşerî saymak gibi tehlikeli bir uçuruma savrulmak kaçınılmaz olmaktadır. Akıl burada vahyin önüne geçirilmekte, ilâhî olan beşerîleştirilerek tahrif edilmektedir.

Diğer taraftan, ergenlik öncesi evlilik, kadının boşama hakkı, seküler demokrasi ile İslâm’ın bağdaştırılması gibi birçok konu da sözde “yorum özgürlüğü” adı altında yeniden yorumlanmaktadır. Oysa bu konuların tamamı fıkıh literatüründe tafsilatlı şekilde yer almakta, hem naslarla hem de ictihadî içtimaî ölçülerle temellendirilmektedir. Fakat modern hassasiyetler esas alındığında, bu miras yok sayılmakta; yerine sloganik, popülist ve sathî değerlendirmeler ikame edilmektedir.

Bütün bu yaklaşımlarda ortak olan, sabiteleri inkâr etmek, delile değil duyguya yaslanmak ve ilme değil slogana müracaat etmektir. Halbuki dinî meseleler, hissiyata değil hüccete dayanır; şahsî kanaatle değil, ilimle açıklanır. Bu yüzden mesele yalnızca bir fikir ayrılığı değil; metod, usûl ve kaynak farkıdır.

Netice itibariyle bu çevrelerin dile getirdiği her mesele, zahiren “yorum” gibi görünse de, esasında itikadî, amelî ve ahlâkî çöküşün zeminini hazırlayan bir fikir tahribatıdır. Tezatlar ve tenakuzlar, yalnızca şahısları bağlamaz; toplumun din algısını, Kur’ân’a güvenini ve Sünnet’e bağlılığını da zedeler. Bu sebeple, konu yalnızca akademik bir tartışma değil; doğrudan ümmetin istikametiyle ilgili bir akaid meselesidir.

IV. Tahrifat Metodları

Tahrif, yalnızca lafzın değiştirilmesi değil; anlamın çarpıtılması, bağlamdan koparılması, maksat dışı yorumlanması ve usûlsüz şekilde sunulması yoluyla da gerçekleşebilir. Günümüzde din adına ortaya atılan birçok söylem, lafzî değişiklik yapmaksızın, anlamı bozan, metodu sarsan ve hükmü geçersiz kılan yaklaşımlarla doludur. İşte bu noktada, özellikle dinî metinleri yorumlama adı altında ortaya çıkan sistemli ve maksatlı tahrif yöntemleri, ciddiyetle ele alınmalı ve ilmî delillerle ifşa edilmelidir.

1. Siyak ve Sibak’tan Koparma

Birçok ayet, bağlamından (siyak) ve öncesi-sonrasından (sibak) koparılarak tek başına yorumlanmakta; bu da ayetin asıl maksadının tamamen tersine çevrilmesine yol açmaktadır. Hâlbuki Kur’ân, birbirinden bağımsız cümlelerden değil; bütünlük arz eden ilâhî bir hitaptan oluşur. Siyak ve sibak dikkate alınmadan yapılan yorumlar, tıpkı bir paragrafın ortasındaki kelimeye bakıp tüm metni yargılamak gibidir. Böyle bir yaklaşım, ilmî değil keyfîdir.

2. Dil Kurallarına Aykırı Yorumlama

Kur’ân-ı Kerîm, Arapça olarak inmiştir. Bu dilin sarf, nahiv, belâgat ve beyan kuralları, ayetin muradını anlamada temel belirleyicilerdir. Ancak modern yorumcuların bir kısmı, ya Arapça dil kurallarına vâkıf değildir yahut onları bilerek devre dışı bırakmaktadır. Örnek olarak, geçmiş zaman sigasıyla gelen ayetleri gelecek zaman gibi yorumlamak, emri temenni gibi sunmak veya nehyi tavsiye gibi göstermek bu tür tahrifatlara örnektir. Böylece, dilin taşıdığı hüküm niyetten koparılmakta ve lafız, manayı taşımak yerine heva ile eğilip bükülmektedir.

3. Sünnetin Devre Dışı Bırakılması

Modern yorumcuların bir diğer ortak tavrı, Kur’ân merkezliliği gerekçe göstererek Sünnet-i Seniyye’yi dışlamak, hatta kimi zaman bütünüyle reddetmektir. Oysa Kur’ân, Hz. Peygamber’i yalnızca vahyi getiren değil; onu açıklayan, tatbik eden ve yaşatan bir örnek olarak sunar:

Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21)

Sünnet olmadan Kur’ân’ın birçok hükmü ya uygulanamaz kalır ya da yanlış anlaşılır. Recm cezası, hadlerin tafsilatı, zekâtın miktarı, namazın şekli gibi pek çok mesele, yalnızca Sünnet sayesinde anlaşılabilir. Sünneti dışlamak, dinî hükümlerin uygulama zeminini yok etmektir.

4. Tarihselcilik İddiası ile Evrensel Hükümlerin Aşındırılması

Bir başka metod da, ayetleri belli tarihî bağlamlara hapsetmek ve bugünle ilgisiz hâle getirmektir. Bu yaklaşıma göre, Kur’ân’ın hükümleri indiği toplumun şartlarına hitap eder; dolayısıyla günümüz şartlarında geçerli değildir. Bu anlayış, Kur’ân’ın evrenselliğini ve kıyamete kadar baki kalacak hükümlerini inkâr etmeye varacak kadar tehlikelidir. Oysa Kur’ân bizzat kendisi için şöyle buyurur:

O (Kur’ân), bütün âlemler için yalnızca bir öğüttür.” (Sâd, 38/87)

Evet, Kur’ân’ın indiği tarihî bağlamı bilmek anlamaya yardımcı olabilir; fakat bu bağlam, ilâhî hükmün geçerliliğini sınırlandırmaz. Aksi takdirde, Kur’ân sadece bir çağın kitabı hâline gelir ki bu, onun nübüvvet vasfına ve beka vaadine apaçık bir aykırılıktır.

5. İlmi Dayanaktan Mahrum Kanaatçilik

Bazı yorumlar, delile değil, hisse; ilmî metoda değil, şahsî kanaate; nassın ruhuna değil, çağın beklentilerine dayanır. Hüküm verirken herhangi bir fıkhî kaynağa, usûl kuralına ya da müctehid görüşüne atıf yapılmaz. Bu tavır, “herkesin Kur’ân’dan istediğini çıkarabileceği” bir anarşiye kapı aralar. Böylece din, herkesin yorumladığı kadar çoğalır; ama hakikati kaybolur.

Bu yöntemlerin tümü, maksadî değil araçsal yorumlardır. Yani gayeleri doğruyu bulmak değil; kendi düşüncesini Kur’ân’a söyletmektir. Bu da Kur’ân’a tâbi olmak değil, onu kendine tâbi kılmak anlamına gelir. Bu yaklaşım, ilim değil hevadır; tefsir değil tahriftir.

V. Neticenin Yol Açtığı Tehlikeler

Dînî meselelerde usûlsüzlük, ölçüsüzlük ve keyfîlik yalnızca bir yorum farklılığı olarak değerlendirilip geçilemez. Çünkü her yorum, zihnî bir yöneliş doğurur; her yöneliş, amele sirayet eder; her amel de şahsî ve toplumsal ahlâkı biçimlendirir. Bu sebeple, Kur’ân ve Sünnet’in sahih kavranışından uzaklaşmanın sadece ilmî değil, aynı zamanda itikadî, içtimaî ve medenî neticeleri de bulunmaktadır. Usûlsüz din anlayışlarının yol açtığı tehlikeler beş temel başlık altında toplanabilir:

1. Zihnî Çözülme ve Hakikat Algısının Bozulması

Din, fert için hakikatin merkezidir. Vahyin rehberliğinden uzak kalan fert, ya aklını mutlaklaştırır ya da hevasına teslim olur. Bugün her ekolün kendi Kur’ân anlayışıyla ortaya çıkması, her çevrenin “İslâm’a yeni bir bakış” geliştirmeye çalışması, vahyin asli yönlendiriciliğini iptal etmekte, mutlak hakikat anlayışını görecelileştirmektedir. Bu da, özellikle genç nesillerin kafasında “neye inanmalıyım” sorusunun cevapsız kalmasına yol açar. Hakikat yerini yoruma, sabiteler yerini duyguya terk eder.

2. Gençliğin Savrulması ve Ateist/Deist Dalgaların Yayılması

Dinî konularda çelişkili, tutarsız, zayıf temelli yorumlar sunmak; gençlerin zihninde İslâm’a dair bir dağınıklık ve güvensizlik meydana getirir. Sünneti yok sayan, sahabeyi küçümseyen, selef-i sâlihîni çağ dışı gören, Kur’ân’ı aklî kalıplara hapsetmeye çalışan yaklaşımlar; İslâm’ı bir çelişkiler yığını gibi göstererek, genç fertleri ateizme, deizme yahut agnostisizme sevk eder. Bu bir varsayım değil, sahada gözlemlenen acı bir hakikattir.

3. İslâm Hukukuna ve Sosyal Düzenine Güvenin Zedelenmesi

İslâm’ın had cezaları, miras taksimi, evlilik nizamı gibi konular; modern zihinlere göre “problemli” gösterilmekte ve “tarihe karışması gereken uygulamalar” gibi sunulmaktadır. Böylece Kur’ân’ın toplum düzenine dair hükümleri “revize edilmesi gereken gelenekler” seviyesine indirilmektedir. Bu ise İslâm’ın yalnızca manevî bir inanç değil; aynı zamanda bir hayat nizamı olduğunu unutturan seküler bir din algısı doğurmaktadır. İslâm’a göre değil; İslâm’ı kendine göre biçimlendiren bir anlayış, dini değil şahsî yorumu esas alır.

4. Usûl ve Selef-i Sâlihîn Kavrayışından Kopuş

İslâm’ı anlamanın yolu, nassı keyfî şekilde yorumlamak değil; selef-i sâlihînin ve ümmetin icmâına dayanan usûl çerçevesini merkeze almaktır. Ancak modern yaklaşımlar bu çerçeveyi iptal ederek, nassı kendi sosyal, psikolojik ya da ideolojik kodlarına göre anlamaya yönelir. Bu da ümmetin birikimini yok saymak anlamına gelir. Bin dört yüz yıllık ilmî birikimi reddeden bir zihniyetin, hakikate ulaşma şansı yoktur. Çünkü tarih boyunca bu din, ancak usûl ile muhafaza edilmiş, cemiyetin sadakati ile taşınmıştır.

5. Dînî Alanın Ticarî ve Politik Ranta Açılması

Bazı kişi ve gruplar, “aklî din yorumları”nı pazarlayarak, yazılı ve görsel medya üzerinden geniş kitlelere hitap etmekte, ilim meclislerinde değil; reyting kürsülerinde boy göstermektedir. Dînî metinler, kimi zaman politik ajandalar için, kimi zaman ekonomik çıkarlar için kullanılmaktadır. Bu da dinin itibarını düşürmekte, halkın nazarında dînî söylemi bir manipülasyon aracı hâline getirmektedir.

Netice itibariyle, Kur’ân’ı kendi aklıyla şekillendirmeye çalışan bu yorumcular, hem metni hem ümmeti tahrib etmektedir. Bu tavır, ümmetin vahdetini bozmakta; gençliğin istikametini kaydırmakta; sabiteleri buharlaştırmakta; ve en nihayetinde, dînin bizzat kendisini “tartışmaya açık” bir inşa sürecine dönüştürmektedir.

Bu sebeple, bu tür yaklaşımlara karşı durmak bir ilmî sorumluluk değil; aynı zamanda bir akaid vecîbesidir.

VI. Sonuç ve Teklifler

Yukarıda müdellel şekilde ortaya konduğu üzere, tarihselcilik ve benzeri modernist yaklaşımlar; Kur’ân’ı ve Sünnet’i anlamada geleneksel usûlün dışına çıkarak, hem metnin ruhuna hem ümmetin icmâına muhalif bir zemin inşa etmektedir. Bu durum, yalnızca ilmî bir tercih değil; aynı zamanda fikrî bir tahrif, itikadî bir sapma ve içtimaî bir çözülme vesilesidir. Din adına serdedilen bu keyfî yorumlar, Kur’ân’a muhatap olma salahiyetinden uzak, heves merkezli bir tasallut teşkil etmektedir.

İlâhî kelâm, ancak kendi usûlü çerçevesinde anlaşılabilir. Bu usûlün temel taşları ise sâlim akıl, sağlam dil bilgisi, sahih rivayet, sarsılmaz usûl ve Selef-i Sâlihîn’in kavrayışıdır. Bunlardan herhangi birinin ihmal edilmesi, Kur’ân’ı anlamak değil; Kur’ân’a kendi fikrini söyletmek olur ki bu da tefsir değil tahriftir.

Bu bağlamda, şu teklifler zaruret hâline gelmiştir:

1. Usûl İlmi Yeniden Tahkim Edilmelidir

Kur’ân ve Sünnet’e dair yorumların sahihliğini denetleyecek en temel araç, usûl ilmidir. Usûl-i fıkıh ve usûl-i tefsir; nassların maksatlarını, delâlet sınırlarını, illetleri ve murad-ı ilâhîyi anlama noktasında vazgeçilmezdir. Bu ilimlerin ihmal edilmesi, “her aklın bir Kur’ân’ı olur” şeklindeki anarşik bir din telakkisini doğurur. Bu sebeple, medreselerde ve ilahiyat fakültelerinde usûl ilmi merkeze alınmalı, bu ilimlerin tarihî seyri ve metodolojik disiplini yeniden kuvvetle öğretilmelidir.

2. Selef-i Sâlihîn’in Kavrayışı İhya Edilmelidir

İlk üç asırda yaşayan sahabe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn; nassları, bizzat nüzûl ortamında ve Hz. Peygamber’in canlı terbiyesi içinde anlamış nesillerdir. Bu bakımdan onların din anlayışı, hata ihtimali en az, isabet ihtimali en yüksek örneklik olarak görülmelidir. Mezhep imamlarının, müctehidlerin ve muhaddislerin bu çizgideki çabaları, ümmetin sağlam omurgasını teşkil etmiştir. Modern yorumlar, bu omurgayı kırmakta; sahih olanı “tarihsellik” zannıyla geçersizleştirmektedir. Bu gidişata karşı, Selef-i Sâlihîn’in kavrayışı merkeze alınmalı ve bu kavrayış, çağdaş meselelerle irtibatlı şekilde yeniden inşa edilmelidir.

3. Gençlik, Sahih Din Telakkisiyle Buluşturulmalıdır

Bugünün gençliği, bilgiye hızlı ulaşmakta; fakat hakikat ile sahteyi ayıracak usûlî bir süzgece sahip olmamaktadır. Bu durum, onları ya ifrat ve tefrite yahut ateist ve deist dalgalara sürüklemektedir. Bu sebeple, gençliğe hitap eden programlar, kitaplar ve dijital içerikler; hem sahih bir itikadı hem usûle dayalı bir anlayışı taşımalıdır. Genç fertlere “İslâm’ı senin anlayacağın gibi anlatalım” demek değil; İslâm’ı Allah’ın murad ettiği gibi öğretmek temel hedef olmalıdır.

4. Dînî Alan Ticarî ve Politik Hesaplardan Korunmalıdır

Din, hakikatin ta kendisidir; bir pazarlama unsuru değil. Bazı kişi ve grupların, dini argümanları reyting ya da siyaset malzemesi hâline getirmesi, hem dinin vakarına zarar vermekte hem de halkın nazarında dinî söylemi güvensizleştirmektedir. Bu sebeple, dînî hitabın ehil ellerden çıkması, ilmî mahfillerde yoğrulması ve riyâ, menfaat ve ideoloji kirlerinden arındırılması zaruridir.

5. Akademik Zeminlerde Müdellel Cevaplar Üretilmelidir

Modernist yaklaşımlar, çoğu zaman akademik süslemelerle ve metodolojik kisvelerle sunulmaktadır. Bu da, zihinlerde onların “ilim adamı görüşü” olduğu zannını doğurur. Bu sebeple, bu anlayışlara karşı sathî söylemlerle değil; ilmî delillere dayalı, müdellel, sistematik ve kaynaklı metinlerle cevap verilmelidir. Her iddia, deliliyle tekzip edilmeli; her çarpıtma, aslıyla ortaya konmalıdır.

Son Söz:

Kur’ân, kıyamete kadar bütün insanlığa gönderilmiş ve korunmuş ilâhî bir hitaptır. Onu anlamak, her ferdin hakkı; fakat keyfince yorumlamak kimsenin hakkı değildir. Kur’ân’a karşı sorumluluğumuz, ona sadakatle bağlanmak; onun muradına akıl, kalp ve usûl yoluyla ulaşmaktır. Sadakat; lafzına değil, maksadına tâbi olmakla; sevgi ise heva ile değil, hikmetle yaklaşmakla mümkün olur.

Bu sebeple, çağımızda dinin tahrifine karşı durmak, yalnızca bir fikir mücadelesi değil; bir iman vecîbesi, bir nesil borcu, bir medeniyet mesuliyetidir. Bu borç ancak ilimle, ihlâsla ve sahih usûlle ödenebilir.

Hazırlayan: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
25.07.2025 OF

Dipnotlar:
1. Ahzâb Sûresi, 33/21.
2. Sâd Sûresi, 38/87.
3. İmam Şâfiî, er-Risâle, thk. Ahmed M. Şâkir, Dârü’l-Fikr, Beyrut, ts., s. 39-41.
4. Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber, M. Zâhid Kevserî şerhiyle, Dâru’l-Ma‘rifeti, Beyrut, ts., s. 12-15.
5. Şâtıbî, el-Muvâfakât fî Usûli’ş-Şerîa, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, c.1, s. 47 vd.
6. İbn Teymiyye, Mukaddime fî Usûli’t-Tefsîr, Dâru’l-Âsıme, Riyad, 1995, s. 7-9.
7. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb (Tefsîru’l-Kebîr), Dâru’l-Fikr, Beyrut, ts., ilgili sûrelerin tefsiri.
8. Zemahşerî, el-Keşşâf, Dâru’l-Ma‘rifeti, Beyrut, ts., ilgili âyetlerin tefsiri.
9. Muhammed Tâhir b. Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Dârü’t-Tûnüsiyye, Tunus, ts., ilgili ciltler.
10. İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, thk. M. Muhyiddîn Abdülhamîd, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, ts., s. 13-19.
11. İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1984, ilgili âyetlerin tefsiri.
12. Mustafa Sâbîr Efendi, Ta‘lîku’t-Ta‘lîk, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, Kahire, ts., c. 1, s. 25-30.
13. Yusuf el-Karadâvî, el-Hallâfu beyne’l-Medreseteyni, Dâru’l-Kalem, Beyrut, 1993, s. 52-55.
14. M. Abid Câbirî, Tefsîru’l-Kur’ân fi’l-Asr, el-Markezu’s-Sakâfî li’l-Bahs ve’n-Neşr, Beyrut, 2001, s. 75 vd.
15. Mehmet Savaş Kafkasyalı, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara, 2017, s. 103-110.
16. Süleyman Uludağ, İslâm Düşüncesinin Yapısı, Dergâh Yay., İstanbul, 2006, s. 143-149.
17. Recep Şentürk, İslâm Dünyasında Düşünce Özgürlüğü, İstanbul: Timaş Yay., 2011, s. 58-65.
18. Osman Taşpınar, Tarihselcilik ve Kur’ân, Rağbet Yay., İstanbul, 2018, s. 121-135.
19. Ebû Zeyd, Nasr Hamid, el-Tefsîru’l-İlmî li’l-Kur’ân, el-Hey’etü’l-Mısriyye, Kahire, 2002.
20. Ali Bulaç, Tarihselcilik ve Kur’an, Ankara Okulu Yay., 2002, s. 93-95.

ترجمة من التركية إلى العربية: 👇

مناقشاتٌ بلا أصول، وانتقاداتٌ بلا ضوابط: تحليلٌ علميّ لظاهرة التحريف الديني وما يُسمّى بـ«أكاديميي المشاريع»

المقدّمة

إنّ الدِّين نِظامٌ إلهيّ، يحدّد للإنسانِ معنى وجوده، ويربطه بالحقّ، ويهديه إلى سبيل النجاة في الدنيا والآخرة. ومصدر هذا النظام هو الوحي، ومنهجه هو الأصول؛ فبغير منهجٍ مضبوط في فهم الوحي وتأويله وتنزيله، يُلبَسُ الحقّ بالباطل، ويغدو حُكم الدين لعبةً في أيدي الأهواء. وقد بيّن القرآن الكريم هذه الحقيقة بوضوح، إذ قال: ﴿فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لا تَعْلَمُونَ﴾ [النحل: ٤٣]، وهو نصٌّ جليّ في أنّ العلوم الدينية ترتكز على الأهلية والمنهج السليم.

غير أنّ العصر الحديث لم يُحدث قطيعةً فحسب في ميادين التكنولوجيا والإنتاج، بل أتى كذلك بانكساراتٍ في تصوّر الحقيقة وتقدير القيم. وقد امتدّ أثر هذا الانكسار إلى المجال الديني، فظهرت تأويلاتٌ تُخضِع النصوص للعقل، وتفصل بين الدين وأصوله، وتسير تحت مظلة «العلمية»، لتُسرّع من وتيرة التحريف. لقد أصبح العقل النسبيّ في مواجهة الوحي المطلق، والرأي الفرديّ في مواجهة سنّة الرسول ﷺ، والنظرة التاريخية المتعالية في مواجهة تراث السلف الصالح؛ فاشتدّت الأزمة في العلوم الدينية.

وفي هذا السياق، نلحظ أنّ بعض «المراكز المشروعية» – وهي غالبًا مؤسساتٌ ثقافية علمانية أو دوائر متأثرة بالاستشراق – قد ابتدعت أنماطًا من التأويل وُجِّهت إلى الجغرافيا الإسلامية، فكان أول تجاربها في مراكز علمية عريقة كمصر، ثم انتقلت إلى دولٍ ذات ديناميكية فكرية كتركيا، عن طريق بعض الأكاديميين والكُتّاب والمتصدرين باسم الفكر. وهؤلاء في أغلبهم يؤدّون «مهمتهم» بأسلوبٍ مشوب بالحرية المزعومة، والتأويل الفوضويّ، والنقد غير المنضبط، والرأي الذي لا مستند له.

فكثيرٌ من المسائل الاعتقادية والعملية التي وقع عليها الإجماع، إما تُنكر علنًا على أيدي هؤلاء «وعّاظ المشاريع»، أو تُحرّف بأسلوبٍ يتماشى مع مزاج العقل الحديث. تارةً يُقال: «نحن قرآنيون» فيُقصى الحديث والسنة، وتارةً: «نحن عقلانيون» فيُقدّم العقل على النصّ، وتارةً: «الآيات نزلت في سياق تاريخي خاص» فيُبطل بها حكمُها على سائر الأزمنة. وهذا ليس من الاجتهاد العلميّ في شيء، بل هو تلاعبٌ بالأصول وضربٌ من الهوى.

في هذا المقال، سنحلّل الخلفية التي خرجت منها هذه المشاريع، والصفات المشتركة لأصحابها، كما سنبيّن الأخطاء المنهجية التي يقعون فيها عند تفسيرهم للقرآن والسنة، من خلال أمثلة واقعية. وسنكشف كذلك عن الآثار التخريبية لهذه الرؤى في البنية الذهنية الإسلامية، وسنقترح في المقابل العودة إلى الأصول، والتمسك بمنهج السلف، وبناء الكفاءة العلمية من جديد.

ذلك أنّ الفتوى بغير علمٍ تؤدّي إلى الهلاك، والنقاش بغير أصولٍ يُشعل الفتنة، والحُكم بغير نصٍّ يُفضي إلى الضياع. فالنجاة إذن مرهونة بالرجوع إلى العلم والأصول، لا بالانقياد للأهواء والرغبات.

أولًا: مراكز المشاريع ومجالات التجريب

لقد بُنيت العلوم الإسلامية عبر التاريخ على أساسٍ من الأصول المنهجية، واستندت إلى مصادر صحيحة، وصيغت في إطار قواعد اللغة العربية وبلاغتها، تحت أنظار علماء محققين قد خبروا دقائق العلوم وأصولها. غير أنّ العقود الأخيرة شهدت نشوءَ «هندسة تأويلية» موازية لهذا التراث، ذات مصدر خارجي، ومقصدٍ موجّه، وتخطيطٍ متقن. وهذه الهندسة لم تتشكل داخل الأوساط العلمية فحسب، بل نشأت أيضًا تحت أنظار مراكز سياسية واجتماعية واستراتيجية.

وبحسب ما تكشفه الوقائع والشواهد، فإنّ ما يُعرض اليوم من مشاريع تحريفٍ للتراث الإسلامي، ليس نتاج اجتهاداتٍ فردية أو رؤى شخصية فحسب، بل هو ثمرةُ توجيهٍ منهجيّ مخطط له. وغالبًا ما تتشكّل هذه المشاريع في دوائر الاستشراق أو في الأكاديميات الغربية العلمانية، ثم تُجرب أولًا في دولٍ معيّنة من العالم الإسلامي، وأخيرًا تُسوّق في بيئاتٍ شعبها مسلم لكنّه قابلٌ للتذبذب الذهني والفكري.

وقد اختيرت مصر في هذا السياق -نظرًا لمكانتها العلمية، واحتضانها للأزهر الشريف، وكون اللغة العربية لسانها القومي- لتكون ميدان التجربة الأول. ولا عجب، فإنّ أكثر التأويلات الحداثية والمقولات التاريخانية انطلقت من محافل فكرية مصرية، ثم انتشرت إقليميًا. وتحتوي هذه التأويلات على انحرافاتٍ خطيرة، كإنكار الحديث الصحيح، ورفض حجية السنة، وتأويل القرآن بما يخالف قواعد العربية، وإبطال أحكام الشريعة بمزاعم اجتماعية وزمانية.

ثم انتقلت هذه المشاريع إلى دولٍ مثل تركيا وإندونيسيا وتونس ولبنان، عن طريق بعض الأكاديميين أو وسائل الإعلام أو دور النشر. ويخاطب هؤلاء العامة بشعاراتٍ جذابة كـ«إعادة فهم الإسلام»، و«العودة المباشرة إلى القرآن»، و«تفسير الدين بعقلٍ سليم»، إلا أنهم في الواقع يعملون على فصل المصادر الإسلامية عن معاييرها الثابتة وأصولها المنهجية، وفتح المجال أمام التأويلات الاعتباطية.

وقد تبدو هذه المشاريع في الظاهر اجتهادًا علميًا أو نشاطًا تأويليًا، لكنها في حقيقتها تهدف إلى تمييع الأحكام الشرعية، وإبطالها تحت عباءة التاريخانية، ثم فصلها نهائيًا عن جوهر الدين. إنّ السعي لإنتاج دينٍ يُرضي الإنسان الحديث، وتكييف شريعة الله مع أهواء العصر، وتقديم المقاييس الربانية على محكمة النظر البشري – هو المشترك في هذه المشاريع.

ولهذا، ينبغي التصريح دون مواربة: إنّ الخطر الأعظم الذي يهدد الإسلام اليوم لا يأتي من العدو الظاهر، بل من الداخل، ممن يُلبسون الباطل لباس العلم والحرية والاجتهاد والتجديد. فالهجوم الخارجي يثير المقاومة والدفاع، أما الانحراف المنهجي الذي يتسلل من داخل الفكر، فهو غزوٌ للعقول لا يُشعر به. ومن ثمّ، لا بدّ من اعتبار هذه المشاريع ليس مجرد اختلافٍ في التفسير، بل محاولةً للاستعمار الذهني، وتحريفًا دينيًا مقصودًا.

ثانيًا: الخصائص المشتركة للأكاديميين والكُتّاب المروّجين لتلك المشاريع

إنّ مشاريع التحريف الديني في العصر الحديث لم تبقَ حبيسة التنظير الأكاديمي، بل خرجت إلى حيّز التطبيق، وتمّ تسويقها إلى الجماهير عبر الوسائط الإعلامية المكتوبة والمرئية. وفي هذا السياق، يظهر جليًّا أنّ الشخصيات التي تتبنّى هذا التسويق -وهم غالبًا أصحاب ألقاب أكاديمية أو ذوو اعتبارٍ فكري- يشتركون في سماتٍ ذهنية ومنهجية محدّدة.

وأبرز هذه السمات أنّهم يجعلون العقلَ معيارًا أعلى، يخضع له النصّ. فالنصّ -أي القرآن والسنة- لا يكون معتبرًا عندهم إلا إذا وافق مقاييس العقل البشري. فإن استجاب النص للعقل قبلوه، وإن شقّ عليه تأويله، ردّوه إمّا بإحالته على السياق التاريخي، أو بالتلاعب بتفسيره. وبهذا صار الوحي الإلهي خاضعًا لمصادقة العبد، لا العكس. وهذه نزعة خطيرة تماثل –لا قدّر الله– قول من يقول: “أنا أعلم من الله”! وهو انحرافٌ بالغ.

وثانيًا: أكثر هؤلاء لا يُقيمون وزنًا لحجّية السُّنّة النبوية. فعندهم أنّ “التمركز حول القرآن” يُبرّر إقصاء السنّة. ولكن القرآن نفسه جعل من الرسول ﷺ شارحًا ومفصّلًا ومبيّنًا لمراد الله، إذ قال تعالى: ﴿وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ﴾ [النحل: ٤٤]. وقال النبي ﷺ: «تركت فيكم أمرين، لن تضلّوا ما إن تمسكتم بهما: كتاب الله وسنّة نبيّه» (الموطّأ، القدر، ٣). وهذا يدلّ على أنّ فهم الدِّين لا يستقيم إلا بجمع النصّين معًا، لا بتقديم أحدهما على الآخر.

وثالثًا: هؤلاء الأشخاص يجهلون علم الأصول، بل ربما يحتقرونه. فمنهم من يتحدّث في الدين دون أن يتأهّل في أصول الفقه، أو أصول التفسير، أو مصطلح الحديث، أو علم الكلام، أو النحو والبلاغة؛ وهي كلّها علومٌ أساسية لفهم الشريعة. فالذي يخوض في العلم بلا أصول، كمن يبني بلا أساس؛ لا يُنتظر منه إلا الفوضى.

ورابعًا: من خصائصهم الاستخفاف بعلماء السلف الصالح، والتقليل من شأن تراثهم. فهم لا يتورّعون عن وصف أقوال الأئمّة بأنها “نتاج عصرها”، أو “آراءٌ تاريخية”، بل قد يصفونهم بالجمود أو ضيق الأفق. وبهذا يسعون إلى هدم الثقة بالتراث، ليُفسحوا المجال لأنفسهم في احتلال موقع المرجعية.

وخامسًا: من أخطر ما في طريقتهم، الجهل بالعربية نحوًا وبلاغة، أو التعامي عنها عمدًا. فتراهم يؤوّلون آيات الله بلا اعتبارٍ للسياق، ولا مراعاةٍ لسباقٍ أو لحاق، فيخرجون باللفظ عن دلالته، ويقلبون المعنى رأسًا على عقب، مما يؤدي إلى تحريفٍ صريح.

وسادسًا: يُلاحظ على هؤلاء تضييق صدرهم للنقد العلمي، وسرعة تهجّمهم على مخالفيهم. فإذا ما وُجّه إليهم اعتراضٌ رصين، واجهوه إما بالسخرية أو بالغضب. وهذا خلافُ أدبِ العلم، فإنّ العالم الحقّ يرحّب بالمراجعة والمحاسبة والمناقشة، لا يغلق بابه في وجهها.

وسابعًا وأخيرًا: إنّهم لا يتّخذون العلم وسيلةً للبحث، بل آلةً للتسويق والترويج. فبفضل فصاحتهم أو دعم وسائل الإعلام لهم، يُقدَّمون للعامة بصفتهم “مراجع دينية”، لكنهم في المحافل العلمية الحقّة يغيبون أو يمتنعون؛ إذ إنّ بضاعتهم سطحية، وفكرهم جذريًّا بلا عمق، وفهمهم قاصر.

وهذه الصفات جميعها تُظهر لنا أنّ القضية ليست مجرّد “أخطاءٍ فكرية”، بل هي ثمرة ذهنيةٍ مؤدلجة، تسعى لتحريف مفهوم الدين وإعادة تشكيله، لا وفق النصوص والأصول، بل وفق أهواءٍ وأغراضٍ معينة.

ثالثًا: الموضوعات المطروحة وتناقضها الداخلي

إنّ التأويلات التي تفصل النصوص عن أصولها، وتحجبها عن فهم السلف الصالح، لا تفتقر فقط إلى التأصيل العلمي، بل تقع كذلك في تناقضٍ ظاهر. فإنّ منطلق هذه المشاريع ليس إقامة الفهم، بل زعزعة الثوابت، وتشويش المقاييس، وبثّ الشك في الأذهان. إلا أنّها – عند التحقيق – عاجزةٌ عن تحقيق التماسك الداخلي، وتقع في التناقض الصريح مع نفسها.

ومن أمثلة ذلك: أنهم يرفضون الحدود الشرعية – كالقصاص، والرجم، والجلد، وقطع يد السارق – بحجة أنّها لا تناسب “العصر الحديث”، ويزعمون أنّ هذه الأحكام وردت في سياقٍ تاريخي خاص. لكنهم في الوقت ذاته لا يعترضون على العقوبات القاسية في القوانين الوضعية، كالسجن المؤبّد، والكرسي الكهربائي، وغرفة الغاز، والإخصاء الكيميائي، بل يعتبرونها “أحكامًا قانونية” مشروعة! فالإشكال إذن ليس في العقوبة ذاتها، بل في مصدرها. فإذا كان المصدر وحيًا، أنكروا، وإذا كان علمانيًا، قبلوا. وهذا عين التناقض الأيديولوجي.

ومثال آخر: موضوع التعدد في الزواج. فإنهم يهاجمونه دائمًا تحت شعار “حقوق المرأة”، ويعتبرونه امتهانًا لها. ولكنهم – في المقابل – لا يعترضون على العلاقات المتعدّدة خارج إطار الزواج، أو ما يسمّى بـ”الزواج المفتوح” في المجتمعات الحديثة، بل يرونه “حرية شخصية”! فكيف تُستنكر العلاقة المشروعة ويُسكت عن العلاقة المحرّمة؟! هذا تناقض أخلاقيّ لا يُنكر.

ومثل ذلك أيضًا: قضية ميراث المرأة، أو شهادتها، التي تُنتقد تحت ذريعة “المساواة”. فيُقال إنّ هذه الأحكام تمثّل “ثقافة ذكورية”، مع أنها نصوص قرآنية صريحة (النساء: 11–12، 34). فإما أن يُنكر النص، وإما أن يُجعل بشريًّا لا إلهيًّا، وكلا الأمرين كفر أو يؤدّي إلى الكفر. وفي كلّ ذلك، يُقدَّم العقل على الوحي، ويُحكَّم الهوى في موضع الهداية، ويُمسخ الدين تحت ستار التحديث.

وتُعاد نفس الحيلة في مسائل أخرى: كزواج القاصرات، وحقّ المرأة في الطلاق، والتوفيق بين الديمقراطية العلمانية والشريعة الإسلامية، وغيرها من القضايا. وكلّها تناولها الفقهاء تفصيلًا في كتبهم، بناءً على النصوص والاجتهاد المنضبط. لكنّ هؤلاء يتجاوزون ذلك الميراث، ويركنون إلى شعاراتٍ سطحية، تنال الرواج لا التحقيق.

والمشترك بين هذه المناهج كلّها هو: إنكار الثوابت، وتغليب العاطفة على الدليل، ورفع الشعارات بدل بناء الحجة. والحال أنّ قضايا الدين لا تقوم على الانفعال، بل على الاستدلال، ولا يُنظر فيها بالذوق، بل بالعلم.

ومن ثَمّ، فالقضية ليست اختلافًا في وجهات النظر، بل تباينٌ في المنهج، وافتراقٌ في الأصل والمصدر. والمآل ليس مجرد رأي يُقال ويُرد، بل مشروع هدمٍ لعقيدة الأمة، ومساسٌ بثقتها بالقرآن، وتوهينٌ لصلتها بالسنّة. فالمسألة ليست نقاشًا أكاديميًا محضًا، بل فتنةٌ تمسّ صلب العقيدة، وتعبث باتجاه الأمّة.

رابعًا: طُرُقُ التَّحْرِيفِ وَأَسَالِيبُهُ الْمُعَاصِرَةُ

إنَّ التحريفَ لا يقتصر على تبديلِ الألفاظِ فقط، بل قد يقعُ من خلالِ تحريفِ المعاني، أو بترِ النصوصِ عن سياقِها، أو تأويلِها على غيرِ مرادِها، أو عرضِها بغيرِ ضوابطِها وأصولِها. وإنَّ كثيرًا من الخطاباتِ المعاصرةِ باسمِ الدينِ، وإنْ لم تُغَيِّرِ اللفظَ، فإنها تُفسِدُ المعنى، وتُهدرُ المنهج، وتُبطِلُ الحُكم.

ومن ثمَّ، فإنَّ الأساليبَ المنهجيةَ والمقصودةَ التي تُمارس اليومَ باسمِ “تفسير النصوصِ الشرعية” إنما تستبطنُ تحريفًا ممنهجًا، ينبغي الوقوفُ عليه بجديةٍ، وكشفُه بالأدلَّةِ والبراهينِ.

١. إِبْتِرَادُ الآيَاتِ عَنْ سِيَاقِهَا وَسِبَاقِهَا

كثيرٌ من الآياتِ تُؤخذُ مفردةً وتُفَسَّرُ بمعزلٍ عن سياقِها وسِباقِها، مما يُفضي إلى قلبِ المعنى الحقيقيِّ للآيةِ. والحالُ أنّ القرآنَ الكريمَ ليس جُمَلًا متفرقةً، بل هو خطابٌ إلهيٌّ متكاملٌ ومترابطٌ. فمَن فسَّرَ كلمةً في منتصفِ فقرةٍ دونَ الالتفاتِ إلى السياقِ الكليِّ، فإنه لا يُعتدُّ بتفسيرِه، ولا يُلتفتُ إلى فَهمِه. فهذا من التفسيرِ الاعتباطيِّ لا العلميِّ.

٢. تَأْوِيلُ الآيَاتِ عَلَى خِلَافِ قَوَاعِدِ اللُّغَةِ

إنَّ القرآنَ الكريمَ قد نزلَ بلسانٍ عربيٍّ مبينٍ، فلا بُدَّ من الرجوعِ إلى قواعدِ اللغةِ العربيةِ من صرفٍ ونحوٍ وبلاغةٍ وبيانٍ لفهمِ مرادِ الله تعالى. غير أنَّ بعضَ المفسرينَ المعاصرينَ إمّا يجهلونَ هذه القواعدِ أو يتعمَّدونَ تجاوزَها. ومِن أمثلةِ ذلك: تفسيرُ الفعلِ الماضي بالاستقبالِ، أو تأويلُ الأمرِ إلى التمنِّي، أو النهي إلى مجرَّدِ النُّصحِ. وهكذا يُفرغُ اللفظُ من حُكمِه، ويُحرَّفُ المعنى تبعًا للهوى.

٣. تَغْيِيبُ السُّنَّةِ النَّبَوِيَّةِ

ومن أبرزِ أساليبِ التَّحريفِ المعاصرِ: الاكتفاءُ بالقرآنِ الكريمِ بحجَّةِ “القرآنيَّةِ”، وطرحُ السنةِ النبويَّةِ بل وإنكارُها كلِّيًّا أحيانًا. والحالُ أنَّ اللهَ تعالى قد قدَّمَ النبيَّ ﷺ على أنَّه المبيِّنُ والقدوةُ والأسوةُ الحسنةُ، قال تعالى: ﴿لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ﴾ [الأحزاب: ٢١]. وبدونِ السنةِ، تبقى كثيرٌ من الأحكامِ معلَّقةً أو مشوَّشةً، كحدِّ الرجم، وتفصيلِ الزكاة، وهيئةِ الصلاةِ، وغيرِها من الأحكامِ التي لا تُدرَك إلا من خلالِ السنةِ.

٤. رَبْطُ الأَحْكَامِ بِالسِّيَاقِ التَّارِيخِيِّ وَإِعْدَامُ شُمُولِهَا

من أساليبِ التحريفِ المعاصرِ: حصرُ الأحكامِ الشرعيَّةِ في سياقاتٍ تاريخيةٍ معينةٍ، ثمَّ إسقاطُ فاعليَّتِها في الواقعِ المعاصرِ. وهذا هو جوهرُ القولِ بـ “التاريخيَّةِ”، وهو منهجٌ يُفْضِي إلى إنكارِ شموليةِ القرآنِ وخلودِ أحكامِه. والحالُ أنَّ اللهَ تعالى يقول: ﴿إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ﴾ [ص: ٨٧]. فمعرفةُ السياقِ التاريخيِّ قد تُعينُ على الفهمِ، لكنها لا تُبطِلُ الحكمَ الإلهيَّ ولا تُقيِّدُ عمومَه.

٥. الاعْتِمَادُ عَلَى الذَّوْقِ وَالرَّأْيِ الشَّخْصِيِّ دُونَ دَلِيلٍ

بعضُ الخطاباتِ المعاصرةِ لا تستندُ إلى دليلٍ، ولا إلى أصلٍ فقهيٍّ، ولا إلى اجتهادٍ مُعْتَبَرٍ، بل تنطلقُ من مجرَّدِ الرأيِ الشخصيِّ، أو من استحسانٍ عقليٍّ، أو من رغبةٍ في مجاراةِ العصرِ. ومثلُ هذه المناهجِ تفتحُ بابَ الفوضى في الفهمِ، وتُمهِّدُ لطغيانِ الأهواءِ على النصوصِ، فيُصبحُ القرآنُ تابعًا للذوقِ لا مُوجِّهًا له.

وهذه الأساليبُ كلُّها إنما هي تفاسيرُ آليةٌ لا مقصديَّةٌ، تهدفُ إلى إخضاعِ النصِّ للفكرِ، لا إخضاعَ الفكرِ للنصِّ. وهذا ليس من العلمِ في شيءٍ، بل هو اتباعٌ للهوى، وتحريفٌ لا تفسيرٌ.

خامسًا: مَا يَتَرَتَّبُ عَلَى هَذِهِ الْمَنَاهِجِ مِنَ الْمَخَاطِرِ

إنَّ العبثَ في تفسيرِ النصوصِ، والانفلاتَ من الضوابطِ والأصولِ، لا يُعدُّ مجردَ اختلافٍ في وجهاتِ النظرِ، بل هو مساسٌ بعقيدةِ الأمةِ، وانحرافٌ عن سبيلِها. فلكلِّ فهمٍ أثرُه في السلوكِ، ولكلِّ سلوكٍ أثرُه في المجتمعِ. ومن هنا، فإنَّ الانحرافَ في الفهمِ يؤدِّي إلى فسادٍ في العقيدةِ، واختلالٍ في الأخلاقِ، وتمييعٍ في الهُويةِ. ويمكنُ إجمالُ هذه المخاطرِ في خمسةِ وجوهٍ:

١. تَفَكُّكٌ ذِهْنِيٌّ وَاضْطِرَابٌ فِي فَهْمِ الْحَقِيقَةِ

الدينُ هو مركزُ الحقيقةِ في حياةِ الفردِ، فإذا انقطعت صلتُه بالوحيِ، سقط في براثنِ العقلِ المطلقِ أو الهوى العاجزِ. وإنَّ كثرةَ التفاسيرِ المتباينةِ، وتعدُّدَ الرؤى المتناقضةِ، أدَّى إلى تمييعِ الحقيقةِ وتحويلِها إلى وجهاتِ نظرٍ، مما أوقعَ الشبابَ في حيرةٍ واضطرابٍ، فلم يَعُدْ يعلمُ ماذا يُصَدِّقُ ولا بماذا يلتزمُ.

٢. تَسَرْبُ الشُّبُهَاتِ وَانْتِشَارُ الْإِلْحَادِ وَاللَّادِينِيَّةِ

حين يُعرضُ الدينُ بأساليبَ متناقضةٍ، وبخطاباتٍ مليئةٍ بالشبهاتِ والتناقضاتِ، فإنَّ الشبابَ ينفرونَ من الدينِ، ويَميلونَ إلى الإلحادِ أو اللاأدريةِ. والتقليلُ من شأنِ السنةِ، أو تسفيهُ الصحابةِ، أو تجاوزُ فهمِ السلفِ، يُظهرُ الإسلامَ وكأنَّه دينُ تناقضاتٍ لا قواعدَ. وهذا ليس مجرَّدَ احتمالٍ، بل هو واقعٌ مشاهدٌ في الميدانِ.

٣. تَفْسِيرُ أَحْكَامِ الشَّرِيعَةِ تَفْسِيرًا تَغْرِيبِيًّا

إنَّ بعضَ الأحكامِ الشرعيةِ، كالعقوباتِ، والميراثِ، وتنظيمِ الأسرةِ، تُصوَّرُ وكأنها أحكامٌ تاريخيةٌ تجاوزهَا العصرُ، وتُقَدَّمُ على أنَّها عاداتٌ لا عباداتٌ. وهذا يَخدُمُ فَصْلَ الدينِ عن الحياةِ، وترويجَ صورةٍ عن الإسلامِ أنه مجردُ عقيدةٍ روحيةٍ لا نظامٌ متكاملٌ. وهذا انحرافٌ عن طبيعةِ الشريعةِ ومقاصدِها.

٤. الْقَطِيعَةُ مَعَ الْأُصُولِ وَمَعْ فَهْمِ السَّلَفِ الصَّالِحِ

فهمُ الدينِ لا يتمُّ إلا عبرَ أُطُرِه الأصوليَّةِ وإجماعِ الأمةِ. لكنَّ المناهجَ المعاصرةَ تتجاوزُ هذا الإطارَ، وتُقَدِّمُ فهمًا خاصًّا مشبعًا بالسياقِ الاجتماعيِّ أو النفسيِّ أو الأيديولوجيِّ. وهذا يُفضي إلى رفضِ التراثِ العلميِّ للأمةِ، والتنكرِ لجهودِ أربعةَ عشرَ قرنًا من الاجتهادِ والضبطِ.

٥. اسْتِغْلَالُ الدِّينِ لِلْمَصَالِحِ التِّجَارِيَّةِ وَالسِّيَاسِيَّةِ

إنَّ بعضَ الأفرادِ أو الجماعاتِ يُقَدِّمُونَ تأويلاتٍ عقلانيةً تُناسبُ الإعلامَ والجمهورَ، لا المجالسَ العلميةَ. فيُوظِّفُونَ النصوصَ الدينيةَ لتحقيقِ مكاسبَ سياسيةٍ أو تجاريةٍ، فيتحولُ الدينُ إلى أداةِ توظيفٍ، لا إلى مصدرِ هدايةٍ.

وخلاصةُ الأمرِ: أنَّ مَن يُشكِّلُ القرآنَ حسبَ عقلِه، يُخرِّبُ النصَّ والأمَّةَ معًا. فهو يُبَدِّدُ وحدةَ الأمةِ، ويُفْقِدُ الشبابَ البوصلةَ، ويُذيبُ الثوابتَ، ويَجعلُ الدينَ مشروعًا إنشائيًّا مفتوحًا للتفاوضِ والتعديلِ. ومقاومةُ هذه المناهجِ لا تَعدُّ مجرَّدَ مسؤوليةٍ علميةٍ، بل هي أيضًا فريضةٌ عقديَّةٌ.

خاتمةُ القولِ

إنَّ القرآنَ الكريمَ خطابٌ إلهيٌّ خالدٌ، أُنزلَ إلى البشريَّةِ جمعاءَ إلى قيامِ الساعةِ، وهو محفوظٌ بحفظِ اللهِ لا يأتيه الباطلُ من بينِ يديه ولا من خلفِه. وإنَّ فَهمَهُ حقٌّ لكلِّ إنسانٍ، أمَّا تفسيرُهُ حسبَ الأهواءِ والآراءِ الشَّخصيَّةِ فليس حقًّا لأحدٍ.

ومسؤوليَّتُنا تجاهَ القرآنِ لا تقتصرُ على قراءتِه أو تعظيمِهِ ظاهريًّا، بل هي أمانةُ الالتزامِ به، والسَّعيُ للوصولِ إلى مرادِ اللهِ فيه بالعقلِ والقلبِ والمنهجِ القويمِ. فالصِّدقُ في التعاملِ مع القرآنِ إنما يتحقَّقُ باتِّباعِ مقصدِه لا مجرَّدِ لفظِه، والمحبَّةُ له لا تكونُ بالهوى، بل بالحكمةِ والاتباعِ.

لذلك، فإنَّ مقاومةَ التَّحريفِ الدينيِّ في عصرِنا ليست مجرَّدَ معركةٍ فكريَّةٍ، بل هي فريضةٌ إيمانيَّةٌ، وأمانةُ جيلٍ، ومسؤوليَّةُ حضارةٍ. وإنَّ هذا الدَّينَ لا يُؤدَّى إلَّا بالعلمِ، والإخلاصِ، والمنهجِ الصحيحِ.

أعدَّه: أحمد ضياء إبراهيم أوغلو
25/07/2025م – أوف

الهوامشُ:
1. سورة الأحزاب، الآية 21.
2. سورة ص، الآية 87.
3. الإمام الشافعي، الرسالة، تحقيق: أحمد محمد شاكر، دار الفكر، بيروت، بلا تاريخ، ص 39-41.
4. أبو حنيفة، الفقه الأكبر، مع شرح محمد زاهد الكوثري، دار المعرفة، بيروت، بلا تاريخ، ص 12-15.
5. الشاطبي، الموافقات في أصول الشريعة، دار الكتب العلمية، بيروت، 1996، ج1، ص 47 وما بعدها.
6. ابن تيمية، مقدمة في أصول التفسير، دار العاصمة، الرياض، 1995، ص 7-9.
7. فخر الدين الرازي، مفاتيح الغيب (التفسير الكبير)، دار الفكر، بيروت، بلا تاريخ، في تفسير السور المعنية.
8. الزمخشري، الكشاف، دار المعرفة، بيروت، بلا تاريخ، في تفسير الآيات المعنية.
9. محمد الطاهر بن عاشور، التحرير والتنوير، الدار التونسية، تونس، بلا تاريخ، في الأجزاء المعنية.
10. ابن قتيبة، تأويل مختلف الحديث، تحقيق: محمد محيي الدين عبد الحميد، دار الكتاب العربي، بيروت، بلا تاريخ، ص 13-19.
11. ابن جرير الطبري، جامع البيان، دار الفكر، بيروت، 1984، في تفسير الآيات المعنية.
12. مصطفى صابر أفندي، تعليق التعليق، دار الكتاب العربي، القاهرة، بلا تاريخ، ج1، ص 25-30.
13. يوسف القرضاوي، الخلاف بين المدرستين، دار القلم، بيروت، 1993، ص 52-55.
14. محمد عابد الجابري، تفسير القرآن في العصر، المركز الثقافي للبحث والنشر، بيروت، 2001، ص 75 وما بعدها.
15. محمد سavaş كفكاسيالي، أصول التفسير، منشورات وقف الديانة التركي، أنقرة، 2017، ص 103-110.
16. سليمان أولو داغ، بنية الفكر الإسلامي، دار الرفاء، إسطنبول، 2006، ص 143-149.
17. رجب شنتورك، حرية الفكر في العالم الإسلامي، إسطنبول: دار تيمة، 2011، ص 58-65.
18. عثمان طاشبنار، التاريخية والقرآن، منشورات رغبة، إسطنبول، 2018، ص 121-135.
19. أبو زيد، نصر حامد، التفسير العلمي للقرآن، الهيئة المصرية، القاهرة، 2002.
20. علي بولاچ، التاريخية والقرآن، دار المدرسة الأنقرية، 2002، ص 93-95.