İran’ın Açığa Çıkan Farklı Yüzü ..

Gazeteci Macid Abdu’l-Hadi’nin Yorumu:

Gazeteci Macid Abdu’l-Hadi, (El-Cezire Televizyonu’nda editör) X platformunda şu ifadeleri kaleme aldı:

İran, nihayetinde bu savaşı kendi adına yürütüyor; önceden alışıldığı üzere yaklaşık otuz yıl boyunca yaptığı gibi, bir zamanlar “Şii Hilali” olarak anılan coğrafyalardaki bilindik vekilleri eliyle değil. Bu kez savaşmaya mecbur kalmış durumda; çünkü İsrail’in keskin bıçağı onun en güçlü kollarından bazılarını kesmiş, ardından doğrudan boğazına dayanmış ve hatta onun, bir yandan askerî yahut nükleer güç inşasına, diğer yandan da mezhebî ve hizipçi kucaklara yatırım yaparak yürüttüğü Farsî emperyal projesinin başını kesmekle tehdit etmeye başlamıştır. İran bu proje sayesinde, doğrudan tahakküm ya da siyasî nüfuz yoluyla, Basra Körfezi kıyılarından Akdeniz sahillerine uzanan Arap coğrafyasında genişlemeyi hedeflemiştir.

Böyle bir projenin, bölge halklarının millî ve özgürlükçü arzularıyla çatışması son derece doğaldı. Nitekim bu çatışma en belirgin biçimiyle, İran’ın on üç yıl boyunca alenî şekilde Suriye devrimini bastırmak adına Beşşar Esed rejimini savunmasıyla tezahür etti. İran bunu her zaman “direniş eksenini koruma” söylemiyle meşrulaştırmaya çalıştı.

Ancak bu bağlamdaki en çarpıcı çelişki, bölgede en tehlikeli sömürgeci projeye sahip olan İsrail’in, İran’ın Arap Baharı’nın en önemli ayaklarını yerle bir etmesine göz yummuş olmasıdır. Zira bu, her iki tarafın da çıkarına gibi görünüyordu. Ancak İsrail bir yandan da gözünü, İran’ın özellikle nükleer ve füze kapasitesi gibi askerî imkânlarının artışına dikmişti. Çünkü İsrail, bölgede kendi hegemonyasına rakip ya da ortak olabilecek yegâne devletin İran olduğunu biliyordu.

Ve işte, Arap Baharı’nın ezilmesinden sonra gelen 7 Ekim fırtınası, İran’ın Suriye ve Lübnan’daki nüfuzunu kökten sarsan bir dizi değişimin kapısını araladı. Bu bağlamda, bölgede İsrail’den başka hiçbir gücün nükleer silaha sahip olmasını istemeyen İsrail devleti, oluşan bu yeni durumları fırsata çevirerek, İran’ın Farsî emperyal projesiyle olan rekabetini kendi lehine sonuçlandırmak üzere askerî saldırıya yöneldi. Üstelik bu saldırı, Trump yönetiminin açık onayıyla gerçekleşti. Zira görünüşe göre ABD, İran’ın kalan vekillerinin (Lübnan’da / Hizbullah, Yemen’de / Husiler) Amerika’nın Orta Doğu’daki çıkarlarına zarar vermeyeceği yönünde bir güvence aldı ve bu karşılığında, savaşta İsrail’in lehine doğrudan müdahil olmamayı kabul etti.

Hikâyenin geri kalanı artık biliniyor, hatta ekranlarda açıkça izleniyor: Olan oldu. İsrail ilk darbeyle birlikte İran rejiminin yapısına ne derece nüfuz ettiğini gözler önüne serdi. İran, daha ilk saldırıda büyük bir yıkım yaşadı. Sonrasında ise herkes şu gerçeği net biçimde gördü: İran’ın İsrail’e zarar verebilecek gerçek bir gücü var; fakat bu gücünü on yıllardır kullanmaktan imtina etmekte, bunun yerine sadece hamasi sloganlarla yetinmektedir. Oysa aynı zaman diliminde, İran Devrim Muhafızları ve Kudüs Gücü Irak’ta, Suriye’de ve Lübnan’da at koşturuyordu.

Bugünkü tablo şu: İran, kendini savunmaktadır. Artık emperyal rüyası ya gerilemiş ya da tamamen tükenmiştir. Yaptığı şey ne Araplar için intikam almak ne de Filistinlilerin mazlumiyetini dindirmek içindir. Ama hakkını vermek gerekirse, İsrail’in Gazze’ye karşı yirmi aydır yürüttüğü soykırım savaşını çaresizce izleyen milyonlarca insanın içindeki öfkeye bir nebze de olsa su serpmiştir.

Gerçekte İran, İsrail karşısında zafer kazanamayacaktır. Zira İsrail, ABD’nin en gelişmiş yıkım silahlarıyla desteklenmektedir. İran’ın bu savaşta ulaşabileceği en ileri nokta, şayet dayanabilirse, rejiminin ayakta kalmasını sağlayacak bir uzlaşma olabilir. Bu da, İran’ın Arap komşuları üzerindeki bölgesel tehdidinin sınırlandırılması anlamına gelir.

Öte yandan, eğer İsrail herhangi bir şekilde zafer kazanırsa, bu zafer, Benyamin Netanyahu’nun hayalindeki Orta Doğu haritasının çizilmeye başlanması demek olacaktır. Bu harita, siyasî, askerî ve ekonomik anlamda bir Yahudi Devleti hâkimiyetinin kurulduğu, İsrail’in dilediğini buyurduğu ve Arapların yalnızca “emrin başım üstüne” dediği bir coğrafya olacaktır.

Sonuç olarak:
İsrail ve İran arasındaki savaşın en kötü neticeleri, ne İran’ın ne de İsrail’in payına düşecektir; esas kaybedenler, bu savaş uçaklarının ve füzelerin kendi başlarının üzerinden geçtiği hâlde, “ülke egemenliği” adına kılını kıpırdatmayan seyircilerdir. Onlar, bu manzara karşısında iki takımı tutan taraftarlar gibi bölünmekte, içlerinden yalnızca bir futbol maçında Barcelona ile Real Madrid’i izleyen taraftarın duyguları kabarmaktadır.

Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
17.06.2025 OF

⛔ كتب الصحفي ماجد عبد الهادي (المحرر في قناة الجزيرة) كتب على منصة X مايلي:

تخوض إيران الحرب، أخيراً، بالأصالة عن نفسها، لا عبر وكلائها المعروفين في بلدان ما سمي يوما “الهلال الشيعي” كما اعتادت أن تفعل طوال ما يقرب من ثلاثة عقود. هي تفعل ذلك الآن مكرهة، بعدما قطعت السكين الإسرائيلية الحادة بعضاً من أقوى أذرعها، ثم وصلت إلى عنقها، بل باتت تهدد بقطع رأس مشروعها الإمبراطوري الفارسي القائم، من جهة أولى، على بناء القوة العسكرية أو ربما النووية، ومن جهة ثانية على استثمار الحواضن المذهبية الطائفية، لخدمة محاولات التوسع، هيمنة مباشرة، أو نفوذاً سياسيا، في فضاء عربي يمتد من شواطئ الخليج العربي إلى سواحل البحر المتوسط.

‏كان من الطبيعي أن يصطدم مشروع كهذا بالأماني الوطنية التحررية لشعوب المنطقة، على نحو وجد تعبيره الأوضح في مساهمة إيران علناً، وعلى مدى ثلاثة عشر سنة، في قمع الثورة السورية، دفاعا عن نظام بشار الأسد، ودائماً تحت شعارات حماية حلف المقاومة والممانعة.

‏لكن المفارقة الأهم في هذا السياق، أن إسرائيل، صاحبة المشروع الاستعماري الأخطر في المنطقة، قد غضت الطرف عن اضطلاع إيران بإنجاز ما كان يبدو مصلحةً مشتركة لكليهما في تدمير أهم محطات الربيع العربي، بينما أبقت عيونها مفتوحة على تنامي القوة العسكرية، النووية والصاروخية، للدولة الأهم المرشحة لمنافستها أو مزاحمتها في الهيمنة على إقليم صار ملعباً لقوى، ليس بينها طرف من أصحابه.

‏وحيث أتى طوفان السابع من اكتوبر، بعد سحق الربيع العربي، لتؤدي ارتداداته وتفاعلاته إلى تغيير المعادلات، بشكل قطع دابر النفوذ الإيراني في سورية ولبنان، فإن إسرائيل التي ترفض أن يمتلك القدرة النووية أحد سواها في الاقليم، وجدت في هذه المتغيرات فرصة سانحة لشن هجوم عسكري، يحسم التنافس مع المشروع الإمبراطوري الفارسي لصالحها، وبمباركة صريحة من إدارة ترمب التي ضمنت على ما يبدو نأي ما تبقى من وكلاء إيران عن إلحاق الضرر بالمصالح الأميركية في الشرق الأوسط، مقابل امتناعها عن التدخل المباشر في الحرب لصالح إسرائيل.

‏بقية الحكاية معروفة، لا بل معروضة الآن على الشاشات؛ لقد وقعت الواقعة، فكشفت أول كشفت عمق الاختراق التجسسي الاسرائيلي لبنية النظام الإيراني، وتكبد هذا الاخير خسارة مروعة منذ الضربة الأولى التي تلقاها، ثم سرعان ما اتضح يقينا أن لديه أيضاً قدرة حقيقية على أن يؤذي إسرائيل، لكنه ظل يمتنع عن استخدامها ويكتفي بالشعارات العنترية على مدى عقود من الزمن الذي كانت فيه جحافل فيلق القدس والحرس الثوري تصول وتجول في العراق وسورية ولبنان.

‏إيران والحال هذه تدافع عن نفسها، بعدما انكفأ حلمها الإمبراطوري، أو اندثر، وهي لا تثأر للعرب، ولا تروم الانتصار لمظلومية الفلسطينيين، لكنها والحق يقال تفعل ما يشفي غليل ملايين البشر الذين ما انفكوا يتفرجون عاجزين على حرب الابادة التي تشنها إسرائيل على غزة منذ عشرين شهراً.

‏إن إيران، لن تنتصر بالطبع، على إسرائيل المدعومة من الولايات المتحدة بأعتى أسلحة التدمير، وربما يكون أقصى ما قد تصل إليه، إن استطاعت الصمود، هو صفقة تبقي نظام حكمها على قيد الحياة، وذاك يعني تحجيم خطرها الاقليمي على جوارها العربي، بينما سيشكل انتصار إسرائيل، إن انتصرت بأي شكل من الأشكال، بداية رسم خريطة الشرق الأوسط كما يريده بنيامين نتنياهو، مرتع هيمنة سياسية واقتصادية وعسكرية، تأمر فيه الدولة اليهودية بما تشاء ولا يملك “الغوييم” العرب غير أن يقولوا “سمعاً وطاعة”.

‏وهكذا فإن أسوأ نتائج الحرب بين إسرائيل وإيران لن تكون من نصيب أي منهما، بل من نصيب المتفرجين الذين تمر القاذفات الحربية والصواريخ البالستية والطائرات المسيرة من فوق رؤسهم، مخترقة ما تسمى سيادة بلادهم، فينقسمون إلى فريقيّ تشجيع، ولا يتحرك فيهم عرق سوى الذي يتحرك لدى مشجعي كرة القدم في مباراة بين برشلونة وريال مدريد.