Çatı Kimlik Meselesi Üzerine: İslâm, İlim ve İnsanlık Zemininde Bir Birlik Telekkisi ..

Bu Yazıyı, Em. Albaylarımızdan Hüseyin Akkaya Beyin, Cihat Yaycı Paşanın Altta Linkini Verdiğim Bir Konuşmasını Bana Göndermesi Üzerine, Kaleme Aldım: 👇 https://youtube.com/watch?v=vepSfqfi9oo&si=Qn-uuudRPTBqV6gq

Giriş

Bir milletin varlığını sürdürmesi, yalnızca sınırlarını muhafaza etmesine değil; anlam dünyasını, ahlâkını ve müşterek istikametini diri tutmasına bağlıdır. Bu çerçevede “çatı kimlik” meselesi, siyasî bir tartışmanın ötesinde; insan, toplum ve hakikat anlayışıyla doğrudan irtibatlı bir bahis hâline gelmiştir. Bugün bu bahis ele alınırken, ne dar etnik bakışlara ne de şahıs merkezli donuk kalıplara teslim olunabilir.

İslâm ve ilim, insanı ve toplumu fıtrat, adalet ve emanet kavramları üzerinden ele alır. Bu ölçüler, hem tarihî tecrübeyi inkâr etmeyen hem de geleceği kilitlemeyen geniş bir ufuk sunar.

I. Fıtrat Olarak Kavim ve Aidiyet

İnsanların farklı kavimlere, dillere ve renklere mensup oluşu bir ayrışma sebebi değil; ilâhî iradenin bir tecellisidir. Kur’ân-ı Kerîm bu hakikati açıkça bildirir:
“Ey insanlar! Şüphe yok ki sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; birbirinizi tanımanız için sizi kavimlere ve boylara ayırdık.”¹

Bu ifade, kavmî aidiyetlerin fıtrî olduğunu, tercihe dayanmadığını ortaya koyar. Ancak aynı âyet, üstünlüğün kaynağını da belirler: “Allah katında en değerliniz, takvâ bakımından en ileri olanınızdır.”¹
Üstünlük, soyda, kanda ya da isimde değil; ahlâkta ve sorumluluk şuurundadır.

Bu sebeple kavmi inkâr etmek de onu mutlaklaştırmak da fıtrata aykırıdır. İslâm, kavmi tanır; fakat onu çatı hâline getirmez; getirmeye onay da vermez.

II. Çatı Kimlik: İlke mi, Aidiyet mi?

Çatı kimlik, tek bir kavmin adıyla değil; ortak değerler, hukuk ve sorumluluk anlayışıyla kurulur. İslâm tarihinde bu çatı, “ümmet” kavramı ile ifade edilmiştir. Ümmet, kavimleri silen değil; onları adalet dairesi içinde buluşturan bir üst kimlik ve bağdır.

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Veda Hutbesi’nde kavmî üstünlüğü reddeden beyanı bu hakikati açıklar:
“Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü yoktur.”²

Burada reddedilen şey, aidiyet değil; aidiyetin tahakküme dönüşmesidir.

III. Şahıs Merkezli Ufuk Daralması

Yaklaşık bir asır önce yaşamış, kendi devrinin askerî ve siyasî şartları içinde düşünmüş bir Osmanlı paşasının görüşlerini, bugünün Türkiye’si için değişmez bir çerçeve hâline getirmek ilmî bakımdan isabetli değildir. Daha da ötesi, bu tutum millete karşı bir itimat zafiyeti ve saygı eksikliği anlamı taşır.

Milletler şahısların hatıralarıyla değil; ilkelerle yürür. Tarihî şahsiyetlere hürmet, onların sözlerini zaman üstü bir bağlayıcılığa taşımak değildir. Bilakis onları kendi bağlamı içinde değerlendirerek, tecrübelerinden istifade etmektir.

İslâm düşüncesi şahıs değil; hakikat merkezlidir. Hakikat ise zamanla daralmaz; derinleşir. Bir milletin ufkunu, tek bir devrin telakkileriyle sınırlamak; gelişmeye ve terakkiye set çekmektir.

IV. Etnik Daralma ve Hakikat Körlüğü

Tarihte defalarca görülmüştür ki, kavmî kimliği çatı hâline getiren anlayışlar, kısa vadede sertlik üretmiş; uzun vadede ise çözülmeye yol açmıştır. Bugün İran’da Türk soylu olup da Türkiyeye en sert muhalefeti yapan örneklerin varlığı, bu hakikatin acı bir delilidir.

Demek ki mesele soy değil; fikirdir. Kavmi merkeze alan bakış, hakikati değil; kendi sınırını korur. Bu ise ilme de, İslâm’a da aykırıdır.

V. İslâm ve İlim Zemininde Çatı Kimlik

İslâm’ın teklif ettiği çatı, ahlâk, adalet ve emanet anlayışı üzerine kuruludur. İbn Haldun, asabiyetin (milliyetçiliğin) ancak hak ve adaletle birleştiğinde mânâ kazanacağını söyler³. Aksi hâlde asabiyet (milliyetçilik), yıkım getirir.

Bu çerçevede çatı kimlik:
• Kavimleri yok saymaz,
• Hiçbir kavmi üstün ilan etmez,
• Hukuku ve ahlâkı merkeze alır,
• Sorumluluk şuurunu esas kabul eder.

Sonuç

Bugün ihtiyaç duyulan birlik anlayışı, ne dar kavmî kalıplar ne de şahıs merkezli donuk telakkilerdir. İhtiyaç duyulan şey, İslâm’ın ve ilmin birleştiği cihanşümul bir ufuktur.

Küçük olsun benim olsun anlayışı, milleti büyütmez; küçültür ve daraltır. Hakikate dayanan birlik ise büyütür, çoğaltır, derinleştirir ve istikbali mümkün kılar.

Hazırlayan: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
28 Aralık 2025 – Üsküdar

Dipnotlar:
1. Hucurât, 49/13.
2. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.
3. İbn Haldun, Mukaddime, I, 286.

Em. Albay Hüseyin Akkaya Bey’in Cevabi Notu:👇
Değerli Hocam
Makalenizi okudum.. Ama burada konu millet ve devlet bağlamında ele alınmıştır… Siz dinı bağlamda olayı ele alıyorsunuz.. Ama realitede maalesef bu hayali bir yaklaşımdır. Devleti değil, insanları dinin icaplarına uymalarını sağlamak, dinî doğru yorumlamakla mümkün olabilir.. Devlet her kesimin inancı, etnisitesi üstünde rol almak zorundadır… Bu ise laik bir yaklaşımla mümkündür…
Kısacası ben öyle düşünüyor ve size katılamıyorum kusura bakmayın.
Selâm, sevgi ve saygılarımla…
Hüseyin Akkaya

Yukarıdaki Nota Cevaben Şöyle Yazdım: 👇

İslâm, Devlet ve Birlik Telakkisi Hakkında Açıklama ve Cevap

Muhterem Albayım,
Yazımıza dair notunuz, meseleyi ciddiyetle ele aldığınızı göstermesi bakımından kıymetlidir. Bununla birlikte yapılan itiraz, kanaatimizce yazının maksadından ziyade, İslâm’ın mahiyeti ile devletin konumu arasındaki ilişkinin farklı okunmasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple cevabım, bir polemik değil; ayrışma noktalarını açıkça ortaya koyan bir izah olarak kaleme alınmıştır.

1. İslâm, Ahlâk Öğretisi Değil Hayat Nizamıdır

İslâm dini, diğer bazı inanç sistemleri gibi yalnızca ferdî ahlâk kaidelerine indirgenebilecek bir sistem değildir. O; inanç, ibadet, hukuk, iktisat, toplum düzeni ve devlet tasavvurunu birlikte kuşatan bütüncül bir hayat nizamıdır. Bu husus göz ardı edildiğinde, İslâm hakkında yapılan değerlendirmeler ister istemez eksik ve yanıltıcı hâle gelir.

Dolayısıyla İslâm’ı yalnızca “insanların vicdanında yaşaması gereken ahlâkî bir çerçeve” olarak sunmak, onun tarihî ve ilmî hakikatine aykırıdır. İslâm, hayatın dışına çekilmek için değil; hayatı adalet üzere tanzim etmek için gelmiştir.

2. İslâm’da Zorlama Yoktur, Laikliğe İhtiyaç da Buradan Doğmaz

İslâm’ın hâkim olduğu bir düzende, laikliğe ihtiyaç duyulmamasının sebebi, dinin baskı aracı hâline gelmesi değildir. Bilakis sebep şudur:
İslâm, inanç alanında zorlamayı reddeder.

Kur’ân’ın açık hükmüyle, “dinde zorlama yoktur.” Bu ilke gereği İslâm, kendi inancını kabul etmeyenlere dahi, inandıkları gibi yaşama hakkı tanımıştır. Tarih boyunca İslâm beldelerinde farklı din mensuplarının varlığı ve hukukî statüsü, bunun açık delilidir.

Bu sebeple Batı tecrübesinde ortaya çıkan laiklik, yani kilise tahakkümüne karşı geliştirilmiş bir tedbir, İslâm toplumları için zarurî bir ihtiyaç değildir. Zira İslâm’da ruhban sınıfı yoktur; din adına keyfî tahakküm kuracak bir yapı bulunmaz.

3. Türkiye’de Laiklik: Tarafsızlık Değil Dayatma

Türkiye’de tatbik edilen laiklik anlayışı ise, bu tarihî ve fikrî çerçeveden kopmuştur. Zamanla devletin bütün inançlara eşit mesafede durmasını temin eden bir ilke olmaktan çıkmış; toplumu tek kalıba sokmayı hedefleyen bir araç hâline getirilmiştir.

Bugün gelinen noktada, yalnızca dinî talepler değil; üst kimlik, medeniyet, aidiyet gibi meseleler dahi serbestçe konuşulamaz durumdadır. Farklı fikirlerin hayata geçirilmesi bir yana, açıkça dile getirilmesine bile tahammül gösterilmemektedir. Bu hâl, çoğulculuk iddiasıyla bağdaşmadığı gibi, ilim ve düşünce hayatını da zayıflatmaktadır.

4. Laiklik Bir Hayat Telakkisi Değil, İdarî Bir Usûldür

Burada açıkça ifade edilmesi gereken temel ayrım şudur:
Laiklik bir üst kimlik değildir.
O, en fazla bir idarî usûl olabilir.

Bir topluma, “niçin birlikte yaşıyoruz?”, “hangi ortak anlam dünyasına sahibiz?”, “adaleti hangi ölçüyle tesis edeceğiz?” sorularının cevabını laiklik vermez. Bu sorular cevapsız kaldığında, toplum ya ideolojiye, ya etnik vurgulara ya da menfaate dayalı bağlara savrulur.

İslâm ise bu sorulara köklü ve tutarlı cevaplar sunan bir medeniyet birikimine sahiptir. Bu birikim, yalnız Müslümanları değil; farklı inanç mensuplarını da adalet çerçevesinde kuşatmıştır.

5. Asıl Talihsizlik: İslâm’ı Sahih Kaynaklarından Öğrenip Tanımamak

Türkiye’de tahsil görmüş kesimlerin -asker ve sivil ayrımı yapmaksızın- en büyük talihsizliği, İslâm’ı doğru kaynaklarından tanıma imkânından mahrum yetişmiş olmalarıdır. İslâm ya siyasî tartışmalara malzeme edilmiş ya da bilinçli biçimde yalnızca vicdanlara hapsedilmiştir.

Bu sebeple birçok kimse, aslında tanımadığı bir din hakkında hüküm vermekte; İslâm’ın hayatı kuşatan yönü, daha baştan devre dışı bırakılmaktadır. Oysa doğru tanınmayan bir hakikat, sağlıklı biçimde tartışılamaz.

Sonuç

Çatı kimlik meselesi, teknik bir devlet tartışması değildir. Bu mesele, insanın ve toplumun hangi anlam zemininde ayakta duracağı sorusudur. İslâm’ı bu tartışmanın dışına itmek, toplumu köksüz ve yönsüz bırakmak anlamına gelir.

Bu sebeple mesele, tavizkâr bir dille geçiştirilemez. Hakikat, eğilip bükülmeden ifade edilmelidir. İslâm, bir ahlâk çağrısı olmanın ötesinde, hayatı düzenleyen bir nizam olarak konuşulmadıkça; ne birlik meselesi sahih biçimde ele alınabilir ne de adalet arayışı sağlam bir zemine oturur.

Saygılarımla ..

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Em. Albay Hüseyin Akkaya Bey, 👇
Değerli Hocam,
Bu gün islâm dünyasında hiç bir ülkede Asr-ı saadet devrini örnek alıp, islâmı yaşayan ve yaşatan yok .. Osmanlı da ise evlât ve torun katliamları ile hüküm süren buna da “DEVLET”in idamesi için bir kılıf uyduran bir anlayış ve garâbet vuku bulmuştur…
Bu nedenle bu ütopik bir durum arzemektedir…Keşke bu gün sözde islâm adına idarede bulunanlar,
hak,hukuk ve adalet üzre olsalardı da gelecek kuşaklara ÖRNEK olsalardı!!
Dost selâmlarımla….
Hüseyin Akkaya

Kendisine Cevaben Şöyle Yazdım:👇
İslâm, Adalet ve “Ütopya” İddiası Üzerine

Muhterem Albayım,

Notunuzda dile getirilen itirazlar, günümüzde sıkça karşılaşılan iki temel kabule dayanmaktadır:
Birincisi, İslâm’ın ancak Asr-ı Saadet devrinde yaşanabilmiş olduğu;
ikincisi ise, tarih boyunca Müslüman idarelerin bu ölçüyü tutturamamış olmaları sebebiyle İslâm’ın bugün devlet ve toplum düzeni için bağlayıcı bir teklif sunamayacağı düşüncesidir.

Bu kabullerin her ikisi de, meselenin mahiyetini doğru okumaktan uzaktır.

1. Asr-ı Saadet Bir Hayal Değil, Bir Ölçüdür

Asr-ı Saadet, tekrar edilmesi beklenen bir tarih sahnesi değil; her çağda başvurulacak bir ölçü ve istikamettir. Hiçbir İslâm âlimi, sonraki devirlerin bire bir bu dönemi aynen yaşayacağını ileri sürmemiştir. Ancak adaletin, emanet şuurunun, hakkın üstünlüğünün en berrak biçimde orada ortaya konduğu hususunda ittifak vardır.

Bir ölçünün, her devirde tam karşılık bulamaması; onun geçersizliğini değil, insanın zaafını gösterir. Hekimlik kaidelerine uyulmaması tıbbı hükümsüz kılmadığı gibi, yöneticilerin zulmü de İslâm’ın adalet iddiasını boşa düşürmez.

2. Osmanlı Tecrübesi: Din ile Siyasî Tercihin Ayrımı

Osmanlı tarihinde yaşanan kimi ağır uygulamalar -evlât ve kardeş katli gibi- İslâm’ın emri değil, devletin bekası endişesiyle üretilmiş siyasî tercihlerdir. Bunlar dinin özü değil; din üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılmış uygulamalardır.

Burada esas mesele, “bunlar yaşandı” demek değil; “bu uygulamalar İslâm’ın hangi hükmüne dayanır?” sorusunu sormaktır.
İslâm’da masum canın dokunulmazlığı temel ilkedir. Bu ilke, hiçbir iktidar kaygısıyla ortadan kaldırılamaz. Nitekim Osmanlı’nın sonraki asırlarında bu uygulamaların terk edilmesi, geleneğin kendi içinde muhasebe yapabildiğini göstermektedir.

3. “Bugün İslâm’ı Yaşayan Devlet Yok” İtirazı

Bugün İslâm dünyasında zulüm, yolsuzluk ve keyfî idarelerin bulunduğu inkâr edilemez. Ancak bu tablo şu soruyu zorunlu kılar:
Bu idareler, İslâm’a göre mi hükmetmektedir; yoksa İslâm adı altında fakat siyonizm ve İngiliz güdümünde, başka düzenler mi sürdürülmektedir?

Bir ölçüyü, ona uymayanların fiilleriyle mahkûm etmek, adaletsiz bir muhakemedir. İslâm’ın adalet anlayışı; Kur’ân’da, sahih sünnette ve asırlardır oluşmuş fıkıh birikiminde açıkça mevcuttur. Bu ölçülere uymayan idareler, İslâm’ı değil; kendi tercihlerini temsil eder.

4. Gazze Misali: Bütün Olumsuz Şartlara Rağmen Ayakta Kalan Bir Şuur

Bu noktada, günümüz Gazze tecrübesini görmezden gelmek mümkün değildir.
Ağır kuşatma, sürekli saldırı, imkânsızlık ve yokluk şartlarına rağmen Gazze’de ortaya çıkan direniş ahlâkı, dayanışma ruhu ve adalet vurgusu; İslâm’ın hayattan çekilmiş bir ideal olmadığını göstermektedir.

Gazze’de görülen şey, kusursuz bir devlet düzeni değildir; fakat ahlâkını kaybetmemiş bir içtimai duruş, zulüm karşısında teslim olmayan bir vicdan ve iman ile şekillenmiş bir direniştir.
Bu hâl, İslâm’ın yalnızca teoride kalan bir çağrı değil; en ağır şartlar altında bile insanı ayakta tutan bir nizam teklif ettiğinin canlı bir delilidir.

Eğer İslâm bütünüyle “ütopya”dan ibaret olsaydı, böylesi ağır bir kuşatma altında ilk çöken şey yalnızca maddî imkânlar değil; her şeyden önce ahlâk, hayata meşruiyet ve istikamet kazandıran anlam zemini olurdu. Çünkü gerçekliği olmayan fikirler, baskı ve yokluk karşısında ilk vazgeçilen unsurlar hâline gelir. Oysa Gazze’de hâlâ adalet dili konuşulmakta, zulme karşı meşru duruş muhafaza edilmekte ve insanî sınırlar, bütün yıkıma rağmen, titizlikle korunmaktadır.

5. Asıl Ütopya: Değersiz ve Anlamsız Bir Devlet Tasavvuru

Asıl hayalci olan, devleti bütünüyle değerden, ahlâktan ve adalet ölçüsünden bağımsız kılabileceğini düşünmektir. Devlet mutlaka bir anlam üzerine oturur. Bu anlam ya güç ve menfaat olur ya da hak ve adalet.

İslâm’ın teklifi, kusursuz insanlar yetiştirmek değil;
– hesap veren idare,
– sınırlandırılmış iktidar,
– hakkı güçten üstün tutan bir düzen anlayışıdır.

Bu düzen tarih boyunca eksik uygulanmış olabilir; ancak insanlık için ortaya konmuş en tutarlı adalet iddialarından biri olduğu gerçeğini değiştirmez.

Sonuç

İslâm, “kimse tam uygulayamıyor” gerekçesiyle bir kenara bırakılacak bir hayal değil; sapmaları ortaya çıkaran bir ölçüdür.
Gazze örneği dahi, bütün olumsuz şartlara rağmen bu ölçünün hâlâ hayatta olduğunu göstermektedir.

Bugün yaşanan buhran, İslâm’ın fazlalığından değil; yokluğundandır.

Saygılarımla.

Ahmet Ziya İbrahimoğlu

Yazışma Böyle Noktalandı:👇
Teşekkürler Kardeşim…
Hayırlı geceler…
Selam ve sevgiler…
Hüseyin Akkaya

ترجمة من التركية إلى العربية: 👇

مسألة الهوية الجامعة بين الإسلام والعلم والقيم الإنسانية

تمهيد

إن بقاء الأمم لا يتحقق بحفظ الحدود وحدها، بل بصيانة المعنى، وترسيخ الأخلاق، وتحديد الاتجاه المشترك. ومن هذا المنطلق، فإن مسألة «الهوية الجامعة» لا تُعد نقاشًا سياسيًا عابرًا، بل هي قضية تمس فهم الإنسان، وبناء المجتمع، واستيعاب الحقيقة. ولا يصح تناولها من خلال عصبية ضيقة، ولا عبر تقديس أشخاص أو تجميد الفكر عند حدود تجارب تاريخية مخصوصة.

أولًا: الانتماء القَبَلي بوصفه أمرًا فِطريًا

إن اختلاف الناس في الشعوب والألسنة والألوان ليس مدعاةً للتفاضل أو الإقصاء، بل هو مظهر من مظاهر الحكمة الإلهية. قال تعالى:

﴿يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَىٰ وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا﴾¹

فالانتماءات القَبَلية أمر فِطري لا يُنكر، غير أن التفاضل في الميزان الإلهي لا يقوم عليها، بل يقوم على التقوى وتحمل المسؤولية الأخلاقية، كما جاء في تتمة الآية نفسها¹. وعليه، فإن إنكار الانتماء خروج عن الفطرة، كما أن جعله معيارًا للسيادة خروج عن العدل.

ثانيًا: الهوية الجامعة بين المبدأ والانتماء

الهوية الجامعة في التصور الإسلامي لا تُبنى على اسم قبيلة أو قوم، وإنما تقوم على منظومة من القيم، وفي مقدمتها العدل، والأمانة، وتحمل التبعة المشتركة. وقد عبّر الإسلام عن هذا الإطار بمفهوم «الأمة»، وهو مفهوم جامع لا يُلغي الخصوصيات، بل ينظمها في سياق أخلاقي أوسع.

وقد حسم النبي ﷺ هذا الباب في خطبة الوداع بقوله:

«لا فضل لعربي على أعجمي، ولا لأعجمي على عربي»²

فالمنفي هنا ليس الانتماء، بل تحويله إلى أداة استعلاء أو قهر.

ثالثًا: تضييق الأفق عبر تقديس الأشخاص

إن حصر أفق أمة كاملة في آراء رجل عاش قبل قرن، ضمن ظروف سياسية وعسكرية مغايرة، لا يستقيم مع المنهج العلمي، ولا ينسجم مع السنن الاجتماعية. فاحترام الشخصيات التاريخية لا يعني تعليق الحاضر والمستقبل على تصوراتهم الخاصة.

الإسلام، في جوهره، دين مبدأ لا دين أشخاص، والحقيقة فيه لا تُقاس بالأسماء، بل بالميزان. ومن ثمّ، فإن تقييد أفق الأمة بتجربة زمنية محدودة يُعد حجرًا على طاقتها في التطور والترقي.

رابعًا: مركزية النَّسَب وعمى البصيرة

لقد دلّ التاريخ مرارًا على أن جعل الانتماء القومي سقفًا أعلى للهوية يقود إلى الانغلاق ثم التصدع. وقد شهد الواقع المعاصر نماذج لأقوام يجتمعون في الأصل وينفصلون في الاتجاه، مما يثبت أن العبرة ليست بالنسب، بل بالوعي والفكر.

فالانتماء حين ينفصل عن العدل يتحول إلى أداة صراع، وحين يُنزَع عنه البعد القيمي يفقد قدرته على الجمع.

خامسًا: الهوية الجامعة في ميزان الإسلام والعلم

يرى ابن خلدون أن العصبية لا تكون باعثًا على العمران إلا إذا اقترنت بالحق والعدل³، أما إذا استقلت عنهما انقلبت إلى سبب للهدم والفساد. وهذا يبيّن أن الإسلام لا يرفض الاجتماع، بل يرفض الاجتماع القائم على الغلبة المجردة.

فالهوية الجامعة، في الميزان الإسلامي، تقوم على:
• الاعتراف بالفطرة والتنوع،
• نفي التفاضل العرقي،
• ترسيخ العدل والمسؤولية،
• وجعل القيم معيار الاجتماع.

خاتمة

إن الوحدة التي تحتاجها الأمة اليوم لا تُبنى بالعصبيات الضيقة، ولا بتقديس تجارب الماضي، بل تُبنى على أفق جامع يستمد روحه من الإسلام، ويستند إلى ميزان العقل والعدل.

فالحق هو الذي يجمع، لا الاسم ولا الدم، والهوية الجامعة الحقة هي التي تفتح المستقبل، لا التي تحبسه في قوالب الأمس.

إعداد: أحمد ضياء إبراهيم أوغلو
28 ديسمبر 2025 – أُسكُودار

الحواشي (الهوامش)
1. سورة الحجرات، الآية 13.
2. أحمد بن حنبل، المسند، ج 5، ص 411.
3. ابن خلدون، المقدمة، ج 1، ص 286.

مذكرة ردّ سعادة العقيد المتقاعد حسين أقّايا👇

نصّ المذكرة:

قرأتُ مقالتكم القيّمة، غير أنّ الموضوع فيها قد عولج في سياق الأمة والدولة، في حين أنّكم تناولتموه من زاوية دينية. غير أنّ هذا الطرح – مع الأسف – يظلّ مثالياً وغير واقعي.

إنّ جعل الناس يلتزمون بمقتضيات الدين لا يكون عبر الدولة، بل من خلال الفهم الصحيح للدين.

أمّا الدولة، فيجب أن تقوم بدورٍ يتجاوز جميع المعتقدات والانتماءات العِرقية، ولا يتحقق ذلك إلا من خلال مقاربة علمانية.

وخلاصة القول: هذا رأيي، ولا يسعني أن أوافقكم عليه، وأرجو المعذرة.

مع السلام والمحبة والاحترام

حسين أقّايا

ردّاً على المذكرة👇

حول إشكالية الهوية الجامعة

بيان وتوضيح بشأن تصوّر الإسلام والدولة والوحدة

حضرة العقيد المحترم،

إنّ ملاحظتكم حول المقال تعبّر عن تعاطٍ جادّ مع الموضوع، وهو أمر نقدّره حقّ التقدير. غير أنّ الاعتراض المطروح – في تقديرنا – لا يتعلّق بمقصد المقال بقدر ما يعود إلى اختلافٍ في قراءة طبيعة الإسلام من جهة، وموقع الدولة من جهة أخرى. ومن هنا، جاء هذا الردّ لا على سبيل الجدل، بل بوصفه بياناً يوضّح مواضع الافتراق بجلاء.

أولاً: الإسلام ليس مذهباً أخلاقياً مجرّداً بل نظام حياة متكامل

إنّ الإسلام، بخلاف بعض النُّظم الاعتقادية الأخرى، لا يمكن اختزاله في مجموعة من القواعد الأخلاقية الفردية فحسب، بل هو منظومة شاملة تضمّ العقيدة، والعبادة، والتشريع، والاقتصاد، والتنظيم الاجتماعي، وتصوّر الدولة معاً.

وتجاهل هذه الحقيقة يؤدّي حتماً إلى مقاربات ناقصة، بل ومضلِّلة، عند الحديث عن الإسلام.

وعليه، فإنّ تقديم الإسلام على أنّه مجرّد إطار أخلاقي يُعاش في وجدان الأفراد فقط، يتنافى مع حقيقته التاريخية والعلمية. فالإسلام لم يأتِ ليُقصى عن الحياة، بل ليُنظّمها على أساس العدل.

ثانياً: لا إكراه في الإسلام، ومن هنا لا تنشأ الحاجة إلى العلمانية

إنّ عدم الحاجة إلى العلمانية في مجتمعٍ يحتكم إلى الإسلام لا يعود إلى تحوّل الدين إلى أداة قسر، بل على العكس تماماً؛ إذ إنّ الإسلام يرفض الإكراه في مجال الاعتقاد.

فالقرآن الكريم ينصّ صراحةً على أنّ «لا إكراه في الدين». ووفقاً لهذا المبدأ، كفل الإسلام لغير المسلمين حقّ العيش وفق معتقداتهم، وهو ما تشهد عليه التجربة التاريخية للمجتمعات الإسلامية، حيث عاش أتباع الديانات المختلفة ضمن أطر قانونية واضحة.

ومن ثمّ، فإنّ العلمانية التي نشأت في التجربة الغربية بوصفها ردّ فعل على هيمنة الكنيسة، لا تمثّل ضرورة حتمية في السياق الإسلامي؛ إذ لا وجود في الإسلام لطبقة كهنوتية، ولا لبنية دينية تحتكر السلطة باسم الدين.

ثالثاً: العلمانية في تركيا – من الحياد إلى الإكراه

غير أنّ النموذج العلماني المطبَّق في تركيا قد انفصل عن هذا السياق الفكري والتاريخي. فبدلاً من أن يكون مبدأً يضمن حياد الدولة تجاه المعتقدات، تحوّل مع الزمن إلى أداة لفرض نمطٍ واحد من التصوّر والعيش.

واليوم، لم تعد المطالب الدينية وحدها هي التي تواجه الإقصاء، بل إنّ قضايا الهوية الجامعة، والانتماء الحضاري، والمعنى المشترك، باتت هي الأخرى موضع تضييق. ولم يعد مجرّد التعبير عن رؤى مغايرة أمراً متاحاً، فضلاً عن تحويلها إلى واقع عملي. وهذا الوضع لا ينسجم مع دعاوى التعدّدية، بل يُضعف الحياة الفكرية والعلمية.

رابعاً: العلمانية ليست تصوّراً للحياة بل إجراءً إدارياً

وهنا لا بدّ من التمييز بوضوح:

العلمانية ليست هوية جامعة،

وإنما قد تكون – في أحسن أحوالها – أسلوباً إدارياً.

فالأسئلة الكبرى من قبيل: لماذا نعيش معاً؟ ما الإطار المعنوي المشترك الذي يجمعنا؟ وعلى أي ميزان نُقيم العدل؟

لا تستطيع العلمانية وحدها أن تقدّم لها إجابات. وحين تُترك هذه الأسئلة بلا جواب، ينزلق المجتمع إمّا إلى الأدلجة، أو إلى العصبيات العِرقية، أو إلى روابط قائمة على المنفعة البحتة.

أمّا الإسلام، فيمتلك رصيداً حضارياً متماسكاً يقدّم إجابات راسخة لهذه الأسئلة، وقد شمل هذا الرصيد – تاريخياً – المسلمين وغير المسلمين في إطار من العدل.

خامساً: المأساة الحقيقية – الجهل بالإسلام من مصادره الأصيلة

إنّ من أكبر المآسي التي يعانيها المتعلّمون في تركيا – عسكريين كانوا أم مدنيين – هو نشأتهم في بيئة حالت بينهم وبين التعرّف على الإسلام من مصادره الصحيحة. فقد جرى إما تسييس الإسلام، أو حصره عمداً في نطاق الضمير الفردي.

ونتيجة لذلك، يُصدر كثيرون أحكاماً على دين لم يتعرّفوا عليه في حقيقته، فتُستبعد منذ البداية أبعاده الشاملة للحياة. والحقيقة التي لا تُعرَف على وجهها الصحيح لا يمكن مناقشتها نقاشاً سليماً.

خاتمة

إنّ مسألة الهوية الجامعة ليست نقاشاً تقنياً حول الدولة فحسب، بل هي سؤال عن المعنى الذي يقوم عليه الإنسان والمجتمع. وإقصاء الإسلام عن هذا النقاش يعني ترك المجتمع بلا جذور ولا بوصلة.

ولهذا، لا يمكن تناول هذه القضية بلغة مهادِنة أو ملتوية. فالحقيقة ينبغي أن تُقال بوضوح، دون تحريف أو تمييع. وما لم يُتناوَل الإسلام بوصفه نظاماً ينظّم الحياة، لا مجرّد دعوة أخلاقية؛ فلن تُفهم مسألة الوحدة فهماً صحيحاً، ولن تقوم العدالة على أساس متين.

مع فائق الاحترام

أحمد ضياء إبراهيم أوغلو

ملاحظة اللواء المتقاعد حسين أقّايا👇

حضرة الأستاذ الفاضل،

في عالمنا الإسلامي اليوم لا توجد دولة واحدة تتخذ عصر السعادة قدوة لها، فتعيش الإسلام وتُحييه واقعاً.

أما في الدولة العثمانية، فقد ساد حكمٌ اقترن بقتل الأبناء والأحفاد، ثم أُلبِس هذا الفعل لباس “استمرار الدولة”، فكان ذلك غرابةً ظاهرةً وانحرافاً بيّناً.

ولهذا فإن الحديث عن هذا النموذج يبدو أقرب إلى الطرح المثالي غير القابل للتحقق.

ليت الذين يتولّون الحكم اليوم باسم الإسلام كانوا قائمين على الحق والعدل والإنصاف، ليكونوا قدوةً صالحةً للأجيال القادمة.

مع خالص تحياتي الودّية…

حسين أقّايا

جواباً عليه👇

الإسلام، والعدل، ودعوى “المثالية”

حضرة اللواء المحترم،

إنّ الاعتراضات الواردة في ملاحظتكم تنطلق من مسلّمتين شائعتين في زماننا:

الأولى: أنّ الإسلام لم يُعشَ إلا في عصر السعادة وحده،

والثانية: أنّ عجز الأنظمة الإسلامية عبر التاريخ عن بلوغ هذا المقياس يمنع الإسلام اليوم من أن يكون مرجعاً ملزِماً في شؤون الدولة والمجتمع.

وكلا هاتين المسلّمتين لا تعكسان قراءةً صحيحةً لحقيقة المسألة.

1. عصر السعادة ليس حلماً، بل ميزاناً

لم يكن عصر السعادة مرحلةً تاريخيةً يُنتظر تكرارها بحذافيرها، بل هو ميزانٌ يُرجع إليه في كل عصر، ومعيارٌ يُهتدى به عند الاختلاف والانحراف.

ولم يقل أحد من علماء الإسلام إنّ العصور اللاحقة ستعيش ذلك العصر عيشاً مطابقاً، غير أنّهم أجمعوا على أنّ العدل، والأمانة، وتقديم الحق على القوة قد تجلّت فيه بأوضح صورها.

وعدم تحقّق هذا الميزان تحقّقاً كاملاً في كل زمان لا يدل على بطلانه، بل يكشف ضعف الإنسان. وكما أنّ مخالفة القواعد الطبية لا تُبطل علم الطب، فكذلك ظلم الحكّام لا يُسقط دعوى الإسلام في العدل.

2. التجربة العثمانية: التمييز بين الدين والاختيار السياسي

إنّ بعض الممارسات القاسية التي شهدها التاريخ العثماني، كقتل الأبناء أو الإخوة، لم تكن أمراً دينياً، بل كانت اختيارات سياسية فُرضت بدافع الخوف على بقاء الدولة.

فهي ليست من جوهر الدين، بل أفعال سُوّغت باسمه.

والمسألة هنا ليست الإقرار بوقوع هذه الأحداث، بل السؤال الجوهري هو:

إلى أي حكم شرعي تستند هذه الأفعال؟

ففي الإسلام، حرمة النفس البريئة أصلٌ راسخ لا يجوز نقضه تحت أي ذريعة سلطوية. وليس من قبيل المصادفة أن تُركت هذه الممارسات في المراحل المتأخرة من الدولة العثمانية، مما يدل على قدرة التراث على مراجعة ذاته.

3. دعوى “عدم وجود دولة تطبق الإسلام اليوم”

لا يُنكر ما يعانيه العالم الإسلامي اليوم من ظلم وفساد وتعسّف في الحكم. غير أنّ هذا الواقع يفرض سؤالاً لا مفرّ منه:

هل تُحكم هذه الدول فعلاً بمنهج الإسلام، أم أنّها تُدار باسم الإسلام بينما تخضع في حقيقتها لهيمنة الصهيونية أو التوجيه البريطاني أو غيره من القوى؟

إنّ محاكمة المبدأ بأفعال من لا يلتزم به ظلمٌ في الميزان.

فمفهوم العدل في الإسلام واضح في القرآن، والسنة الصحيحة، والتراث الفقهي المتراكم عبر القرون. ومن لا يلتزم بهذه الأصول لا يمثّل الإسلام، بل يمثّل خياره الخاص.

4. مثال غزة: وعيٌ صامد رغم قسوة الواقع

وفي هذا السياق، لا يمكن تجاهل تجربة غزة المعاصرة.

فعلى الرغم من الحصار الخانق، والعدوان المتواصل، وشحّ الإمكانات، فإن ما يظهر في غزة من أخلاق المقاومة، وروح التكافل، والتمسك بالعدل، دليل على أنّ الإسلام ليس فكرةً منزوعةً من الحياة.

وما يُرى هناك ليس نموذج دولة مكتملة الأركان، بل موقفٌ اجتماعي لم يفقد بوصلته الأخلاقية، وضميرٌ لم يستسلم للظلم، وصمودٌ تشكّل بالإيمان.

وهذا شاهد حيّ على أنّ الإسلام ليس خطاباً نظرياً، بل نظاماً قادراً على إبقاء الإنسان واقفاً حتى في أشد الظروف.

لو كان الإسلام مجرّد «يوتوبيا» لا حقيقة لها، لكان أول ما ينهار تحت حصارٍ قاسٍ كهذا ليس الإمكانات المادّية فحسب، بل قبل ذلك كلّه الأخلاق، وأُسُسُ المعنى التي تمنح الحياة شرعيّتها واتّجاهها.

ذلك أنّ الأفكار التي لا تقوم على واقعٍ راسخ سرعان ما تُهجر عند الضغط والحرمان.

غير أنّنا في غزّة ما زلنا نشهد خطاب العدل حيّاً، والموقف المشروع في مواجهة الظلم محفوظاً، والحدود الإنسانيّة مصونةً بعناية، على الرغم من كل هذا الدمار.

5. المثالية الحقيقية: دولة بلا معنى

إنّ الطرح المثالي حقاً هو الاعتقاد بإمكان قيام دولة منزّهة عن القيم، مفصولة عن الأخلاق، خالية من ميزان العدل.

فالدولة لا بد أن تقوم على معنى:

إمّا القوة والمنفعة، وإمّا الحق والعدل.

ولا يقدّم الإسلام وعداً بصناعة بشرٍ معصومين، بل يطرح:

— سلطةً خاضعةً للمساءلة،

— وحكماً مقيّداً لا مطلقاً،

— ونظاماً يجعل الحق أسمى من القوة.

وقد يكون هذا النظام طُبّق عبر التاريخ تطبيقاً ناقصاً، غير أنّه يبقى من أكثر تصورات العدل تماسكاً في التجربة الإنسانية.

خاتمة

الإسلام ليس حلماً يُقصى بدعوى أنّه لم يُطبّق كاملاً، بل هو ميزان يكشف الانحرافات.

ومثال غزة وحده كافٍ لإثبات أنّ هذا الميزان لا يزال حيّاً رغم كل الظروف القاسية.

إنّ الأزمة التي نعيشها اليوم ليست من فائض الإسلام، بل من غيابه.

وتفضلوا بقبول فائق الاحترام،

أحمد ضياء إبراهيم أوغلو

واختُتمت المراسلة على النحو الآتي:👇

شكرًا لك يا أخي…

ليلةً طيّبة…

مع خالص السلام والمودّة…

حسين أقّايا