Üç Kıtaya Adalet Taşımış Bir Millet, Bugün Kendi Hukukundan Korkar Hale Nasıl Geldi?

1. Şeriatın Gerçek Mahiyeti

Bugün Türkiye’de “şeriat” kelimesi telaffuz edildiğinde, birçok kimsenin zihninde ne yazık ki hemen kol kesme, taşlama, kadınları zorla kapatma, okula göndermeme, idam cezası gibi olumsuz tasavvurlar canlanıyor. Hâlbuki şeriat, İslâm hukukunun yalnızca cezai kısmını değil; adalet, ticaret, aile, miras, çevre, hayvan hakları, sözleşme hukuku ve sosyal yardımlaşma gibi hayatın bütün alanlarını kuşatan ilahî bir nizamdır.¹

İslâm’daki cezalar keyfî değildir; ancak adalet, refah ve sosyal denge tam olarak tesis edildiğinde uygulanabilir. Nitekim el kesme cezası, toplumda kimsenin yoksulluk çekmediği, haksızlığa uğramadığı ve bütün delillerin kesinleştiği durumda tatbik edilir Bu sebeple klasik fıkıh âlimleri, bu tür cezaların “uygulanması en zor hükümler” olduğunu vurgulamışlardır.³

2. Bilinçaltımıza Yerleştirilen Korku

Peki öyleyse, neden bizim bilinçaltımızda şeriat yalnızca ceza ile özdeşleşti?
Neden medyada, ders kitaplarında, sinemada şeriat “öcü” gibi gösterildi?

Bu soruların cevabı, yakın tarihimizin ideolojik mühendisliğinde gizlidir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Batılılaşma adına köklü bir zihini kopuş yaşandı. İttihatçı kadroların mirası olan “askerî vesayet” geleneği, halkın dinî iradesini bastırmak için modernleşmeyi bir tür “dinden uzaklaşma projesi”ne dönüştürdü.
Bu süreçte Kur’an, sünnet ve İslâmî terimler kamuya ait hayattan dışlandı; din, “gerilik ve taassup”la özdeşleştirildi.

Resmî ders kitaplarında, Kâbe’nin tavla zarına, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Arap kabile reisi”ne benzetilmesi gibi ifadeler yer aldı. Bu metinler, o dönemin Millî Eğitim arşivlerinde hâlen görülebilir. Böylece genç zihinlerde “modern = dinsiz, dindar = geri” algısı sistematik biçimde işlendi.

3. Sinema ve Bilinçaltı Mühendisliği

1950’lerden itibaren Batı menşeli propaganda, Türk kültür endüstrisini kuşattı.
Hollywood yapımları ve Yeşilçam senaryoları, İslâm’ı şiddet, kadın düşmanlığı ve bağnazlıkla özdeşleştirdi.
1980 sonrası televizyon dizilerinde “şeriat isteriz” diyen karakterler genellikle bağıran, cahil, sakallı ve kaba tipler olarak resmedildi. Bu, yalnızca bir senaryo tercihi değil, zihin inşası projesiydi.

Karakterlerin isimleri dahi rastgele seçilmedi:
Ramazan”, “Şaban”, “Emine”, “Hatice” gibi hürmet edilen adlar, “alt sınıf, cahil, saf” tiplemeleriyle özdeşleştirildi.
Bu sayede dindar kimlik, alay konusu hâline getirildi; halk kendi inanç değerlerinden utanmaya yönlendirildi.

Aynı dönemde yürürlüğe konan Fulbright Eğitim Anlaşması (1949), Türk eğitim sistemini uzun yıllar Batı merkezli ideolojik denetime açık tuttu. Müfredat, dinî referanslardan arındırılarak seküler bir insan tipi yetiştirmeyi hedefledi.
Böylece “din = geri kalmışlık” fikri, bilinçaltına kazındı.

4. Hakiki Şeriat: Adaletin ve Merhametin Nizamı

Oysa İslâm’ın hukuk sistemi, adaleti ve merhameti merkeze alan bir hikmet düzenidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) “Kadınlar, Allah’ın size emanetidir” buyurmuştur.¹⁰
Kadına değer vermeyen bir toplumu “şeriat toplumu” diye yaftalamak, İslâm’ı değil, cehaleti yansıtır.

Gerçek şeriat, insanı aşağılayan değil; haysiyetini koruyan, onurunu yücelten bir sistemdir.
Bugün “şeriat” denilince akla yalnızca baskı ve ceza geliyorsa, bu İslâm’ın değil, yüzyıllardır yürütülen algı mühendisliğinin sonucudur.

5. Zihin Devrimi ve Öz’e Dönüş Çağrısı

Üç kıtaya adalet taşımış bir milletin evladı olarak, ben İtalyan ceza kanunlarıyla, Alman ticaret düzenleriyle değil; ecdadımın adalet mirası olan İslâm hukukuyla yönetilmek istiyorum.

Bu arzu bir dayatma değil; bir hak arayışıdır.
Eğer gerçekten “egemenlik kayıtsız şartsız milletin” ise, halkın hukuk sistemine dair iradesi de sorulmalıdır.
Bu mesele bir referandumla milletin vicdanına bırakılabilir.

Soru nettir:

“Millet kendi kaderini tayin etme hakkına sahipse, bu hak neden İslâm hukukuna gelince askıya alınır?”

Sonuç

Şeriat” kelimesine yüklenen korkular, inançsızlığın değil, yanlış eğitimin ürünüdür.
Gerçek şeriat, zulmün değil adaletin; baskının değil hikmetin; karanlığın değil nurun yoludur.

Bir toplum, kendi öz değerleriyle barışmadıkça ne adalet tesis edebilir ne de özgürlüğü koruyabilir.
Bugün bize düşen, şeriatı bir korku sembolü değil, adaletin cihanşümul adı olarak yeniden anlamlandırmaktır. Bu anlayışı yeniden görünür hale getiren Gazze Mücahidleri ve halkına teşekkür ve minnet borcumuzu unutmamamız gerekiyor vesselam.

Hazırlayan: Üsame İbrahimoğlu
12.10.2025

Kaynaklar:
1. İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I/33.
2. Kur’ân, Mâide 5/38; ayrıca İmam Şâtıbî, el-Muvâfakât, II/11.
3. Ebû Hanîfe’nin görüşü için bkz. İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-Kadîr, V/321.
4. Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Cilt I, s. 202–210.
5. Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul, 1962.
6. MEB Arşivi, 1930–1935 Ders Kitapları; ayrıca Bkz. Mustafa Armağan, Cumhuriyet Tarihinin Yalanları, 2009.
7. Jack Shaheen, Reel Bad Arabs: How Hollywood Vilifies a People, 2001.
8. Nilüfer Göle, Modern Mahrem, 1993.
9. Fulbright Anlaşması (27 Aralık 1949), TBMM Tutanak Dergisi, Cilt 9.
10. Tirmizî, Radâ, 11.

ترجمة من التركية إلى العربية: 👇

كيف أصبح شعبٌ حمل العدل إلى ثلاث قارات يخاف اليوم من شريعته؟

١. حقيقة الشريعة الإسلامية

عندما تُلفَظ كلمة «الشريعة الإسلامية» في تركيا اليوم، تتكوَّن في أذهان كثيرٍ من الناس -للأسف- صورٌ ذهنية سلبيةٌ كقطع اليد، والرجم، وإجبار النساء على الحجاب، ومنعهن من التعليم، وتنفيذ أحكام الإعدام.
غير أنّ الشريعة الإسلامية لا تقتصر على الجانب الجزائي فحسب، بل هي نظامٌ إلهيّ شامل يشمل مجالات الحياة كلّها: العدل، والتجارة، والأسرة، والميراث، والبيئة، وحقوق الحيوان، وقانون العقود، والتكافل الاجتماعي.¹

والعقوبات في الإسلام ليست اعتباطية، بل لا تُطبَّق إلاّ بعد قيام العدل والرفاه والتوازن الاجتماعي الكامل. فحدّ السرقة مثلًا لا يُنفَّذ إلاّ إذا تحقق الاكتفاء المعيشي في المجتمع وثبتت الجريمة بيقينٍ قاطع.²
ولهذا أكّد فقهاء الإسلام الكبار أنّ هذه الأحكام من أصعب الأحكام تطبيقًا.³

٢. الخوف المرسَّخ في اللاوعي الجمعي

فلماذا إذًا ارتبطت الشريعة الإسلامية في وعينا الباطن بالعقوبة فقط؟
ولماذا صُوّرت في الإعلام والمناهج الدراسية والسينما كأنها «بعبع» مخيف؟

الجواب يكمن في هندسةٍ أيديولوجيةٍ قامت عليها بدايات تاريخنا الحديث. ففي السنوات الأولى من الجمهورية، جرى -باسم التغرّب- انقطاعٌ جذريّ في الذهن والهوية.
وتحوّل إرثُ «الوصاية العسكرية» الذي خلّفه الاتحاديون إلى أداةٍ لقمع الإرادة الدينية للشعب، فصارت «الحداثة» مشروعًا للابتعاد عن الدين.
وفي هذا المسار أُقصي القرآن والسنة والمصطلحات الإسلامية من الحياة العامة، وغُيِّب الدين عن المجال العام ووصِم بالرجعية والتعصّب.

وفي الكتب المدرسية الرسمية ظهرت عباراتٌ تَشبِّه الكعبةَ بنرد الطاولة، والنبيَّ ﷺ بـ«شيخ قبيلةٍ عربي»، ولا تزال تلك النصوص محفوظةً في أرشيف وزارة التربية.
وهكذا غُرِس في أذهان الناشئة أنّ «الحداثة = لا دين»، و«التدين = تخلّف».

٣. السينما وهندسة اللاوعي

ومنذ خمسينيات القرن الماضي أحكمت الدعاية الغربية قبضتها على الثقافة التركية.
فأنتجت هوليوود و«يشيل جام» أفلامًا تُظهِر الإسلام مقرونًا بالعنف وكراهية المرأة والتعصّب.
وبعد عام 1980، صار مَن يقول «نريد الشريعة» في المسلسلات شخصيةً جاهلةً صاخبةً بلحيةٍ وهيئةٍ منفّرة. ولم يكن ذلك اختيارًا فنيًّا بريئًا، بل مشروعَ تشكيلٍ ذهنيٍّ منهجيّ.

حتى الأسماء لم تكن عشوائية؛ فالأسماء الموقَّرة مثل «رمضان» و«شعبان» و«أمينة» و«خديجة» أُلصقت بشخصياتٍ ساذجةٍ أو متخلّفةٍ من الطبقة الدنيا، ليُقدَّم المتديّن على أنه مادةٌ للسخرية.
وفي الوقت نفسه فُعّل «اتفاق فولبرايت التعليمي» سنة 1949، فبقي التعليم التركي خاضعًا لرقابةٍ فكريةٍ غربيةٍ لعقود.
ونُزعت المراجع الدينية من المناهج لتنشئة إنسانٍ علمانيٍّ صرف، فترسّخ في اللاوعي أن «الدين = تخلّف».

٤. الشريعة الحقيقية: نظام العدل والرحمة

أما النظام القانوني في الإسلام، فهو نظامُ حكمةٍ يقوم على العدل والرحمة.
وقد قال النبي ﷺ: «استوصوا بالنساء خيرًا، فإنهن عوانٌ عندكم».¹⁰
فلا يجوز أن نَصف مجتمعًا يُهمِّش المرأة بأنه «مجتمعٌ شرعيّ»، لأن ذلك إساءةٌ للإسلام لا للشريعة.

إن الشريعة الإسلامية الحقيقية لا تُهين الإنسان بل تصون كرامته وتُعلي شأنه.
فإذا ذُكرت الشريعة اليوم فخاف الناس من القمع والعقوبة، فالمشكلة ليست في الإسلام، بل في قرونٍ من التلاعب بالتصوّر والإدراك.

٥. ثورة الوعي والعودة إلى الأصل

وأنا -ابن أمةٍ حملت العدل إلى ثلاث قارات- لا أريد أن أُحكَم بالقوانين الإيطالية في العقوبات، ولا بالنظام التجاري الألماني، بل بميراث العدالة الإسلامي الذي خلّفه أجدادي.

وهذه الرغبة ليست فرضًا على أحد، بل حقٌّ في اختيار المرجعية.
فإذا كانت «السيادة للأمّة بلا قيدٍ ولا شرط»، أفلا يُسأل الشعب عن النظام القانوني الذي يريده؟
إنها مسألةٌ يمكن أن تُطرح في استفتاءٍ شعبيٍّ على ضمير الأمة.

والسؤال واضح:

إذا كان للأمة الحق في تقرير مصيرها، فلماذا يُجمَّد هذا الحق حين يتعلّق بالشريعة الإسلامية؟

الخاتمة

إنّ الخوف المرتبط بكلمة «الشريعة» ليس ثمرةَ الإلحاد، بل نتيجةُ تعليمٍ مشوَّه.
والشريعة الحقيقية هي طريقُ العدل لا الظلم، طريقُ الحكمة لا القسر، طريقُ النور لا الظلمة.

ولا يستطيع مجتمعٌ أن يحقق العدل أو يصون الحرية ما لم يُصالِح ذاته وقِيَمه الأصيلة.
وما علينا اليوم إلا أن نُعيد فهم الشريعة لا كرمزٍ للخوف، بل كاسمٍ عالميٍّ للعدل.

ولْنَذكُر بامتنانٍ أبطال غزة المجاهدين وشعبها الصامد الذين أعادوا إحياء هذا المعنى في ضمير الأمة. والسلام.

إعداد: أسامة إبراهيم أوغلو
12 / 10 / 2025م

المترجم: أحمد ضياء إبراهيم أوغلو

المراجع:
1. ابن عابدين، رد المحتار، 1/33.
2. القرآن الكريم، سورة المائدة 5:38؛ الإمام الشاطبي، الموافقات، 2/11.
3. ابن الهمام، فتح القدير، 5/321.
4. شوكت سريّا أيدمير، الرجل الواحد، ج1، ص202–210.
5. علي فؤاد باشغيل، الدين والعلمانية، إسطنبول، 1962م.
6. أرشيف وزارة التعليم، كتب دراسية (1930–1935)؛ مصطفى أرماغان، أكاذيب التاريخ الجمهوري، 2009م.
7. جاك شاهين، العرب الأشرار حقًا: كيف تشوّه هوليوود صورة شعبٍ بأكمله، 2001م.
8. نيلوفر غوله، الحرام العصري، 1993م.
9. اتفاق فولبرايت، 27 كانون الأول / ديسمبر 1949، مجلة محاضر البرلمان التركي، ج9.
10. الترمذي، الرضاع، حديث رقم 11.