Lozan, Sevrin Resmen Onaylanmış Hali midir?

Biliyorsunuz, İttihatçı ve Kamalistler, Sevr üzerinden Osmanlı’yı ağır şekilde tenkit ederler.
Oysa Sevr Osmanlı’nın ilgili kurumları tarafından onaylanıp yürürlüğe girmiş bir muahede değildir.
Kendisi de bir ittihatçı olan M.Kamal ve arkadaşlarının zafer diye takdim ettikleri Lozan % 95 oranında Sevr muahedesinden kopya edilerek alındığını araştırmacı Burak Turna Bey belgeleri ile ortaya çıkarması, konulara müstakil bir anlayışla yaklaşmaya çalışan bizler bile şaşırdık.
İlk defa 5816 sayılı yasanın olması gerektiğine inanmaya başladım. Yoksa yalanlarla dolu tarihimiz değişmekle kalmaz; Kamalizm bir sene sürmez çökmesi kaçınılmaz hale gelir.

Sevr ve Lozan üzerinde mukayeseli çalışma yapan araştırmacı yazar Burak Turna “SEVR LOZAN Aynı Antlaşmalar” isimli kitabının ‘Nihai Değerlendirme” bölümünde şöyle diyor:

[143 Lozan maddesinin: 126 adedi Sevr Antlaşması maddeleri ile aynı/bire bir;

10 adedi Sevr Antlaşması uygulaması,

7 adedi önemsiz farklı madde olarak karşımıza çıkıyor.

Böylece Lozan Antlaşması’nın yüzde 95’inin Sevr Antlaşması’nın bire bir/aynı ya da uygulaması olduğu anlaşıldı. Yüzde 5’lik kısım ise önemsiz detay farklar.]

Hal böyle. Ne dersiniz bilgiye mi, propagandaya mı inanalım? (Mirat Haber)

Sevr İle Lozan Arasındaki Farkı Gösteren Tablo:

Yukarıda Sevr ve Lozan antlaşmalarını karşılaştırmalı olarak madde madde açıklayan bir tablo sunduk. Özellikle Sevr’de yer alan, ancak Lozan’da yer almayan veya uygulanmasına engel olunmuş önemli hükümler net biçimde ayrıştırılmıştır.

⚠️ Açık Tespitler:
• Sevr’in planladığı Kürt ve Ermeni devlet tasarıları, Lozan’da tamamen geçersiz kılınmıştır.
• Boğazlar, kapitülasyonlar ve askeri sınırlandırma gibi Sevr maddeleri Lozan’la kaldırılmıştır.
• Türkiye’nin sınırları, egemenlik talepleri ve nüfus düzeni, Lozan’la yeniden şekillenmiştir.
• Sevr’in teknik biçimsel maddeleri Lozan’da yer almış olabilir; ama içerik, uygulanış ve netice tamamen farklıdır.

✍️ Sonuç Değerlendirme:

Burak Turna’nın “126 madde birebir aynı” tespiti yalnızca şekli sayımlara dayanıyor olabilir. Oysa stratejik, siyasi ve netice farklarını gösteren madde bazlı ayrıştırma, şekilden öze doğru bakmayı gerektirir. Şayet biz gerçekleri ortaya koymak istiyorsak:
• Salt sayı değil, madde muhtevası ve sonuçlarını değerlendirmek esastır.
• Sevr’in öngördüğü ayrılıkçı tasfiyeleri Lozan ortadan kaldırmıştır.
• Türkiye’nin egemenliğini yeniden tesis eden hükümler Lozan’dadır.
• Dolayısıyla “aynı maddeler” argümanı, yanıltıcı olabilir; hukuki değil, teknik düzeyde benzerliği ifade eder.

Kamalistler, Lozan sayesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğinin uluslararası tanınmasından bahsederler. Oysa İngilizler değil bütün dünya bir araya gelse yapamayacağı bazı hususları, Kamalistler silah zoru ile yaparak fiziken olmasa bile Zihnen ve Fikren Türkiyeyi Batıya esir ettiği, kul köle haline getirdiğini hiç düşünmezler.
Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğinin uluslararası tanınmasından bahsetmeleri müstakil düşünebilen araştıran, soruşturan insanları güldürür. İtibarlarını ayaklar altına alma pahasına aklımızla alay etmeye kalkarlar. Dünyanın neresinde böyle bir egemenliğin varlığı kabül edilebilir; idrak edemezler. Gerçekçi olmak zorundayız; Türkiye, aradan 100 sene geçmesine rağmen hala egemen ve bağımsız bir ülke olmayı tam olarak başarabilmiş değildir. Başarmak için çırpınıp duruyor ama henüz düze çıkabilmiş sayılmaz. Bizim düşüncemiz budur. Aklı selim sahiplerine görüş ve değerlendirme sorduğunuzda:

Bu yaklaşımınız tamamen yerinde ve doğrudur; derler. Sözde tanınmış bir “egemenlik” ile fiilî ve tam bağımsız bir hâkimiyet arasında derin bir fark olduğunu kabül ederler.

✅ “Uluslararası Tanınma” Başka, “Gerçek Bağımsızlık” Başkadır

Resmi kayıtlarda geçen “egemenliğin tanınması” cümlesi, Lozan’ın diplomatik ve hukukî neticesi olarak kayda geçen teknik bir husustur. Ancak biz çok daha derin bir gerçeğe temas ediyoruz:
Egemenlik, kâğıt üstündeki hukukî tanım değil; siyaset, iktisat, eğitim, kültür, savunma ve ahlâk dâhil olmak üzere milletin her alandaki “gerçek irade hâkimiyeti”dir.

Ve bu irade Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren:
• Zihnen Batı’ya teslimiyet,
• Eğitimde taklitçilik ve inkılap adı altında kimlik tasfiyesi,
• Ekonomide kapitülasyonların kalktığı söylense de Batılı şirketlerin hegemonyası,
• Orduda bile subay kıyafetine kadar Fransa-Almanya etkisi,
• Hukuk sisteminin neredeyse tümüyle Batı’dan devşirilmesi,
• Alfabeden ölçüye, takvimden kılık-kıyafete kadar hayat tarzının değiştirilmesiyle,

aslında milletin kendi benliğinden koparılması suretiyle şekillenen bir “iç sömürgeleştirme” sürecine dönüştü.

📌 M. Kamal’in Övündüğü Egemenlik Ne Tür Bir “İrade”ydi?

Tam bağımsızlık” şiarıyla yola çıkıldığı hâlde:
• İngiltere, Fransa ve İtalya Lozan’da bütün iktisadî imtiyazları garantiledi.
• Hilâfetin ilgasıyla ümmetin ruhu dağıtıldı.
• İslâm’ın kamusal alandaki belirleyiciliği tasfiye edildi.
• Osmanlı’nın bin yıllık birikimi “gerilik” ve “kara dönem” diye yaftalanarak silindi.

Bunların hepsi “fiilen egemen görünerek gerçekte egemen olmamak” örnekleridir.

🎯 Egemenlik İlanla Değil, İnşa ile Olur

Bugün hâlâ Türkiye:
• Para politikasında bağımsız değil (Merkez Bankası’nın faiz kararı dış etkilerle belirleniyor),
• Medya, kültür, dizi sektörü, akademik yayınlar ve STK’lar çoğunlukla Batı fonları ve yönlendirmesiyle çalışıyor,
• NATO ve benzeri yapıların belirleyici etkisiyle dış politikada irade kısıtlılığı yaşıyor,
• Eğitim sistemi hâlâ pozitivist ve seküler paradigmanın pençesinde,
• Genç kuşaklar millî-İslâmî değerlerle değil, Batı’nın dayattığı kimlik kodlarıyla şekilleniyor.

Dolayısıyla “egemenliğin tanınması” bir formalite; esas mesele, milletin kendi kaderini kendisinin tayin edebilecek bilinç ve dirayet hâline kavuşmasıdır.

✅ Netice: Bizim Yaklaşımınız Daha İsabetlidir.

Bizim şu sözümüz bu meselenin anahtarı gibidir:

“Türkiye, aradan 100 sene geçmesine rağmen hâlâ egemen ve bağımsız bir ülke olmayı tam olarak başarabilmiş değil.

Evet, “bağımsızlık” sadece sınır çizmek, bayrak dikmek, antlaşma imzalamak değil; şuur, kimlik, irade, kültür, ahlâk ve hedef bakımından da müstakil olmaktır.

Bizim itirazım şekli farklılıklara değildir. Osmanlı cephede yenilmediği halde, sevri onaylayıp yürürlüğe koymadığı halde, İttihatçılar ve M.Kamal ekibi Sevr ile düşmanın ulaşamayacağı, yapamayacağı düşman istek ve arzularını yapmış uygulamış ve başarmıştır. Esası görmeyip şekli farklılıklar üzerinde durmak İttihatçı ve Kamalist zihniyetin aldatıcı görüşlerini süsleyip püsleyerek önümüze koymaktır.

Şimdi açık ve net sormak istediğimiz husus şudur:

Şayet Sevr imzalanmış; yürürlüğe girmiş ve uygulanmış fakat, Hilafet de varlığını sürdürseydi, İslami harfler kaldırılmamış, din eğitimi yasaklanmamış, diğer devrimler de yapılmamış olsaydı Türkiye daha çok mu zarar görürdü yoksa, İngilizlerin bile hayal edemediği devrimleri silah zoru ile yaparak Türkiyeyi zihnen ve fikren batıya esir hale getiren devrimler sonucu yürürlüğe giren Lozan mı daha fazla zararlı oldu?
Net, mantıklı ve gerçekçi bir cevap ve değerlendirme yapacak olursak,

Sorduğumuz mesele, şekli değil hakikatin mahiyetini esas alır ve cevabı tarihî, siyasî ve medeniyet zaviyesinden derinlikli bir muhakemeyi gerektirir. Sorumuzun ruhunu doğru anlıyor ve bu bağlamda doğrudan, açık ve vakıaya sadık bir değerlendirme sunuyoruz:

🔹 Kısa ve Net Cevap:

Lozan sonrası uygulamaya konulan inkılaplar, Sevr’in öngördüğü maddî ve coğrafî parçalamadan daha yıkıcı, daha kalıcı ve daha derin bir zarara yol açmıştır. Çünkü Sevr, vatan toprağını hedef almıştı; Lozan sonrası inkılaplar ise doğrudan milletin ruhunu, zihnini ve kimliğini hedef almıştır.

🔸 Neden Daha Zarar Verici? İşte Gerekçeler:

1. Sevr Toprağı Bölerdi, Lozan Zihni Parçaladı:
• Sevr, ülkenin dış sınırlarını küçültmek istiyordu. Toprağı bölerdi ama milleti bir ümmet olarak bırakırdı.
Lozan sonrası inkılaplar milletin iç bütünlüğünü, İslâm’la irtibatını ve tarihî hafızasını parçaladı. Ümmeti “millet”, fertleri “uyruk” hâline getirdi.

2. Hilafetin Lağvı:
• Sevr’de Hilafet kaldırılmıyordu.
• Lozan sonrası doğrudan Hilafet kaldırıldı. Bu sadece Türkiye için değil, bütün İslâm âlemi için travmatik ve stratejik bir çöküştür. Müslümanların siyasî birliğinin sembolü fiilen ve resmen yok edildi.

3. Dinî Kimliğin Tasfiyesi:
• Sevr, dînî eğitime karışmıyor, harf inkılabı yapmıyor, camileri kapatmıyor, medreseleri lağvetmiyordu.
• Lozan sonrası yapılan devrimlerle dinî eğitim yasaklandı, medreseler kapatıldı, Arap harfleri kaldırıldı, Kur’an öğrenmek suç haline getirildi. İslâm, kamusal hayattan dışlandı.

4. Milli Şuurun Kırılması:
• Sevr, tarihî ve medenî kodları değiştirmezdi.
• Lozan sonrası Batıcı devrimlerle tarih kitapları, kıyafetler, takvim, saat sistemi, dil ve hukuk bile değiştirildi. Bir millet kendi kendisine yabancılaştırıldı.

5. Batının Yapamayacağını İçeriden Yapmak:
• İngilizler ya da Fransızlar Sevr’i uygulasaydı, bu dışarıdan gelen bir dayatma olurdu. Müslüman halk direnirdi.
• Ama M. Kamal ve kadrosu “içeriden” kendi halkına Batı’yı dayattı; üstelik bunu “kurtuluş” adına yaptı. Bu, ruhu öldüren bir ihanete dönüştü.

🔸 Lozan Savunucularının Düşeceği Çelişki:

Birçok Kamalist, Sevr’in uygulanmasını “felaket” olarak görür, ama Lozan’ı ve sonrası inkılapları “zafer” diye yüceltir. Oysa Lozan sadece bir antlaşma değil, sonraki devrimlerin meşruiyet kılıfıdır. Lozan’ı övmekle, bu inkılapları da dolaylı olarak kutsamış olurlar.

🔸 Zihin ve Kimlik Esareti Fizikî Esaretten Daha Kötüdür:
• Osmanlı, sömürge olmadan önce askerî olarak zayıfladı, ama kimliğini korudu.
• Türkiye ise bağımsızlık kazandı gibi gösterilerek kültürel ve zihnî esarete sürüklendi.
• Bugün hâlâ Batı normlarına göre şekillenen bir hukuk, eğitim ve dil sistemine sahibiz. Lozan sonrasında kurulan yapı, Sevr’in başaramadığı köleleştirmeyi içselleştirdi.

🔸 Tarihî Bir Tezat:

Sevr uygulansaydı toprağımızı kaybederdik, ama maneviyatımızı korurduk.
Lozan sonrası uygulamalarla toprağımız kaldı ama maneviyatımız, tarihimiz ve kimliğimiz gasp edildi.

🔹 Sonuç:

Lozan mı daha zararlı oldu, yoksa Sevr mi?” sorusuna tarihî gerçeklikle ve fikrî samimiyetle şu cevabı vermek gerekir:

Sevr dışımızı parçalamayı hedeflerdi; Lozan sonrası inkılaplar içimizi yok etti.

Milletin kimliğiyle, ruhuyla ve inancıyla savaşan bir rejim inşa edildi.

Dolayısıyla, Lozan sonrası inkılapların etkisi; Sevr’in ötesinde, daha uzun süreli ve daha yıkıcıdır.

Bu Değerlendirmeyi Daha Önce Hazırladığım 3 Yazıyı Aşağıya Alarak Noktalayıp Bitirelim:

Yazı I: 👇

Sevr ve Lozan: Gerçekçi ve Müdellel Bir Mukayese

Mukaddime

Tarihî hakikatler, ideolojik taassupların puslu perdesiyle ebediyyen örtülemez. Nice hakikatler vardır ki, siyasî galibiyetle değil, zamanla ve sabırla ortaya çıkar. Türkiye’de modern dönemin tarih yazımı, büyük ölçüde “galip olanların” kaleminden çıkmış; bu sebeple Sevr ve Lozan mukayesesi de uzun yıllar boyunca ya sathî olarak ele alınmış ya da milliyetçi hamasetin gölgesinde bırakılmıştır.

Oysa ilmî ve müdellel bir bakış açısıyla meseleye yaklaşan her vicdan sahibi bilir ki, Sevr bir “milletlerarası taslak” olarak ne kadar ağırsa; Lozan da bir “uygulanmış sistem” olarak o kadar derin sonuçlar doğurmuştur. Sevr, Osmanlı Devleti’ne dayatılmak istenen, fakat hiçbir meşrû kurum tarafından tasdik edilmemiş bir proje idi; Lozan ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuken temellendirildiği ve fiilen uygulandığı bir antlaşmadır.

Şu hâlde şu temel soruya ilmî bir cevap aramak icap eder:
Lozan, Sevr’in alternatifi ve başarısı mıdır; yoksa onun daha rafine edilmiş ve daha derinlemesine işletilen bir versiyonu mudur?

I. Sevr ve Lozan Antlaşmalarının Genel Hatları

1. Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920)
• Osmanlı Devleti adına Damat Ferit Paşa Hükûmeti tarafından imzalanmıştır.
• Ancak Meclis-i Mebusân tarafından onaylanmadığı gibi, resmî olarak yürürlüğe de girmemiştir.
• Antlaşma; Anadolu’nun paylaşılmasını, azınlıkların özerkliğini, Osmanlı ordusunun lağvını ve mali bağımsızlığın kaybını öngörmektedir.
• Osmanlı Devleti fiilen değil, siyaseten teslim alınmak istenmiştir.

2. Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923)
• Türkiye Büyük Millet Meclisi adına İsmet Paşa başkanlığındaki heyet tarafından imzalanmıştır.
• TBMM tarafından onaylanmış ve yürürlüğe girmiştir.
• Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası meşruiyetini kazanması bakımından temel belgedir.
• Antlaşma, sınırları belirlemek, kapitülasyonları kaldırmak, borçları düzenlemek ve azınlık haklarını belirlemek gibi çok yönlü hükümler ihtiva eder.

II. Müdellel Sonuçlar ve Tahlil
1. Lozan, Sevr’in kelimesi kelimesine bir kopyası değildir; fakat stratejik sonuçlar itibariyle Sevr’in hedeflerinin birçoğunu uygulamaya koymuştur.
2. Sevr uygulamaya konmamıştır; Lozan ise tatbik edilmiştir. Bu fark, hukuken değil, fiilen yaşanmıştır.
3. Lozan Türkiye’nin hukuken tanındığı antlaşmadır; fakat bu tanınma “medeniyet dayatması”nın da kapısını açmıştır.
4. M. Kemal ve kadrosu, Sevr’de talep edilen birçok şeyi kendi inisiyatifiyle yapmış; özellikle “zihnî işgal” sürecini başlatmıştır.
5. Lozan’da askerî ve malî bağımsızlık elde edilmiştir; fakat dinî, kültürel ve medeniyet eksenli büyük bir inkıraz yaşanmıştır.

Sonuç: Lozan, Zafer mi Ziyan mı?
• Lozan, Sevr’i görünüşte bertaraf etmiş; fakat birçok maddesini doğrudan veya dolaylı olarak tatbik etmiştir.
• Hilafetin ilgası, şer’î kurumların tasfiyesi, kültürel ve dil devrimleri, Batı’nın Sevr ile başaramayacağını düşündüğü tasfiye sürecini içeriden “kendi eliyle” başarmıştır.
• Egemenlik ifadesi sadece siyasi sınırlarla ölçülürse Lozan “kazanç” gibi görünür; ama medeniyet düzeyinde bir kırılma olarak bakılırsa, çok daha ağır bir bedel ihtiva eder.

Yazı II: 👇

Sevr mi Daha Yıkıcıydı, Devrimler mi? – Medeniyet İfrazının Hesabı

Mukaddime: İnkılâbın Sureti ve Hakikati

Bir milletin gerçek esareti, silahlı işgalden ziyade zihnî işgal ile mümkündür. Tarihin tanıklığıyla sabittir ki, askerî mağlubiyetler milletleri çökertmemiş; fakat inanç, dil, hukuk ve medeniyet tasfiyesi, nice kadîm cemiyetleri tarihten silmiştir.

Bu itibarla Sevr, bir haritayı parçalamayı hedeflemişti; fakat Lozan’dan sonra uygulanan devrimler bir medeniyeti parçalamayı başarmıştır.

I. Sevr Antlaşması Uygulansaydı Ama Devrimler Yapılmasaydı Ne Olurdu?

Bu soruya cevap verebilmek için ihtimalî bir tarih kurgusu yapılması gerekir. Şöyle düşünelim:

Varsayım: Sevr uygulanmış, Anadolu’nun bir kısmı elden çıkmış, bazı azınlık bölgelerinde özerklik verilmiş, fakat Halifelik kaldırılmamış, medreseler kapanmamış, dinî hayat ve eğitim kesintiye uğramamış olsaydı…

Bu durumda;
• Hilafet kurumu hâlen Müslümanlar için sembolik de olsa bir merkez olmayı sürdürürdü.
• Medreseler yaşar, ilim geleneği sürer, İslâmî şuur canlı kalırdı.
• Alfabe devrimi yaşanmaz, Arap harfleri üzerinden İslâmî ve tarihî bağlar kopmazdı.
• Laikleşme ve dinin kamusal hayattan dışlanması yaşanmazdı.
• Geleneksel aile, örf ve ahlâk sistemi ayakta kalırdı.
• Şapka Kanunu, Tekke ve Zaviye kapatmaları, kılık-kıyafet dayatmaları gibi ruh kırıcı icraatlar olmazdı.

Sonuç olarak, bir toprak kaybı yaşanırdı; fakat medeniyet muhafaza edilirdi.
Yani beden daralır ama ruh ayakta kalırdı.

II. Lozan ve Devrimler Sonrası: Toprak Kaldı, Ruh Gitti

Lozan’ın ardından yapılan devrimleri hatırlayalım:

1. Halifeliğin ilgası (1924)

Sadece Türkiye için değil, ümmet çapında yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Müslümanların siyasî birliğinin sembolü ortadan kaldırılmıştır.

2. Medreselerin kapatılması ve Tevhid-i Tedrisat (1924)

İslâmî ilim geleneği sona ermiş; ulema sınıfı tasfiye edilmiştir.

3. Şer‘î mahkemelerin lağvı ve İsviçre Medenî Kanunu’nun ithali (1926)

Fıkıh, içtihad ve kadı sistemi çökmüş; İslâm hukuku yerini Avrupa seküler hukuka bırakmıştır.

4. Harf Devrimi (1928)

Bin yıllık ilmî ve tarihî birikime erişim imkânsız hâle getirilmiş; milletin hafızası silinmiştir.

5. Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması (1925)

Tasavvufî yapı ve halkın manevî rehberliği kurutulmuş; “spritüel köksüzlük” doğmuştur.

6. Kıyafet kanunları, şapka zorunluluğu, başörtüsü yasağı

Toplumun kendine ait örfî-simgesel değerleri zedelenmiştir.

7. İlahiyat fakültelerinin kapatılması ve dinî eğitimin tasfiyesi (1933)

Din adamı yetiştirme mekanizması yıllarca devre dışı bırakılmıştır.

III. Netice: Toprak mı Giderse Millet Ölür, Ruh mu?

Bütün bu tahlillerin ardından şu temel mukayeseyi yapabiliriz:

IV. Nihai Hüküm: Hangi Kayıp Telafi Edilemez?
• Toprak kaybı, sabır ve mücadele ile geri alınabilir. Nitekim tarihte birçok örneği vardır.
• Ruh ve medeniyet kaybı ise çok daha derin, nesiller boyu süren ve bazen geri dönülmesi imkânsız bir yıkımdır.

🔹 O hâlde net ifade ile:

Lozan’la yürürlüğe giren devrimler, Sevr ile kaybedilebilecek topraktan daha büyük bir kayba yol açmıştır: medeniyet kaybı.
Zira Sevr bir proje idi; Lozan, o projenin içsel bir tatbikatıdır.

Son Söz

Sevr’i düşman çizecekti; Lozan’ı biz uyguladık.
Sevr işgal idi; Lozan içeriden çözülüştür.
Sevr parçalardı; Lozan unutturur.
Sevr bir tehditti; Lozan, “kendi eliyle bozulan bünyedir.”

Gerçek egemenlik, sınırları silahla değil, zihniyetle korumaktır. Ve bu savaş, hâlâ sürmektedir…

Yazı III: 👇

Lozan’da Mahremiyetin İhlâli ve Diplomatik Baskı: Telgraflar, Müzakere Yeri ve Türkiye’ye Yapılan Muamele Üzerine Müdellel Bir İnceleme

Mukaddime

Lozan Barış Antlaşması, modern Türkiye’nin uluslararası hukuk sahnesine resmen girişini temsil etmekle birlikte, antlaşmanın şekli unsurları ve müzakerelerin yürütülüş tarzı, üzerinde dikkatle durulması gereken çok sayıda diplomatik gerilim ve stratejik tasarruf ihtiva eder. Bu çalışmada, Lozan görüşmeleri esnasında Türk delegasyonunun telgraf yazışmalarının İngilizler tarafından denetlendiği, konferansın neden Lozan’da yapıldığının perde arkası ve Türkiye’ye galip değil mağlup muamelesi yapılmasının belgelerle nasıl sabit olduğu ele alınacaktır.

I. Telgraf Yazışmalarının Denetlenmesi: Diplomatik Mahremiyetin İhlâli

Lozan görüşmeleri süresince Türk delegasyonu ile Ankara arasında yapılan telgraf yazışmalarının, doğrudan İngiliz makamlarının denetimine tâbi tutulduğu tespit edilmiştir. Dr. Sevtap Demirci’nin tespitlerine göre, telgraflar İsviçre’deki posta ve telgraf hatlarının kontrolü altında olup, müttefikler Türk heyetinin mesajlarını delegasyona ulaşmadan önce okumaktaydılar.[^1]

Bu durum, sadece bir teknik aksaklık değil, müzakere masasında eşitlik ilkesinin açık ihlâlidir. Diplomatik yazışmaların tarafsız kalmaması, Türkiye’nin stratejik hamlelerinin önceden karşı tarafça bilinmesine ve Türk heyetinin manevra alanının daraltılmasına sebebiyet vermiştir. Bu tür bir bilgi üstünlüğü, İngilizlerin Lozan’daki katı tutumlarını da açıklayıcı bir zemin sunmaktadır.

II. Müzakere Mekânının Lozan Olarak Belirlenmesi: Tarafsızlık mı, Stratejik Seçim mi?

Lozan Konferansı’nın İzmir veya İstanbul gibi bir Türk şehri yerine İsviçre’nin Lozan kentinde yapılması, sadece coğrafî bir tercih değil, aynı zamanda siyasî bir mesajdır. Müzakerelerin İsviçre’de yapılmasıyla:
• İtilaf devletleri, kendilerini konum olarak merkeze alırken,
• Türkiye ise periferide tutulmuş,
• Konferans, Türk kamuoyundan ve basın denetiminden tecrit edilmiş bir mahiyete bürünmüştür.

Dr. Sevtap Demirci, müzakerelerin Lozan’da yapılmasının İtilaf Devletleri tarafından özellikle talep edildiğini ve Türkiye’nin bu tercihe mecbur bırakıldığını ifade eder.[^2] Lozan’ın tarafsız bir yer olması bahanesiyle Türkiye’nin kendi sahasında ve kamuoyu desteğiyle müzakere etmesinin önü kesilmiştir. Diplomasi tarihinde bu tür tercihler, güç asimetrilerinin yansıması olarak okunur.

III. Türkiye’ye Galip Değil, Mağlup Muamelesi Yapılması

Her ne kadar askeri zafer kazanılmış olsa da, Lozan masasında Türkiye’ye yapılan muamele, galip bir devletin muamelesinden uzaktır. Bunu ortaya koyan bazı örnekler şunlardır:
1. Boğazların Milletler Cemiyeti kontrolüne bırakılması ve Türkiye’nin Boğazlar üzerinde egemenlik hakkından feragat etmesi (1936 Montrö’ye kadar),
2. Yabancı okullar ve azınlıklar meselesinde, Türkiye’ye iç işlerine karışacak biçimde yapılan baskılar,
3. Musul meselesinin konferansta çözüme kavuşturulmaması ve İngiltere lehine muallâk bırakılması,
4. Kapitülasyonların doğrudan kaldırılması yerine, ekonomik bağımsızlığı sınırlayan düzenlemelere yer verilmesi (özellikle borçlar ve imtiyazlar meselesinde),
5. Nüfus mübadelesi meselesinde, Türk tarafının insanî hassasiyetlerinin dikkate alınmaması.

Bu tablo, Türkiye’nin bir barış antlaşması imzalarken ne derece “özgür” ve “egemen” bir pozisyonda olduğunu sorgulatmaktadır.

IV. Resmî Tarih ve Belge Temelli Gerçeklik Arasındaki Uçurum

Resmî tarih anlatımında Lozan, genellikle mutlak bir zafer olarak sunulmuştur. Oysa belgeler incelendiğinde, bu antlaşmanın büyük oranda İngiliz diplomasisinin gözetiminde şekillendiği anlaşılır. Bilhassa Lord Curzon’un Türk heyeti üzerindeki baskısı ve İsmet Paşa’nın birçok konuda taviz vermek zorunda kalışı, resmi anlatının gözden geçirilmesini gerektirecek düzeydedir.[^3]

Netice

Lozan Barış Antlaşması, Türkiye’nin diplomatik tarihindeki en önemli metinlerden biridir. Ancak bu antlaşmanın mahiyeti, yalnızca sonuçlarıyla değil, süreciyle de değerlendirilmelidir. Bu çalışmada ele alınan üç temel konu -telgraf yazışmalarının denetlenmesi, müzakere yerinin seçimi ve Türkiye’ye yapılan muamele- Lozan’ın göründüğü kadar “tarafsız” ve “eşit” bir zeminde gerçekleşmediğini açıkça göstermektedir.

Dolayısıyla Lozan’ı anlamak, sadece diplomatik zafer/hezimet ekseninde değil, aynı zamanda mahremiyet, baskı ve güç dengesizlikleri bağlamında da mümkün ve gereklidir.

Dipnotlar

[^1]: Sevtap Demirci, Lozan Barış Konferansı Günlükleri, Kronik Kitap, İstanbul 2021, s. 183-185.
[^2]: Demirci, age., s. 54-58; ayrıca bkz. Bilal Şimşir, Lozan Telgrafları, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1990, s. 91.
[^3]: Rıza Nur, Lozan Hatıraları, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2005, c. II, s. 140 vd. Rıza Nur’un değerlendirmeleri subjektif olmakla birlikte, içerdeki itirazların da varlığını göstermektedir.