İran Projesi Sona Erdi; Boşluğu Kim Dolduracak?
“İran Projesinin Sonu: Stratejik Boşluğu Kim Dolduracak?”
Makalenin uzunluğu, konunun zaruretindendir.
İran’ı “Kıble ehlinden” olduğu iddiası ile desteklemek gerektiğini söyleyen bazı hocaları boş verin. Bu anlayış, Müslümanların dinî şuurlarına ve dinin gereklerini kavrayışlarına büyük zarar vermektedir. Bu kişiler, görüşlerini desteklemek adına İbn Teymiyye’nin bazı sözlerine atıf yaparlar. Oysa bu yaklaşım, ya duygusal saiklerle ya da pek de temiz olmayan gerekçelerle şekillenmiş olup yanlış bir varsayım üzerine bina edildiğinden, hem temelleri hem de sonuçları hatalıdır.
Bazı siyaset yorumcularını da bir kenara bırakın. Zira siyasi analiz, ehliyet sahibi olmayan kimselerin bu alana girmesiyle vakarını ve ciddiyetini yitirdi. Ciddi birkaç isim istisna olmakla birlikte, zamanın lehine olmadığı iddiasını dillendirenler daha önce de “Mübarek Yeşil Taarruz” (direnişin Gazze merkezli olarak işgal rejimine karşı başlattığı son büyük hamle) döneminde benzer sözler sarf etmişlerdi. O günden bu yana neredeyse iki yıl geçti, ama hâlâ söz konusu yapı, Arapların izzetli evlatlarını katletmeyi sürdürüyor.
Bir başka söylem de şu: “Bu yapı aynı anda birden fazla cephe açamaz.” Bu da artık geçerliliğini yitirdi. Lübnan’daki partiye (Hizbullah’a) birkaç gün içinde ağır darbeler vuruldu. Şam’a yönelme iştahı olsaydı, belki oraya da saldıracaktı. Fakat hem Allah’ın lütfu hem de mevcut liderliğin mahalli ve dünyadaki gelişmeleri dikkatle okuması, iç gerçekliğini ve mevcut imkânlarını iyi bilmesi sayesinde bu gerçekleşmedi. Öte yandan aynı yapı bugün İran’a da cephe açmış durumda. Bu da onun aynı anda birden fazla cephede savaşabildiğinin açık göstergesidir.
Peki bu yapının aynı anda birçok cephede savaşabilmesinin sebebi nedir?
Çünkü bu yapı, sebep-sonuç ilişkisini gözeten bir akla sahiptir. Karşısındaki ülkeler ise yolsuzluğa batmış, zalim ve içtimai meşruiyetten yoksun rejimlerdir. Bu rejimlerin bütün başarısı halklarını zorla yönetmeye devam edebilmeleridir.
Bu yapı aynı zamanda derin bir siyasi bilinç ve karşı karşıya olduğu tehditlerin farkındalığına da sahiptir. Bu sebeple, savaşlarında atacağı en küçük bir geri adımın, onu gerileme sürecine sokacağını bilir.
Ayrıca bu yapı, kendi kamuoyuna da inandırıcı bir hikâye kurmayı başarmıştır: “Bu, bir varoluş savaşıdır. Ya zafer, ya yok oluş.” Bu ifade, halkın ve muhalefetin, başbakanlarının davranışlarını hoş karşılamasalar da suskun kalmasının sebebidir.
Yine bu yapı, birden fazla cephede savaşma gücünü elinde tutmaktadır; çünkü elindeki sihirli güç anahtarı, Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bu ülke şu an ideolojik olarak Siyonizme bağlı bir sağcı ekip tarafından yönetilmektedir; bağlılıkları sadece siyasi değil, itikadîdir.
Bu yapı için söz konusu savaşta başka bir tercih yoktur: Zafer şarttır. Çünkü kurdukları “hayati tehdit” ifadesi doğrudur. “Yeşil Taarruz” sonrası oluşacak yeni siyasi ve saha gerçekliğini kabul etmek, onun zamanla yok oluş sürecine girmesi anlamına gelir. Bu, bugün başta bulunan zeki, güçlü ve aşırı sağcı bir başbakan için asla kabul edilebilir değildir.
Bu yapı, sınırsız bir Amerikan askerî ve siyasî desteği, gözle görülür Batı koruması, bazı Arap yönetimlerinin sessiz rızası (az sayıdaki istisna dışında) sayesinde yüksek moral kazanmıştır. Bu morali bozan tek şey ise, yeşil direnişçilerin kahramanca duruşu ve sanki tükenmek bilmeyen direnme gücüdür.
Peki İran’ın durumu nedir?
İran önünde sadece iki tercih vardır:
1. Ya yenilir ve rejimi çöker;
2. Ya da yenilir, ama rejimi kalır – fakat dişleri sökülmüş, nükleer ve füze programından arındırılmış, mahalli yayılma projesinden vazgeçmiş bir hâlde.
İran’ın füzeleri ne kadar acı verici olursa olsun, bu silahların savaşın gidişatına etkisi sınırlıdır. Zira Tahran’ın müttefiki de, samimi dostu da yoktur.
Halk nezdinde bölge ülkelerinde izole edilmiştir çünkü İran’ın bölge halklarına yaptığı zulümler, söz konusu yapının (İsrail’in) Filistinli şerefli Araplara yaptıklarını bile aşmıştır. Resmî düzeyde de yalnızdır çünkü “dört Arap başkentini kontrol ediyoruz” tarzındaki kibirli ifadeleri ve bölgeyi ele geçirme siyaseti, Arap dünyasında tepkiyle karşılanmaktadır.
Buna ek olarak, İran uzun yıllardır ekonomik kuşatma altındadır. Bu durum, hem askerî tedarikini hem teknolojik ilerlemesini sekteye uğratmıştır.
İran halkı ile rejim arasındaki ilişki de rejimin aleyhine işlemektedir. Rehber ve muhafazakâr elit etrafında toplanmış birkaç milyonluk bir dindar kitle dışında, İran halkı büyük bir ekonomik buhran ve siyasi umutsuzluk içindedir. Bu buhran, içi boş emperyal hayaller uğruna ülkenin imkânlarının tüketilmesiyle ortaya çıkmıştır. Halk, siyaset elitini baskıcı, müsrif ve halktan kopuk olarak görmekte; Lübnan’daki partiye ve Beşşar Esed rejimine akan servetlerden dolayı öfkelidir.
İran, dışarıya karşı gösterdiği sertlik perdesi arkasında, içeriden tükenmiş bir psikolojik kırılganlık yaşamaktadır. Elindeki tek güç, balistik füzelerdir. Ancak bu silahların etkisi, söz konusu yapının İran’ın altyapısına verdiği zarar karşısında çok zayıf kalmaktadır. İran’ın içeride, nükleer programı uğruna yapılan fedakârlıkları savunacak halk desteği de yoktur. Bu nedenle, hem maddî hem manevî hem de içtimai açıdan zayıflayan İran rejimi, aldığı her darbeden daha da sarsılmakta, iktidar zeminini ve savaşı halka satabilme imkânını kaybetmektedir.
Zaman ilerledikçe İran’ın füze stoku tükenecek, harcamalar artacak, içerideki öfke büyüyecek, İsrail ise ekonomik altyapıyı hedef alarak rejimi yönetme kabiliyetinden mahrum bırakacaktır.
Sonuç: İran Projesi Bitti. Ama Boşluğu Kim Dolduracak?
Gelinen noktada kesin olan şudur ki: İran’ın mahalli nüfuzu tamamen daralmıştır. On yıllardır sürdürülen ve Arap coğrafyasının kalbini hedef alan mezhebî-imparatorluk projesi iflas etmiştir. Bu proje, İslam’ın özüne düşman, melez ve çarpık bir inanç sistemi oluşturmayı amaçlamıştı.
Ancak bu tehlikenin yerini, belki de en az onun kadar tehlikeli olan yeni bir tehdit alabilir: Bu da, Arap ülkelerinden birinde şekillenen, dinler arası farkları silmeye çalışan bir inançsızlık projesidir.
Şimdi Arap rejimleri rahat bir nefes alabilir. Ancak aklı başında olan yöneticiler ve gözlemciler şu soruyu sormalıdır:
Bu boşluğu kim dolduracak? İsrail’in mutlak hâkimiyeti mi?
Evet, şu an yaşanan gelişmeler, İsrail’in:
- Zorunlu normalleşme dayatmasına,
- Siyasi, ekonomik ve güvenlik sistemlerine dahil edilmesine kapı aralamaktadır. Bu gelişmelerin sonuçları, İran’ın başarıya ulaşmış bir projesi kadar tehlikeli olabilir.
Çünkü İsrail:
- Teknik ve mali üstünlüğe sahip,
- Büyük güçlerle organik bağları olan,
- Derin bir stratejik vizyona sahip
bir devlettir ve bölgeyi derinden ve kalıcı olarak etkileyebilecek kapasitededir.
Peki hiç mi umut yok?
Bütün bu karmaşık ve çalkantılı manzara içinde, eğer Ankara -uzun vadede, hattâ orta vadede dahi- kendisini bu projeden haklı olarak zarar gören taraflardan biri olarak görüyor ve buna mukabil gerekli siyasî ve stratejik iradeyi gösterebiliyorsa, Türkiye’nin dirençli ve belirleyici bir rol üstlenebileceğine dair umutların canlı kalması mümkündür.
Umut veren, tesellî edici olan şudur ki: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde millî hissiyatı yeniden teyakkuza geçen Türkiye, şekillenmekte olan bölge dengelerinin icaplarını gözeten, daha kuşatıcı ve çaplı bir strateji inşasına girişebilir. Üstelik bu hamle, ekseriyetle siyasî hamaset yahut romantik temennilerden ziyade, kökü derinlerde bir vatan hissiyle, millî heyecanla mümkün görünmektedir.
Her ne kadar bu yaklaşım, bir siyasetçinin döktüğü bir damla gözyaşına ya da bir askerin sıktığı tek kurşuna kolayca meyleden Arap seçkinlerinin duygulu arayışlarına hitap etmese de, hakikate daha sadık, daha sarsılmaz bir zemin üzerinde yükselmektedir.
Türk milletinin yerli ve millî endişeleriyle, Arap âleminin meşrû ve tarihî beklentileri, pek yakında sahne alacak olan müşterek bir tehdide karşı, neden aynı cephede birleşip kenetlenmesin?
📌 Makaleyi kaleme alan: Cihad Adleh
Tercüme: Ahmet Ziya İbrahimoğlu
16.06.2025 OF
Mütercimin Notu: Yukarıdaki yazıyı okuyanlara aşağıdaki videoyu da izlemelerini tavsiye ediyorum. 👇
İsrail-İran Savaşının Bilinmeyenleri?
https://youtube.com/watch?v=7vxNVLC8EE8&si=MtK8HGI9GoZu3cSE
“نهاية المشروع الإيراني.. من يملأ الفراغ الإستراتيجي؟”
الحاجة اقتضت إطالة المقالة
دعك من المشايخ الذين يقولون يجب أن نناصر إيران لأنها من أهل القبلة، فضرر هؤلاء كبير وخطير على وعي المسلمين وإحساسهم بدينهم ومقتضياته، ولا قيمة لاستشهادهم بمقولة ابن تيمية لتعزيز رأيهم الذي يصدر من بعضهم عن عاطفة، وبعضهم لأسباب أخرى غير حميدة، لأنهم يبنون استدلالهم على فرضية مغلوطة، قادتهم إلى وضع مقدمات غير صحيحة قادتهم إلى نتائج مضلِّلة.
ودعك من بعض المحللين، والتحليل السياسي فقد هيبته ورصانته ومكانته بسبب ولوجه ممن لا يملك الأهلية، ولا يمنع من وجود بعض الأسماء الجادة، الذين يقولون لك إن عامل الوقت ليس في صالح الكيان، فقد قالوا هذا إبّان الغزوة الخضراء المباركة، وها قد مضى عامان إلا قليلا، ولا يزال الكيان يقتل في أشراف العرب.
ودعك منهم وهم يقولون على الشاشات إن الكيان لا يقدر على فتح أكثر من جبهة في وقت واحد، وقد قضى على الحزب في لبنان بأيام قلائل، وانفتحت شهيته على الشام لولا لطف الله ثم حكمة القيادة التي تقرأ بدقة المعطيات الإقليمية والدولية، وتعرف جيدا واقعها الداخلي وإمكاناتها الراهنة، ثم وهو، أي الكيان، يضرب هنا وهناك في وقت واحد، ضرب إيران بشكل مهين ومؤلم، مؤكدا قدرته على القتال في أكثر من جبهة مع توفر شرطين أو معطيين حاسمين: إحساس بالخطر الوجودي، وتوفر الدعم الغربي المطلق.
لماذا يستطيع أن يقاتل أكثر من جهة في الوقت عينه؟!
لأنه كيان يتمتع بمنطق الأسباب، في مواجهة بلدان فاسدة وظالمة، ولا تملك عمقا مجتمعيا، وتنحصر إنجازاتها في التمسك بالحكم عنوةً رغم أنف شعوبها.
ويستطيع كذلك، لأنه كيان يمتلك وعيا سياسيا، وإدراكا لحقيقة التحديات التي تواجهه، ومن ذلك أن أي تنازل في معاركه، ولو صغير، سيجره في مسلسل تنازلات نحو الهاوية.
ويستطيع كذلك، لأنه نجح في بناء سردية مقنعة للداخل، بأنه يخوض معارك وجوده، فالانتصار أو الفناء بعد الانهيار، وهذه السردية هي ما يلجم المعارضة والشارع بالرغم من استشناعهم أفعال رئيس وزرائهم.
ويستطيع خوض معارك في جبهات عدة، لأنه يمسك بمفتاح قوته السحري: الولايات المتحدة التي يحكمها فريق يميني، مؤمن بال..ص.ه.يون.ية عقديا وليس سياسيا فحسب.
الكيان لا سبيل له في هذه المعركة إلا الانتصار، لأنه مصيب في سردية الخطر الوجودي، فأي قبول بواقع ميداني وسياسي جديد لا يوفر له سيادة أمنية مطلقة تحول دون تكرير حدث مثل الغزوة الخضراء، يعني عن حق، وضع الكيان قدميه على طريق الزوال، ولو بعد حين، وهذا لا يمكن أن يقبل به رئيس وزراء متطرف وقوي وذكي، كالذي يحكم الآن.
الكيان يملك فيما يفعله، دعما عسكريا وسياسيا أمريكيا مطلقا، وغطاء غربيا واضحا لا تخطئه العين، ورضا عربيا رسميا، باستثناءات قليلة، ومن ثم فإن معنوياته عالية، ولا يعكرها إلا عقبة العصبة الخضراء التي تمقته بقتال وقدرات تبدو لا تنفد، وتنكد عيشه بخسائر بشرية ومادية ومعنوية شبه يومية.
أما إيران، فهي أمام سبيلين لا ثالث لهما، إما الهزيمة وتفكيك النظام، وإما بقاء النظام ولكن بلا أنياب: مجردا من برنامجه النووي والصاروخي، ومن مشروعه التوسعي في المنطقة، أي الاستسلام والخضوع.
ومهما آلمت صواريخُ إيران الكيانَ، فإنها محدودة التأثير على مسار المعركة ونتيجتها، خصوصا وأن طهران بلا حليف ولا نصير، فهي إقليميا معزولة شعبيا بسبب ممارستها تجاه شعوب المنطقة التي فاقت ممارسات الكيان ضد أشراف العرب جنوبي فلسطين المحتلة، ومعزولة رسميا بسبب سياسة التمدد في قلب الوطن العربي وعلى أطرافه، وتصدير خطاب سياسي متعال على النظام الرسمي العربي، من قبيل “نسيطر على أربع عواصم عربية”.
من جانب آخر، تُحاصَر إيران منذ سنين، ما حدّ من مواردها المالية، ومن قدرتها على توريد المواد اللازمة لتغذية ترسانتها العسكرية، وأورثها تخلفا تقنيا وتسليحيا.
زد على ذلك أن وضع النظام الداخلي مع شعبه يسر أعداءه، إذ باستثناء بضعة ملايين من كتلة متدينة تلتف حول المرشد والنخبة السياسية المحافظة، بعضها ولاء، وبعضها الآخر لمصالح ومنافع، فإن الإيرانيين متضجرون جدا، ويائسون جدا من وضع اقتصادي صعب تخلّق في رحم سياسات داخلية عقيمة استهلكت كلَّ فرص التنمية الداخلية، ويائسون من نخبة سياسية يرونها استبدت بمعارضيها، وأسرفت في إنفاق أموالهم وثرواتهم على مليشيات أجنبية، الحزب في لبنان مثلا، وأنظمة خارجية فاسدة، نظام بشار أسد، ويرونها أدخلت بلادهم في عزلة دولية غير مبررة.
إيران، التي تخفي وراء عنادها الظاهر، ضعفا نفسيا عميقا يعيشه كل من مارس القتل والقمع والظلم، لا مصدر قوة لديها في هذه المعركة إلا صواريخها البالستية، وهي محدودة العدد والتأثير مقارنة بما يفعله الكيان في بنيتها التحتية، ولا رصيد جماهيري تملكه في الداخل، يدافع عن فكرة البرنامج النووي التي تستميت طهران في سبيله لأسباب توسعية في المقام الأول، ومن ثم فإن الضربات التي تتلقاها، في ضوء فقدان أسباب القوة المادية والمعنوية والجماهيربة، تحقق فيها نكاية مزدوجة: تضعف مقومات الحكم، وقدرته على تسويغ حرب أمام مواطنين يرونها عبثية.
مع تقدم الوقت في المعركة، سيتناقص بشكل رهيب مخزون الصواريخ الإيرانية، وستزداد أعباء الإنفاق، وسيتكاثر الناقمون الداخليون، وسيوسع الكيان قائمة أهدافه نحو البنية التحتية الاقتصادية، بما يفضي إلى تجريد النظام من قدرته على أداء وظائفه الأساسية كسلطة حاكمة.
المؤكد فيما يجري أن النفوذ الإيراني في المنطقة انحسر تماما، وأن المشروع الامبراطوري الخطير، الذي ركز جهوده طوال عقود على قلب المنطقة العربية، وسعى إلى تبديل هويتها الإسلامية، نحو هوية اعتقادية وطقوسية هجينة متصادمة تصادما وجوديا مع جوهر الإسلام، أقول ستطوى صفحته نهائيا عما قريب، ولكن ربما لصالح هوية عقدية جديدة لا تقل خطورة أبدا، تصنع في دولة عربية، تتوسل بها هدم الفوارق بين الإسلام والأديان الأخرى، وتدجين ما تبقى من تصورات المسلمين.
والأمر كذلك، فقد حُق للنظام العربي الرسمي أن يرتاح من صداع إيران، ويتنفس الصعداء، ولكن حق أيضا للعاقلين في هذا النظام، ومعهم المراقبون، أن يقلقوا مما هو آت: السيادة الكبرى للكيان، والتطبيع الإجباري، وإدخاله في المنظومة السياسية والاقتصادية والأمنية للمنطقة من أوسع الأبواب، وهذا أمر خطير جدا، كخطر المشروع الإيراني فيما لو نجح، على مستقبل العرب والمنطقة برمتها، بسبب قدرة الكيان المضاعفة بحكم الواقع الجديد بعد المعركة، على التأثير العميق والممتد في الجغرافية السياسية والاقتصادية للمنطقة، لتفوقه المالي والتقني، وارتباطه العضوي بالقوى الكبرى، وامتلاكه الرؤية والمشروع.
وسط كل هذه التعقيدات، يحدونا الأمل بدور تركي ممانع، اذا ما امتلكت أنقرة إرادة سياسية وإستراتيجية لمقاومة مشروع، هي ترى نفسها، عن حق، أحد المتضررين منه على المدى البعيد وربما المتوسط.
ما يبعث على التفاؤل، أن تركيا، التي استيقظ شعورها القومي تحت قيادة الرئيس أردوغان، يمكن أن تعيد بناء إستراتيجية جديدة، تراعي مقتضيات الواقع الجيوسياسي الناشئ، وربما يكون هذا لأسباب قومية وطنية أكثر منه دينية لا تلبي شاعرية النخب العربية التي تلين عادة لدمعة يذرفها هذا السياسي، أو رصاصة يطلقها ذاك العسكري.
وما الضير في أن يتلاحم القلق القومي التركي، مع التطلعات العربية، على طريق احتواء الوحش القادم عما قريب؟!
(جهاد عدلة).